Hiçbir burjuva hükümeti kendi iktidarını sürdürmek için halkın istemlerini göz ardı edemez. Asgari düzeyde de olsa vatandaşlarının talep ve ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. 21. yüzyılın yeni otoriter-faşist devletlerinin ise bu normal burjuva yönetme anlayışından hızla uzaklaştığını her gün deneyimliyoruz. Yoksulluk, işsizlik ve sefalet artık mücadele edilmesi gereken ekonomik-sosyal bir paradigma değil, birer ulusal güvenlik meselesi olduğu için halkı kendi içinde saflaştırmayı, daha açıkçası demokrasi isteyen muhalifleri “düşman hukuku” çerçevesinde konumlandırmayı kendilerine temel ilke edinmişledir. Yeni faşizmlerin yarattığı “kültürel muhafazakârlık” emekçi ve yoksul kesimleri, göçmenleri, azınlıkları, toplumsal cinsiyet farklılığını ezilmesi gereken sosyal parazitler olarak görüyor.
Dikkat çekici düzeyde hukukla, anayasalarla çok fazla oynadıkları görülmektedir. Tamamıyla sermayenin çıkarları ve muhalefetin ezilmesi doğrultusunda yeniden dizayn edilen bir yargı bürokrasisi söz konusudur. Bu konuda AKP-MHP faşizmi kurdukları bu parti devlet sistemiyle dünyada bir model teşkil etmektedirler. Örneğin ülkemizde Yüksek Seçim Kurulu’nun başındaki hâkim ile Sayıştay’ın başındaki bürokrat AKP’nin adamı olan iki kardeştirler. Keza Anayasa Mahkemesi’nin çoğunluğu milliyetçi-İslamcı kadrolardır. HSYK ve RTÜK de öyledir. Seçime giderken tüm il ve ilçe seçim kurulu başkanları 15 Temmuz’dan sonra tasfiye edilen hâkimlerin yerine hâkim ve savcı yapılıp atanan 7000 AKP-MHP görüşlü avukatlardan oluşmaktadır. Bu model olma konusunu hafife almamak gerektiğini düşünüyoruz. Keza toplumun azımsanmayacak bir kesiminin RTE’yi hala bir “dünya lideri” olarak gördüğü gerçeği var. Türkiye’deki yoksullar neden zenginlerden daha ziyade orta sınıflara öfke duyuyorlar? Çünkü onlar alt sınıflara adeta görünmezmiş gibi, ”bir hiçmiş gibi” davranırlar da ondan. Türkiye’de Sünni emekçilerin patolojik RTE sevgisi ve onun karşısında şehirli batıcı modern kesimlere duyduğu öfkenin altında bu psikoloji yatmaktadır.
Avrupalı bir yazarın “Ölümüm hakkındaki iddialar fazlasıyla abartılı” dediğine benzer şekilde bu iktidarın çöküşü hakkında son günlerde giderek yaygınlaşan iyimser hava da oldukça abartılıdır. Ne vuruşarak çekileceklerdir ne de madem kaybediyoruz “bizden sonrası tufan” diyerek ortalığı yakıp yıkacaklardır. Seçimi kaybettiklerinde bile gayet sistemli olarak belirli bir iç savaş düzeni dâhilinde iktidar mücadelesini sürdüreceklerdir. Bilmeliyiz ki, partileşen bu rejim gerçekliğini 20 yıl içinde kökleştiği bu devletin içinden söküp atmak salt seçimle olacak bir iş değildir. Bunu herkes biliyor. En çok da Milet İttifakı! Bu demektir ki, aslında seçim sonrası yaşanacak olan ikili bir iktidar olacaktır. AKP-MHP faşizmi seçimi kaybetse bile MİT-Polis-Ordu-Jandarma ve Yüksek bürokrasi içindeki güçleri vasıtasıyla kesintisiz bir yıpratma savaşını devreye sokacaktır. Bu noktada sokaklar tüm güçler açısından belirleyici olacaktır. Türkiye metropollerinden dumanlar yükselmeden, Türkiyeli emekçiler kendi serhıldanlarını yaratmadan bu düğüm çözülemeyecektir.
Yürütmenin yasama ve yargıyı kendi çıkarlarına göre şekillendirdiği bu yeni faşizmler için halk artık birer vatandaş ya da seçmen değil, sadık neferler yaratılması için üzerinde çalışılması gereken insan yığınlarıdırlar. Yeni iktidar sandıkta sürpriz istemeyen seçmeni seçimden önce yedeklemeyi hedefleyen burjuva demokrasisinin bu zorunlu ve olmazsa olmaz sınamasını bu şekilde alt etmeyi hedefleyen bir yönelime girmiştir. Bunu kendi fanatik sivil neferlerinin karşısına “terörist-iç düşman” olarak damgaladığı muhalif güçleri konumlandırarak yapacaktır.
Taksim’de patlatılan bomba ile düğmesine basılan seçim sürecinde peşi sıra gelen olaylara göz attığımızda, Sinan Ateş cinayeti, İkinci Paris Katliamı, HDP’nin daha kapatma davası başlamadan hazine yardımının kesilmesi, depremde ordunun Kürt savaşından dolayı bölgeye sınırlı sayıda gönderilmesi, Meral Akşener üzerinden 6’lı masanın dağıtılması girişimi, Amedspor’un Bursa’da linçe maruz kalması, Mehmet Ali Ağca’nın deşifre olunca “tuzağa düşürüldüm” dediği ülkücü mafya toplantısı, eş zamanlı olarak kimi ülkücü faşistlerin Jandarma Genel Komutanı’nı ziyaret etmesi, HÜDAPAR ile kurulan ittifak, Fatih Erbakan’ın ikna edilerek cumhur ittifakına dâhil edilmesi tüm bunlar olağan, normal bir seçime gidilmediğinin açık göstergeleridirler.
İkinci Paris Katliamı, TC’nin Suriye ve Irak’tan sonra Avrupa’yı da içine alacak şekilde hedef büyüttüğünü, Kürt soykırımını genişlettiğini, bir anlamda yeniden güncellediğini gösteren ve kullandığı taşeron da düşünüldüğünde Avrupalı neofaşistlerle (Fransız istihbaratının bir kanadı) gizli ittifaklar geliştirebildiğini gösteren bir katliamdır. Sakinelerin öldürüldüğü ilk katliam gibi bunun da çözümsüz bırakılmasının tek nedeni Fransız ve Türk istihbaratları arasındaki gizli anlaşmalardan başka bir şey olamaz.
Siyasi cinayetler her zaman ‘yeni bir dönemi’ işaret eder. Sinan Ateş cinayetine de bu gözle bakılabilir. Öldürenlerin TSK-MİT kontrolündeki Suriye Milli Ordusu’nda (SMO) savaştıklarının ortaya çıkması önemli bir veridir.
Akşener vakası hiç masumane bir olay değildir. Akşener’in ille de İmamoğlu ve Mansur diye diretmesi boşuna değildir. Bu iki belediye başkanı Ecevit için Hüsamettin Özkan ne idiyse Kılıçdaroğlu için de o olacaktır. Biri İstanbul sermayesinin diğeri Avrasyacı faşist kliğin adamıdır. Faşizmin restorasyonu için asıl seçilen bu ikisidir. Biçilmiş kaftandırlar. Akşener’in ayrılıp aynı hızla geri dönmesinde oynadığı rol, -görev- bu şekilde tamamlanmıştır.
Türkiye, İsrail, Brezilya: Model ülkeler!
Brezilya’da “Sadece tanrı beni iktidardan alabilir” diyen Bolsanaro iktidardan düşmüştü. Peki, Recep Tayyip Erdoğan Tanrı’ya daha mı yakındır?
Sadece Bolsanaro örneği değil, İsrail’in en uzun süre başbakanı olan Netanyahu da RTE ile benzer politikalarıyla neofaşizmin dünyadaki model ülkeleri arasında yerini almıştır. Her üçünün ortak özelliği diktatörlüklerini pekiştirmek için yargıyı tamamen siyasetin emrine vermekti. Bunu ilk başaran elbette RTE idi. Yine kurdukları ittifaklar en sağcı en gerici partilerledir. Ülke içindeki muhaliflerine acımasızlıkta sınır tanımamışlardır. RTE nasıl ki faşist MHP ile tarikatlarla, HÜDAPAR ve kadın düşmanı Fatih Erbakan ile ittifak kuruyorsa Netanyahu da ‘Dini Siyonizm Partisi’, ‘Şaş ve Yahudilik Gücü’ gibi en sağ en ırkçı partilerle ittifak yapmıştı. Netanyahu’nun Yargıtay kararlarını Meclis’e bozma yetkisi veren tasarısı milyonları sokağa dökmüş, ordu ve Cumhurbaşkanı Herzog bile buna karşı çıkmıştı. Netanyahu’nun Filistin yerleşimlerini Yahudilere açtığı gibi, TC de Kuzey Suriye’de başta Afrin olmak üzere Kürtlerin yaşadığı bölgeleri işgal edip Türkmenleri yerleştirerek bölgenin demografik yapısını bozmaktadır. Dediğimiz gibi bunlar emperyalizmin 21. yüzyıldaki model ülkeleridirler. Emperyalizm bu modellerle kendi gücünün sınırlarını sınamaktadır. Halkların dayanma gücü sınanmaktadır. En aza hangi yöntemlerle nasıl razı edilebilirler, bu test edilmektedir. Önümüzdeki seçimler asıl bu yüzden önemlidir.
Bolsanaro, Amazon yerlilerini, siyahları, ülkenin kuzeyindeki yoksulları dışlayan ve toplumsal cinsiyeti reddeden; muhafazakâr, Hristiyan bir ülke yaratmaya çalıştı ve yenildi. İsrail tarihinin en sağcı en dinci koalisyonunu kuran Netanyahu ülkenin en uzun süren ve en kitlesel sokak gösterileriyle karşı karşıyadır ve düşmek üzeredir. Sıra Recep Tayyip Erdoğan’dadır! Emperyalizm demokratik devrimlerle faşizmler arasında sallanan sarkacı gözlemlemektedir. Bu zamanlar herkes için tehlikeli zamanlardır.
Millet İttifakı’nın seçimi kazandığı takdirde AKP-MHP faşizminin devlet ve sermaye içindeki güçlü destekçilerinin tutsağı olmayacağının elbette hiçbir garantisi yoktur. Faşizmin seçimi kaybetmesiyle iktidarı kaybetmeyeceğini bilmeliyiz. Brezilya’da Bolsanaro rejiminin seçimi yüzde bir buçuk gibi az bir farkla kaybettikten sonra parlamentoyu kuşatmasını, ordu güçlerini solcu lider Lula’ya karşı darbeye çağırmasını, kamyonlarla otoyolları kapatmasını unutmamak lazım. Lula bu olaylardan sonra her ne kadar genelkurmay başkanını görevden aldıysa da devletin bazı kritik mevkilerine, başta başkan yardımcılığı olmak üzere muhafazakâr güçleri atamak zorunda kalmıştı. Ne Brezilya ne İsrail ne de Türkiye’de faşizmle demokrasi arasındaki iktidar mücadelesi bir tarafın ağır bastığı netliğe henüz kavuşamamıştır. Ezilen halklar, emekçiler istim üzerindedir. Emperyalizmin sarkacı sallanmaya devam etmektedir.
Seçime giderken bölge
Seçim sürecine salt iç dinamiklerin yürüttükleri mücadelelerle gidilmiyor elbette. Uluslararası güçler ve bölge devletlerinin de gözü Türkiye’dedir. Bu anlamda Güney Kürdistan, Kuzey Suriye ve Rojava seçim öncesi önem arz etmektedir.
Rojava ya da Zap, Metina ve Avaşine yapılacak bir askeri operasyon ne adına yapılacak? Seçim öncesi böylesi bir operasyon kuşkusuz RTE’nin geleceği için yapılacak. Peki, TSK’nin özellikle orta ve alt kademesi askeri bir gereklilik için değil de salt seçimi kazanmaya yönelik, siyasi getirisi belirsiz böylesi bir operasyonu bir kazanım olarak değerlendirecek midir? Faşist iktidar kliği seçimlere savaşla girmenin yaratacağı kaosun çürüyen devleti daha da parçalayacağı riskini ne kadar göze almaktadır? Hem de emperyalist savaşların doludizgin sürdüğü bir gerçeklikte! Peki ya tüm bir muhalefet, başta depremde gözden çıkarılan milyonlar bu kaos planında onun arkasında sessizce dizilecekler midir? Kendilerini kurtarmaktansa sınır ötesinde kalmayı yeğleyenlerin bu kirli savaşına göz mü yumacaklardır? En azından ortak olmayacakları kesindir. İçinde sermayedarların da bulunduğu “devlet aklı” açısından ise tek bir adamın iktidar hırsına kurban edilecek bir ülke midir Türkiye?
Aslında işgalden ziyade eşine az rastlanır bir çözümsüzlük alanıdır. Kuzey Suriye’deki güç dizilimi güncel olarak neden sadece çözümsüzlük üretmektedir? Ya da bu bölgede onca silahlı güce rağmen hiçbir sonuç almayacak tek yol neden askeri girişimlerdir? Dahası bölgede oluşan dengeyi ilk bozanın uluslararası arenada kaybedebileceği ihtimalinin yüksek olacağı, kimsenin kendi aleyhine dönüşebilecek böylesi bir askeri hareketi yapmak istememesi mevcut çözümsüzlüğün gerçek nedeni gibi durmaktadır. Rusya’nın işgalci Türk ordusuyla Esad’ı uzlaştırması ne kadar mümkün? Suriye üzerinden Akdeniz ve Ortadoğu’da elde ettiği jeopolitik güçten TC’nin haksız emelleri için vazgeçebilecek bir güç müdür Rusya? Esad kendi ayrılıkçılarının (SMO) hamisi ve topraklarını işgal eden TC ile anlamlı bir kazanım ihtimali olmadan neden aynı masaya otursun? Suriyeli Kürtler bu ayrılıkçılar karşısında Esad’ı satmamışken hem de! ABD’nin Kuzey Suriye Kürt kantonlarından desteğini çekmesi mantık dışı değil mi? Hele ki daha dün Haseke’de dronlarla yeni vurulmuşken? TC Suriye ile görüşme masasına oturmak için Esad’a kin besleyen SMO’yu ikna edebilecek mi? Rusya’nın tüm baskılarına rağmen TC neden hala İdlib’deki selefi cihatçıları silahsızlandıramıyor? Peki, TC ABD’nin muhalefetine rağmen Rojava ’ya işgal harekâtı yapabilecek kadar gözünü karartabilir mi? Ve Rusya, Ukrayna işgalini sürdürürken Suriye’deki karmaşık güç matrisleri karşısında neden kendini zor duruma düşürecek askeri seçeneklere göz yumsun? Böylesi bir dengede somut siyasi hedefleri uluslararası diplomasiyle besleyenler ve bunu uzun bir sürece yayanlar bir adım önde olacaklardır. Pat durumundaki askeri dengeyi değiştirecek olan sabırla sürdürülecek bir siyasi mücadele (öz savunma) ve güçlü, akılcı bir uluslararası diplomasidir. Bölgede tarihten günümüze dünyadaki hiçbir ulusal kurtuluş mücadelesine benzemeyen, kendine özgü yanları ile hiçbir örnekle karşılaştırılamayan bir ‘ulusal kurtuluş ‘mücadelesi yürütüldüğünü hepimiz görüyoruz. ABD ve Rusya, sömürgeci bölge devletleri, onlara bağlı paralı asker orduları ve yerel gerici güçler bunların her birine karşı ayrı ayrı birleşik kaplar misali askeri-politik taktikler geliştirmek zorunluğu ile hareket eden KÖH’ün yürüttüğü bu mücadele onu kendi tarihi coğrafyasının her parçasında adeta devrime mecbur bırakıyor. Zorluktan bahsedilecekse en zorlandığı konu budur denilebilir. Mücadelenin onu sürekli yetkinleştirmek zorunda bırakması. Rojava’dan sonra İran’daki en son gelişmelerle birlikte KÖH, gerçek anlamda kendi tarihi coğrafi sınırları içinde en etkin güç konumunu elde ediyor. Kuzey Kürdistan’da serhildanlar ve devrimci parlamentarizm, Suriye’de IŞİD’e karşı zafer ve Rojava devrimi, Güney Kürdistan’da Zap-Metina-Avaşin dağ silsilesi ve Tünel savaşlarındaki direniş, ardından İran’da Jin Jiyan Azadı sloganıyla ortaya çıkan halk muhalefeti KÖH’ü her sömürgeci güç içinde ezilenlerin öncü gücü düzeyine yükseltmiştir.
Rojava’lı devrimcileri taşıyan YNK’ye ait helikopterin düşmesi, bu elim kaza sonrasında KDP-YNK arasındaki çelişkilerin YPG lehine iyiden iyiye açığa çıktığı, bu anlamda YPG-YNK ilişkilerinin olumlu seyir izlediğinin anlaşılması, aynı süreçte İran’a bağlı milislerin Kuzey-doğu Suriye’de Haseke’de ABD üslerini dronlarla vurduğu, bu eylemin aslında İran’ın Rusya’ya verdiği destek olarak okunması gerektiği, Çin’in Suudilerle İran arasında diyalog sürecinde arabuluculuğa soyunarak Ortadoğu denklemine umulmadık girişi, bu hamlenin de ABD’ye karşı bir güç gösteriş olma özelliği taşıması ve yine uluslararası tahkim mahkemesinin Kuzey Irak petrol gelirlerini Barzani’nin elinden alıp Bağdat’a verdiği koşullarda, TC’nin hızla Barzani den yüz çevirip Bağdat merkezli hükümeti muhatap alacağını açıklaması, AKP-MHP faşizminin bölgede siyasi-askeri-diplomatik çözümsüzlüğünü elbette daha da derinleştiren olaylar dizisidir. ABD’nin bölgedeki stratejik müttefiki Suudi Arabistan’ın İran’la masaya oturması, bunun Çin sayesinde gerçekleşmesi, Irak’taki destekçisi Barzani’nin petrol gelirlerinin kesilmesi ve ardından askeri üslerinin vurulması, tüm bunlar, ABD tarafından sadece Rusya, Çin ve İran’ın kendisine karşı ortak hareketi olarak görülmemiş, ABD sorumlu olarak bu üçlünün yanına TC’nin Avrasyacı kliklerini de koymuştur. Türkiye seçimleri konusunda ABD’nin hiçbir yorum yapmaması, sessizliğini koruması önemlidir. Özellikle bölgede yaşadığı hegemonya krizi koşullarında!
ABD Ortadoğu’da yaşadığı son olaylardan TC’yi de dolaylı olarak sorumlu tutmaktadır. Bu gelişim süreci sadece Kuzeydoğu ve Güney’deki büyük direnişi değil, aynı zamanda bu kadar farklı güç içinde gösterilen taktik zenginliğin öğreticiliğini de barındırıyor.
Neden taktik olarak emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden faydalanma, soğuk savaş dönemine göre daha da zenginleşmiştir? Bunda eskinin ideolojik kalelerinin yıkılmasının elbette belirleyici rolü vardır. Mücadelede taktik hiçbir zaman dışlanamaz, ancak geçmişte çelişkilerden yararlanma, taktiği aşan, ideolojik içeriği de olan bir bel bağlama, âdeta dogma düzeyinde idi. Kapitalizm sosyalizm savaşının olduğu soğuk savaş koşullardan, ABD, İngiltere ve AB’ye karşı Rusya ve Çin’in karşı kutupta yer aldığı emperyalist-kapitalistler arası mücadelenin cereyan ettiği yenidünya koşullarında çelişkilerden yararlanma elbette çok farklı biçimler almıştır. İki kutupluluktan Rusya ve Çin in çok kutuplu bir dünya istediği, bunun için ciddi hamleler yaptığı yeni tip hibrit savaşlar dönemindeyiz. Bu minvalde devrimcilerin ideolojik ve stratejik olarak tam bir bağlantısız rolü ile hareket etmeleri elzemdir. Mevcut taktik zenginlik imkânları doğru kullanıldığında devrimciler büyük güç mücadeleleri arasından üçüncü yolu bulabileceklerdir. Kaldı ki orta ölçekli kapitalistlerin büyük kapitalistlerin oyuncağı olduğu bir dönemde de değiliz, zaman zaman bu devletler kendi çeperlerinde emperyalistlerden bağımsız askeri güç gösterileri yapmakta, büyük güçlerin hiç hoşlanmadığı diplomatik ilişkiler geliştirmekte ve sermaye ve kültür ihracı yapabilmektedirler. Büyük resme bakıldığında Rusya son hamlesiyle ABD’yi uluslararası güç denkleminde dengelemektedir ancak küçük resimde yani bizim coğrafyamızda devrimci cephenin aleyhine çalışmaktadır. Peki, neyi esas almalıyız? Büyük resmi mi küçük resmi mi? Ya da üçüncü bir yol mümkün değil mi? Büyük güçlerden daha zayıf olanı destekleyerek diğerini frenlemeye çalışmak mı yoksa mevcudun el verdiği taktik zenginlikle üçüncü bir yol aramak mı? İçinde bulunduğumuz coğrafyanın tarihsel özellikleri ve güncel olarak Kuzey Suriye pratiği bize üçüncü bir yolun bulunabileceğinin kanıtını sunmaktadır.
Üçüncü cephe
Seçime giderken en temel konulardan biri, -6’ lı masanın fikir beyan etmekten özellikle uzak durduğu-AKP-MHP faşizminin Atlantik ve Avrasyalı güçler arasındaki dengeyi kendi çıkarına yonttuğu politikaların bundan sonra nasıl evirileceğidir? Millet İttifakı için seçimi kazansa bile gerilimin en fazla tırmanacağı noktalardan biri budur. Bunun dışında Kuzey Suriye ve Rojava meselesi, 5’li çete ve benzeri sermaye gruplarının tasfiyesi, asker-sivil bürokrasi içindeki özellikle jandarma, emniyet, MİT ve yargıdaki AKP-MHP hâkimiyetinin tasfiyesi (!) ve HDP-CHP yakınlaşmasının etkileri seçim sonrası oluşacak ‘ikili iktidarın’ mücadele alanları olacaktır.
Kılıçdaroğlu, ittifak yaptığı 6’lı masa içindeki muhafazakâr-gerici güçlerin baskısı karşısında ne kadar direnebilecektir? Direnmek isteyecek midir? Emniyet içinde Soylu ve çetesini, ülkücülerin ziyaret ettiği Jandarma Genel Komutanı’nı tasfiye edebilecek midir mesela? Gerçek iktidar ile uyum sağlamanın yolları konusunda Kılıçdaroğlu hiç bir şekilde rahat bırakılmayacaktır. Bundan emin olabiliriz. Seçimi kaybetse de iktidardan vazgeçmeyen faşist rejimle seçimi kazanan restorasyoncu güçler arasında aşikâr bir güç mücadelesi yaşanabileceğini ve bu mücadelede üçüncü bir cephenin ne kadar kritik bir rol oynayacağını şimdiden öngörmeliyiz. Emek ve Özgürlük İttifakı ile onun dışında yer alan devrimci-komünist güçlerin asıl sesini yükselmesi gereken dönem bu dönem olacaktır.
“Türkiye’nin yüzyılını belirleyecek bir seçimdir” demek abartılı mıdır, ya da ne kadar doğrudur? NATO ve Rusya’nın da gizli açık devreye gireceği bir seçimden bahsediyoruz. 2023’de dünyada tartışmasız en önemli olay ülkemizdeki seçimlerdir. Şurası çok açık, Cumhur İttifakı’nın yeniden kazandığı koşullarda mevcut faşizmin daha da kurumsallaşacağı apaçık ortadadır. Diğer durumda Millet İttifakı’nın kazanması, mevcut rejimin restorasyonunu getirmekle birlikte, halk ve emek güçleri açısından Bölge’nin demokratik devrimini geliştirebilecek bir yeni aşama olabilecektir. Yani burada mesele seçimi millet ittifakının kazanmasının ötesindedir. Seçimler sadece Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun geleceği ve ABD, AB ve Rusya ilişkilerinin yeniden şekillenmesi, bu anlamda “yeni savaşlar dünyası” açısından da ciddi önemdedir.
Devrimci güçlerin tüm zayıflığına rağmen gerek seçim yenilgisi gerekse galip ama iktidar olamama durumunda halkın kendiliğinden meydanlara çıkarak eski rejime karşı demokratik bir dönüşümü zorlama imkânı elbette vardır. Seçimler hiç beklenmedik, çok özgül gelişmeler sonucunda faşizmin kurumsallaşması kadar demokratik bir devrim aşamasını da zorlayabilir. Emperyalizm açısından en büyük tehlike budur. Solcu Lula, Brezilya’da seçimi kazandığında onu en önce tebrik edenler Biden ve Putin’di. Bu bölgede böyle bir şeyi beklemek elbette hayal ötesidir.
Öte yandan; Millet İttifakı, eski rejime karşı yeni rejim olamayacaktır. Bu anlamda devrimciler açısından tek bir slogan öne çıkmaktadır:
Ya Faşizm Ya Devrim!