Son bir haftadır yaşananlara baktığımızda, her birisi ayrı bir önem taşıyan ve art arda gelen şok dalgaları gibi sarsıcı gelişmeler, daha doğrusu saldırılar olmasına rağmen, muhalefetin önce şaşkınlık ve kısa süreli tepkilerin ardından, yine anlaşılmaz biçimde normalleşme haline girdiği ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ettiğini görüyoruz.
Oysaki ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel her anlamda son derece ciddi hamleler olmalarının ötesinde, yıllardır yaşadığımız rejimin değişim -dönüşüm stratejisini açık biçimde ortaya koyan ve hoyratça uygulamaya konulan gelişmelerdi bunlar. Ayasofya’nın ardından, tam da Gezi Parkı projesinin uygulamaya konulacağı dönemde, olmayan bir vakfa devir işlemi yapılarak Topçu Kışlası’nın yeniden gündeme getirilmesi, Merkez Bankası’na yapılan operasyon, Kanal İstanbul projesinin kabul edilmesi, Galata Kulesi’nin ardından Selimiye Kışlası gibi kamuya ait pek çok alanın ranta açılması, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, HDP’ye kapatma davası açılarak siyaset yasaklarının gündeme gelmesi ve en vahim olanı da Gergerlioğlu’na yapılan saldırılarla muhalefeti tam bir kuşatmaya aldılar.
Mevcut tabloya geniş bakarak, bütün bu tasfiyeci saldırıların yalnızca AKP-MHP iktidarının değil, devletin ve sermayenin sınıfsal bir yönelimi olduğunu görmediğimizde, yaşananları Bahçeli’nin emriyle veya Erdoğan’ın bir gece yarısı aldığı kararlarla sürdürülen bir işleyişten ibaret sayarız. Oysaki onlar egemen güçlerle de sınırlı olmayan biçimde, AB ve ABD’yi de arkalarına alarak, iktidarda kalma karşılığında yapılan büyük pazarlıklarla, emperyalist güçlerin onayıyla birlikte adımlarını atıyorlar. Böylelikle içeride, dışarıda her türlü desteği alarak, şeriatçı faşist düzeni adım adım gerçekleştirmek için stratejik yönelimlerine uygun biçimde davranıyorlar ve bunda başarılı olduklarını da söyleyebiliriz. Ayrıca mevcut rejim kendini çok yönlü tahkim ederek kurumsallaşırken ve sistemi şiddet ve savaş ekseninde yeniden üretirken, aynı zamanda bölgesel güç olma hedefine de yöneliyor.
Yıllardır demokratikleşme düşü kuran iyimser muhaliflerin öngörülerinin aksine, giderek sertleşen iktidar güçleri, bizi artık süreklileşen olağanüstü hal sürecinden de derin olağanüstü hallere geçiş yaptırarak adeta sersemleştirirken, bütün bu olup bitenlerden başı dönenler hala “devletimiz”in adil olmamasından yakınarak, ona olmayan hak, hukuk, adalet adına yalvarıyor. Gözlerinin önünde gerçekleşen rezilliklere hiçbir müdahalede bulunmadıkları gibi “Milletimizin Meclisi”nde bunlar nasıl yaşanabiliyor şaşkınlığıyla ve hala “ülkemiz”i yabancı ülkeler nezdinde küçük düşürüyorlar diye çırpınan bir muhalefet anlayışıyla hareket ediyorlar. CHP ve İYİP başta olmak üzere, düzen partilerinin zaten devletin bekası için ve müesses nizamın sürdürülmesi adına, AKP’nin yaptığı tüm kötülüklere artık karşı çıkıyormuş gibi görünmeye de ihtiyaç duymaz halde olduklarını görüyoruz. Gare sonrası kısmen gösterilen karşı çıkışların da çok büyük öneminin olmadığını, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da dış politikada ve dolayısıyla içeride yapılan her türlü saldırganlığa da artık ses çıkarmayacaklarını biliyoruz. İktidarın baş destekçisi konumunda olup sahte bir laiklik ve Türklük savunusuyla hala “andımız”la uğraşan CHP ise Kürtlere yapılanları zaten suret- i haktan gördüğünden, sıra kendisine gelinceye kadar beklemeyi tercih edecektir.
Ancak zorbalığın, şiddetin dozunu her geçen gün artıran faşist rejimin, dizginlerinden boşalmışçasına gerçekleştirdiği saldırıların esas hedefinde olan Kürtler ve HDP açısından son süreçte yaşananları değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan tablo çok daha olumsuz görünüyor. Öyle ki HDP kendi gücüne güvenmeyen, adeta kendinden korkan bir muhalefet anlayışıyla hareket ederek bu saldırı politikalarını karşılamaktan uzak bir tavırsızlık içine girdi diyebiliriz. Biliyoruz ki yıllardır bu ülkede yaşayan halklara, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere ve özellikle de Kürt halkına yönelik ırkçı saldırganlık yeni değil, son süreçte yaşananların benzerleri de çokça yaşandı. Ancak şimdi rejim dalgalar halinde gelen hamlelerle parti kapatmayla sınırlı olmayacak biçimde, siyasal örgütlenme ve faaliyette bulunma hatta seçilme hakkını dahi elinden alacak düzenlemelerle HDP’yi tümüyle siyaset dışına itme amacıyla hareket ediyor.
Bütün bunlar olurken, özellikle de HDP’yi doğrudan hedef alan kapatma davası açılırken -ve ileride kapatma olmasa bile- siyaset yasakları ve hazine yardımının kesileceği kesin olan bir ortamda ve en vahim olanı da Gergerlioğlu’na yapılanlardan sonra bekledik ki HDP “artık bu kadarı da yeter” diyecek ve direnişçi bir tavır sergileyecek, ama olmadı. HDP yine aynı ne yapacağını bilmez konumunu, savunmacı yalpalama halini sürdürerek ve meclisteki ittifak arayışını devam ettirerek eskisi gibi uzlaşmacı bir yol yürüyeceğini gösterdi. Hatta kapatma davası sonrası yaptıkları ilk açıklamalarda artık partilerinin kapatılacağını bildirerek ya yeni parti kuracaklarını ya da partinin kendini feshedeceğini söylediler, Gergerlioğlu’na yapılanları ise unuttular, unutturdular.
Hak ve özgürlük mücadelesi ve çıkışlarıyla iktidarı rahatsız eden Gergerlioğlu, halen yayında olan bir haberi sosyal medyada paylaştığı için cezalandırılıp vekilliği düşürüldüğünde, dokunulmazlığı olan bir vekilin “ifade özgürlüğü”nü dahi savunmaktan aciz CHP başta olmak üzere, muhalefet partilerinin oy kullanmaktan kaçınmak için mecliste bulunmamayı tercih ettiği, Kılıçdaroğlu’nun ancak gizli saklı bir telefon görüşmesiyle “geçmiş olsun” diyebildiği, daha kötüsü bu keyfiliğe karşı Meclis’te “Adalet Nöbeti”ni sürdürdüğü sırada Bahçeli’nin “kirli şahıs” olarak niteleyip yatağıyla meclis kapısının önüne konulmasını emrettiği Gergerlioğlu’nun sabah Meclis’i basan polisler tarafından lavabo başında abdest almasına, namaz kılmasına dahi izin verilmeksizin, üzerinde eşofmanları, ayağında terlikleriyle ite kaka darp edilerek, Meclis’ten zorla çıkarıldığı, haksızlığın, hukuksuzluğun ötesindeki bu haydutluğa, aşağılamalara ve hakaretlere yönelik olarak muhalefet cephesinden tek bir protesto yükselmediği anda HDP, bunların hesabını sormak yerine, Gergerlioğlu hakkında yeniden açtırılan uydurma soruşturmaya karşı, Genel Kurul’dan çıkan HDP’lilerin “Bijî Serok Apo” sloganı attıkları iddiasının gerçek olmadığını ispata girişti ve devamında da demokratik direnişini sürdüren Gergerlioğlu’nun yanında olduklarını belirten açıklamalar yaptı.
Ancak ne yazık ki Gergerlioğlu yalnız bırakılmıştı! Meclisi terk etmeme konusundaki tavrı kendi kişisel kararı bile olsa, partisinin biz arkandayız, destekliyoruz dediği noktada mecliste yalnız bırakılması, özellikle Bahçeli’nin konuşmasının ardından saldırının olma ihtimalinin yüksek olduğu bir ortamda, mecliste iki vekilin dışında kimsenin olmayışı neyle açıklanabilir? Acaba bu kadar kritik bir günde, partideki diğer tüm vekillerin ya da başkaca herkesin bütün illerdeki Newroz törenlerinde olması mı gerekiyordu? Görülmemiş bir pervasızlıkla azgınca saldırabilen iktidarın karşısında, Gergerlioğlu’nu yalnız bırakmayarak, kalabalık biçimde onunla yan yana, kol kola durmak ve ortak bir direnişle yanıt vermek, bu ülkede yaşayan ve haksızlığa, hukuksuzluğa uğramış tüm mağdurların sesi konumundaki bir insana- kendi vekili olmanın ötesinde- sahip çıkarak tarihe bir not düşmek daha anlamlı olmaz mıydı?
Daha da önemlisi Gergerlioğlu’na yapılanlardan sonra artık mecliste bulunmanın, hiçbir zaman “bizim” olmayan, olamayan o mecliste oturmanızın kime ne faydası olacak? Şimdiye kadarki süreçte arada bir izin verildiğinde 5 dakikalık konuşma hakkını kullanıp bunu tweetlerle paylaşınca çok mu şey değişti sanki, yaptığınız açıklamalar size soruşturma ve dava olarak geri döndüğünde, soru önergeleriniz uygun görülmeyerek geri çevrildiğinde, yasalar sarayda hazırlanıp meclise getirilirken ve AKP-MHP oylarıyla geçirilirken size de usulen komisyonlarda yer alıp itirazda bulunmak düştüğünde, çoktan feshedilmiş bir meclise meşruiyet kazandırmanın ötesinde somut olarak ortaya çıkan nedir? Yıllardır “sine i millet” tartışmasına kulak tıkanıyorsa, mecliste olmanın, orayı “mevzi “haline getirmenin sonucu, daha farklı olmamalı mıydı? Bu durumda daha neyi bekliyorsunuz diye sorulmamalı mı? Artık kapatma davası da var, ayrıca sırayla fezlekeler de geliyor, birer birer vekillikler de düşürülüyor. Yoksa mecliste de “son ferdimiz kalana kadar” mı denmesi düşünülüyor? Niçin, kim ve ne adına? Sorular uzatılabilir, ama özellikle Gergerlioğlu’na yapılanlardan sonra HDP’nin farklı bir konumlanış içinde olmak yerine, her zamanki gibi bütün bunlar hiç yaşanmamışçasına her şeyi unutan, unutturan, sahicilikten uzak bir havada açıklamalar yapmakla yetinmesi, her şey bir yana moral bozucudur.
Yaşanan bunca rezaletten sonra, başta daha önceki dokunulmazlık fezlekelerine onay veren ve kendi vekilleri Enis Berberoğlu’nun yine haksız bir yargı kararıyla vekilliğinin düşürüldüğü ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, diğer muhalefet partilerini usulen bile olması gereken tepkiyi göstermedikleri için sertçe eleştirip teşhir etmek yerine, kapı kapı dolaşıp destek talep etmeleri hiç kabul edilemez. Üstelik ilk iş olarak da Gelecek Partisi’yle görüşmeyi tercih ettiler. Görüşme sonrası Mithat Sancar, taleplerinin olumlu karşılandığını ve bu görüşmelerin Türkiye’de “demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi” ve diyalog içinde olmaları açısından önemli olduğunu söyledi.
Gerçekten, AKP-MHP iktidarına karşı, aradaki küçük çatlaklardan da yararlanıp diğer düzen partileriyle birlikte hareket ederek ortak muhalefet cephesi oluşturmak veya olası seçimlerde ittifak yapmak amacıyla yapılabilecek görüşmeler neyse de, daha unutulacak kadar uzak olmayan bir geçmişte yaşanan en büyük katliamların sorumlusu konumundaki Davutoğlu ne zaman “demokrasi güçleri” arasına katıldı? Üstelik ayrılmadan önceki süreçte AKP’nin ideoloğu olarak, içerde olduğu kadar, Ortadoğu başta olmak üzere dışarıda da tüm ideolojik yönelimlerini belirleyen, onlardan ayrılmamış olsaydı bugün de daha büyük katliamlara onay verecek olan ırkçı, asimilasyoncu Davutoğlu nasıl ve ne hakla “demokrasi gücü” ilan edilebiliyor? Halka gerçekleri anlatmak ve doğruyu söylemekle yükümlü olan HDP yetkilileri, zaten cumhuriyetin kuruluş yıldönümünde yaptıkları açıklamaları ve Atatürk’e övgüleriyle ve döneminde yaşanan katliamları görmezden gelerek “objektif bir bilim insanı” olarak niteledikleri Erbakan’a yaptıkları övgülerle sorumluluklarına aykırı davranmış olmaları yetmiyormuş gibi, şimdi de HDP’ye ve Gergerlioğlu’na yönelik ağır saldırı karşısında yine gerçeklikten uzaklaşıp yanlış yönlendirmelerde bulunuyorlar.
Onlar unutturuyorsa biz tekrar hatırlatalım; zamanın İzmir HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü Cizre, Nusaybin, Silopi, Sur, Dargeçit ve Silvan ilçelerinde yaşanan katliamlarla ilgili olarak, yine zamanın Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde, Eylül 2014’te hükümetin talimatıyla Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve günümüzde de onaylanarak hayata geçirildiği iddia edilen “çöktürme” eylem planını sormuştu, Kürkçü’nün soru önergesi şöyle başlıyordu;
“Basına yansıyan bilgilerde, hükümetinizin talimatıyla Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve “Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğünün “Çöktürme” planı adını verdiği “gizli” ibareli eylem planının hazırlandığı iddia edilmektedir. Bu savaş simülasyonunun Sri-Lanka hükümetinin Tamil ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Kaplanları örgütüne karşı uyguladığı yok etme harekâtı modelinin Türkiye’de de Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) karşı uygulanmasını hedef aldığı iddialar arasındadır……”
Davutoğlu’nun yönlendirmesiyle, 2014 yılı Ekim ayında MGK’da alınan ve 2015 yılında uygulamaya konulan “çöktürme” planı çerçevesinde özyönetim ilan eden Kürdistan şehirlerine orduyu sürerek yakıp yıktıran, insanları mezar evlere gömen o kıyım politikalarının uygulayıcısı Davutoğlu değil miydi? Birleşmiş Milletler raporlarına göre, 2000 civarında insanın yaşamını yitirdiği, yüz binlercesinin yerinden yurdundan edildiği, şehirlerin harabeye çevrildiği bir ortamda, binlerce yıllık tarihi Sur kentini yakıp yıkanlar, yaptıkları tahribatın ardından TOKİ’ye yeni şehirler inşa ettirenler nasıl unutuldu? Özyönetim ilanları sonrasında yaşanan katliamların her yıl dönümünde, sokağa çıkma yasaklarında cenazesi günlerce sokakta bekletilen Taybet Ana’yı ve kokmasın diye annesi tarafından buzdolabına konulan küçük Cemile’yi ananlar, yakılıp yıkılan şehirlerin ardından çocuklarının her bir uzvunu başka bir morgda arayıp bularak kemikleri bir araya getirip vücut bütünlüğünü sağlamaya çalışan anneleri ve moloz yığınlarıyla beraber kepçelerin altında parçalanan o gencecik bedenleri ne çabuk unuttunuz?
Sayenizde bugünün demokratı ilan edilen Davutoğlu’nun Suruç, Diyarbakır, Ankara katliamları gerçekleşirken “Ortada güvenlik zafiyeti yok, elimizde canlı bomba listesi var, ama burası bir hukuk devleti, eylemi gerçekleştirene kadar tutuklayamıyoruz” deyişini de mi unuttunuz? Onun iktidarı döneminde bu memleketin cihatçı çetelerin geçiş yolu haline getirilip ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları ve emirlerine amade bir halde katliamlar gerçekleştirdiklerini ve yine o pek sevgili ‘öfkeli gençler’ dediği katillerin öfkesini “barış” için bir araya gelen muhaliflere kusarak bugüne kadar yaşanan en büyük katliamı gerçekleştirdiklerini unutmak bu kadar mı kolay? Asla IŞİD’çilere yaptırdıkları katliamların hesabını vermeyen, onca insanın yaşamını yitirmesinden -başbakan sıfatıyla usulen de olsa- üzüntü duyduğunu dahi ifade etmeyip “gururla anket yaptırdık oylarımız arttı” diyen Davutoğlu’nun yarın oy uğruna yine gururla anacağı başkaca katliamlara onay vermeyeceğini mi düşünüyorsunuz? Sahi Haziran seçimleri sonrası gerçekleştirilen bu katliamların ardından 1 Kasım seçimleri öncesinde yaptığı Van mitinginde de azgınlıkta sınır tanımayarak “AK Parti iktidardan indirilirse sokaklarda terör çeteleri dolaşacak” diyerek tehditler savuran Davutoğlu’nu nasıl unuttunuz? Yakın tarihin en acımasız, en kanlı örgütü IŞİD’e katılıp Ortadoğu halklarına zulmeden, eli kanlı zorbaları olabildiğince masum göstererek, neredeyse Ortadoğu halklarının kurtarıcısı ilan eden Davutoğlu’nu nasıl ve hangi gerekçeyle “demokrasi güçleri” arasında gösterebildiniz?
Gerçekten bu nasıl bir siyaset yapma tarzıdır ve adına “siyasette profesyonelleşme” dediğiniz ve birer meslek erbabı olarak yürütmeye çalıştığınız işin gereği bu mudur? Ayrıca yakın zamanda yine “HDP her koşul ve şart altında Türkiye siyasetindeki stratejik konumunu koruyacak” derken, sistem partilerinin seçimden seçime hatırladıkları Kürtleri yalnızca oy deposu olarak gördükleri gibi, sizler de bütün enerjinizi seçimlere hasrederek, sandığa kilitlenmiş vaziyette hala seçimlerle iktidar sahiplerinin gideceğini mi düşünüyorsunuz? Siyaset yasakları, seçim kanunları, sandık güvenliği, YSK bir yana da gerçekten yıllardır güç biriktiren Erdoğan’ın bu kadar kolay teslimiyet içine gireceğini mi düşünüyorsunuz? Ayrıca neden sürekli biçimde “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ya da “demokratik cumhuriyet” önerileriyle bir yere varılamayacağı ortada olduğu halde, bunları dillendiriyor ve hiç de güvencede olmayan kaygan zeminlerdeki ittifakları öne çıkarıyor, daha da önemlisi bu ülkede yaşayan halklara karşı açıktan savaş açmış olan iktidara hep masayı göstererek yeni bir çözüm sürecine girme ve yumuşama beklentisi içinde hareket ediyorsunuz?
Mevcut siyasi iktidar, bu zamana kadarki süreçte bir yandan baskı ve zor aygıtlarını devreye sokarken bir yandan da seçimler ve sandık siyasetiyle işlerini yürüttü, ancak artık sandıkla bunu sürdüremeyeceğinin farkında ve mevcut mücadele dinamiklerini eskisinden çok daha ağır şiddet politikalarıyla bastırmak istiyor. Bu nedenle, hala seçimlerle iktidar sahiplerinin gideceğini düşünüp sürekli biçimde “tükendiler, son çırpınışları, artık gidecekler” demenin hiçbir anlamı yok, kimsenin durduk yere bir yere gideceği de yok. Bir de şu “her şeye hazırız” retoriği de neyin nesi; “kapatmaya da hazırız, yeni parti kurmaya da hazırız, seçime de hazırız”, hazırız da hazırız. Aslında gerçek şu ki Gergerlioğlu’na yapılan saldırıya karşı bir barikat oluşturamadıysanız, hiç bir şeyi göğüsleyebilecek durumda değilsiniz, hiçbir şeye de hazır değilsiniz.
Bu zamana kadarki süreçte, milyonlarca oyuyla ve Meclis’in 3. büyük partisi olmakla övünen HDP, hiçbir zaman bu gücünü ve mücadele deneyimini kullanarak etkili bir karşı koyuş gerçekleştiremediği gibi, Gergerlioğlu’na yapılan saldırı sonrası hiç olmazsa artık bundan sonraki süreçte “bekle gör” yaklaşımından kurtularak, uzlaşmacı anlayıştan, pasif tutumlardan uzaklaşarak daha direngen bir tavır içine girer diye bekledik, ama yine olmadı. Oysaki tam da birbiri ardına gelen saldırı dalgasıyla birlikte, kadınların İstanbul Sözleşmesi nedeniyle sokaklara döküldüğü, Boğaziçi Üniversitesi’nden başlamak üzere öğrencilerin sürekli eylemlilikler içinde olduğu bir süreçte, iktidarın gösterdiği cüretin çok azını Meclis’te göstererek direnmenin anlamı ve yaratacağı moral etki büyük olacaktı.
Devlet Meclisteki saldırı için yine simgesel bir günü seçmişti ve HDP kadroları göz göre göre gelen bu saldırıya barikat olmak yerine, yekvücut halde 21 Mart günü Newroz alanlarındaydı. Elbette ki Newroz’lara parti olarak kitlesel katılım sağlanır, ama Meclis’te cesaret ve kararlılıkla direnen bir yoldaşınız varsa, hiç olmazsa vekillerin çoğunluğunun Newroz’un anlamına uygun biçimde onunla birlikte, orada direniş içinde olması gerekmez miydi? Bunun dışında, 21 Mart zalim Dehak’lara karşı bir başkaldırı ve isyan günüyken, neden yıllardır bayram havasında kutlanan bir gösteriye dönüştürülmüştür anlamak zor. Bugün herkes Newroz coşkusuyla alanlara akan milyonları anlatıp huşu içinde coşarken ve “Kürdistan’da halkın diktatörlüğe yanıtı ve hatta bir şahlanışı” olduğunu iddia ederken, kimse artık yasaklanmayan Newroz’lardaki bu milyonların, hiç olmazsa binlercesinin, hatta yüzlercesinin neden HDP’ye yönelik ağır saldırılarda sokaklarda olmadığını ya da bundan sonraki süreçte olup olmayacağını sormadı. Biz soralım: Devletin azgınca saldırdığı 90’lı yıllarda, çocuğuyla yaşlısıyla panzerlerin, kurşunların önüne atılarak Serhildan’lara koşan bu örgütlü halk gücünü mücadele alanlarına yöneltemeyişin nedeni, yalnızca devletin baskı ve zulüm politikaları mıdır, bunlara karşı kendi alternatif siyasetini örgütleyemeyenlerin sorumluluğu yok mudur?
Ancak gelinen noktada artık esas mesele yalnızca bugünü tartışmak değil, bugünlere nasıl gelindiği, nasıl tavizler verildiği, nasıl işin oluruna bırakıldığı tartışmasında, fakat bunlara da takılıp kalmadan artık gerçeği görüp yol yürümek gerekiyor. Yıllardır iktidarın Kürtler üzerinde uyguladığı şiddet ve kıyım politikalarını teşhir etmek, ama aynı zamanda açlıkla boğuşan yoksul halk kitlelerinin yaşadığı sömürüyü, kadınların, gençliğin ve bir bütün olarak toplumsal muhalefetin yaşadığı baskıları birlikte değerlendirip, bugünkü siyasal sürecin belirleyenleri olarak sömürgeciliği ve faşizmi birlikte ele alarak ortak mücadeleye yönelmek gerekiyor.
Nitekim HDP’nin ortaya çıkışı, varlık nedeni ve en güçlü yanı Kürt özgürlük mücadelesiyle Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesini birleştirme iradesi ve örgütlülüğüdür. Bunu yapmadığımız zaman, tek başına hangi toplumsal, sınıfsal, ulusal kesimin eylemi yükselişe geçerse geçsin, birlikte olunmadığı, ortak noktalarda buluşulmadığı sürece başarıya ulaşmak olanaklı değil. Ayrıca HDP ve düzen karşıtı sol güçlerin, halk güçlerine dayanmaktan, onları adım adım sisteme ve uzlaşmacı muhalif anlayışlara karşı harekete geçiren politikalar yürütmekten başka seçeneği bulunmamaktadır ki önce HDP’nin kendisinin bu anlayışlardan kopması gerekiyor. Böylesi bir muhalefet halk desteğinin HDP ve sol güçlerde toplanmasına yol açacaktır ki bunun yol ve yöntemlerini daha boyutlu bir şekilde tartışmak, yeni politikaların temel taşlarını ortaya koymak, daha etkili bir muhalefet ve iktidar alternatifi hareketi oluşturmak gerekiyor. Ancak bir gerçeği daha görmemiz gerekiyor ki bundan sonraki süreçte yapılacaklar yalnızca HDP ve sistem karşıtı muhaliflerin demokratik alandaki mücadelesiyle sınırlı olamaz.
Bugüne kadar Yurtsever Hareket ve Türkiye Devrimci Hareketi’nin mevcut ortamı, koşulları değerlendirip yerinde ve zamanında devrimci çıkışlar örgütleyemediği bir noktada, devlet aslında son saldırı dalgasıyla kendisi bu fırsatı vermiş oldu. Ama yine beklenen olmadı, milyonların biriken öfkesini kuşanıp devrimci atılımlar yaparak, antifaşist mücadeleye öncülük etmek yerine, yine tepkisellikten öteye gitmeyen protestocu muhalefet anlayışıyla hareket edildi, hatta bu bile doğru düzgün yapılamadı. Oysaki artık sosyal etkinlik türü eylemliliklerden vazgeçerek, faşizme karşı safları büyütmek, kitlelerde oluşan öfkeyi isyana dönüştürebilecek sahici eylemlerle bir kıvılcım yaratabilmek gerekiyor.
Faşist diktatörlük Kürtlere, sosyalistlere, devrimci demokrat güçlere, kadınlara, gençlere, bir bütün olarak toplumsal muhalefet güçlerine karşı bir savaş yürütüyor, bu savaşta taraf olanların artık umutsuzluğa, kararsızlığa mahal vermeyecek biçimde yönünü belirleyerek etkili bir konumlanış içinde olması gerekiyor. Mevcut rejimin devamı için her şeyi yapmaya hazır olduğunu son süreçteki saldırılarıyla da açık biçimde gösteren ve saldırmak için kendisine bulduğu yeni yol ve yöntemlerle şiddetin her türlüsünü uygulamaktan çekinmeyen iktidarın karşısında, devrimci siyasetin etkisizliği kabul edilemez. Koşulları değerlendirip devrimci müdahalelerde bulunacak örgütlü güçlerin yokluğunun güçlü bir muhalefet arayışında olan kitlelerde artık hiç bir şeyin değişmeyeceğine dair umutsuzluk yaratmaktan başka bir işe yaramadığı gerçeğini görmeliyiz.
Bu noktada devrimci muhalefet güçlerinin bu ablukayı dağıtacak etkili bir güç odağı oluşturmak yerine, dar bir grupsal çerçevede birliktelikler yaratıp iddialarına denk düşmeyen göstermelik etkinlikler içine girmeleri de kabul edilemez. Devletin haydutça bir gözü karalıkla dört bir yandan kuşatmaya aldığı muhalif güçler, artık bu karanlıktan çıkışın yollarını aramak ve öncelikle de bu gerici faşist hegemonyaya karşı devrimci bir hegemonya oluşturmak zorundadır. Bu saldırganlığı geri püskürtmenin yolu ortak mücadele hatları yaratmak, örgütlenmiş halk iradesine dayalı kitlesel çıkışlar ve fiili meşru eylemliliklerle, artık vakti gelmiş olan devrimci mücadelenin yolunu açmaktır.