AKP’nin (Adalet Kalkınma Partisi) iktidar yılları Türkiye’de devletin kimi kendine has özelliklerini bir kez daha kanıtladığı gibi yeni kimi özelliklerde kazandığını da gösterdi. TC’nin (Türkiye Cumhuriyeti) kapitalist bir sınıfın kendisine oluşturduğu bir devlet olmaktan ziyade Osmanlı “devlet sınıflarından” unsurların kurup kendi burjuvazisini, kendi sermayedarlarını yaratan bir devlet olduğunu hepimiz biliyoruz. Sınıfsal temelinden neşet eden değil kendi sınıfsal temelini yaratan bir devlet. Ne var ki bir kez sınıfsal temeline kavuştuktan sonra devletiyle o sınıf arasındaki ilişkinin diyalektik bir etkileşim şeklinde yürüdüğünü kabul etmeliyiz. Yani artık devletin sahipleri sadece asker, sivil bürokrasi, yargı, siyasetçiler ve devlet eliti değil; aynı zamanda bizzat kapitalist servet sahipleridir. Bu unsurlar arasında maddi çıkar çelişkileri, iç ve dış konjonktürden kaynaklanan politik yönetim farkları ve ideolojik çelişkiler her zaman önemli olmuştur. Kendi aralarındaki didişmede zor kullanmanın darbelere kadar varan örneklerine sık sık rastlansa da seçmen tercihi her zaman önemli olmuştur çünkü seçim ekonomik ve siyasi zora dayalı egemenliğin tek meşrulaştırıcısıdır. Bu yüzden seçim sandığı Türkiye siyasal düzeninin her zaman merkezinde yer alır. Bu, halkın iradesinin seçimlerde özgürce olduğu anlamına gelmez. Ancak bu “sandık demokrasisi” bu siyasal düzenin yegane meşruiyet zeminidir. Bu yüzden her askeri darbeden sonra illaki sandık yeniden kurulur. Darbe dışı dönemlerde egemenler kendi iç kapışmalarında uzlaşmayla bir sonuca ulaşamadıklarında kilidi çözen tek merci yine sandıktır. Bütünlüklü yasal ve yasal olmayan mücadele boyutlarıyla siyasette bağımsız bir politik güç olamadıkları için ezilenlerin seçimlerdeki rolü şu yakın yıllara kadar egemen rakip güçler tarafından birbirlerine karşı kullanılmaktan öteye gitmemiştir. Seçimlerin ezilen sınıfların durumunu değiştirici pek bir önemi yoktur. Ama kendi aralarındaki kıran kırana rekabetin çözümü açısından egemen zümreler, partiler, bloklar vs. için seçimler hayati önemdedir. Kitlelerin oyunun kazanan diğer tarafı alt eder.
2002 seçimleri bu bakımdan tarihi bir rol oynadı. Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi ve üç yıl önceki büyük deprem karşısında devletin iflas boyutundaki yetersizliği nedeniyle mevcut sistem partilerinden kopan seçmenin bir bölümü kurulalı henüz birkaç ay olmuş AKP’ye yönelmiş, seçim sisteminin de sağladığı avantaj sayesinde %30 küsur oy alan bu yeni parti umulmadık bir şekilde tek başına iktidar olmayı başarmıştır. O dönemde generaller tarafından tehlikeli sayılıp kapatılmaya çalışılan SP’den (Saadet Partisi) koptuğu için hem “milli görüş gömleğini” çıkardığını söyleyen hem de SP’den çok daha sert serbest piyasacı olan bu partinin kuruluşunun o zamanki müesses nizam, laik sermaye, ha keza 28 Şubat’ı desteklemiş ABD (Amerika Birleşik Devletleri) tarafından memnuniyetle karşılandığı söylenebilir. Ama bu acemi yeni partinin seçimlerde iktidarı elde etmesi hiç kimsenin “komplosu” değildir. O günün istisnai çok özel koşullarında dosdoğru seçmen tercihinin bir ürünüdür. (“ABD komplosu” denilecekse ABD’nin o sıradaki asıl tezgahı; Türkiye’yi Irak operasyonuna sokmayacağını net bir şekilde ifade ettiği için Ecevit’i devirmek üzere Kemal Derviş, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın kuracakları “Yeni Parti” girişimiydi ki tutmadığı biliniyor). Özetle SP’den kopan bu yeni oluşum asli düzen güçlerinin alternatifi değildi ama oyları toplayarak iktidar oldu. Türkiye ve dünyanın egemenleriyle asıl yakınlaşması bundan sonra başladı. AKP iktidarının tutumu onu derhal dışarıda ABD ve AB’nin (Avrupa Birliği), içeride ise TÜSİAD’ın (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği) desteklediği temel odak haline getirdi. Çünkü birincisi Amerika’nın Irak operasyonuna katılama sözü verdi, ikincisi Kıbrıs sorununu AB sürecinin önünde engel olmaktan çıkartacağını ve (insan hakları ve demokrasi ile ilgili) “Kopenhag Kriterleri”ni tamamlayarak AB aday üyesi olacağını açıkladı. Üçüncüsü ve en önemlisi, 2001 krizi karşısında İMF (Uluslar arası Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın ülke ekonomisini emperyalizme tam entegre etmek üzere Kemal Derviş eliyle başlattığı “reformların” hepsini tavizsiz uygulamaya girişti. (“15 günde 15 yasa” olarak ifade edilen, serbest döviz kuru, dizginsiz özelleştirmeler, finansal serbestleşme, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını içeren ve bugüne kadar Türkiye’de neoliberalizmin tastamam uygulanmasını sağlayan yasalar). Böylece 2002 seçimlerinde tombaladan çıkar gibi çıkan AKP iktidarı içeride TÜSİAD ve liberallerin, dışarıda AB’nin ve ABD’nin alkışlarına mazhar oldu. Ancak içeride tam iktidar olabilmesi için önünde gerçek bir engel vardı: Devletin o zamana kadarki klasik statüko güçleri, yani generaller. AKP’nin AB’yi memnun etmek üzere Kıbrıs’ta çözüm girişimi bu güçlerin hışmını çekmişti. Partiyi kapatma teşebbüsü, daha sonra cumhurbaşkanlığı seçiminde Abdullah Gül’ü engelleme girişimi, “e-muhtıra” bir şekilde akamete uğradı. Artık kılıçlar karşılıklı çekilmişti, taraftarlardan biri diğerini tasfiye edecekti. Laiklik-İslam meselesi her şeyi örten temel siyasal konu haline getirildi. Generaller, ABD’den yeni bir darbeye sinyal alamadıkları için büyük mitinglerle kitle güçlerini devreye soktular. AKP iktidarının en önemli dönüm noktası bu 2007 yılı oldu. ABD bu momentte doğrudan devreye girdi, hükümeti elde tutsa bile devlet mekanizması içinde kendisine ait bir gücü olmayan AKP’ye bu gücü verdi. Uzun yıllardır CIA’ya (Merkezi İstihbarat Teşkilatı) çalışan Gülen Cemaati’nin asker-sivil bürokrasi, polis ve yargıdaki bütün kadrolarını hükümetin hizmetine soktu. Gülen Cemaati, AKP ile koalisyon kurmuştu. (Bu koalisyonun kurulmasında Türkiye’deki eski CIA istasyon şefi Graham Fuller’in rolü artık herkes tarafından biliniyor.) İşin bundan sonraki kısmı polisteki Gülenci çete kullanılarak ordudaki klasik Atatürkçü generallerin tasfiyesi oldu. Artık ABD, Erdoğan-Gülen koalisyonunu kullanarak Türkiye için yeni bir konsept uygulayacaktı. Fuller’in ifadesiyle “Yeni TC”, neo-liberal kapitalist ılımlı bir İslam ülkesi olacak, hem laik hem Müslüman kimliğinin avantajıyla Ortadoğu’da ABD’nin “pivot”(eksen) devleti görevini üstlenecekti. Sünni İslamın liderliğini temsilen “dinler arası diyalogun” ve “medeniyetler arası ittifakın” iki tarafından birisi olacaktı. Dinler arası diyalog kapsamında F. Gülen İslam’ı temsilen Katolik dünyanın lideri Papa ile görüşüyor, Erdoğan ise büyük tarihi husumetin başladığı yer kabul edilen Endülüs’teki Müslüman ve Yahudi temizliğinin İspanya’sının başbakanı Zapatero ile medeniyetlerin “kopan ittifakını” yeniden kurmak üzere kolları sıvıyordu. Erdoğan’ın görevi sadece bunlar değildi. Yeni dünyada medeniyetler ittifakının “eşbaşkanı” Erdoğan, BOP’da da (Büyük Ortadoğu Projesi) ABD başkanıyla birlikte “eşbaşkanlık” yapacaktı.
Böylece Türkiye devletinin kuruluşundan bugünlere doğru gelen tarihinde egemen iktidar bloğu derin bir altüstlük yaşamış oldu. O zamana dek darbe dönemlerini bir yana bıraksak bile sivil rejim hüküm sürdüğünde iktidarın gizli ortağı ve gerçek vesayet gücü olan generaller siyasi iktidar üzerindeki eski etkilerini kaybettiler. Ordu, polis, sivil bürokrasi ve yargıda Gülen Cemaati’nin kadroları hem belirleyici konumlara geldiler hem de sayıca çoğaldılar. Bugün 80’li, 90’lı yıllarda yaptığımız politik tahlillerde generalleri temsilen önemli yer tutan “statüko” ya da “statüko güçleri” gibi ifadelere başvurma ihtiyacı duyulmuyorsa bu büyük tasfiye nedeniyledir. 2007’den itibaren devlet planındaki Cemaat-AKP ortaklığı biçiminde yaşanan değişimin sermaye dünyasındaki yansıması kimi unsurları güçlenerek TÜSİAD’a kadar girmiş olan “Anadolu Kaplanları” denilen sermayenin Erdoğan iktidarı eliyle palazlandırılması oldu. Bunların en önemli kıyımları Gülen Cemaati ile bağlantılı olanlardı. 2002’den beri uygulanan Kemal Derviş reformlarına onlar da sonuna kadar sadıktı. Laikçi değillerse de Batıcı ve Amerikancı idiler, bu nedenle ideolojik olarak TÜSİAD’ı rahatsız etmiyorlardı.
Gülen-Erdoğan ittifakı, AKP iktidarının en parlak yılları oldu. Amerika ve Avrupa’nın desteğiyle iktidardaki Kemalist unsurları tasfiye eden, demokratikleşme vaadiyle oy istediği zirveye çıkmış bir AKP hükümeti. Sıcak para akışı sayesinde artan bir iç tüketim… Bu özgüvenle nihayet “Kürt meselesinin barışçıl çözümüne” de el attı hükümet.
Bir süre sonra bildiğiniz gibi Cemaat-AKP ittifakı bozuldu. Cemaatin bu ittifakı devletin tüm kritik merkezlerini adım adım ele geçirmek için kullandığını; arkasında ABD’nin ve CIA’nın olduğunu ve iplerin elinden kayıp gittiğini sezen Erdoğan gidişatı dizginlemeye çalıştı. ÖSYM (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Kurumu), KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı) ve kurum sınavlarını kontrol eden, sınava girecek öğrencilerin gittiği dershaneleri elinde tutan, bütün devlet kurumlarında terfi, tayin ve personel dairelerini eline geçirerek hiyerarşiyi denetlemeye başlayan cemaate karşı dershaneler üzerinden bir hamle yapmaya çalıştı ama sonuç alamadı. Temel mesele dünya sisteminin Ortadoğu’daki “pivot”u rolü biçilen, Sünni İslam dünyasının liderliği yüklenen bu ülkede iktidarın gerçekte kimin elinde olacağı meselesiydi. Hiçbir zaman açıkça ifade edilmese de bu mesele, kaldırıldıktan yüzyıl sonra, İslam Halifeliği ile bağlantılıdır. Başlı başına bu konuda iddia sahibi Suudiler bir kenara bırakılsa bu mesele Sünni dünyada Batı tarafından yıldızı tekrar parlatılmaya çalışılan Türkiye’de çözülebilir miydi? Eğer öyle olacaksa bu ulvi ve dünyevi otoritenin sahibi F. Gülen mi yoksa AKP medyasının “yüzyıl sonra İslam dünyasının karşısına çıkan en büyük şans” dedikleri Erdoğan mı olmalıydı? Bu tartışmayı reddeden az sayıda selefi grup ve radikal islamcı aydın dışında tarikatların çoğu taraf oldular ve Erdoğan’a biat ettiler. Ancak en güçlülerden birisi olan Gülen Cemaati hariç… Kısacası ittifak içindeki iktidar çatışmasına aynı derecede sert bir ideolojik-teolojik çatışma eşlik ediyordu. Takiyye nerede yapılır, başörtüsü füruat mıdır, Hıristiyan ve Yahudi’den hangi şartlarda dost olur vs. gibi doktrin boyutundaki sert tartışmanın arkasında nihai bir iktidar çatışması vardı. Davutoğlu’nun organize ettiği, AKP’nin desteklediği Mavi Marmara girişimine cemaatin İsrail’den yana tutum alarak karşı çıkmasıyla çatışma bütün boyutlarıyla gün yüzüne çıktı ve nihayetinde 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe Girişimi yaşandı.
AKP’li iktidar yılları devlet-sermaye ilişkisi açısından Türkiye’nin özgünlüklerini bir kere daha görmemize vesile oldu. Devlet sayesinde doğan, büyüyen, devlet desteği sayesinde rekabetsiz bir ortamda tekelci karakterde oluşan Türkiye’nin eski geleneksel sanayi grupları siyasetteki eski konumlarını kaybederlerken onların yerini AKP sayesinde var olup semiren yenileri aldı. “Koç-Sabancı-Eczacıbaşı”lar diye tekerlediğimiz kesim içinde yer alan Doğan Grubu hükümet eliyle çökertilirken diğerleri de sindirildiler. Çalık Holding, Limak, M. Cengiz, BMC-E. Sancak, Albayraklar, Demirören, Kalyoncu gibi çoğunluğu ismi yeni duyulmuş sermaye grupları tıpkı Türkiye’nin namlı eski geleneksel tekelleri gibi yine devlet eliyle ve yeni ihalelerle, kamu bankalarından faizsiz kredi açma gibi aynı metotlarla zenginleştirildiler. Devlet mekanizması bir kez daha siyasi iktidar eliyle kapitalist yaratmanın aracı oldu. Devlet, servet gaspı ve servet transferinin aracı yapıldı bir kez daha. Gülenci Boydak, Koza-İpek Grubu gibi “Anadolu Kaplanları’nın” en büyüklerinin sermayelerine darbe bahanesiyle devlet tarafından el konulup yukarıdaki “çakal” sermaye gruplarına transfer edildi. Ülker, Sanko gibi cemaatçi birçok aile ise Erdoğan’a tam teslim olarak iş dünyasındaki varlıklarını koruyabildiler.
2016 darbe girişiminden başlayarak hem iç içe geçtiği sermaye gruplarının farklılaşması itibariyle hem de yönetim sitemi ve resmi devlet ideolojisi itibarıyla “yeni bir TC’den” söz edebiliriz. Şüphesiz bu yepyeni bir siyasi yapı değil bildiğimiz TC’ni “yeni halidir”. Eskisi gibi yenisi de faşist bir devlettir. Henüz tam oturmuş değildir, tam olarak yerleşip kalıcılaşmaya imkan bulabileceği de şüphelidir. 2002 öncesindeki Atatürkçü generaller vesayetindeki “statükonun” faşizmi değil; şimdi geniş bir seçmen tabanına dayanan Erdoğan faşizmi iş başındadır. Bu yeni durum bizce Türkiye’de faşizm meselesi üzerinde bir kere daha durmamızı gerektiriyor. “Kopenhag Kriterleri” demokratikleşme, insan hakları, Kıbrıs’ta çözüm, Ermeni açılımı, içeride liberal reformlar ve “Kürt çözümü” vs. söylemleri eşliğinde “generaller faşizmi”ni tasfiye eden bir siyasi iktidar nasıl bugün diğerleriyle aynı faşist karakterde karşımıza çıkmaktadır?
Devrimci hareketin bütün kollarını meşgul etmiş bir sorundur Türkiye’deki faşizm sorunu. Herkes her ne kadar kendisi açısından sorunu çoktan halletmiş olsa da AKP dönemi konunun tekrar gündemleşmesine vesile olmalıdır. “Açık faşizm”, parlamenter demokrasi görünümü altında “örtülü faşizm”, “parlamenter faşizm”, “Kemalist faşizm”, “devlet biçimi olarak faşizm”, devlet biçiminde hiçbir değişiklik olmaksızın bir “gelen” bir “giden” faşizm… Yer yer çelişse de bu tahlillerin hepsinin bu ülkede isabet ettiği bir gerçeklik vardır. Biz Komintern’in esnek ve gevşek tanımı dahil faşizme değişmez, evrensel bir teorik tanım çıkartmaya çalışmanın doğru olmadığı kanısındayız. Tarih biliminin “gri” teorik bir sorunu olmaktan ziyade canlı yaşamın değişken politik bir olgusuyla karşı karşıyayız. Tarih ve toplum biliminin teorik bir konusu veya bir doktrin konusu olmaktan çok aktüelliğini hiç kaybetmemiş siyasal bir konudur. Faşizm kavramı zaten hepi topu doksan-yüz yıllık bir geçmişe sahiptir.
Kapitalist devletin, cumhuriyet, monarşi, anayasal monarşi, üniter veya federal vs. gibi farklı “teknik” biçimlerin yanı sıra şimdiye kadar “bonapartizm”, “sezarizm”, “faşizm”, “burjuva demokrasisi” gibi isimlerle anılmış yönetim tarzına ilişkin farklı biçimleri var. Hayat daha farklı yeni isimlendirmelerde karşımıza çıkarabilir pekala. Louis Bonaparte olmasa Bonapartizm’den, Sezar yaşamasa Sezarizm’den, Mussolini’nin fascio’ları olmasa faşizm’den söz edilemezdi. Her ülkede kapitalist devletin kendi orijinallikleri vardır. Bazıları pekala bundan sonra da başka ülkelerde genelleşebilirler. Konunun Türkiye’de çokça yaptığımız gibi katı bir doktrin konusu olmadığını, sınıf mücadelesinin süregiden canlı sürecinin içinde karşılaştıkça her seferinde kendi özgünlükleriyle ele almamız gereken esnek bir siyasal mesele olduğunu belirtmek için buna işaret ettik.
Bizce asıl önemli olan kapitalist devletin “burjuva demokrasisi” adı verilen biçimini ayırt etmektir. Burjuva demokrasisi her ne kadar serbest rekabetçi döneme has bir yönetim biçimi olsa da ve her ne kadar tekelci dönemin “siyasi gericiliği” onu sürekli olarak kemirmeye çalışsa da emekçilerin mücadeleye kazandırdıkları haklar temelinde rejime soktukları demokratik öğeler kolay kolay ortadan kaldırılamamaktadır. Bu yüzden tekelci dönemde de belli bir toplumsal ve ekonomik istikrar yaşayan ülkelerde burjuva demokratik biçimlerinden söz edebiliriz. Bizce asıl mesele sermayenin bu olağan, istikrarlı dönemlerdeki yönetim biçimlerinin çare olmadığı, ağır kriz ve tehdit dönemlerinde başvurduğu yönetim biçimleridir. Bize göre bunların 19. yüzyılda Bonapartizm, Bismarkçılık gibi biçimleri olabilir ama 20. yüzyılda yani emperyalizm çağında sermayenin olağanüstü yönetim biçimlerinin tümünü, bunlar farklı ülkelerde gayet orijinal farklılıklar taşısalar bile “faşizm” kavramı altında genelleştirmemizde hiçbir beis yoktur. Tekrarlasak, tarihi hiçte eski olmayan ve yeni güncellikler kazanan faşizm konusunu, bilimsel teorinin çerçevesi tartışma götürmeyecek kadar net, hassas bir kavram olarak ele almak yerine, rahat bir politik kavramlaştırma olarak düşünmenin daha doğru olduğuna inanıyoruz. Günümüzde Marksistlerin, Macaristan’daki Orban rejiminden, Polanya’ya, ABD’deki Trump rejiminden, İngiltere’de Boris Johnson yönetimine kadar pek çok yerde “neo-faşizm”den bahsetmeleri de faşizm tespiti yapmak için bizde eski dönemlerde olduğu gibi kılı kırk yaran “ince” teorik tartışmalara ihtiyaç duyulmadığını gösteriyor. Özetle; emperyalizm çağında kapitalist devletin olağanüstü yönetim biçiminin adıdır “faşizm” ve böyle kullanmak uygundur.
Faşizm, 20. yüzyılda İtalya’da ve sonra Almanya’da –Nazizm- olarak ilk kez ortaya çıktı. Derin kriz içindeki kapitalizmin başarıya ulaşmamış devrimlere karşı verdiği bir cevaptı. Olağanüstü koşullar düzeni böyle olağanüstü bir devlet yönetimine itti. Bu iki ülkede de faşist yönetimler seçimle iktidara geldiler. II. Dünya Savaşı’na gidilirken İtalya, Almanya ve Japonya ekseniyle işbirliği yapan bütün rejimler faşist rejimler olarak kabul edildi. Bunların kiminde monarşik iktidar vardı, Balkanlar ve Doğu Avrupa’dakilerin çoğunda ise faşist iktidarlar askeri darbe yönetimleri olarak işbaşına geldiler. Yani faşistler olarak tanımlanmaları için bu yönetimlerin ne seçimle iktidara gelmeleri ne de darbeyle gelmeleri ölçü değildi. Hatta bir devlet yönetiminin faşist olarak tanımlanabilmesi için İtalya ve Almanya’nın yanında savaşmaları bile şart değildi. Türkiye gibi II. Dünya Savaşı’na katılmayıp “tarafsız” kalan, İspanya’daki Franco ve Portekiz’deki Salazar rejimleri de tereddütsüz faşist olarak kabul edilirler.
“Bonapartizm”i, feodalizmden kapitalizme geçildiği 19. yüzyılın tarihi koşullarında bırakırsak emperyalizm çağında 20. yüzyıldaki tüm olağanüstü, baskıcı, şiddet yönetim biçimlerini faşizm olarak adlandırmakta herhangi bir yanlış yok. İster Mussolini, Hitler gibi seçimle gelsinler, ister Macar Horthy, Yunan Metaksas, Kenan Evren gibi darbeyle gelsinler, isterse Salazar, Erim, Özal gibi sivil akademisyen kökenli olsunlar…
Bununla birlikte faşizm başlığı altında rahatlıkla değerlendirebileceğimiz Türkiye devleti üzerine ayrıca durmalıyız. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan beri faşist bir karakter taşıdığı tezi ilk bakışta faşizm diye bir olgu henüz dünyada ortaya çıkmamışken (faşizmlerin ilki olan Mussolini iktidarı 1922’de kuruldu ama faşizm diktatörlüğe geçebilmesi 1926’yı buldu). 1923’te bu coğrafyada faşist bir devletin doğduğu görüşü basit mantık kurallarına aykırı görülebilir. Keza tekellerin, finans kapitalin bu coğrafyada henüz oluşmaya başladığı bir döneme “faşizm” demek Komintern’in 7. Kongresi’ndeki faşizm tanımı açısından da tartışmalı görülebilir. Yine bu tanımdaki “en gerici” ifadesi de feodal bir monarşiden modern kapitalist bir cumhuriyet kurmaya yönelen Kemalizmin tarihsel bakımdan kendi dönemine göre “ilerici” adımlarıyla bağdaşmaz görünür.
Bütün bunlara rağmen konuyu bambaşka bir açıdan bakma mecburiyetimiz var. Her şeyden önce karşı karşıya kaldığımız olgu başka ülkelerdeki gibi kendi topraklarında ezelden beri yaşayan bir kavmin doğal tarihsel süreç içinde bir üretim tarzından bir başkasına, feodalizmden kapitalizme geçerken sahip olduğu siyasal üstyapının buna paralel olarak dönüşümü gibi normal tarihsel vaka değildir. Fransa, Almanya, İngiltere, İran, Rusya, Çin vs. gibi her toplumda yaşanan evrimsel veya devrimsel bir dönüşümün devlet planındaki yansıması gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi herhangi bir toplumdaki feodalizmden kapitalizme geçiş gibi anlamak ve anlatmak yalandır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş aynı toplumun yani somut olarak aynı nüfus kitlesinin bir siyasal yapıdan başka bir siyasal yapıya geçişi değildir. 1915-1922 kesintisinden önceki nüfus başka, sonraki başkadır. Bir devletten başka bir devlete geçilmemiş, bir toplum bıçakla kesilmiş gibi sona ermiş, eksi toplumun büyük bir kısmı fiziki olarak yok edilmiş ve geriye kalanlara başka topraklardan gelen yeni eklemelerle yeni bir toplum ortaya çıkartılmıştır. Zor yoluyla teşekkül etmiş, bu yeni nüfusu yönetecek olan yeni bir devletten söz ediyoruz. Eskinin egemen sınıflarının bir bölümü Müslüman ve Yahudi olanlar, Ermeni ve Rum olanları ortadan kaldırırken onların vatan topraklarına ve servetlerine de el koymuş, aynı süreç bu milliyetlerin ezilen sınıfları arasında da yaşanmıştır. Osmanlı’nın egemen sınıfıyla 1923 sonrasının egemen sınıfının birbiriyle ilgisi yoktur. Birbirinin devamı değildirler. Farklı milliyet ve dinlerden, farklı ailelerdendir. Keza Osmanlı işçi sınıfı -ezici çoğunluğu Hıristiyandır- fiziki olarak yok olmuş, yani egemen sınıf yeni, Müslüman bir işçi sınıfı yaratmıştır. 1923’e gelindiğinde 1914’deki nüfusun üçte ikisine yakın bir kısmı artık bu coğrafyada yaşamamaktadır. Bu dünya tarihinde çok istisnai bir durumdur. Bu tür toplumların hiçbir şeyi diğer toplumlar gibi ele alınamaz. Ne sermaye birikim süreci, ne işçi sınıfının oluşumu, ne kapitalizme geçiş süreci, ne de devleti. Nüfusun önemli bir bölümü vatanlarına ve servetlerine el konularak bir anda buharlaşmış gibi imha ve sürgüne tabi tutulmuştur. Müslümanlık adına yapılan bu etnik ve dinsel temizliğin sonrası biliniyor. “Anasırı İslam”dan her biri kendi kimliğiyle özerklik sahibi olacakken yeni devletin kurucuları 1923 yılında bir anda bu vaatlerinden vazgeçmiş, Türklük dışındaki bütün kimliklerin üstünü çizmiş, Müslüman nüfusun hepsine Türk kimliği biçmiştir. Başka kimliklerin adının anılması bile yasaklanmıştır. İşte bu noktadan itibarendir ki Kürtlüğün kendi kimliğiyle her ortaya çıkma çabası egemenlerin hatırlanmasını hiç istemedikleri TC’nin halkların tasfiyesi, vatan ve servetlerinin gaspı temelindeki anormal varoluş koşullarını yeniden tartışma gündemine sokan varoluşsal bir tehdit sayılmıştır. Kimliğine sahip çıkan bir Kürtlük sadece Kürtlük adına değil kendileri yok oldukları için bu devleti var kılan Ermenilerin, Rumların ve Süryanilerin de objektif olarak hesap sorucusu olmuştur.
İsrail, eski ırkçı Güney Afrika rejimi ve TC arasında benzerlikler kurabiliriz. Klasik sömürgecilik yoktur buralarda. Yani sömürgeci uzaktaki metropolden kolonisini yönetmez, toprak ve servet gaspıyla gelip birilerinin vatanında “yerleşimci” olmuştur. Bu devletlerin varoluşu başkalarının vatanında onları temizleyerek varoluştur. Olağandışı, istisnai durumlardır bunlar. Sürdürülmesi de kesintisiz, sistematik bir şiddet ister. Çünkü bu devletlerin varlığı yerel toplumların kendi kimlikleriyle, yokluğuyla kaimdir. Diğerlerinin var olmaya kalkışması devletin varlık temelini tehdit eder. Resmi ideolojinin en temelinde devletin bu varoluş koşullarını onaylamak yatar, bütün vatandaşlara bu dayatılır. Her çeşit “normalleşme” bu devletlerin ödünü patlatır çünkü anormal ve istisnai tarihi koşullarda istisnai bir şiddet kullanılarak büyük bir haksızlık üzerinden yaratılmışlardır. Sürekli “beka” korkusu yaşarlar. İşin kötüsü buralarda devlet olmaksızın var olamayacaklarını düşünen egemen ulus bireylerinin çoğunluğu da böyle düşünür. “Bu devlet olmasa bu Filistinliler beni buradan sürer” diye düşünür İsrailli. Güney Afrika’da beyazlar 1994’e kadar devletim olmasa siyahlar onlardan çaldığım bu toprakları elimden alacak, beni yok edecek diye düşünürdü. Türkiye’de de bu devlet olmasa beni gerisin geri ta Horasan’a, Orta Asya’ya sürerler diye düşündürtülür insanlara. Bu yüzden İsrail’de sağcı, solcu, dinci, liberal Yahudi vardır ama öncelikle hepsi Siyonist’tir. Güney Afrika beyazları da komünistler hariç benzer durumdaydılar. Türkiye’de de derin devletçi, milliyetçi önyargılar toplumu esir almıştır.
Bu devletler bu nedenle doğuşundan beri “olağanüstü yöntemlerle” yönetilen devletlerdir. Emperyalizm çağında kapitalist devletin “olağanüstü” koşullardaki olağanüstü devlet biçimini ne kadar yerel farklılıklar gösterirlerse göstersinler faşizm olarak tanımlamakta ne kadar haklıysak bu “yerleşimci” (settler) devletlerini de doğuştan faşizm olarak tanımlamak o kadar yerindedir. Güney Amerika’da; Kolombiya, Bolivya gibi topraklarına el konulmuş ve kimliği aşağılanan yerel halkların genel ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturdukları ülkelerde de durum aynıdır. Nadiren gelen ve devrilen sol yönetimler haricinde faşist diktatörlükler bu ülkelerin kaderidir. Bu tip ülkelerin tümünde faşizmin yıkılması net olarak devrim sorunudur. Gaspçı “yerleşimci” devletin yok ettiği ya da yok saydığı kimliklerin özgürlüğü sorunu (Örneğin; Türkiye’de Kürt sorunu) faşizmi yıkacak başlı başına bir devrim dinamiği niteliği taşır. Güney Afrika’da iktidarın siyahlara geçişiyle birlikte ırkçı faşist pretorya rejimi radikal bir biçimde çöktü ve yeni bir devlet doğdu. Benzer şekilde İsrail’de Filistinlilerin, Türkiye’de Kürtlerin veya Orta Amerika ülkelerinde Aymara yerlilerinin özneleri arasında bulunmayacakları bir faşizm yıkılışı söz konusu bile olamaz. İsrail’in Siyonist karakteri, TC’nin red ve inkarcı karakteri sürdüğü müddetçe bu ülkelerde bütün “demokratikleşmeler” geçici, dönemsel ve sahtedir. Faşizm “gitti-geldi”, “geri çekildi-öne çıktı”, “gizli faşizm-açık faşizm” tartışmalarına yol açan gerçek budur çünkü devlet hep aynı tekçi, ırkçı, totaliter devlettir. Yalnızca halk muhalefetini tehdit oluşturup oluşturmadığına göre ona karşı farklı “durumlar” farklı “pozisyonlar” alır, halk muhalefetine farklı politikalar uygular. Her zaman muhalefete karşı açık terörist politikalar uygulamıyor olması faşizmin varlığını ortadan kaldırmaz.
Kısacası Türkiye devletine bu değişmeyen faşist niteliği veren, kuruluş temelindeki karakteristiktir. Kuruluş temellerini sarsmayan solculuk bu ülkede her zaman serbesttir. Kuruluş temellerini tehdit altında hissetmediği sürece (Örneğin; Ermenilerin, Rumların geri gelme ihtimali olmadığına göre, geriye kalıyor Kürtler), Kürt sorunun adı anılmadığı dönemlerde, mesela 1960’larda, kısmen 70’lerde aynı devlet demokratik görünümlere de bürünebilir. Kürtlük devletin 1923’teki iğreti kuruluş temellerini gün yüzüne çıkarıp bu temelleri tehdit ettiği vakit iş değişir, o zaman en azından Kürtler için göstermelik demokrasi de işlemez olur. Partileri kapatılır, kapatılmazsa seçilme barajı konur veya son kayyumlar örneğindeki gibi memleketin yarısında hem seçme hem seçilme hakkı halkın elinden alınır. Bu yüzden nasıl ki İsrail’de Filistin yanlısı olmayan bir anti-faşizm sahte ise Türkiye’de de Kürt yanlısı olmayan bir anti-faşizm/solculuk sahtedir. Güney Afrika ırkçı faşizmi uzun yıllar siyahlar için değilse bile Boer yerleşimci beyazlar için demokrasi olduğunu iddia ederlerdi. Siyonist otoriteler İsrail’de “terörist Filistinliler” hariç bütün Yahudiler için gelişkin bir demokrasi olduğunu iddia ediyor. TC de 1984 15 Ağustos atılımı öncesindeki herkesin “Türk” olduğunu dolayısıyla herkes için yutturmaca demokrasi yıllarına dönmeyi mutlaka çok ister ama iş işten geçti. Bir ülkede rejim bir bütündür. Toplumun yarısına faşizm, yarısına demokrasi diye bir şey olmaz. Emperyalizm çağındayız, kimi ulusları sürüp imha eden, kimilerini ise varlığını bile inkar ederek “dağdan gelip bağdakini kovan” emperyalizm çağının bütün yerleşimci rejimlerinin genel karakteridir faşizm.
Kendi tarihsel özgün karakterleriyle TC faşizmi dünyada faşizm-Nazizm akımı peydahlandığında onlarla derin bir uyum içine girmiştir. TC, Mussolini faşizminin ceza kanununu aynen kabul ederek aldı. Hitler’in badem bıyığı 1930’lu, 40’lı yıllarda Türk devlet erkanı arasında boşuna moda olmadı. Nazi tipi ırkçı kafatasçı Türkçülük 1930’ların TC ideolojisiydi. Savaş patladığında Türkiye faşizmi, Almanya ve İtalya’nın yanında savaşa girmeyip tarafsız kaldı. Tıpkı İspanya ve Portekiz faşizmleri gibi… Ama o devrin Macar, Avusturya, Yunanistan, Bulgar faşist yönetimlerinden geri kalmayacak kadar Nazilerle el altından işbirliği yaptı. Nazilere silah sanayi ve özel olarak savaş uçağı sanayinde gerekli olan az bulunur metalleri satmaya devam etti. Sözüm ona Sovyetler yıkıldıktan sonrası için Kafkasya ve Doğu Asya’da Türkiye’ye bağlı İslam Devletleri kurmak için bu bölgede Nazi istihbaratıyla ortak ajan faaliyetleri sürdürdü. Yani TC, etnik soykırımcı, yerleşimci temellerinden gelen kendine özgü faşist karakteri 20. yüzyılın Avrupa faşizmleriyle çok güzel uyum sağladı. Faşist “miğfer devletleri”nin II. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması üzerine Türkiye dünyanın yeni dengelerine uygun bir “takla atarak” ABD’nin liderliğindeki “kapitalist demokrasiler” yanında yer aldı. Tek partili rejimden çok partili rejime geçti ama mayası hiçbir zaman değişmedi.
AKP döneminde, TC faşizmi farklı görünümler aldı. Türkiye faşizminin bildik en temel özelliği yukarıdan aşağıya generallerin darbesiyle “gelmesi”, “demokrasiye çekidüzen” verdikten sonra rejimin işleyişini tarassut altında tutmak üzere “geri çekilmesiydi”. Türkiye’de faşizm denilince akla “askeri faşizm”, “resmi” devlet faşizmi gelirdi. Sivil faşist hareket onun denetiminde ve ona hizmet eden, ondan bağımsız bir iktidar projesi geliştirmeye kalktığında “resmi devlet faşizminin” tokatını yiyen tali bir olguydu (12 Eylül’de MHP’nin (Milliyetçi Hareket Partisi) durumu). TC faşizminin bu açık şiddet içeren dönemlerine geçişleri hep darbelerle oldu.
2002’den beri ise ilk kez tepeden değil tabandan geniş oy desteğine dayalı bir rejim olarak faşizm uygulanıyor. O bakımdan Türkiye’deki şimdiye kadarki faşizm pratiklerinden farklı bir olguyla karşı karşıyayız. Bu durum anti-faşist mücadeleye şimdiye kadar olmayan yeni zorluklar yüklediğini ifade edelim. En önemlisi şudur; Muhalif anti-faşist kitlelere karşı iktidarla birlikte tavır alan, kışkırtıldığında saldırganlaşmaya açık, bugün için % 30-40’lık bir kitle vardır. Türkiye’de faşizmi yıkma sorunu bugüne kadar hiçbir zaman büyük yığınların sokakta birbirleriyle kapışması sorunu olmamıştı. Bugün faşizmi yıkma meselesi aynı zamanda bu kitleye karşı karşıya gelme, onu tarafsız kılarak veya kazanarak veya ezerek bir şekilde etkisiz kılma sorunudur. Bu yeni bir durumdur.
Eskiden en baskıcı politikaların uygulandığı cunta yönetimleri nüfusun geniş kesimlerince onaylansalar bile bu yönetimler organik olarak kendilerine bağlı örgütlenmiş disiplinli kalabalıklardan yoksundular. Tekelci sermayenin dar bir kesiminin çıkarlarını yerine getiren bu iktidarlara karşı, olarak devrimciler olarak toplumun tümüne seslenirdik. Devrimci şiddetin temel esprisi de toplumun tümünden kopuk cunta tarafından temsil edilen bu küçük zümre iktidarına karşı bütün topluma cesaret vermeye, herkesi harekete geçirmeye dönük eylemlerdi. Şimdi ise mevcut AKP-MHP iktidarı son zamanlarda azalsa da %30-40’lık hayli kemikleşmiş, militan, linççi, İslamcı, ırkçı faşist bir kitle gücüne sahiptir. Faşizmi yıkma ve bu çerçevede devrimci zor sorunu şimdi bu kitleyle kapışmayı, gerekirse bu kitleyi de etkisiz kılmayı içerir. Bu yeni durumdur. Mesele artık devrimci örgütlerin kırda-şehirde klasik cihazlı mücadelesinden ibaret değildir. Devrim anti-faşist kitlelerin hem devletle hem de doğrudan doğruya bu faşist kitleyle sokakta göğüs göğse gelmesini içeren bir toplumsal kavga, bir “iç savaş” meselesi halini almıştır. Dolayısıyla devrimci şiddet araçları, metodları, devrimci zor örgütlenmesi de bu yeni duruma uygun olarak kitlevi özellikler taşımak durumundadır. Sıradan insanların kullanabileceği zor araçları, sıradan her vatandaşın kullanabileceği yöntemler ve sıradan emekçi insanların saldırgan bir güruha veya resmi güçlere karşı kendini savunma örgütlemesi…
Sadece devletin şiddet güçlerinin değil, çoğu ezilen sınıflardan düzen yanlısı geniş bir karşı devrimci kitlenin de aktif yer alacağı inişli çıkışlı, duraksamalı, yer yer kontrolsüz boğazlaşmalara varan bir iç savaş… Askeri darbelere, hatta emperyalist müdahalelere açık böyle bir altüst oluştan devrim çıkarmak gibi zorlu bir görevle karşı karşıya kalacağız. Profesyonel, dolayısıyla nispeten dar bir devrimci askeri yapılanmayı aşan bu geniş kitlesel şiddetin organizasyonu yeni ve bambaşka bir perspektif önümüze koyar.
Bizim devrim perspektifimiz kabataslak olarak; devrimci zora dayalı mücadele ile kitle mücadelelerinin kah biri kah diğerinin öne çıkarak süreceği ancak sürecin genelinde devrimci zora dayalı mücadelenin belirleyici olacağı ve halk ayaklanmasıyla tamamlanıp iktidarın zor yoluyla alınmasıyla sonuçlanan bir süreç öngörür. Kategorik olarak halkın tümünü devrimci zor yoluyla harekete geçirilecek bir devrim gücü olarak tasavvur ederiz. Yeni durumda neredeyse yarı yarıya bölünmüş ve düşmanlaşmış bir nüfus var. Bu durum bizim nüfusun yarısının diğer yarısıyla kapışmasını örgütlendirme görevine cesaret etmemizi gerektiriyor ama sadece bu değil. Toplumdaki mevcut bölünmüşlüğün sürmesi açık ki bizim işimize gelen, tercih edeceğimiz bir olgu değildir. Bu koşullar hiç değişmeyecekmiş gibi on milyonların kıran kırana birbirini yemesini bile gerekirse göze alalım ama bu durumu değiştirmek için elimizden geleni yapalım. Anti-faşist kitlelere karşı düşmanca duygularla doldurulmuş nüfusun öteki kesimi de büyük oranda sınıfsal olarak bizdendir. Faşizmi alkışlıyor olması ve bizlere düşman kesilmesi onun sınıfsal niteliğiyle çelişir. Bu durum tamamıyla mevcut iktidarın manipülasyon ve şartlandırmalarının ürünüdür. O halde faşizmin kitle tabanına yönelik çok özel bir ideolojik yönelişimiz, özel ajitasyon, propaganda politikalarımız olmalıdır. Bu mesele üstünden atlanamayacak kadar önemlidir. Faşizmi destekliyorsa kendi sınıf kardeşlerimizle de vuruşmayı göze alabiliriz ama önce onları faşizmden koparmanın azami çabasını sonuna kadar göstermeliyiz.
Özetleyecek olursak; 1) Faşizmi yıkmak Türkiye’de devrimle özdeştir. 2) Yeni durumda iktidarın seçimde kaybetse bile yönetimi terk etmeyeceği yönünde verdiği sinyaller büyük kitlelerin dahil olacağı kaotik bir iç savaşı gündeme getirmektedir. 3) Dolayısıyla devrimde şiddet sorunu eğitimli, profesyonel devrimci askeri bir yapılanmanın sorunu olmanın ötesinde faşizmin kitle gücüyle ve devletle savaşacak olan yığınların organizasyonu, kitle çalışmalarına uygun gerekli şiddet araç ve yöntemleriyle mücehhez kılınması sorunu haline gelmiştir. 4) Yeni durumda eski cunta yönetimlerini sessizce destekleyen gevşek kitlelerden farklı olarak nispeten istikrarlı ve sadık bir tabanı vardır faşizmin. Esas olarak ezilen sınıflardan gelen bu tabana yönelik siyasi faaliyet ve onları faşizmden koparmak hayati önemdedir.
Faşit yönetim aygıtının işleyiş şeması bakımından bugün önceki dönemlerdekinden önemli farkı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” uyduruk adı altında fiilen başkanlık sistemine geçilmiş olmasıdır. Sözüm ona “başkanlık sisteminin doğru işlediği tek demokrasi” örneği kabul edilen ABD’de bile bu sistemin demokratikliği ezelden beri tartışmalıdır. “Denge denetim mekanizmaları” vs. denilen şeylere rağmen birçokları tarafından “seçilmiş diktatörlük”, “sezarizm” diye nitelenir. Bu sistemin Güney Amerika uygulamaları ise başlı başına bir istikrarsızlık ve yozlaşma kaynağıdır. 15 Temmuz bahanesiyle tezgahlanan Erdoğan’ın karşı darbesi bunların hepsinden beter denetimsiz bir “tek kişi diktatörlüğü” getirmiştir. Osmanlı monarşisi dahil dünyadaki monarşi rejimleri bile bu derece denetimsiz olmamıştır. Seçilmiş meclisin ve milletvekillerinin bir fonksiyonu yoktur. Bir ilin belediye başkanı olmak bile parlamenterlikten daha etkilidir. Eskiden yürütme organı olan ve seçilmişlerden oluşan hükümetin yerine şimdi yürütme yetkisi tek bir kişinin elindedir. Bakanlar Erdoğan’ın teknisyenleridir. “Bakanlar Kurulu” hükmeden bir organ olmadığı için adı da “hükümet” değil “kabine” olmuştur. Montesquieu’den beri demokrasinin en azından biçimsel şartı sayılan erkler ayrımı prensibine görünüşte bile uyma çabası yoktur. Yasama diye yürütmeden ayrı bir organ kalmamıştır. Resmiyette yasama organı görünen Meclis işlevsizdir, Meclis’ten kanun çıkartmak yerine “Cumhurbaşkanlığı Kanun Hükmünde Kararnameleriyle” yürütme ve yasama tek kişide birleşmiştir. TC faşizmi erkler ayrımı iddiasından vazgeçmiştir. Yargı erki mahkemeler ise sözüm ona hala ayrı ve bağımsızdır ama Erdoğan’ın tasallutu ve müdahalesi altında yani ona bağlı iş gördüğünü herkes bilmektedir.
Seçme-seçilme hakkı ister faşist isterse burjuva demokratik karakterde olsun teknik olarak her cumhuriyetin vazgeçilmezidir. Tek parti iktidarlarında bile bir şekilde seçimler yapılır. 20 Temmuz karşı darbesinden sonra ise ortada hem seçmenler hem seçimler vardır ama seçimlerin resmi açıklanan sonuçları gerçek değildir. YSK, (Yüksek Seçim Kurulu) Erdoğan’ın avucunun içindedir. Doğu ve Güneydoğu’da ise Kürt seçmenin oy kullanma hakkı vardır ama oyu geçersizdir. Aday olma hakkı vardır ama seçilme hakkı yoktur. Yeni Türkiye’de evrensel genel oy ve seçme-seçilme hakkı bitmiştir. Dünyada dinci veya laik hiçbir faşizm seçim konusunda bu kadar pervasız olmadı.
TC faşizmin yeni ideolojisine gelince, bütün faşizmlerdeki gibi saldırgan milliyetçilik yine başroldedir ama eskisinden farklı olarak dini tonu ön planda olan bir milliyetçiliktir. Kan Türkçülüğü değil ama “İslam milleti” milliyetçiliği de değildir. İkisinin kırması uyduruk-şekilsiz bir Türk-İslam milliyetçiliğidir. Ergenekon’la ve MHP ile ittifak mecburiyeti Erdoğan’ı İslam ümmetçiliğinden buralara sürüklemiştir. Anti-komünizm ezelden beri olduğu gibi şimdi de TC faşizminin temel motiflerinden biridir. Komünizm ve komünistlerden nefret ideolojik bir kimlik kazanmaya başladığı 1970’lerden beri Erdoğan’ın iliğine, kemiğine işlemiştir. Gençliğinde MTTB’de (Milli Türk Talebe Birliği) “Mas-Kom-Yah” adlı bir “tiyatro eseri” yazıp sahneleyecek(!) derecede “SS” tipi bir Komünizm ve Yahudi düşmanıdır, Erdoğan. En zayıf olduğumuz şu zamanlarda bile her çeşit muhalefette “komünist parmağı” görecek kadar nefret dolu paranoyak bir anti-komünisttir. Komünizm düşmanlığı, yoksul düşmanlığıyla el ele gider. Faşist demagojinin dünyanın her tarafındaki temel niteliği olan söylemde her zaman yoksullardan yana oluş gibi bir özelliği AKP’de de görürüz ama yoksullar hiçbir zaman olmamalıdır. Erdoğan’ın deyişiyle onlar “ayaktır”, “ayak takımı asla baş olmaya kalkmamalıdır”. Faşizm her yerde kadın düşmanıdır. Laik Naziler bunu ideolojik temelde yapardı. AKP faşizmi ise bunu dini gerekçelere dayandırarak yapmaktadır.
Son yirmi senede egemen sınıflarda ne gibi değişimler gözlemledik?
Bunlardan en önemlisi ordu vesayetini temsil eden generallerin hem Ergenekon Operasyonu hem de özellikle 15 Temmuz sonrası tasfiyelerle iktidardaki etkilerinin iyice azalmış olmasıdır. Başbakanların, siyasetçilerin eskisi gibi kamuoyu önünde aşağılayacak kadar güç sahibi değillerdir artık. Silahlı güç olarak devlet mekanizması içindeki yerleri her zaman önemlidir ama politik bakımdan toplum nezdinde son derece yıpranmışlardır. Anketlerde güven skalasında vaktiyle en başta yer alan generaller, tıpkı yüksek yargıçlar gibi şimdi çok gerilerdedir. Siyasette bağımsız bir etki odağı olmaktan çıkan generallerin AKP’li olmayan çoğunluğu da zaten en başta Kürt sorunu olmak üzere Suriye, Amerika ile ilişkiler vb. gibi “beka” boyutundaki değerlendirdikleri iç ve dış tehditler karşısında şimdiki “tek adam” rejiminin devamından yararlandılar. AKP iktidarının son on yıldır sürdürdüğü yerli silahlanma projelerinin de asker cenahında Erdoğan’a yönelik desteğin mesleki-psikolojik sebeplerinden birisi olduğunu unutmamak gerekir. AKP döneminde TC faşizminin yaşadığı değişimlerden belki de en önemlilerinden birisi dayandığı sınıfsal temeldeki değişimdir. Bununla seçmen tabanını kastetmiyoruz. Faşizm her zaman temsil ettiği dar zümresel çıkarlardan çok daha geniş kesimlerden destek alabilir. Faşist demagoji her yerde az çok bunu başarır. Bütün faşizm örnekleri gibi Erdoğan faşizmi de sermayenin tümünü hatta tekelci sermayenin tümünün değil, tekelci sermaye içinde oldukça dar olan bir zümrenin iktidarıdır. Bugün bu zümre eski darbe dönemlerinde cuntaları tezgahlayan ve destekleyen kesimle aynı değildir. Türkiye’deki geçmiş askeri faşist darbelerinin hepsinin arkasındaki asıl güç İstanbul tekelci sermayesiydi. Onlar AKP’nin 2010’lara kadarki iktidar döneminden yine son derece memnun olsalar da AKP-MHP faşizmi bu kesimle değil başka bazı sermaye gruplarıyla iç içedir. Başlangıçta bunlar arasında Konya-Kayseri-Antep vb. yerdeki tekelleşmiş Gülen Cemaatine mensup patronlar da vardı. Onlar şimdi servetleri ellerinden alınarak tasfiye edildiler. Şu anda AKP-MHP faşizminin sermaye ayağı Kalyoncu, Çalık, M. Cengiz, E. Sancak, Ciner, Albayraklar, Şahenk gibi münhasıran devletten ihale alıp zenginleştirilen gruplardan ibarettir. Şahıs ve ailesinin bu sermaye konsorsiyum içerisinde çok özel bir yeri vardır. Faşist sermaye konsorsiyumunun en başında bizzat “şahsın” ailesi bulunmaktadır. Eskiden faşizmin sosyal temeli olarak “Koç, Sabancı, Eczacıbaşılar” diye tekerlediğimiz grupların yerine şimdi bunlar var. Yeni mafyöz yapının en başında devletle iş yapan her patrondan komisyon aldığını 17-25 Aralık’ta “kucağa gelecekler” sözüyle kendi sesinden öğrendiğimiz “şahıs” ve tabi mahdumları vardır. Yeni Türkiye faşizminde bu ailenin konumu Somoza ve Batista ailesi gibidir. Klasik TC faşizminden görmediğimiz bir olgudur bu. Bu mafyetik yapı Komintern 7. Kongresi’nin terimleriyle konuşacak olursak gerçekten en gözü dönmüş, en hırslı, en yayılmacı, en terörist, zenginleşmek uğruna her şeyi göze almış gruplardan oluşur. Türkiye’nin bütün kamu varlığını, bütün arazilerini (Şeker Fabrikalarından PTT’ye(Posta ve Telgraf Teşkilatı), TCDD’den (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları) THY’ye (Türk Hava Yolları) kadar) bütün kamu iktisadi kuruluşlarını, Vakıfbank’tan Ziraat Bankası’na kadar bütün kamu bankalarını “Varlık Fonu” altında şahsına bağlamış olan Erdoğan, bu gözü dönmüş sermayedarlar şebekesinin merkezindedir. Üstelik emrinin altındaki Varlık Fonu’nda yer alan bütün işletmeler devlet bütçesinin dışına alınmıştır dolayısıyla parlamento denetiminin dışındadır. Man Adası vs. gibi off shore bankalardaki bilinmez rakamlar düşünülürse Erdoğan’ın ve ailesinin özel servetinin Abdülhamit, Vahdettin gibi son padişahların kişisel servetlerini çok çok aştığını kesinlikle düşünebiliriz. Meşrutiyet sonrası padişahların hiçbirisi hiçbir zaman memleketin kamu mülkiyetini Erdoğan’ın, Varlık Fonu’nu kullandığı gibi dilediğince denetimsiz kullanma yetkisine sahip değildiler.
Vakıf, İslam’da özel servetlerin, şahıslara kar getirmemesi şartıyla, sadece kamusal bir hizmet için bağışlanması demek iken Erdoğan’ın bütün vakıfları tam aksine özle şahıslara kazanç getirsin diye kamu mülkiyetinde olan arazilerin veya belediye gelirlerinin gasp edilip kullanılmasıdır. Ok nedir, okçuluk nedir?! İş o kadar sürreal boyutlardaki ok ve okçuluk uğruna İstanbul’un en değerli arazileri Bilal ve hempalarına/omuzdaşlarına temlik edildi. Vaktiyle Osmanlı’da da vakıflar kamu mülkiyetinin özelleştirilmesi amacıyla öyle kötü istismar edildi ki Fatih Sultan Mehmet bütün vakıflara el koyup hepsini Miri mülkiyete yeniden kattı ve nice üçkağıtçı, yiyici devlet erkanının kellesini uçurdu. Şimdi aynı numaraları devletin tepesi yapıyor.
Eskiden devletin tepesinden ordu eliyle tezgahlanan faşist darbelerden sonra kurulan hükümetlere iş adamlarının girmesi çok nadirdi. Koç-Şişecam Grubundan Şahap Kocatopçu’nun 12 Eylül’de bakan yapılması çokça yadırganmıştı. Oysa şimdi kabinede Turizm Bakanı en büyük Turizm şirketlerinden EST Tour’un patronu, Sağlık Bakanı en büyük özel hastaneler zinciri Medipol’ün patronu, Milli Eğitim Bakanı en büyük özel okullar zincirinin patronudur. Velhasıl faşizm çıkarlarını temsil ettiği, bir avuç azınlık hiçbir dönemde AKP-MHP faşizmindeki kadar ayan beyan görünür olmadı.
TÜSİAD sermayesinin imalat sanayindeki ve finans alanındaki ağırlığı sürüyor olsa da Erdoğan-Doğan kapışmasından sonra geri çekilmeleri nedeniyle siyasi etkisi olabildiğine zayıflamıştır. Artık hem ekonomi hem siyaset Saray ve etrafındaki bir avuç sonradan görme oligarkın at oynattığı bir alan haline gelmiştir.
Şeffaflık olmadığı için ekonominin gerçek halini tam olarak bilen yok. Varlık Fonu’na bağlanan kamu işletmeleri Sayıştay ve Meclis denetimi dışında, silahlanma sanayinde neler döndüğünü de tam olarak bilen yok. Bu süreçte Saray faşizminin asıl sağlam finansörü Katar gibi görünüyor. Yerden doğalgaz ve petrol olarak biteviye para fışkıran, nereye koyacağını bilemeyeceği kadar çok servet sahibi bir emirlikle yönetilen uyduruk bir devletten bahsediyoruz. Körfez devletlerinin hiçbiri normal devletler, normal toplumlar değildir. 1960-70’lerde arazisi üzerinde gaz ve petrol fışkırdığı fark edilen her bedevi aile İngiltere ve ABD tarafından güvenliğini üstlendikleri “devletler” haline getirildiler. Yerden mütemadiyen fışkıran hesabını bilmedikleri kadar büyük servetler bu şeyh-emir-kral aileleri için seksten şahin yarışlarına, otomobil yarışlarından siyaset oyunlarına kadar envai çeşit kumar malzemesinden başka bir şey değildi. Bunların bölge ve dünya siyaseti de para gücüyle oynadıkları heyecanlı bir tür oyundur. Suriye ve Mısır meselelerinde TC ile birlikte davranmaya başladığından beri Suudiler ve körfez ülkeleriyle bozuşan Katar Emirliği için Erdoğan’ın her yaptığını uluslar arası planda desteklemek de böyle bir siyaset oyunudur. Emir, oyun stratejisini değiştirene ya da devrilene kadar böyle sürece, karşılığında Erdoğan Katar’da kurduğu askeri üsle Emir’in iktidarını hanedan içinden veya diğer Arap ülkelerinden gelecek tehditlere karşı koruyacak. Saray’ın Katar’la mali ilişkilerinin iç yüzünü bilen hiç kimse yok. Gelip giden dışişleri bakanlarının ya da bizzat Erdoğan ve El Sani’nin her seyahatlerinde uçaklarında kayıt dışı altın getirip götürdükleri biliniyor sadece. Bu yüzden son yılların TC bütçelerinde “net hata ve noksan” başlıklı kalem izah edilemeyen büyük fazlalıklar gösteriyor. İktidarın elinin paraya en sıkışık olduğu şu ekonomik kriz döneminde Erdoğan’ın seçim kampanyalarının, seçmene dağıttığı hediyelerin masrafları bile Katar’dan karşılanıyor olabilir pekala.
TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) sahte rakamlarıyla, Sayıştay’ın rapor tutmaz hale getirilmesiyle ve Varlık Fonu’nun Meclis denetimi dışına alınmasıyla bir gizlilik örtüsü altında alınan böyle bir ekonominin geleceğini kestirmek kolay değil. Bununla birlikte genel dünya krizinin aldığı yöne bağlı olarak Türkiye ekonomisinin de karşılaşacağı sorunlar az çok bellidir. 2008 Krizi ABD’nin dünya piyasalarına yüzlerce trilyon dolar sürerek borç krizini rahatlatma çabasına sahne olmuştu. Kemal Derviş reformlarından beri başka piyasalara kıyasla “yüksek faiz-düşük kur” siyaseti izleyerek yani kesintisiz sıcak para çekerek ayakta duran Türkiye ekonomisi için piyasada artan bu dolar bolluğu 2008 Krizi’nde büyük bir şans oldu. Ne var ki son birkaç yıldır kapitalist dünyada farklı rüzgarlar esiyor. ABD Merkez Bankası doların faizini biraz yükselterek trilyonlarca doları tekrar kendi ülkesine çekmeye başladı. Artık Türkiye gibi güvenilir olmayan piyasalar için sıcak para bulmak eskisi kadar kolay değil. Bundan çok daha önemli ve daha genel bir değişimden söz etmek gerekiyor dünyada; Neoliberalizm ve küreselleşme can çekişiyor. Her iki süreci de başlatan ve bayraktarlığını yapan ABD dünyaya tam aksine korumacılık ve içe kapanma politikası empoze ediyor. ABD, 1990’larde Sovyetlerin çöküşü sonrasında bütün dünya ülkelerine dayatıp kabul ettirdiği Washington Mutabakatı’ndan ve onun türevi olan bütün serbest ticaret ve serbest yatırım anlaşmalarından geri adım atıyor. Son otuz yıldır dünya kapitalizminin temel ayakları olan WFTA (Dünya Gastronomi Seyahatleri Derneği), MIGA (Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı), MAI Capital Management vs. gibi bütün uluslararası anlaşmalar yalan oldu. Pek yakında WTO (Dünya Ticaret Örgüt) bile işlevsiz kalacak. Trump “küreselleşmecilik bitti şimdi bütün dünyada yurtseverlik zamanı” diyor. Amerika’nın bütün serbest ticaret anlaşmalarını bozuyor, düne kadar ulus devletlerin ortadan kalkarak insanlığın tek bir uluslararası kapitalist organizmada küreselleşmesi idealinin yani sözüm ona küreselleşme ideolojisinin en parlak sembolü sayılan AB’nin dağıtılmasını savunuyor. Bir önceki dönemde ekonomi politikalarının temel konsepti enflasyonla mücadele idi. Hükümetlerin seçmene hoş görünmek için popülist, enflasyonist politikalar izlemelerini engellemek üzere Merkez Bankaları hükümetlerden bağımsızlaştırılmıştı. Şimdi Trump, ABD Merkez Bankası başkanı ile didişip duruyor, onu tehdit ediyor, faizleri düşük tutmaya zorluyor. Tıpkı Erdoğan gibi… Aslında Erdoğan, neoliberalizm sürecinin ABD tarafından söndürüldüğünü fark etmiştir ve tam olarak buna uygun davranmaktadır.
Bütün dünyada durgunluk sürüyor. Avrupa’da negatif faizle kredi açıyor bankalar. Dolayısıyla şimdi Amerika’nın yeni politikası ekonomik daralmaya ve durgunluğa karşı enflasyonun artmasını göze alan bir üretim sağlama çabasıdır. Enflasyonla mücadelenin bir numaralı görev sayıldığı eski konsept değişti. Faizler düşsün ki yatırımcı ucuz kredi bulup yatırım yapsın vb… Erdoğan, Türkiye’de aynı siyaseti izliyor şimdi. Erdoğan, yüksek faiz-düşük kur’la dışarıdan sermaye akışı döneminin bittiğini kavrıyor. Hükümet politikası ekonomiyi biraz olsun canlandırmak uğruna enflasyonlu bir döneme giriyor. AKP’li patronları üretime teşvik etmek uğruna kamu bankalarının, zarara uğratılmasını bile göze alıyor. Fakat ne yaparsa yapılsın durgunluğa gömülmüş ekonomiyi yerinden kımıldatmak kolay görünmüyor. Bu işin sonu ekonomide ciddi bir canlanma sağlanamadan enflasyonun yükselişi olacaktır. Bu ise sabit gelirli emekçilerin daha çok yoksullaşması demektir. Keza enflasyon egemen sınıflar cephesinde küçük sermayeden büyüğe daha çok değer aktarımı, dolayısıyla tekelleşmenin ilerlemesi demektir. Egemen sınıf cephesinde önümüzdeki dönemde bu sürecin yaşandığını göreceğiz. KOBİ’lerde iflaslar artacak, sadece belirli tekel gruplarının kanatları altında onların basit tedarikçisi olarak yaşamayı başaranlar ayakta kalabilecek.
Not: Bu yazı ABD’de Trump-Biden değişimi yaşanmadan önce 2020 yılı sonunda kaleme alınmıştır.