Öncelikle, sorularımıza cevap verdiğiniz için Komün Dergi olarak teşekkür ederiz. Bir isimlendirme sorusuyla başlamak istiyoruz. 17. yılını dolduran AKP iktidarıyla karşı karşıyayız. Malumunuz, bazı liberal çevreler başlangıçta bu iktidarı muhafazakar demokrat devrim olarak selamlamıştı, kimileri de ona karşı-devrim misyonu biçmişti. O zaman yaşanan isimlendirme sorunu şimdilerde farklı minvalde devam ediyor. Erdoğan iktidarına faşizm diyen de var, oligarşi diyen de var. Bonapartizm, istibdat rejimi, popülizm, otoriter popülizm, neo-faşizm, 21. yüzyıl faşizmi, diktatörlük, totaliterlik, Erdoğanizm sıfatları da diğer nitelemeler arasında yer alıyor. AKP rejiminin siyasal adı başlangıçta neydi, şimdi nedir?
AKP, siyasal İslamcı bir burjuva partisi. Başlarda İslamcı yanını gizlemeye özen gösterdi. Yerini sağlamlaştırdıkça, gerçek niyetini artık gizlemeye gerek duymadı. Küreselleşme denilen dönemin en bağnaz neoliberal partisi. Mülk sahibi sınıfların tamamının desteğiyle iktidar oldu ve iktidarda kaldı. Aslında söz konusu olan din soslu bir neoliberalizm. Koyu bir kültüralizmi temsil ediyor ve toplumu kutuplaştırarak iktidarını sürdürmeyi amaçlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu XXI’inci yüzyılda ihya etmek gibi hezeyanlar da söz konusu. Lâkin tarihte geriye dönüş hem mümkün değildir ve hem de arzulanır bir şey olmamalıdır.
Bağnaz neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar ekonomik çöküşü hızlandırdı. Artık sistem, ‘yeni değer’, ‘fazla değer’ üretemez durumda. Yönetemiyorlar. Ellerinde baskıyı, şiddeti dayatmaktan, parayı ‘manipüle etmekten’ başka koz yok. Sınırlı hakları ve özgürlükleri de yok etmeleri ‘yönetememekle’ ilgili. Artık sistemin verili rotada yol alması mümkün görünmüyor.
Bu AKP rejimine bir ‘ad koymaya’ gelince, bir hususu hatırlamak gerekiyor: Sosyal-politik olgular, olaylar, süreçler, kendilerini aynı şekilde tekrar etmezler. Yüz yıl önceki bir politik sistem yüz sonra kendini aynı şekilde tekrar etmez. Onun için geride kalmış biçimlere gönderme yaparken dikkatli olmak gerekir. Türkiye’deki şu andaki rejimi ‘despotizmin’ inşa süreci saymak mümkün… Elbette henüz olmuş bitmiş bir nihai durum söz konusu değil ama sürecin o istikamette yol aldığını söyleyebiliriz. Şu anda despotik- tek adam- rejimini dayatmaya yönelik yoğun bir çaba söz konusu. Despotizm inşa aşamasında ve henüz olmuş-bitmiş bir şey yok. Türkiye’de bu tırmanışı durdurabilecek bir potansiyel de var. Belirsizlik o potansiyelin harekete geçip-geçmeyeceği veya vakitlice hareket geçip-geçmeyeceğiyle ilgili.
İkinci sorumuz ise AKP-MHP-Ulusalcılar ittifakı üzerine… 3 yıl önce çözüm sürecinin kapısını epeyce aralayan AKP, şimdi milliyetçilere teslim mi oldu, yoksa milliyetçiler mi Erdoğan’a boyun eğdi? Bu soruyu sizin en çok bilinen çalışmalarınızdan esinlenerek Kemalizm-Erdoğan ilişkisine kadar da uzatabiliriz.
Dinci-milliyetçi ittifakı yeni bir şey değil. 1970’li yılların ikinci yarısında “Milliyetçi Cephe” hükümetleri, 12 Eylül 1980 Amerikancı-NATO’cu askeri darbe sonrasının ‘Türk-İslam Sentezi”, bugünün “Cumhur İttifakı” denilen, aynı şeyin yeni bir versiyonu. Bir süreklilik durumu var. Türkiye’deki rejimi tahlil ederken ekseri gözden kaçan bir şey var: Türkiye’yi 100 yıldır benim “Asıl Devlet Partisi” dediğim iktidar odağı yönetiyor. Asıl rotayı belirleyen daima odur. Siyasi partiler, seçimler, kurulan hükümetler hiçbir zaman ‘gerçek iktidar odağı’ değildirler. Onun için ‘görüntüyle gerçek’ arasındaki ayrımı iyi yapmak gerekiyor. Zaten siyasi partiler de bizzat ‘asıl devlet partisinin’ onayı ve izniyle kuruluyor. Amaca hizmet etmediği düşünüldüğünde de bir şekilde kapatılıyor. Halkın parti kurmasına ekseri izin verilmez veya güçlenmesinin önü bir şekilde kesilir. AKP’yi kurduran da, ‘Cumhur İttifakını’ peydahlayan da aynı odaktır. AKP bir çözüm süreci başlattı ama ağzına-yüzüne bulaştırdı, Asıl Devlet Partisi de süreci durdurdu. Başka türlü söylersek AKP’yi hizaya getirdi… 2015 Haziran genel seçimlerinde Kürt hareketiyle, sol hareketin ittifakı, Asıl Devlet Partisi tarafından büyük bir ‘tehlike’ olarak görüldü ve MHP marifetiyle seçim sonuçları geçersiz kılındı. Bu vesileyle MHP ile ilgili bir hususu da hatırlamak gerekir: MHP diğer burjuva partilerinden farklıdır. Onun amacı, misyonu ve varlık nedeni, seçim kazanmak, iktidar olmak değil, gerektiğinde, rejim açısından kritik durumlarda Asıl Devlet Partisi’nin yapacağı dizayn operasyonunu kolaylaştırmaktır. Asıl Devlet Partisi Kürt sorununun çözülmesini asla istemez.
Sol medyada ekonomik kriz haberleri neredeyse ana gündem maddesi haline geldi. Kur krizi, resesyon, enflasyon ve işsizlik haberleri sol muhalefetin propagandasında da geniş yer kaplıyor. Ekonomik kriz ile siyasal değişim ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? 2019’da derinleşmesi muhtemel bir ekonomik kriz AKP iktidarını sarsar mı?
Kriz ciddi, derin ve öyle kolay atlatılabilir de değil. 1994 ve 2001 krizlerinden çok daha derin ve kapsamlı. İçinde bulunduğumuz 2019’da daha derinleşecek. Daha doğrusu kriz ‘yeni başlıyor’! Bütün gösterge ışıkları kırmızıda. Ve AKP’nin bu krizin üstesinden gelme şansı yok. Politik İslamcılar yönetme özürlüdürler. Çünkü önlerine ve ileriye değil, geriye bakarlar ve çözümü geride ararlar. Ellerinde işe yaramaz iki koz var: Birincisi, baskıyı, şiddeti, terörü manipüle etmek ve ikincisi de parayı manipüle etmek. Baskıyla ekonomik-sosyal sorunları çözmek hiçbir zaman mümkün değildir. Paraya gelince, para bir “değer yaratmaz”. Paranın bir değer yaratabilmesi ‘verimli yatırımlarda’ değerlendiğinde mümkün olabilir ve şimdilik o yol kapalı. Paranın hareketi, işte şundan alıp-buna vermekle bir değer yaratılmış olmaz. Sadece birileri daha zengin, diğerleri daha yoksul olur. Bu krizin iktidarı sarsması kaçınılmaz ve mutlaka sarsacaktır; ama ondan sonrası ezilen-sömürülen-aşağılanan geniş kitlelerin ‘neyi-nasıl yapacağına’ bağlı. Şeylerin seyri, bu süreçten zarar görenlerin yeni politika yapma yöntem ve araçlarını ‘keşfetmelerine bağlı’ ve bu sefil durumdan çıkmak imkânsız değil. Zira insan iradesinin olduğu yerde her zaman alternatifler mümkündür.
AKP bu krizden çıkmak için ne tür manevralar sergileyebilir? Hem ekonomik anlamda hem de siyasal anlamda.
AKP’nin birincil sorunu 31 Mart’taki seçimleri kazanmak. Şimdilik seçime endeksli bir şeyler yapmaktan başka bir kaygı söz konusu değil. Bir sorunu yaratan yöntemlerle o sorunu çözmek mümkün değildir ve AKP’nin çözüm yeteneği yok. Bütün imkânları seçimi kazanmak üzere seferber edecek. Seçimi kazanırsa de despotik inşaya devam etmeyi düşünüyorlar ama o yol bir yere çıkmaz. Aslında muhalefetin bu seçim oyununa dahil olmayı reddetmesi gerekiyordu. Zira, seçimin kuralı yok! Despot, ekseri ‘kaybetme riski olan seçime izin vermez” veya hileyle durumu lehe çevirebilir olduğunda seçime razı olur. Türkiye’de adı konmamış bir ‘olağanüstü hal’ geçerli. Böylesi bir ortamda seçim sonuçları her zaman tartışmalı olur.
19 yıl boyunca birbiriyle çelişkili görünen politikalar yürüten AKP iktidarından söz ediyoruz. Belki de çelişkinin en çok görünür olduğu yer Ortadoğu. İran’ı çevrelemek için tanzim edilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığından, Suriye’yi fethetmeye dönüşen alt-emperyal hevesleri nasıl yorumluyorsunuz? Bu değişim yalnızca iç politikaya yönelik bir heves midir; yoksa bu cumhuriyetin genetik kodlarında yer alan güdü müdür?
Doğrusu sözünü ettiğiniz durumun ‘Cumhuriyetin genetik kodlarıyla’ ilgili olduğunu sanmıyorum. Bu, AKP’nin Osmanlı’yı ihya etme hezeyanlarıyla ilgili. Tunus’ta ve Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidar olunca, Osmanlıcı hevesler canlandı ve sonuç tam bir hüsran. Dış politika evlere şenlik. Her adım attıklarında batağa daha çok saplanıyorlar. Bu kafayla başka türlü olabilir miydi?
Son olarak da Türkiye Sosyalist Hareketine dair gözlemlerinizi öğrenmek istiyoruz. Esasında Gezi’den beri, yani son 5 yıldır, sosyalistler kabaca iki ana eksende hareket etti. İlki Haziran Hareketi, ikincisi ise HDP/HDK bileşenleri. Ana ayrım noktasını ise Kürt meselesi oluşturdu. İki yapılanmanın da içsel sorunlarının giderek arttığını görüyoruz. Haziran Hareketi neredeyse tamamıyla dağıldı, HDP/HDK ise 7 Haziran’da aldığı oy potansiyelini ülke siyasetine etki edebilecek politik aktiviteye dönüştüremedi. Bu noktada yoğun gözaltı ve tutuklama terörünün etkisi elbette çok fazla. Türkiye Sosyalist Hareketi sizce başarılı mıdır? Bu başarının/başarısızlığın nedenleri nelerdir?
Türkiye sosyalist hareketi bir dizi olumsuzlukla malûl. Genel bir çerçevede söylersek, Türkiye solu iki ‘resmi ideolojinin’ Sovyetler Birliğinin Resmi ideolojisinin (Stalinizm) ve Kemalizmin enterseksiyonunda [kesişme noktasında] oluşmuş bir sol harekettir. Oysa bu dünyada ‘resmi ideolojiyle’ yol almak, bir şeyler başarmak mümkün değildir. Zira resmi ideoloji demek, Marksizmin, solun, sosyalizmin, devrimin inkârı demektir. Bu büyük bir handikap oluşturuyor.
İkincisi, Türkiye’deki sol ‘meraklı değil ve tembel… Bir takım kalıpları döne döne tekrar ederek bu dünyanın gerçeğine nüfuz edebilir, şeylerin seyrini değiştirebilir misiniz? Bir üçüncüsü de rahatsız edici bir “örgüt fetişizmi” var. Öyle ki, “örgüt” bir amaç olarak görülüyor. Bu tam bir saçmalık… Bu dünyada bürokratik yozlaşmayla malûl örgütlerle bir şeyler başarmak mümkün değildir. Sol örgütler burjuvaziden çok birbirleriyle uğraşıyorlar. Birbirlerini rakip olarak görüyorlar. Öyle olunca da asıl mücadele zemininin dışına savruluyorlar. Onlarca fraksiyon olur mu? Oysa sol muhalefetin birleştirici olması gerekirdi. Elbette sola düşman, kıyıcı bir iktidar geleneği var ama olumsuzluğu hep kendi dışındakilere, hasım sınıfa fatura etmek uygun bir yaklaşım değildir. Solun silkinip kendine gelmesi, kendini yenilemesi, adına layık olması gerekiyor. Aksi halde olayların gerisinde kalmak kaçınılmazdır.