7 Ekim 2023’te “Aksa Tufanı” adı verilen eylem gerçekleştiğinde Türkiye’deki bütün devrimci yapılar büyük övgülerle bu eylemi desteklediklerini açıkladılar. Yıllardır süren işgal ve soykırım politikalarına karşı yalnızca HAMAS değil, Filistin direniş cephesinde yer alan tüm örgütlerin birlikteliğiyle gerçekleşen bu saldırının Filistin meselesini yeniden gündeme getiren ve İsrail’in yenilmez, yıkılmaz bir güç olmadığını ortaya koyan büyük bir kahramanlık eylemi olduğunu söylediler. Bu konuda herkes görüşünü ortaya koydu; açıklamalar, bildiriler, derin tahliller içeren makaleler yayınlandı; görseller dolaşıma girdi ve böylelikle hem yaşananların daha da görünür kılınması için uğraş verildi hem de destek boyutunda tavır ortaya konulmuş oldu.
Ancak İsrail’in 7 Ekim “Aksa Tufanı” eylemini doğrudan bir intikam gerekçesine dönüştürmesiyle başlattığı ve halen sürmekte olan saldırılarda Gazze şeridini ablukaya alarak gerçekleştirdiği katliamlar başlangıçta az çok “gündem” olduysa da artık konuşulmaz oldu. İsrail, ölümcül teknik donanımlara sahip araçlarla, savaş uçaklarıyla, gelişkin füze sistemleriyle gerçekleştirdiği saldırılarda; savaşta dokunulmayacak sivil yerleşim alanlarına, hastane, okul ve ibadethanelere bombalar yağdırdı, on binlerce insan yaşamını yitirdi, yüz binlercesi yaralandı. İsrail’in topyekûn imhaya yönelerek tam bir vahşet ortamı yarattığı saldırılar bugün daha farklı boyutlar kazanarak açlıktan öldürmeyle, sürgün dayatmasıyla birlikte devam ediyor, ancak artık kimse görmek ve de duymak dahi istemiyor!
Yeni Ortadoğu denkleminde Filistin
Haydut devletlerin küresel hegemonya politikalarına uygun biçimde gerçekleştirdiği saldırılar Ortadoğu merkezli olarak hız kesmeden sürüyor. İsrail’in Aksa Tufanı sonrasında ABD’nin askeri-teknolojik desteği ve yüksek istihbarat donanımıyla Direniş Güçlerine siber saldırılar düzenleyerek gerçekleştirdiği katliamların ardından Suriye’ye yönelik yıkım süreci başlatıldı. Emperyalist güçler tarafından Suriye elbirliğiyle cihatçı çetelere teslim edilirken, Filistin direniş örgütlerinin Suriye’den kovulmasıyla kamplar kapatıldı, malvarlıklarına el konuldu, çatışmalar yaşandı ve Lübnan sınırında saldırılar gerçekleşti. Suriye’nin içlerine kadar giren ve her yeri yakıp yıkan İsrail, bugün HTŞ ile sorun yaşıyormuş gibi gösterse de ABD ile birlikte egemenlik sahasındaki yerini koruyor ve Ortadoğu’daki yayılmacılığını sürdürüyor.
Suriye’nin ardından İran da etkisizleştirilip artık ses çıkaramaz hale getirilirken Lübnan’da direniş odağı konumundaki Hizbullah’ın zayıflatılmasıyla yetinilmiyor, tümüyle yok edilmek isteniyor. Kasım ayında gerçekleşen ateşkesten bu yana neredeyse her gün ateşkesi ihlal eden İsrail ordusu Lübnan’ın güneyindeki Hizbullah’a ait tesisleri vurarak onu yeniden savaşa zorluyor. Arap ülkelerinin emperyalist güçlerle iş birliği içindeki alçakça tutumları ve Türkiye’nin İsrail’le olan vazgeçilmez çıkar ilişkilerine paralel ikiyüzlü, sahte dış politikası Filistin sorununu iyice görünmez kılıyor. Bugün dünyanın en azgın terör devleti konumundaki İsrail, Ortadoğu’daki saldırganlığını arttırıp nüfuz alanını genişletirken, Filistin halkını Husiler’den başka etkili biçimde savunacak güç kalmadı, ki onlar da bu emperyalist kuşatmanın zorluğunu ağır biçimde yaşayacaklar.
Gazze bombardımanlarla birlikte açlığa da mahkum edildi
Savaşı süreklilik halini alacak biçimde gündelik yaşamın bir parçası haline getirerek halkı paniğe ve çaresizliğe iten ve ölüm ya da göç ikilemiyle topraklarını terk etmeye zorlayan İsrail, alçaklıkta sınır tanımıyor. Ocak ayındaki ateşkes sırasında İsrail ordusunun geri çekilmesiyle mahallelerine dönerek, enkazların üzerine çadırlar kuran halk, ateşkesin kısa bir süre sonra bozulmasıyla yeniden bombardımana tutuldu. Üstelik Gazze halkının bütün yoksunluklara rağmen, yakılıp yıkılmış haldeki topraklarına geri dönerek burada yaşamaya çalışmasına tahammül edemeyenler şimdi onları kitlesel açlığa mahkum ederek öldürüyor. Gazze’nin %80’ini enkaza dönüştürüp bütün altyapıyı yerle bir ederek, elektrik ve su kaynaklarını tahrip ederek, bütün kamusal alanları yakıp yıkarak burayı artık yaşanmaz hale getirmeye çalışanlar şimdi daha büyük insanlık suçları işliyor. Gazze’de yaşayan iki milyonun üzerindeki Filistinli artık yalnızca karadan, denizden ve havadan gerçekleştirilen saldırılarla değil, etnik kırım düzeyindeki açlıkla da boğuşuyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) sunulan, Gazze’de ateşkes sağlanması ve insani yardıma ilişkin erişimin sağlanmasına yönelik karar tasarısı birkaç gün önce ABD tarafından veto edildi. BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi (OCHA) İsrail’in insani yardım girişini engellediği Gazze’yi “dünyanın en aç yeri” olarak tanımlıyor. Yapılan açıklamalarda bu zamana kadarki süreçte bürokratik ve güvenlik engelleri nedeniyle, yardım yapılmasını neredeyse imkansız hale getiren İsrail yüzünden “Gazze nüfusunun neredeyse tamamı açlık tehlikesiyle karşı karşıya” deniliyor. Uluslararası Kızılhaç Komitesi sözcüsü, Gazze’deki tıbbi tesislerin yarısının yakıt veya tıbbi ekipman eksikliği nedeniyle çalışmayı durdurduğunu anlatıyor ki zaten uzun süredir hastanelerin hedef alınması ve ilaca erişimin engellenmesi nedeniyle yaşlılar ve hastalar ölüyorlar. Son olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı’nın yakın zamanda yaptığı açıklamaya göre, her gün yaşanan saldırılar ve açlık nedeniyle her 40 dakikada bir çocuk, her 60 dakikada bir kadın ölüyor.
Filistin halkı onur savaşı veriyor
Gazze’de emperyalist güçlerin çıkar ve suç ortaklığıyla işgali genişleten ve zulmü artıran İsrail’in yaptıkları, artık rakamlarla ifade edilemeyecek boyutta bir vahşete ulaşmasına rağmen burjuva hukuku ve hümanizmi çerçevesinde tartışılacak ihlaller olarak dahi görülmüyor. Dünyanın egemenlerinin kuralsız ve acımasız biçimde yürüttükleri ve hiçbir ahlaki normu olmayan savaşların belki de en korkunç olanı Gazze’de yaşanıyor. En azından yakın tarihimizde böylesine büyük bir vahşet; böylesine büyük bir pervasızlıkla, böylesine büyük bir azgınlıkla gerçekleştirilmedi. Neredeyse bütün dünyanın seyirci konumunda olduğu bu saldırganlığın ve işlenen suçların görmezden, duymazdan gelinmesi; hatta açıktan destek sunulması ise nasıl bir dünyada yaşadığımızın anlaşılması bakımından üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konu.
Dünyanın en büyük katliamları ve direnişlerinin yaşandığı bölgelerden biri olarak Filistin topraklarını hedef alanlar aslında direnen, teslim olmayan bütün halklara yönelik bir mesaj vermektedirler. Filistin halkını Gazze’den sürmeyi amaçlayanların asıl derdi elbette ki bir gayrimenkul alanı olarak gördükleri bölgeyi -kendi ifadeleri ile- “temizlemek” ve dünyanın zenginleri için bir turizm cennetine dönüştürmek değildir. Siyonistler, uzun vadeli siyasi ve jeopolitik hedeflerle Gazze’yi ele geçirmenin ötesinde Akdeniz’e olan sahil sınırını genişletmeye yönelik işgal ve ilhak planlarını hiç gizlemiyorlar. Asıl amaçları, zaten kendilerine ait gördükleri bu topraklarda yaşanan direnişlerin yenilgiye yazgılı olduğunu ve onlara karşı koymaya çalışanlara her türlü kötülüğü yapabileceklerini göstermektir. Bunun için ellerinden geleni yapıyorlar ve Gazze’de Filistin halkına yaşattıklarını bütün dünya görsün, duysun, ses çıkarmasın, insanlığın hafızasından asla silinmesin istiyorlar.
Bu yüzden en alçakça yöntemlere başvuruyorlar; bombalayarak ve aç bırakarak güçten düşürdükleri Filistin halkını en sinsi yöntemlerle içten çürütmeye çalışıyorlar. Gazze’ye yönelik insani yardımları engelleyen İsrail ve Amerika, kendi kurdukları ve “yardım merkezi” adı altında faaliyet gösteren kuruluşlar aracılığıyla çeteleşmeyi teşvik ediyor. Özellikle en tehlikeli bölgelere kurdukları bu yardım merkezlerine iki milyonu aşkın insanın ihtiyacı yerine 300-500 kişiye yetecek yiyecekler getiriliyor, sonra açlıktan ölmek üzere olan binlerce insan bunlara ulaşmak için koşarak gelirken üzerlerine ateş açılıyor. Bununla da yetinilmiyor, HAMAS karşıtı aşiretler ve geçmişteki suç örgütlerinden palazlandırılan çeteler izdihamın yaşandığı bu ortamda malzemeleri yağmalayarak bunları parayla satıyor. Böylelikle bir suç rejimi niteliğindeki İsrail devleti kendisini Filistin topraklarında işlediği yeni suçlarla ve suçlularla yeniden örgütlüyor.
Açlık kuşatması altındaki insanlara ölüm tuzağı kurmakla da yetinmeyen, onları izdiham içinde birbirine ezdiren, iç çatışma yaratan İsrail ordusu yozlaştırmaya çalışarak Filistin halkının onuruyla oynuyor. Daha da önemlisi silah ve para desteğiyle güçlendirdiği bu çeteleri geleceğin İŞİD yapılanması olarak eğitiyor ve açlıkla boğuşan çocukları, gençleri devşirmesi için halkın üzerine sürüyor. İsrail ordusunun korumasında hareket eden bu suç çetelerine açlıkla boğuşan insanları Mısır sınırına yakın yerlerde kurdukları toplama kamplarına çağırarak Gazze’den uzaklaştırmak ve daha da kötüsü geleceğin paralı askerleri olarak hazırlamak görevi verilmiş. İşgalci İsrail ve ortakları Filistin direnişini kendi iç çatışmalarıyla tasfiye ederek bitirmek amacındalar. İşbirlikçi Batı Şeria yönetiminin yıllardır Filistinli direnişçilere işkence yaparak, tutuklayarak gerçekleştirdiği ihaneti, güçsüzleşen direniş örgütlerine küfrederek boyutlandıracak cesarete kavuşması da bu yüzdendir.
İşgalcilerin Filistin halkını yerinden yurdundan ederek ve iç çatışmaları en çirkin biçimlerde körükleyerek, özgürlük ve bağımsızlık uğruna verdikleri mücadeleyi karartma çabaları elbette ki boşa çıkacaktır. Filistin halkı bu topyekûn imha saldırılarına, Siyonistlerin iğrenç biçimde yürüttüğü bu çürütme politikasına karşı açlık ve yokluk içinde olsa da direnmeye devam edecektir. Ancak direniş örgütlerinin aldığı darbeler nedeniyle, bugünkü güçsüz halinden yararlanarak Filistin halkının geleceğine karar vermeyi amaçlayan sömürgecilerin, uluslararası projelerini ne olursa olsun hayata geçirmek istedikleri de bir gerçek. Bu gerçek kadar çıplak olan bir başka gerçek de bu planlı, sistematik saldırılara karşı Filistin halkının yanında yer alan güçlü bir uluslararası direnişin örgütlenmediğidir.
Filistin direnişi bütün ezilen halkların direnişidir
Dünyadaki bütün direnç merkezlerini yok etmeyi hedefleyen emperyalistler azgınlıkta sınır tanımazken, Gazze’ye yönelik soykırımı durdurmak için harekete geçmesi gereken güçler neden bu kadar etkisizler? Filistin direnişi yüz yıllık mücadelesiyle ve tarihsel haklılığıyla dünyanın bütün ezilen halklarının ortak davası haline gelmişse, bugün neden yalnız bırakılıyor? Özellikle de 7 Ekim Aksa Tufanı eylemini “Filistin direnişinde unutulmayacak cüretli bir atak ve tarihsel direnişin en yüksek eşiği” olarak değerlendiren devrimci örgütler, Gazze’deki işgal ve soykırıma karşı neden bu kadar sessizler?
FHKC, her yıl olduğu gibi bu yıl da Nakba’nın yıldönümünde bir açıklama yayınladı ve küresel kuşatmaya karşı bütün dünya halklarına Filistin direnişine destek çağrısı yaptı. Ukrayna savaşı sonrası neredeyse bütün ülkelerin ırkçı, gerici, faşist rüzgara teslim olması ve devamında Filistin direnişiyle birlikte özellikle Batıda yaşanan baskı ve şiddet ortamı ve sansür nedeniyle güçlü bir enternasyonal dayanışma örgütlenemediği bir gerçek. Ancak işgalcilerin halkların direniş güçlerini terörizmle yaftalayarak medya tekelleri aracılığıyla Siyonist propagandayı etkili kılma çabalarına karşın, emperyalizmin merkezindeki ülkelerde Filistin’e destek artıyor. ABD ve Avrupa ülkelerinde kitlesel protestoların yaygınlaşması, son olarak halkın uzunca bir süredir Siyonizmle beslenerek İsrail yanlısı hale getirildiği Almanya’da sokak eylemlerinin artıyor olması, kendi ülkelerini de tavır almaya zorlamaları açısından önemli. Özellikle İsrail’de Yahudi halkının Netanyahu hükümetinin saldırgan politikalarına karşı sürekli sokaklarda olması, en son 1300’ü aşkın akademisyenin Gazze’de süren saldırıların derhal sona erdirilmesi amacıyla açık mektup yayınlaması ve parlementoda Filistin yanlısı konuşmalarla saldırganlığın mahkum edilmesi büyük bir önem taşıyor.
Ancak bu zamana kadarki süreç içerisinde Filistin meselesinde en sahte ve ikiyüzlü tavrı gösteren, İsrail’le siyasi, ticari, askeri ilişkilerini sürdüren ama Filistin dostu görünen Türkiye’de büyük bir sessizlik hakim. Nakba’nın yıldönümünde veya başkaca önemli bir olay yaşandığında yapılan basın açıklamaları ve ancak kısa mesafeli olabilen yürüyüşlerde bile kitlesel katılımın olmayışı ciddi bir sorun. Oysaki Türkiye topraklarından İsrail’e giden petrol akışının durdurulması, karasularından, limanlarından askeri ve lojistik desteğin sağlanmasının önlenmesi talebiyle daha etkili eylemlilikler yapılamaz mı? Ya da İrlanda’da, İtalya’da, Yunanistan’da, Marsilya’da liman işçilerinin yaptıkları gibi İsrail’e giden askeri teçhizatla dolu gemilere mühimmat yüklenmesi engellenemez mi? Bizim büyük konfederasyonlarımız zaten kılını kıpırdatmaz ama direnişçi sendikalarımız da yalnızca işçilerin ekonomik talepleri için mi varlık gösterir? Ya da 7 Ekimden bu yana Gazze’de tam 226 gazeteci öldürülmüşken, gazetecilerin örgütlendiği dernek ve sendikalarımız basın açıklaması dışında daha farklı etkinlikler yaparak bunu duyuramazlar mı?
Gazze’de yaşananlar bugün yalnızca insanlığı değil, devrimciliği ve ezilen halkların birlikte mücadelesini de sorgulatıyor. Dünyada koca koca partiler, örgütler dururken, aktivist konumundaki duyarlı insanların sembolik düzeyde bir katılımla da olsa Madleen teknesine binerek gösterdiği cesareti ve kararlılığı kimsenin gösteremiyor oluşu bir sorun değil midir? Şimdi herkesin alkışladığı ya da İsrail tarafından teknenin basılarak ve içindekilerin kaçırılarak gözaltına alınması nedeniyle açıklama yapmak durumunda kaldığı bu olay kimseyi düşündürmüyor mu? Enternasyonalist dayanışma yalnızca yürüyüşlerle, kınamalarla, boykot ve ambargo çağrılarıyla mı sınırlıdır? Dünya çapında etki yaratacak güçlü ve etkili eylemliliklerin zamanı gelmemiş midir?
Diğer önemli bir sorun da ezilen halkların özgürlük mücadelesinin birlikteliği anlamında Kürt Özgürlük Hareketi ile Filistin Direnişinin ortaklaşamayışıdır. Biliyoruz ki tarih boyunca ezilen halkların işgalcilere ve sömürgecilere karşı verdikleri haklı ve meşru direniş kadar halklar arasındaki birliktelik ve dayanışma da önemlidir. Ancak bu iki halkın mücadelesi, siyasal ve ideolojik anlamda da bölgesel ve tarihsel anlamda da birbirine bağlanmış ve kurtuluş yolları iç içe geçmiş olduğu halde bugün Filistin halkı yalnız bırakılmıştır. Halkların kardeşliği ancak en zor zamanlarda gösterilen destek ve dayanışmayla anlam kazanır. Ancak Kürt Özgürlük Hareketinin Ortadoğu’daki denkleme uygun davranarak tarafsızlık politikasıyla hareket etmesi, sürekli vurgulanan halkların kardeşliği ve ortak düşmana karşı birlikte mücadele kararlılığına uygun düşmemektedir.
Özgürlük mücadelesi veren halklar için en büyük moral güç ve destek, diğer ezilen halkların olduğu kadar dünya devrimci güçlerinin enternasyonalist dayanışmasıyla sağlanır. Türkiye Devrimci Hareketi açısından Filistin halkının yanında yer almak, Elrom olayını hatırlatıp Mahir’lere selam göndermek veya Deniz’lerin Filistin’e gidişine atıfta bulunmakla ve etkisiz pratiklerin tekrarlanmasıyla olmayacaktır. Elbette ki devrimci yapıların yeterince örgütlü olamayışına parelel olarak güçsüzlüğü ve etkisizliği ortada olan bir gerçek, ancak buna rağmen yapılabilecek çok şey vardır. En azından devrimci hareketin tarihsel olarak Filistin direnişiyle geliştirdiği yakın ilişki ve desteğin bugün de sürdürülmesi ve söylem düzeyinde kalmayan enternasyonalist bir tutum geliştirilmesi, geçmişin siyasi geleneklerine de uygun düşecektir.
Gülizar Tuncer