Filistin sorunu ve Filistin Direnişi-A. Sedat Özgün

     Ortadoğu, bütün hegemon, emperyalist güçlerin ilgi odaklarının merkezinde yer aldığı için bu bölgedeki bütün kronik sorunlar (Suriye, Yemen, Kürt, Filistin, Lübnan sorunu…) küresel ve bölgesel güç dengelerini yansıtan arenaya dönüşmüştür. Filistin sorununu da bu çerçevede 1916 yılında Fransa ile İngiltere devletlerinin Ortadoğu işgaliyle başlatıp Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) aracılığıyla ABD -Merkezi Devleti (MD) ile Rusya- Merkezi Devleti’nin (MD) başını çektiği küresel bloklaşmanın güç dalaşının tecessüm ettiği bir alan olarak son halini aldığını söyleyebiliriz. Bu açıdan Filistin sorununu geniş bir çerçeveden anlamak hem Ortadoğu’yu hem de küresel hegemon dalaşlarını anlamak demektir.

     Filistin sorununun asli aktörlerinden birisi olan İsrail devletinin doktrinel temellerini oluşturan siyonizmin, salt dini kimlik eksenle sınırlandırılması bu açıdan bakılınca çok dar bir çerçevede kalacağı aşikardır. Ancak Filistin sorununu politisizme indirgeyemeyeceğimiz gibi kurumsallaşmış da olsa dini kimliklere ve dini nefrete de indirgeyemeyiz. Bu sorunu tarihsel, siyasal, sosyolojik, inançsal, ekonomik, kültürel boyutlarıyla birlikte ele almak gerekiyor. Bu da oldukça geniş bir tartışma ve araştırmayı gerektirmektedir. Burada sadece Filistin sorununu en geniş şekilde görmemizi sağlayacak tarihsel ve siyasal bir çerçeve sunmakla yetineceğiz.

A. İsrail Devletinin Kuruluş Süreci ve Filistin Sorunun Başlaması

     İsrail Devleti’nin doktrinel temellerini oluşturan siyonist Yahudiliğin sistematize edilmesi 19. yüzyılın sonlarında gerçekleştiyse de bu temellerin 12. yüzyılda başladığını söyleyebiliriz. Ortadoğu’nun 7. yy’da Müslümanların eline geçmesi sonrası Avrupalı Yahudiler, uzak yol ticaretinden zenginleşmişti. Kentleşmenin artmasıyla birlikte (12. yüzyıl) Hristiyan tüccarlar, rakipleri olan Yahudi tüccarların pazarını ele geçirebilmek için dini ayrımcılığı öne çıkardılar. Yahudiliğin sapkın din olduğu demogojisiyle antisemitizmi (Yahudi karşıtlığını) büyüttüler ve onların pazarının bir kısmını ele geçirdiler. Bunun üzerine aristokratlara borç vererek onları kendilerine çekmeye çalıştılar. Aristokratlarla burjuvanın, bazı bölgelerde borç yükünden kurtulabilmek için Yahudilerin ezilmesine yönelmeleri sonucu, Yahudiler 12. yüzyıldan itibaren Hristiyanlara rüşvet vermek ve birlikte hareket edebilmek için fonlar oluşturdular. Bu ekonomik birlik, sosyal ve politik birlikleri de temellendirebildiği için siyonizmin bu eksende biçimlenip temellendiği söylenebilir.

     Avrupa’da feodal devletin iyice güçlenip yayılmaya başladığı dönem olan 12. yy dışa açılma eğiliminin de arttığı/ geliştiği bir dönemdir. 1275 yılında İngiltere’de Yahudi tefeciliği yasaklandıysa da bu pek etkili olmamıştır. Yahudiler 14. yy.’la birlikte Avrupa’da ve 15. yy sonrası Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde en güçlü tefeciler haline gelmişlerdi. Bu güçlenme, Yahudi karşıtlığının büyütülmesinde dinsel farklılıkların öne çıkartılmasını kolaylaştırmıştır. Yahudi karşıtlığı sadece zengin Yahudiler değil, yoksulları, zanaatçıları, çiftçileri de kapsamış ve geniş bir linç kampanyasına dönüştüğü bölgeler olmuştur. Yahudi karşıtlığının linç kampanyasına dönüşmesi sonucu çok sayıda Yahudi, Doğu Avrupa’ya göç etmiştir. Doğu Avrupa’nın sosyo-ekonomik yapısı içerisinde tekrar güçlenme olanağı bulan Yahudiler, burada tüccarlığa el atmışlardır. Batı Avrupa’da kalanların bir kısmı burjuvalaşmıştır. Burjuvalaşan Yahudiler, Doğu Avrupa’dakilerin bir kısmının geri dönmesini sağlamıştır. Böylece Yahudi burjuvası, Yahudi karşıtlığını kendi dini inanç sisteminden olan proletaryayı kendisine bağlamak için kullanırken rakiplerine karşı dini birliği öne çıkartabiliyordu. Bu dönemde birçok Yahudi işçi “Yahudi Devleti” kurulmasını sosyalist mücadelenin bir şartı olarak kabul ediyordu. Yahudi burjuvasının da dini tuttuğu bu inanç bugünkü siyonizmin temellerini genişletmiştir.

     Siyonizmin Avrupa’da geniş bir taraftar kitlesi bulması, onun örgütlenmesini hızlandırmış ve Filistin’e göçün kolaylaşmasını sağlamıştır. Yahudilerin Avrupa’dan Filistin’e göçleri 19. yy’ın sonlarında ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu dönem, Rusya’dan da göçler olmuştur. 1881 yılında çarın öldürülmesinden Yahudilerin sorumlu tutulması sonucu, Yahudilere yönelik büyük bir linç kampanyası başlatılmıştı. Bu durum Rusya’dan Filistin’e büyük göçlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

     Filistin’e büyük göçlerin organize edilmesi, Yahudi devleti kurulmasını hedefleyen Dünya Siyonist Kongresi’nin 1897 yılında toplanmasından sonra gerçekleşmiştir. Macaristanlı bir yahudi olan Theodor Herzl, Filistin’de bir yahudi devleti kurulmasını savunan bir kitap yazdı. Bu kitap yayınlandıktan sonra Dünya Siyonist Örgütü’nün kuruluşuna öncülük eden Herzl, bu örgütün Filistin’e göçleri organize etmesini sağlamıştır. Bu örgütün aracılığı ile oluşturulan bir fonla Filistin’den toprak satın alınıp göçler gerçekleştirilmiştir. 1882 yılında II. Abdülhamit Filistin’e göçü yasaklamıştır; ayrıca Dünya Siyonist Örgütü’nün organize ettiği Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına girişine izin vermemiştir. Ancak İngiltere Devleti bu yasağı önce hafifletmiş ve sonrasında ise feshedilmesini sağlayarak Yahudi göçünün önünü açmıştır.

     Yahudi göçünün yoğunlaşmaya başladığı 19. yy sonlarında Filistin’de yaklaşık %86 Müslüman, %10 Hristiyan ve %4 oranında Yahudi yaşıyordu. (1) Filistin’de İngiltere Devleti desteğiyle kurulan yahudi kolonilerinde çeteler oluşturulmuş ve Araplara saldırılar başlatılmıştı. İngiltere Devleti, bu kolonilerde Ortadoğu’daki etkinliğini arttıracağını hesap etmiştir.

     Mayıs 1916’da Fransa ile İngiltere devletleri arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşmasıyla Ortadoğu, esasta bu iki devlet arasında paylaşılmıştı. Bu antlaşmaya göre Fransa Devleti, Kapadokya, Kuzey Irak, Lübnan ve Suriye civarlarını alırken; İngiltere Devleti ise Filistin, Güney Irak ve Arabistan Yarımadasını almıştır. Filistin, Kızıldeniz’in (ve elbette Süveyş Kanalı’nın), Doğu Akdeniz’in ve Basra Körfezi’nden Avrupa’ya gidecek olan petrolün güvenliği açısından jeo-stratejik öneme sahiptir. 1908 yılında İran’da petrol bulunması ve bunu diğer bölgelerde zengin petrol rezervlerinin keşfedilmesi takip edince Ortadoğu petrol açısından en değerli bölgelerden birisi haline gelmiştir. Hindistan’la Doğu Akdeniz’in arasındaki kara parçasını tamamen ele geçirmek isteyen İngiltere Devleti, bölgede önce bir Arap birliği kurmayı planlamıştı. Bunun pek mümkün ve kullanışlı olmadığını anladıktan sonra küçük devletler kurmayı planlamış ve bunu hayata geçirmiştir. Hiçbir hegemon güç Osmanlı Devleti’ni tek başına ele geçiremediğinden dolayı İngiltere Devleti, küçük devletler aracılığıyla farklı etnik ve dini gruplara yaslanmayı ve böylece Osmanlı Devleti’nin topraklarının büyük bir kısmını kendi himayesi altına geçirmeyi planlayarak, bir taraftan küçük (ve zayıf) Arap devletleri kurdurmuş; diğer taraftan Yahudi kolonilerini güçlendirmiştir. Bununla sınırlı kalmayarak, Osmanlı Devleti’nin Hristiyan elit tabakaları ile Kürdistan’daki Hristiyan Süryani ve Asurileri de kendi yanına çekmeye çalışmıştı. Bu dengeleme politikasıyla kurulan politik atmosferde Yahudi devletinin temelleri güçlendirilmiştir.

     İngiltere Devleti Dışişleri Bakanı, Dünya Siyonist Örgütü’nün girişimiyle Yahudilere Filistin’de “Milli Yurt” kurmayı taahhüt etti. Bu taahhüttün bulunduğu mektup Belfour Deklarasyonu olarak kayıtlara geçmiştir. Kasım 1917 yılında yayınlanan bu deklarasyon, Yahudi güçlerinin artmasını sağlamıştır.

     1914 yılında Arapların Filistin’deki oranı %83’e düşmüştü. İngiltere Devleti buna rağmen Yahudileri esas almayı sürdürerek 10 yıl içerisinde nüfusun %30’unu Yahudilerin oluşturduğu bir devleti kurmayı öngörmüştür. 1922 yılında Filistin’de 84 bin olan Yahudi nüfusu, 1948’in başında 650 bine çıkmıştı. Nazilerin soykırımı hem Filistin’e göçü arttırmış hem de Siyonistlerin kendilerini meşrulaştırmada etkili bir araca dönüşmüştü.

     1947 yılında İngiltere Devleti, Filistin’i Birleşmiş Milletler’e (BM) devretmişti. BM, 1947 yılında emperyalistlerin işgalinden önceki Filistin sınırlarının %56,3’ünü Yahudilere %44,7’sini Araplara verecek şekilde iki ayrı devletin kurulmasını öngören bir taksim planı için 181 no’lu kararı çıkarttı. İngiltere Devleti ve diğer emperyalist güçler bu kararı onayladı. Ancak 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti kurulunca, bu karar tek yanlı olarak uygulandı ve Arap Devleti’nin kurulmasına izin verilmedi. Ayrıca, İsrail Devleti, BM’nin 181 no’lu kararını çiğneyip, tarihi Filistin topraklarının %94’ünü işgal etti. 13 Mayıs 1948’de Filistin’den çekilen İngiltere Devleti, burayı İsrail Devleti’ne devretmişti. İsrail Devleti, büyük bir katliam ve göç dalgası başlatarak kısa sürede Arap nüfusunu %20’ye indirmiştir. 1948 yılı ve 14 Mayıs günü, Filistinliler için “Felaket” olarak anılmaya devam ediyor.

     1948 yılında Arap Devletleri ile İsrail Devletleri arasındaki savaşlar 1973’de sonlanmıştı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan devletleriyle başlayan bu savaşların hepsini İsrail Devleti kazanmıştır. 1967 yılındaki ‘6 Gün Savaşı’ sonrasın ABD Merkez Devletleri ile SSCB Merkez Devletleri BM’den 242 no’lu kararı çıkarttılar. Buna göre, “Savaş yoluyla toprak kazanımlarının kabul edilmezliği ve bölgedeki her ülkenin güven içinde yaşama hakkı” tanındı. Bu kararı (ve bunun gibi pek çok kararı) günümüze kadar uygulayamayan İsrail Devleti hem savaş yoluyla hem de Yahudi yerleşim yerleri inşa etme durumuyla işgalini yaymıştır ve bugün tarihi Filistin’in %78’ini işgal altında tutuyor.

     İşgalci İsrail Devleti’nin niteliği ve ABD Merkez Devletleri ile olan ilişkileri hem Filistin sorununu hem de bölgesel dengelerde İsrail Devleti’nin ve Filistin’in konumunu daha geniş görmemizi sağlayabilir. İsrail “Yahudi şeriatına” dayanan işgalci bir devlettir. Siyonizm’in resmi dini sistemi oluşturduğu bu devlette, fili olarak varlığını sürdüren Yahudi şeriatınca devletin tüm kritik noktalarında ve ordu yönetiminde daima Siyonist Yahudiler bulunur. İsrail Ordusu da siyasetin baş aktörlerindendir. Hükümet veya diğer devlet kurumlarından ordunun “orantısız güç, aşırı şiddet” kullandığına ilişkin herhangi bir eleştiri gelirse, o kurum veya kişi yoğun baskılara maruz kalır. Ordu MOSSAD’ı(istihbarat örgütü) da yönetmektedir. İsrail Ordusu ABD Merkez Devletleri Ordusuyla, MOSSAD ise CIA(Amerikan Merkez İstihbaratı) ile iç içedir. Ortak yönetim ve ortak operasyon güçleri bulunmaktadır. ABD Merkez Devletleri, İsrail Ordusu’na her yıl düzenli olarak “askeri yardım” adı altında düzenli para vermektedir. İsrail Ordusu, bu sayede Ortadoğu’nun en güçlü ve teknolojik ordularından biri olmuştur.

     İsrail Devleti ve hükümeti, ABD’nin dış politikalarına endekslidir. Bölge güçleriyle bu eksende ilişkilenir. Bu eksende, ABD’de bulunan güçlü bir Yahudi lobisinin varlığı ve nüfusu önemli rol oynamaktadır. Karşılıklı birbirini kollayan bu iki devletten İsrail’in, ABD’nin “52. eyaleti” devleti haline getirildiği söylenebilir. ABD’de Amerikan İsrail Kamu İşleri Dairesi(AIPAC), yıllardır ABD siyasetinin ciddi aktörleri arasında yer almaktadır. Yahudi burjuvalarının güçlü örgütü olan AIPAC’ın gücü, İsrail Devleti’ne karşı çıkabilen senatör veya bürokratı, tasfiye edebilecek güçtedir. ABD’de etkili olan bir başka Siyonist grup, Amerikan Siyonist Örgütü’dür (ZDA). Bu örgütün üye sayısı, AIPAC’tan az olmasına rağmen hem İsrail’in hem ABD’nin politikalarında etkili olabilmektedir.

     Bu örgütlerin dışında ABD Merkez Devletleri’nin en geniş sosyal tabanını oluşturan kesimlerden birisi olan Protestanların Evangelist kolunun, çoğunlukla İsrail Devleti’ni savunmasıyla, ABD-MD dış politikasında İsrail Devletini savunmalı, adeta dogma gibi etkili bir konuma dönüşmüştür. “Yeni Yüzyıl Projesi” aracılığıyla BOP’ne de öncülük eden emperyalistler Ortadoğu gibi İsrail Devleti’ni de ‘Ulusal Güvenlik Çıkarları’nın bir parçası saymaktadırlar.

     ABD-MD yıllar süren çabaları sonucu İsrail Devleti’ni neredeyse bütün Ortadoğu devletleri tanımıştır. İsrail Devleti’ni ilk tanıyan devletler Türkiye (1949), Mısır (1976) ve Ürdün (1993) devletleri idi. Arap devletleri iki devletle çözüm, petrol/gaz boru hatlarının güvenliğinde İsrail’in önemi veya Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından İsrail’e olan ihtiyacı kabul etmeleri dolayısıyla zaten zimmen kabul ettikleri İsrail Devleti’ni, 2020 yılından itibaren peş peşe resmen tanıdılar. Suriye’de tıkanan dengeler, Yemen’deki istikrarsızlığın çok uzun sürmesi, petrol gelirlerinin azalmasıyla yeni kaynak arayışına girilmesi, Rusya-İran Devletleri bloğunun (Şili bloğunun) Ortadoğu’daki etkinliğini giderek arttırması ABD-MD’nin körfez devletleriyle 300 milyar dolarlık silah antlaşması imzalaması vb. gelişmeler Arap devletlerinin İsrail devletini resmen tanımasında etkili olmuştur. Böylece Filistin sorununda Arap devletlerinin ümmetçilik (din kardeşliği) ve Arap Milliyetçiliği ekseninde kendi vatandaşlarını manipüle etme döneminde yeni bir evreye girilmiş oldu. Ümmetçilik ve Arap milliyetçiliğini yeni formlarına sokmaya çalışan Arap devletleri, 2011’de başlayan Arap Baharı’nın yarattığı demokrasi dalgası ve baskısına da artık eskisi gibi dayanmamakta ve liberal eksenli tavizler vererek siyasal özgürlükleri arttırmak zorunda kalırken, dış politikada’ da petrol gelirlerinin yerini alacak alternatifleri arttırma eğilimiyle düşman algılarını değiştirmektedir.

B. Filistin Direnişinin Başlaması

     Yahudilerle Arapların çatışmaları, İngiltere ile Fransa devletlerinin Ortadoğu’yu işgal etmesinden, yeni 1916’dan sonra yoğunlaşmıştır. Filistin’e 1914 yılında asker çıkartmış olan İngiltere Devleti, bu tarihten sonra Yahudi çetelerinin organize edilmesinde ve Yahudi kolonilerinin güvenliğinin sağlanmasında başrol oynamıştır. 1920’ler de iyice artan çatışmalar 1936 yılında büyük bir isyana dönüşmüştür. Yahudi çetelerini kollayan İngiltere Devletine karşı Arapların başlattığı bu isyana, Suiye asıllı Şeyh İzzettin El Kassam önderlik etmiştir. Genel grev ve sokak gösterilerinin eşlik ettiği ayaklanma, Yahudi çetelere ve İngiliz askerlerine karşı silahlı eylemlerle de gündeme gelmiştir. İngiltere devleti bu ayaklanmayı ancak 1939 yılında bastırabilmişti ve bunun için 40 bin Filistinliyi katletmesi gerekmişti. Bu isyanın lideri kasım, ulusal bir sembol haline gelmiş ve bu isyan Filistin direnişinin öncülü olmuştur.

     Ayaklanmanın bastırıldığı döneme kadar Filistin’de ilk siyasal örgütler kurulmaya yaygınlaşmaya başlamıştı. Kasım 1918 tarihinde Filistin’ de bir Yahudi devleti kurulmasına karşı ilk Müslüman Kardeşler’ in kurduğu Genç Müslümanlar Birliği takip etmiştir. 1948 yılında İsrail’in kurulmasına kadarki dönemde yer alan siyasi örgütlenmelerin çoğunlukla dini biçimli olduğu söylenebilir. Çoğunlukla merkezi bir yapıdan yoksun ve küçük gruplardan oluşan bu dönemin örgütlenmeleri, direniş kültürünü yaymak açısından önemli rol üstlenmişlerdir.

     1948 yılı sonrasında çok sayıda küçük gruplar ortaya çıkmıştır. Gerek İsrail Devleti’nin varlığı gerekse onun giriştiği katliamlar, silahlı direniş örgütlenmeleri arttırmıştı. Çoğunluğu Kahire’ de (Mısır’ da) okuyan öğrenciler tarafından kurulan “Fedain” örgütleri Filistin direnişine yön veren birçok silahlı örgütün temelini oluşturmuştur. 1959 yılında fedain örgütlerinin bazılarının birleşmesiyle El Fetih (Filistin Milli Kurtuluş Hareketi)kuruldu. Yaşar Arafat öncülüğünde kurulan bu örgüt, İsrail Devleti’nin ancak silahlı mücadeleyle yenileceğine inanıyor ve demokratik bir Filistin Devleti kurmak istiyordu. Bu hareket hem Mısır’ın “Arap Sosyalizmi” ne hem de Müslüman Kardeşlerin dini faaliyetlerine yakınlık duyuyordu. Cezayir Ulusal hareketinden de etkilenen bu örgütte çok sayıda farklı akım bir arada ilerliyordu.

      1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgüt’ü (FKÖ) kuruldu. 40 örgütün tek çatı altında toplanmasını sağlayan FKÖ’nün başına, önce S. Arabistan Devleti yanlısı Ahmet Şekeyri getirilmişti. Ancak bu uzlaşmacı lider yerine 1969 yılında Y. Arafat’ın FKÖ liderliği ile birlikte El Fetih, bu çatı örgütünün en etkili isimlerinden biri olmuştur.

     FKÖ içerisinde Marksist sosyalist örgütler de bulunuyordu. Bu durum FKÖ’nün uluslararası sosyalist hareket içerisinde enternasyonal bir dayanışma örneği yaşanmasına vesile olmuştu. Özellikle Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) önderliğinde dünyanın birçok bölgesinden gelen devrimciler eğitilmiş ve İsrail Devleti’ne karşı birlikte savaşılmıştır. FHKC’nin kuruluşu, 1948 yılı sonrası kurulan Arap Ulusal Hareketi’nin(ALI) Filistin kolu şeklinde gerçekleşmiştir. 1967 yılında kurulan FHKC’nin kurucu önderlerinden biri olan George Habaş, Hristiyan bir aileden gelmişti. FHKC, direnişin Marksist bir çizgide ilerletilmesi için mücadele verirken, bu direnişin bir din savaşı olmadığını Filistinlilere kanıtlama mücadelesi de vermiştir. 1969’da FKÖ’ye katılan FHKC, günümüze kadar silahlı olarak direnişe katılmış ve El Fetih’in uzlaşmacı, milliyetçi ve ulusal çizgisini en çok eleştiren örgüt olmuştur.

     FKÖ, 1970 yılına kadar Ürdün’de konumlanmıştır. İsrail Devleti ve ABD Merkez Devletleri’nin baskısıyla Kral Hüseyin, çoğunluğu sivil olan 20 bin Filistinliyi katletmiştir. “Kara Eylül” olarak anılan bu katliam ile 1973 yılında Arap Devletleri’nin İsrail Devleti’ne yenilmesi sonrasında El Fetih’in kararlı duruşunda yalpalanma yaşanmıştır. Daha önce İsrail Devleti’nin yok edilmesini savunan El Fetih “bu savaşın tek başına başarılamayacağını, uluslararası desteğin şart olduğunu ve iki devletli çözümün gerekli olduğunu” savunmaya başlamıştır. Bu fikir, program değişikliği sonrası ABD MD ile İsrail ile diyalog kurma çabalarına giren El Fetih, bu iki devletin karşılanmayacak talepleri doğrultusunda bir süre geri durmuştur.

     1944 yılında kurulmuş olan Arap Birliği, ABD güdümüne girdikten sonra FKÖ’yü devlet statüsünde üye yapmıştır. Arap Devletleri “iki devletli çözüm” noktasında mutabık kalmakla İsrail Devleti’ni varlığını resmen kabul etmiş oldu. İsrail Devleti’nin yok edilmesi fikri, 1973 yenilgisinden sonra Arap Birliği ve FKÖ tarafından resmi olarak terk edilmiştir. Bu da İsrail Devleti’nin bölgedeki kalıcılığını onaylamak olarak yorumlanabilir.

     El Fetih, yeni programını kendi tabanına bile kabul ettirmekte oldukça zorlandı. Bu da diyalog süresini erteleyerek uzamanı sağlamıştır. El Fetih öncülüğündeki FKÖ, bir taraftan yeni çizgisini kabul ettirmeye diğer yandan Lübnan’da güçlenmeye çalışıyordu. Lübnan iç savaşına katılan ve Lübnan Ulusal Hareketi(LUH) ile ittifak kuran FKÖ, 1982’ye kadar burada konuşlanmıştı. 1982 yılında İsrail Devleti’nin, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarını basarak, 20 bin Filistinliyi katletmesi sonrası FKÖ, Lübnan’ı terk ederek Tunus’a yerleşmişti. FKÖ’nün Merkez Komitesi’nin burada konuşlandığını bahane ederek burayı bombalayan İsrail Devleti’ne herhangi bir uluslararası yaptırım uygulanmamıştır. Bu saldırıların, FKÖ’nün İsrail ile uzlaşmaya yanaşmasında etkili olduğu söylenebilir. Ancak tabandan gelen tepkiler nedeniyle iki devletli çözümü başlatacak diyalog süreci sürekli geciktiriyordu. 1987 yılında başlayan 1. İntifada(isyan-ayaklanma), bu süreci biraz daha ötelemiştir.

C. Birinci İntifada(1987-1991)

     İntifada, Filistin halkının İsrail Devleti’ne karşı taşlarla, sopalarla, bedenleriyle savaştığı, her bedeli göze aldığı bir ayaklanma oluşuyla hem İsrail Devleti’ni zor sokmuş, hem de Filistin direnişinin tekrar dünya gündemine oturmasını sağlamıştır. İntifada, İslami Merkez(Hamas) gibi şiddete başvurmayan örgütlerin bile silahlı mücadeleye başlamasını sağlamıştır. Dolayısıyla Arafat’ın “iki devletli” çözümü yerine silahlı mücadelenin büyüdüğü bir sürece girilmiştir. İntifadanın yarattığı olumlu havanın etkisiyle Cezayir’de bulunan Filistin Ulusal Konseyi(FUK) Filistin Devleti’ni(1988 yılında) ilan etti. BM’nin 181, 194 ve 242 no’lu kararlarındaki muğlaklığı gidermek için 338 no’lu kararları, kabul ettiğini ilan eden FKÖ, intifadayı kendi politikalarını, programını hayata geçirmek için bir araç olarak görüp bir fırsatı değerlendirmek istemiştir. Bu kararların kabulü, İsrail Devleti’nin varlığının kabulü ve tanınması anlamına geliyordu. Böylece İsrail Devleti’nin yok edilmesi fikri, resmen iptal edilmiş oldu.

     1989-1991 yılları arasında sosyalist blokun yıkılışı, Yeni Dünya Düzeni(YDD), Küreselleşme vb. ekseninde biçimlenen uluslararası gündem, Filistin intifadasında olan küresel desteğin azalmasına sebep olmuştur. Bu zemini kullanan ABD Merkez Devletleri ve İsrail Devleti, FKÖ ile diyaloğu başlatarak intifadanın sonlanmasını sağlamışlardı.

D. Oslo Süreci(1991-2000)

     ABD Merkez Devletleri ve İsrail Devleti; Filistin direnişine karşı bağımsızlık kozunu ön plana çıkararak Osla Sürecini başlatmıştı. Oslo Süreci, 1991 yılındaki Madrid Konferansıyla başlamıştı. 1993 yılında ülkeler deklerasyonu ile devam ederek ilk antlaşmaların imzalanmasına geçilmişti. 2000 yılına kadar devam eden süreç 7 antlaşma içeriyordu. Bu çerçevede 1996 yılındaki “geçici statü” görüşmelerinin, 1999 yılında bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına evrileceği öngörülüyordu. Bu sürecin antlaşmalarına göre Batı Şeria ve Gazze üç kategoriye ayrıldı. A kategorisi, Filistin yönetimindeki bölgeleri; B kategorisi güvenliğin İsrail Devleti’nde, sivil idarenin Filistin yönetiminde olduğu bölgeleri; C kategorisi ise İsrail Devleti yönetimi altındaki bölgeleri kapsıyordu. Bu süreç sonunda Gazze’nin %35’i, Batı Şeria’nın %59’u İsrail yönetiminde (C kategorisi) kaldı. Üstelik bu orana, B kategorisindeki ortak yönetimle Batı Şeria’nın en verimli topraklarına sahip olan %5’lik kesim dahil değildir.(2)  İsrail Devleti, Oslo Sürecinde Yahudi yerleşim yelerindeki konut sayısını 32.750’den yaklaşık 51.000’e çıkartmış (bu %62’lik bir artış demektir.) ve “barış için toprak” ilkesini ilan etmişti. Yeni Yahudi yerleşim yerlerini, Filistinlilerin yerleşim yerlerini çevreleyecek şekilde inşa eden İsrail Devleti, Asur Devleti’nden miras kalan sömürgecilik ekseninde işgalini yaymıştır.

     İsrail Devleti’nin bu niyeti ve ABD Merkez Devletlerinin iki yüzlülüğü, 1999 yılında ilanı öngörülen Filistin Devleti’nin kuruluşunun ertelenmesiyle daha çok açığa çıkmıştı. İsrail Devleti bütün tarihi Filistin’i istiyordu ve ABD Merkez Devletleri de bu isteğine onay vermişti. Olso Süreci boyunca, direnişin temel taleplerinden ve Birleşmiş Milletler’in 194 nolu kararında öngörülen hedeflerden birisi olan “Filistinli mültecilerin geri dönüşü”nün reddedilmesi, Kudüs’ün statüsünün gündeme alınmaması ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa’nın altına “arkeolojik çalışmalar” adı altında tüneller kazılması gibi yaklaşımlar da İsrail Devleti’nin niyetini açığa vurmuştur. İsrail Devleti, ayrıca Birleşmiş Milletler’in 181 nolu kararı uyarınca tarihi Filistin’in %56’sına bile razı olmadığı gibi, Birleşmiş Milletler kararlarını hiçe saymıştır.  İsrail Devleti, iki devletli çözümün bir parçası olan tarihi Filistin’in %22’lik kısmına bile göz dikmiştir. Bu niyetini 2003 yılında oluşturulan “yol haritası”nda, 2007 Annapolis Zirvesinde, 2011’deki “Barış” görüşmelerinde veya her fırsatta yeni Yahudi yerleşim yerleri inşa etme pratiğinde de göstermiştir.

     Oslo Sürecinde, katliamlara devam eden İsrail Devleti’ne yönelik tepkiler, Arafat’a olan tepkilerile birleşince II. İntifada’nın önü açılmıştı.

E. İkinci İntifada ve Yol Haritası(2000-2003)

     Oslo Sürecinin olumsuz sonuçlanması ve El Fetih’in yolsuzlukları, halihazırda tepkileri arttırmıştı. Sabra ve Şatilla mülteci kamplarındaki katliamın faillerinden olan, “kasap” lakaplı Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de El Aksa’yı ziyaret etmesi, Filistinlilerde büyüyen öfkeyi ve tepkiyi taşırdı. II. İntifada’nın (El Aksa Ayaklanması) başlamasına vesile oldu.

     II. İntifada, İsrail Devleti’nin gerçek niyetini birkez daha açığa çıkartmış ve silahlı direniş örgütlerine verilen desteğin büyümesini sağlamıştı. II. İntifada’nın sonuçlarını, 2008 yılında ölümsüzleşen FHKC kurucu üyesi George Habaş şöyle değerlendirmişti: “II. İntifada, Filsitinlilerin davalarına bağlılığını kanıtladı. ABD-İsrail planı bozuldu. İntifada, Filistin halkını tanımayan herhangi bir antlaşmanın başarısızlığa mahkum olduğunu kanıtladı. Siyonist hükümetin kartlarını açık oynamasını dayattı. Filistin halkının potansiyel enerjisini açığa çıkardı.”(3)

     İsrail Devleti, şiddet ve katliamlarla saldırmasına rağmen üç yıl boyunca İntifada’yı bastıramadı. Bunun üzerine tekrar bağımsızlık kozunu öne sürüp İntifada’yı zayıflatmaya çalıştı. Bunun yanısıra 2001 yılında Afganistan’ı, 2003 yılında ise Irak’ı işgal etmiş olan ABD Merkez Devletleri’nin biraz sükunete ihtiyacı vardı. Bunun da üzerine 2003 yılında “Yol Haritası” hazırladıklarını ilan edip “Barış görüşmeleri” için çağrı yaptı.

     Bu süreçte Şaron, Yol Haritası’na aykırı bir şekilde 20 yeni yerleşim yeri daha inşa etti. Plana göre boşaltılması gereken 8 Yahudi yerleşim yerinin 7’si zaten boştu. Bunların yanısıra bu süreç boyunca direniş örgütlerine yönelik saldırılarına ara vermeyen İsrail Devleti, bu konuda Filistin yönetimine de sürekli baskı yaparak direnişçilerin tutuklanmasını, kısıtlanmasını vs. “barış” için şart koşuyordu.

     Yol Haritası hedefine ulaşamadı. Bağımsızlık kozu tekrar rafa kaldırılmış, ancak İntifada da bu sayede sonlandırılmış oldu. Ancak FKÖ’nün zayıflamasına paralel olarak güçlenen diğer silahlı direniş örgütleri, direnişi sürdürüp farklı boyutlara taşımışlardır. Bu süreçten sonra Hamas öne çıkmıştır.

F. Hamas ve Direnişin Dini Biçimi

     Hamas’ın ortaya çıkışı, Müslüman Kardeşlerin Gazze’deki örgütlenmeleri sonucu oluşmuştur. 1949 yılında kralı devirmeye çalıştığı için Mısır’da yasadışı ilan edilen Müslüman Kardeşler, 1952’deki Hür Subaylar darbesinde Nasır’ın yanında saf tutmuş; ancak sonradan Nasır’dan da baskı görmeye başlamıştı. Bu baskıların da etkisiyle çevre ülkelerden Afganistlan ile Hindistan’a kadar uzanan örgüt, onlarca kola ayrılmıştı. Bu kollardan birisi de Gazze’de kurulmuştu. Bu kol, önceleri şiddete başvurmayan bir tarikat olarak örgütlenmişti. 1967 yılında Mısır’ın Gazze’yi terketmesi sonucu Şeyh Ahmet Yasin, buradaki faaliyetleri “İslami Merkez” adlı bir örgüt etrafında yoğunlaştırıp illegal faaliyetleri başlattı.

     İslami Merkez, I. İntifada sırasında silahlı mücadeleye başlamış ve Hamas ismiyle illegal-silahlı bir kol oluştururken, legal alan faaliyetlerine de yoğunlaşmıştır. Oslo Sürecinde radikal bir çizgiye kayan Hamas, 1993 yılında intihar eylemlerini başlatmış ve bu süreçte birçok direniş örgütü ile birleşerek İsrail Devleti’ne saldırmıştı.

     II. İntifada sürecinde daha çok güçlenen Hamas, İsrail Devleti karşısındaki kararlı duruşu ve halkın acil ekonomik ihtiyaçlarına yönelik geniş örgütlenmeler kurması sonucu büyük bir politik güç haline gelmiştir. Bunun verdiği özgüvenle 2006 yılındaki seçimlere girip kazanmıştır. Bu seçim zaferi ABD Merkez Devletleri, İsrail Devleti ve Avrupa devletlerinin hiç hoşuna gitmedi ve “demokrasi havariliğinden” vazgeçip seçimi tanımadılar. El Fetih’in Hamas’la çatışmasını sağlayarak Hamas’ın Filistinlilerin gözünden düşmesini hedeflediler. Gazze’ye çekilen Hamas El Fetih’i buradan tamamen çıkarttığı gibi El Fetih’in binalarında İsrail Devleti ile yaptığı gizli antlaşmaları bularak bunları kamuoyuyla paylaştı. Böylece Filistin yönetimi iki parçalı (hükümetli) olmuştur. Hamas Gazze’de, El Fetih Batı Şeria’da yönetime geçmişti. İsrail Devleti’nin Gazze’ye yönelik yoğun ablukası da bu dönemde başlamıştı.

     2011 yılının başında Fas’tan İran’a kadar olan İslam coğrafyasında yayılan gösteriler ve isyanların yarattığı değişimler Hamas’ı masaya oturmaya zorladı. İsrail Devleti kısa bir süreliğine Yahudi yerleşim yeri inşalarını durdurdu, Mısır Devleti ile anlaşarak Refah (Gazze) sınır kapısını açmasını sağladı ve ablukayı hafifletti. İsrail Devleti, Hamas’ı uzlaşı zeminine çekmeye çalışırken Mahmud Abbas’ın da Batı Şeria’da itibarını arttırmasını hedefledi. El Fetih’i eski görkemli günlerine döndürme hayali kuran Abbas, Birleşmiş Milletler’de Filistin’in bağımsızlığını ilan etti. Ancak bunun bir komedi olduğu ve ciddiye alınmayacağı çabucak belli oldu. İsrail Devleti ve ABD Merkez Devletleri uzun bir aradan sonra nihayet Hamas’ı da iki devletli çözüm konusunda ikna etti. Bu, Hamas için yeni bir adım olsa da Hamas’ın bölgesel desteğini arttırmasını sağladı. Filistin sorunu, başlangıcından itibaren küresel-hegemonik güçlerle bölgesel iktidar odaklarının rekabetinin bir tecessümü işlevi görmüştü; bu niteliğini 2004 yılında ilan edilen Büyük Ortadoğu Projesi’nde de sürdürerek Rusya, İran, Suriye, Yemen devletleri ile ABD, İsrail, Türkiye Ürdün, Mısır ve Körfez Ülkeleri devletlerinin oluşturduğu bloklaşmada da genişletmişti. Hamas da bu konjonktürel durumu lehine çevirmek adına hem Suriye-İran devletleriyle ve dolaylı olarak Rusya Merkez Devletleri ile ittifak arayışına girmiştir. Hem de mezhepsel birliği olan Körfez devletleri ve Türkiye, Mısır, Ürdün devletleriyle ittifak arayışına girerek bölgesel desteğini arttırma çabasını sürdürmektedir.

Sonuç Yerine:

     Filistin Devleti’ni tanıyacağını ilan eden 100’den fazla devlet olmasına rağmen Birleşmiş Milletler’de veto hakkı bulunan 5 devlet, Filistin’de devlet kurulmasını engellemeye devam ediyor. Ortadoğu dörtlüsü olarak anılan ABD, Avrupa Birliği devletleri, Rusya ve Arap Birliği; Filistin sorununu küresel ve bölgesel dengelerin düzenlenmesinde bir manivela olarak kullanmaya devam ediyor. Ortadoğu’daki bütün kronik sorunlar gibi Filistin sorunu da sadece iki karşıt gücün çatışmasına dayalı iç dinamiklerle biçimleniyor. Aynı zamanda ve bazen doğrudan bazen dolaylı olarak bölgesel ve küresel güç dengelerinden etkileniyor ve onları etkileyebiliyor. Bu durum Filistin sorununun çözümünü zorlaştırıp uzun sürece yayılmasında etkili olmuştur. Buna rağmen Filistin Direnişi her sürece özgü, yeni biçimleriyle varlığını sürdürmüştür.

Kaynaklar:
1)
NTV Tarih, Temmuz 2010

2) Edward Said, Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu

3) Filistin: Devrim Sürüyor, Anka Yayınları

NOT: Bu yazı cezaevinden epeyce gecikmeli olarak elimize ulaştığından Filistin’de yaşanan son gelişmeleri içermemektedir.