Filistin ve Kürdistan, Türkiye siyasal gündeminin çok kritik ve siyasal sürecin geleceğini belirleyecek iki önemli sorunudur. Ama bu iki sorun, yalnız Türkiye’nin değil, tüm Orta Doğu’nun gündemine oturmuştur ve siyasal sürecin en keskin cepheleri durumundadır. Orta Doğu’da emperyal güçlerin rekabetlerinin keskinleştiği oranda, her iki halkın kan ve ateş içinde süren mücadeleleri ve gelecekleri, dünya gündeminin ön sıralarına fırlamaktadır. Dünyanın vahşi arenasında öne çıktıkları boyuttan daha etkili olarak Türkiye siyasal gündeminde belirleyici, çözülmeden hiçbir sorunun çözülemeyeceği bir ağırlık kazanmaktadırlar.
Kürdistan’ı sömürge statüsünde tutan 4 ülkede, Kürt özgürlük mücadelesi daha ağırlıktadır ama Filistin sorunu da bu dört ülkenin iç ve dış politikasında temel meselelerden biridir. Filistin sorunu ayrıca tüm Arap ve Müslüman halkların kalben derinden sahiplendikleri bir özgürlük davasıdır. Gazze’deki Siyonist vahşeti dünya televizyonları her gün veriyor, tüm Kürdistan coğrafyasında TC’nin sürdürdüğü soykırım düzeyindeki vahşet karşısında ise sessiz kalıyor. Bu özellikleriyle ve güncel olarak yaşadığı göz önünde olan soykırımla, Orta Doğu çapında ve dünya siyasetinde Filistin sorunu daha öndedir. Emperyalist güçler, konjonktürde Kürt sorunuyla her boyutta ilişkilenirken bunu daha çok kapalı diplomasi düzeyinde sürdürüyorlar. Kürt sorunu diplomasi dehlizlerine sıkıştırılacak bir sorun değil, şehirlerden ve dağlardan yaktığı ateşlerle dünya gündemine ben buradayım diyor.
Tarihe isyan ederek kendisini var eden tüm halklar, zaman zaman ileri ve geri adımlar atarlar ama yok edilemezler. 1915 yılında Osmanlı Hariciye Nazırı Talat Paşa’ya bir Fransız gazetecisi Ermeni meselesini soruyor, Osmanlı paşasının cevabı dünya manşetlerine geçiyor: “La question Ermeniyan n’exsist plü” (Ermeni sorunu artık yok) diyor. 7 Ekim öncesi ABD ve Arap gerici devletlerinin Abraham Antlaşması ihanetiyle tarihe gömmek istedikleri Filistin sorunu, dostlarını ve düşmanlarını şaşırtan bir dirilik ve cüretle, ben buradayım, dedi. Sömürgeciliğe karşı özgürlük savaşı yürüten halkların mücadelesinde; önde olma, arkada olma ölçüsü olmaz; halkların mücadelesi birbirine karşı değil, iç içedir ve bir halk özgürlüğünü kazandığında, diğer tüm halkları boğan kölelik zincirini de parçalamış olur.
Bu söylenenler ulu orta sözler değil, bölge çapında ama aynı zamanda Türkiye’de, 40 yıldır süren kanırtıcı savaş koşullarının sonuçlarıdır. Bu özelliklerinden dolayı, her iki halkın mücadelesi aynı zamanda Türkiye devrim mücadelesiyle iç içe geçmiştir. Bundan dolayı bu konuda doğru tavır almak, Türkiye ve Kürdistan devrimci güçleri için hayati önemdedir ve her iki halkın içinde bulunduğu koşullar, genel hatlarıyla ve bütün boyutlarıyla değerlendirilmelidir.
Filistin ve Kürdistan halkları, günümüz dünyasında birbirine çok benzer gelişmeleri yaşıyor. Tarihleri bile aynıdır; aynı emperyalist politikalar doğrultusunda aynı tarihlerde bölünme ve sömürgeleştirme süreçleri başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda nasıl Kürdistan dört parçaya bölündüyse, Filistin’de de yerleşimci sömürgecilik 1948’de resmileşmiş, ama Siyonist yerleşimciliği aynı tarihlerde (20. yüzyılın başında) devreye sokulmuştur.
Türk devleti, yüz yıldır Kürtleri öldürüyor; Siyonistler, 100 yıldır Filistinlileri öldürüyor ama ne Filistin davası ne Kürt özgürlük direnişi bitiyor. İki halkın düşmanları gibi kaderleri de aynıdır. Bugün yaşanmakta olan Kürt soykırımı ve Filistin halkının topraklarından zorla kovalanarak soykırıma tabi tutulması süreci de 1920’li yıllarda başlamıştır ve halen katlanarak devam etmektedir. İki halkın mücadelesi ideolojik, siyasal, askeri, bölgesel ortaklıkları ve güncel ihtiyaç olarak birbirine bağlanmıştır.
Mevcut konjonktürde, Orta Doğu denilen coğrafyada her iki halkın direniş mücadelesi de çok yalnız; dostlardan, ittifaklardan mahrum durumdalar. (İran’ın Hamas üzerinden yaptığı destek önemli ama asıl olarak kendi bölge siyaseti için Filistin mücadelesini araçsallaştırmaktadır.) Her iki halkın mücadelesinin tek sarsılmaz dostu, zayıf devrimci güçlerin desteği dışında, kendi halklarının, dünya halklarının ve diğer ezilen halkların desteğidir. Her iki halkın birbirlerinden başka gerçek dostları yoktur. Kürt ve Filistin halkının çıkarları, kurtuluşu, daha tam bir ifadeyle kaderleri birleşmiştir. Tarihte Kürt ve Filistin halklarının kurtuluş yollarının iç içe geçtiği biçimde başka bir olay yoktur.
TC devleti yerleşimci-sömürgeci bir devlettir. Ermeni, Süryani, Rum halklarına tehcir ve soykırım uygulayarak, yerlerine kaybettiği topraklarda Osmanlı bakiyesindeki nüfusu yerleştirmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne Kürt halkına karşı katliamlar uygulamakla yetinmeyip 40 yıldır sömürgeci-soykırım siyaseti uygulamaktadır. Bu konuda İsrail ve TC kardeş ülkelerdir. İsrail ve Türkiye, kim istiyorsa açıklasın; hangisi hangisinden soykırım ve sömürgecilikte geri kalır?
İsrail, fanatik bir şeriat devleti ve mükemmelleşmiş bir savaş mekanizmasıdır. Zor ve katliamlarla başkalarının toprakları üzerine kurulduğu için toplumun ezici çoğunluğunca kabullenilmiş bir güvenlik devletidir. Filistinlilerin yanı sıra diğer Arap devletleriyle girdiği savaşlarla tüm toplumu askerileştiren ve bunu ideolojik (Siyonizm) ve dini (seçilmiş kavim) fanatizmiyle birleştiren modern bir şiddet makinasıdır. Dünya Siyonist sermaye gücüyle ve emperyalizmden sağladığı teknolojiyle en gelişkin ölümcül silah (nükleer silahlar dahil) tekniğine ve aynı düzeyde gelişkin askeri tekniklere sahiptir. Kendi geliştirdiklerinin yanında emperyalist silah tekellerinin geliştirdiği bütün yeni silahlara anında sahip olmaktadır. Bu gelişkin savaş, silah birikimi ve deneylerini tüm faşist ve gerici diktatörlere ihraç etmektedir. Suudiler, tüm körfez monarşileri ve Türkiye, kitlesel kontrol teknolojileri ve sınır güvenlik gereçlerini İsrail’den temin etmektedir. İsrail geçmişte ırkçı Güney Afrika ve Tamil halkını soykırıma uğratan Sri Lanka dahil birçok sömürgeci apartheid yönetimlere de aynı desteği vermiştir.
Türkiye’nin Kürdistan coğrafyasında uygulamaya çalıştığı tüm askeri savaş yöntemleri; köy hatta ilçe düzeyinde zorla göçerttirmeler, Kürt yerleşim birimleri ve dağlarına varıncaya kadar tüm coğrafyayı kameralar, değişik alarm ve sinyalizasyon sistemleri, turnikeler, tel örgüler, sinyal vericilerle donatılmış yüksek beton duvarlar, bunun yanında sınır boyunca baraj ve kanallar, kırsal bölgelerin tüm stratejik tepelerine gözetleme kuleleri ve yüksek hava denetim teknolojileri dahil bütün bu savaş teknikleri İsrail’den devşirmedir. Daha önemlisi, Türkiye bugün geliştirdiği ve ihraç ettiği İHA, SİHA, dronelar dahil tüm hava savaş araçlarının imalat ve kullanımında, zamanında İsrail’den destek görmüştür. İlk İHA’lar (Heron) İsrail’den kiralanmıştır.
Türkiye, İsrail’i kurulduğu yıl içinde tanıyan ilk Müslüman ülkedir ve o zamandan günümüze iç politika gereği zaman zaman sertleşen karşılıklı söz düellosu ve göstermelik diplomatik atışmalar, Türk ve Kürt müslüman kitlelerin gözünü boyamak için yapılan mizansenden ibarettir. TC-İsrail ilişkileri, İsrail’in kuruluşundan bugüne aynı dalgalı diplomatik manevralar dışında, stratejik ortaklık üzerinden yürümüş ve stratejik ortaklık her koşulda korunmuştur. Uzun yıllar boyunca her iki devlet, bölge ve dünya politikalarında yan yana ve stratejik müttefik durumundadır. Bugün Tayyip ve AKP döneminde ne yaşanıyorsa, benzer bir mizansen hep sürmüştür. Aynı ittifak ilişkisi, 1979’da Şah’ın devrilmesi sonrası islam devletine dönüşen İran’a karşı geçerlidir. Türkiye – İran – İsrail ittifakı, zamanın Orta Doğu’sunda emperyalizmin karşı devrim cephesi, bir anlamda bölge NATO’sudur. Ürdün ve Krallık yıkılıncaya kadar Irak da bu şeytan ittifakının içindedir. Her üç devlet de ABD’nin Orta Doğu’daki tüm karşı devrimci saldırılarının sivri uçlarıydı. SAVAK, MOSSAD, ÖHD (sonrasında MİT) CIA’nın alt şubeleri gibi çalışmıştır. Irak kralı Türkiye’deyken BAAS darbesi yapıldı, Menderes iktidarı Irak sınırına asker yığarak, Irak’a müdahaleye kalkıştı, SSCB aktif devreye girerek işgali önledi. İran 1979 sonrası bu ittifaktan kopmuştur, ama Türkiye-İsrail ilişkileri, günümüze kadar artarak devam etmiştir.
Bugün Tayyip döneminde görünürde ilişkiler ne kadar gerilirse gerilsin, temel politikalarda stratejik ittifak devam etmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri, her iki topluluk arasındaki gerilimlere rağmen vazgeçilmez siyasal ve ekonomik temellere sahiptir. Zamanında abluka altındaki Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan Mavi Marmara gemisinde yaşanan katliam, kısa sürede unutuldu ve hemen akabinde Türkiye-İsrail dostluğu her alanda geliştirildi. 7 Ekim öncesi karşılıklı ziyaretler planlanıyordu, Körfez ve Doğu Akdeniz’de İsrail’in gasp ettiği Filistin doğal gazının Batı’ya taşınacağı dev bir ortaklık kurulmak üzereydi. Tayyip’in en galiz hakaretlerle İsrail’e veryansın ettiği 7 Ekim’den sonra da ekonomik ilişkiler artarak sürdü. Türkiye toplumunda yükselen infial sonucu “ticari ilişkiler sonlandırıldı” açıklamasına rağmen, İsrail’e bizzat savaşı sürdürmesi için gereken çok yönlü lojistik destek devam ediyor. Ama aynı zamanda parlak nutuklarla Filistin halkını destekliyoruz riyakarlığı sürdürülmektedir. Türkiye’de devrimciler dışında İsrail’i lanetleyenlerin hepsi, İsrail’den daha ikiyüzlü bir alçaklık içindedir. İsrail’i lanetleyip kendi yanı başında ve birlikte yaşadığı Kürt Halkına yapılanları görmeyenler kör değil, ikiyüzlüdür.
Filistin davası yüz yıllık soykırıma karşı direnişiyle haklı olarak dünya ezilenlerinin ortak davası düzeyine yükselmiştir. Tüm dünyadaki direniş ve isyanlarda, Filistin kefiyesi ve bayrağı direniş ve isyanların sembolü haline gelmiştir. AKP-MHP faşizminin Filistin direnişi karşısındaki ikiyüzlü politikaları zayıf karnını oluşturmaktadır. Bugün Türkiye ve Kürdistan’da Filistin halkıyla ve direnişiyle dayanışmak, aynı zamanda AKP-MHP faşizmiyle cepheden mücadelede önemli bir halka ve güçlü bir motivasyondur. Türkiye ve Kürdistan devrimci güçleri, kitlelerle daha güçlü bağlar kurabileceği bu momenti ve atmosferi değerlendirememiştir. Türkiye devrimci güçlerinin geniş bir kesimi, ayrı ayrı birçok eylemler gerçekleştirmiş ama bunlar etkili olmamıştır.
Devrimci ve sosyalist güçlerin içindeki bazı eğilimler, İsrail saldırıları karşısında “Her ikisi de gericidir” veya her türlü savaşa karşıyım benzeri bir duyarsızlığı dillendirmiştir. Bu savaşta “Her türlü barbarlığı açıkça kınıyorum” demek, vicdani rahatlık verebilir ama en güçlü ve en zalimin yanında yer almak sonucuna çıkar. Türkiye devrimci hareketinin bazı eğilimleri “HAMAS Gericiliği” gerekçesiyle kararsız kalsa da Yeni Demokrasi, ESP ve başka devrimci örgütler ikircimsiz bir şekilde, “ama Hamas” demeden eylemin haklılığını savunarak Filistin direnişinin yanında yer aldı. Ancak bu siyasal düzeyde devrimci, sosyalist güçler olarak görevimizi yaptığımız anlamına gelmez. Siyaset, doğruları tekrar etmekle yetinmek değildir. Gazze karşısında söylem olarak doğruda durmak bir tavırdır, sıradan insani bir tavırdır, devrimci tavır için ise yeterli değildir.
Bu soykırım karşısında kararlı olan tüm güçler, gelecek bütün saldırıları bilerek ve her türlü bedeli ödemeye hazırlıklı olarak, bütün güçleriyle ve sonuna kadar kararlı bir direniş çizgisinde ısrar etseydi, sokakları savaş alanına döndürebilseydik, bu AKP-MHP faşizminin ikiyüzlülüğünü tüm halk kitleleri gözünde teşhir edebilirdi. Çok daha az bir güçle “Filistin için 1000 genç” sloganı etrafında bir araya gelenler, hem etkili eylemler yapmış hem kamuoyundan büyük destek görmüş hem de faşist iktidarın ikiyüzlülüğünü teşhir etmiştir.
Şimdiye kadar bu görev, gerçekleştirilemedi ama zaman kaybedilmekle birlikte her şey bitmiş değildir. Siyonizmin katliamcılığı, şimdi Lübnan’a da yayılmış olarak, artarak devam ettiğinden tüm gücümüzle ve hep bir ağızdan sokaklara dökülerek, Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltebiliriz.
Burada Türkiye devrimci güçlerinin koordinasyonsuzluğunun kahredici bir sonucuna değinmek zorunludur. Amerika’dan Filistin direnişiyle dayanışmak için Batı Şeria’ya giden ve dayanışma anında İsrail’li canilerce katledilen sosyalist Ayşe Ezgi Eygi’nin Türkiye’ye getirilen cenaze töreninin AKP- MHP faşizminin gösterisine çevrilmesini engelleyememek, Türkiye devrimciliğinin utanç vesikası olarak okunmalıdır.
Aksa Tufanı Harekatının Değerlendirilmesi
Birinci yıldönümünün ön gününde olduğumuz Aksa Tufanı Harekatı’nı bir kez daha hatırlayalım. Aksa Tufanı, içinde iki Marksist devrimci örgütün de yer aldığı 14 Filistinli örgütün birlikteliğiyle gerçekleştirilmiştir. Nitekim harekattan sonra ilk açıklamayı 14 örgüt adına “Ortak Operasyonlar Odası” yapmıştır. Bu açıklamada harekatın planlanması, hazırlıkları, hedef ve amaçları ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Oslo ihanetinin reddedildiği belirtilerek, Özgür Filistin Devletinin kurulması ve İsrail’in kesintisiz kanlı saldırılarına bir cevap olarak geliştirildiği vurgulanmış ve tüm İslam ve Arap dünyası işgale karşı birleşmeye çağrılmıştır. Aksa Tufanı Harekatına en güçlü örgüt olarak HAMAS öncülük etmektedir ama bu diğer örgütlerin harekattaki varlığını ve etkisini ortadan kaldırmaz.
Aksa Tufanı Harekatını bütün yönleriyle değerlendirmek için, bu harekatın kapsamı ve siyasal bileşiminin doğru kavranması gerekir. Bu harekatın tartışmasız etkin gücü, öncüsü siyasal İslamcı Hamas ve İslami Cihad’tır. Bununla beraber bu harekat ulusal bir ittifakın ürünüdür. Bu ittifak, bir siyasal program temelinde değil, pratik eylemlilikler üzerinden kurulmuştur ve uzun zamandır devam etmektedir. Emperyalizme teslimiyetin ifadesi olan Oslo Anlaşması’ndan bu yana değişik düzeylerde devam eden bir ittifaktır. Ama bu ittifak ve son eylemin toplumsal tabanı; siyasal bileşenleri çok aşan, diasporadakiler dahil tüm Filistin halkını içine almaktadır. Siyonist sömürgeci İsrail’e karşı olan tüm Filistinlilerin desteğine sahiptir. Aynı zamanda tüm Arap ve İslam ülkelerindeki halkların çoğunluğunun desteğini almaktadır. Daha öteye tüm antiemperyalist, ilerici dünya kamuoyunun desteğini kazanmıştır. Bu ittifak Hamas’ı çok çok aşan küresel bir boyut kazanmış, ABD ve Batılı emperyalist odağın Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar üzerinde on yıllardır kurmak için yürüttüğü tüm politikalarını alt üst etmiştir. 7 Ekim, Filistin direnişinde unutulmayacak cüretli bir atak ve tarihsel direnişin en yüksek eşiğidir. Bu atak, asıl olarak Filistin’in geleceğini emperyalizm ve Siyonizm’e peşkeş çeken FKÖ ve Arap rejimlerine atılmış bir tokattır.
Bunun en somut göstergesi, ABD başta olmak üzere Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve diğer emperyalist güçlerin, İsrail siyonizminden daha atak biçimde Filistin halkına karşı saldırgan yüzlerimi göstermiş olmalarıdır. Bu, emperyalizmin kanlı ve iğrenç yüzünü tüm dünya kamuoyu ve aynı zamanda kendi halkları nezdinde teşhir etmiştir. Bu öylesine bir kırılma değil, emperyalist rekabette tüm iktidarların kendi halkları karşısında, uzun zamandır geriye çekilmiş ve duyarsızlaşmış dünya toplumu açısından bir kırılma anıdır. Arap ülkeleri başta olmak üzere tüm İslam devletleri Batılı emperyalistlerden daha ikiyüzlüdür. Emperyalist merkezler açık İsrail cinayetlerini desteklerken müslüman denilen tüm ülkeler, sinsice İsrail destekçisidir. Yürekleri kan ağlayan kendi halklarının karşısında bir şey yapmış gibi görünmek için Batılı ülkelere yaptırım çağrısında bulunuyorlar.
Bu gerçeklerden dolayı Orta Doğu’da yaşanan savaş, hiçbir biçimde bir “Filistin-İsrail çatışması” değildir. Geniş çevrelerde dillendirilen bu “eşitleyici” kavram, bilinçli bir saptırmadır. Ortada olan şey, bir “Filistin-İsrail çatışması” değil, “işgal edilmiş topraklar” sorunudur. Milyonlarca Filistinliyi vatansız sürgünler haline getiren, yüz binlercesinin kanına giren Siyonist işgal, doğrudan doğruya sorunun kaynağıdır. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da süren çatışmalar da hiçbir mantıkla Kürtlerin, Arap, Fars, Türk halklarıyla çatışması olarak değerlendirilemez; sömürgecilik sorunudur, sömürgecilkten kurtuluş mücadelesidir. Aynı şekilde Kürdistan’daki savaş da “Türkiye-Kürt çatışması” değildir. Böyle bir eşitleyici mantık, sömürgeciliği meşrulaştıran şovenist burjuva anlayışıdır. Aynı durum, Filistin’deki sorunu eşitleyici mantık için de fazlasıyla geçerlidir.
Aksa Tufanı Harekatı ve Gazze’deki Savaşa Karşı Kürt Özgürlük Hareketinin Tavrı Üzerine
Batı medyası görülmemiş gaddarlıktaki İsrail saldırılarını “meşru savunma” olarak propaganda etti ve Filistin boyutunu karartıp yaşananları, “Hamas-İsrail savaşı” olarak yansıttı. Kürt Özgürlük Hareketi sözcüleri de yaşananları, “Hamas-İsrail savaşı” olarak değerlendirdi ve tarafsız bir dille barış çağrıları yaptı. Nasıl, TC’nin Rojava ve tüm Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşın hiçbir meşruluğu olamazsa, İsrail Siyonizminin de hiçbir koşulda meşruluğu olamaz. Günümüzde Filistin Kürdistan, Kürdistan Filistin’dir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin Gazze’de yaşananlar karşısındaki tarafsızlık tavrı kabul edilemez. Bu tavır, uluslararası ilerici kamuoyunda Kürt davasını zayıflatan etkilerde bulunuyor. Kürt halkı, dünyada Filistin halkına en yakın koşullarda olandır ve Filistin halkının yaşadıklarının aynısını yaşamaktadır. Rojava ve Gazze, birbirinden vahşi saldırılar altındadır; sadece yüksek teknoloji içeren mühimmat ve silahlar, yasaklı fosfor ve misket bombaları, dronelar ve diğer modern savaş araç gereçleriyle değil, en vahşi öldürme teknikleri ve Nazileri aratmayan ideolojik gerekçe ve söylemlerle etnik temizlik ve siyasi soykırıma tabi tutulmaktadırlar.
Komünistler, dünya üzerinde savaşları yok etmek ve dünya barışını kazanmak için mücadele ederler, bu nihai hedeftir. Tarihin gösterdiği gibi bu yöndeki tüm çabaları kan ve ateşle karşılanmıştır. Bu tarihsel bilinçten kopuk tüm silah bırakma ve barış çağrıları, çoğu zaman egemenlerin politikasına hizmet eder. Türk faşizmi, beka sorunu olarak tüm Kürdistan coğrafyasında soykırım saldırılarını en vahşi biçimlerde sürdürürken, Kürt devrimcilerine silah bırakma ve barış çağrıları siyasetteki adıyla teslimiyet çağrısıdır. İsrail’in 100 yıllık sistematik saldırıları ve 7 Ekim’den bugüne uyguladığı vahşet göz önünde tutulmadan yapılan tüm barış çağrıları aynı kapıya çıkar. Günümüz dünyasında ezilenlerin işgalcilere, soykırımcılara, sömürgecilere ve tüm diktatörlere karşı her türlü araçla direnişi haklı, meşru ve zorunludur. Direnmeden ve bunun ağır bedelleri ödenmeden özgürlük elde etmek mümkün değildir. Kürtler ne kadar eşitsiz bir savaşta kör bir dünyada hakları için direniyorsa, Filistinliler bugün daha zor koşullarda direniyor. Kürtler ne kadar haklıysa, Filistinliler de aynı düzeyde hakları için savaşıyor.
Filistin bahsinde Kürt yasal basınına yansıyanlar, ağır yanlışlar ve ideolojik savurmalar içermektedir. Kürt devrimcilerinin sömürgeci faşizme karşı her eylemi, dayatılan ve her yolla sürdürülen imha saldırılarına karşı her silahlı atağı geniş bir çevre tarafından AKP-MHP faşizminin işine yarıyor denilerek eleştiriliyor. Kürt gazetelerinde birçok yazar da bu direnişi eleştirirken kendi kendilerini tekzip ettiklerinin, daha önemlisi dolaylı olarak Kürt özgürlük mücadelesini eleştirdiklerinin farkında değiller. Neler neler söylemiyorlar ki, hepsine gerek yok, en çok yazan yazarın yazdıkları, Hamas üzerinden bu eylemin emperyalist kamplaşmanın bir parçası, aleti olduğu üzerinedir. Hem büyük güçler kapışmasının hem bölge devletlerinin kullandığı bir provokasyon olarak değerlendiriyor. Aynı gerekçelerin Kürt hareketinin bütün atakları için gerici faşist eğilimler kadar reformist sol tarafından da sürekli kullanıldığını bilerek… Silahlı karşı çıkışlar bir yana hemen tüm seçim oyunlarında bile Kürtlerin her tavrına karşılık AKP-MHP faşizmine hizmet ettiği suçlamalarını unutarak… Başarılı başarısız, doğru yanlış tüm silahlı ataklar, geniş bir kesim tarafından AKP-MHP faşizmine hizmet ediyor denilerek suçlanmıştır.
Gazze Rojava’dır, Rojava Gazze’dir. Yasal Kürt basınında, Hamas üzerinden Aksa Tufanı Harekatı’na yöneltilen bütün eleştiriler, ters çevrilip KÖH eylemlerine yöneltilebilir, nitekim her eylem sonrası sömürgeciler aynı eleştirileri sıralamıştır. Kürt basınında Aksa Tufanı’nın arkasında Tayyip’in olduğu, bu direnişi Tayyip’in planladığı iddiaları ileri sürüldü, bunlar akla ziyan senaryolardır. Gerici Arap devletleri kadar Tayyip de bu eylemle şoke olmuştur. Dönem hatırlansın; İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, Ankara’da ağırlanmış, katliamcı Netanyahu’nun Türkiye ziyareti kararlaştırılmıştı. Ve en önemlisi tedarik zincirleri ağında yer almanın ve büyük enerji nakil hatlarının pazarlıkları yapılıyordu. Bu gerçekler ortadayken Tayyip’in Hamas’ı kışkırtarak bu eylemi başlattığı fikri, gerçeklerle taban tabana zıttır. Öte yandan gelişen her küresel ve bölgesel gelişmeyi, Ukrayna Savaşı’nda da olduğu gibi, emperyalist bloklar arası çelişkileri ve güç mücadelelerini de gözeterek kendi lehine değerlendirmesi ise bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin realitesidir.
Gazze’nin içinde yaşayanlarla birlikte yakılıp yıkılması ile Rojava’nın, özyönetim direnişleri sürecinde Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılması, Şengal’in, Mahmur’un ve tüm Kürdistan dağlarının sürekli bombalanması arasında ne fark var? Yalnızca Gazze’de yıkımın daha boyutlu, katliamın daha büyük olması dışında. Bu koşullarda bir Kürt devrimci, nasıl Hamas fanatik İslamcı, gerici vb. cümleleriyle tarafları eşitleyebilir. Yasal Kürt basınında benzeri yorumlardan geçilmiyor. Benzer bir güvenlik stratejisiyle korunan TC’ye karşı, devrimci bir stratejiyle mücadele yürüten bir hareketin saflarından bunları söyleyenlerin, benzer koşullarda bütün Kürdistan coğrafyasında süren TC katliamlarını benzer bir mantıkla savunan veya sessiz kalanların şoven zihniyeti için ne söyleyebilir?
DEM Parti Dış İlişkiler Komisyonunun 21 Eylül 2024 açıklaması
DEM Parti açıklamasında şunlar söyleniyor: “Netanyahu Hükümeti, tüm Ortadoğu halklarının bir arada yaşama zeminini ortadan kaldıracak biçimde saldırılarını genişletmekte ve bir biçimiyle Hamas’ın tam da istediği şekilde şiddet sarmalını derinleştirmektedir.”
Yerleşimci apartheid rejimi olan Siyonist İsrail’e, tüm Filistinli nüfusa ya ölüm ya göç siyasetini resmen açıklayıp uygularken, yapılan barış çağrısı şaşkınlık değilse siyasal körlüktür. Bütün dünya ilericiliğinin lanetlediği İsrail vahşetini değil, Filistin direnişini şiddetin sorumlusu gösteren açıklama, benzer vahşi devlet şiddetine maruz kalan bir siyasal hareketin, “Hamas’ın tam da istediği şekilde şiddet sarmalını derinleştirmektedir” tavrı kabul edilemez. Bu tıpkı, Türk faşist iktidarının tüm Kürdistan coğrafyasını kan ve ateşe boğup işgal saldırılarını genişletirken, Kürt özgürlük güçlerini şiddetin sebebi olarak göstermesinin bir versiyonudur ve acı olan bunun başka bir özgürlük savaşı yürüten hareketin içinden gelmesidir. Bu, bir siyasal tercih veya görüş açıklaması olamaz, eleştirimiz çok hayati bir sorunda haklı haksız ayrımının silikleştirilmesinedir.
Açıklama devam ediyor: “DEM Parti olarak, Ortadoğu’da şiddeti Filistin sorununun merkezinden çıkaracak ve bütün halkların eşit ve demokratik geleceğini garanti altına alacak şekilde iki devletli çözüme yönelik müzakere kanallarını destekliyoruz.” Bu tam olarak, faşist TC kliklerinin Kürt mücadelesini tasfiye etmek için öne sürdüğü gerekçelerin Filistin direniş örgütlerine teklif edilmesidir. Şiddetin Filistin sorununun merkezinden çıkarılması ve “şiddet sarmalını Hamas’ın istediği”, TC faşizminin Kürt mücadelesine karşı sürdürdüğü psikolojik savaş propagandasının benzeridir. Netanyahu için kurulan “Hamas’ın tam da istediği şekilde şiddet sarmalını derinleştirmektedir” cümlesi, tam olarak İsrail ve Netanyahu’nun soykırımını karartmaya hizmet etmektedir. Aynı söylemi, TC faşist klikleri sürekli tekrar ediyor: “Kürdistan’da (onlar Doğu Anadolu diyor nba) yaşananların sebebi PKK terörüdür, PKK şiddete son versin, Kürtlere haklarını vereceğiz.” Açıklama bu demogojiyle aynı sonuca çıkıyor.
Devamında “iki devletli çözüm” önerisinin desteklendiği açıklanıyor. İki devletli “çözüm”, başından beri emperyalizmin önerisidir. Özet olarak “İki devletli çözüm” siyaseti, Filistin direnişinin devrimci yönünün tasfiyesi; emperyalizm, Arap devletleri ve Siyonizmle işbirliği içindeki gericiliğin kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Daha anlaşılır olması açısından bu soruna tam uyan ve açıklayan bir örnek; Kürt sorununda sömürgecilerin, Kürt sorununu KDP ile çözme politikalarıdır. DEM Parti Dış İlişkiler Bürosu bu önerisiyle, Kürt sorununa KDP tarzı çözüm önerisine denk düştüğünün farkında mıdır? Bugün bu sorunda barış talebi, kim tarafından dillendirilirse dillendirilsin, İsrail apartheid rejiminin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Filistin ve bölge halklarının, devrimci güçlerin talebi, şeriatçı-ırkçı İsrail devletinin yıkılıp yerine Filistin ve Yahudi halkının birlikte yaşayacağı demokratik Filistin devletinin kurulmasıdır.
Açıklamanın bitiş paragrafı daha ciddi bir apolitizmle malüldür: “Netanyahu’nun başını çektiği savaş kabinesinin en kısa zamanda feshedilip yerine barış ve müzakereyi esas alan yeni bir hükümetin kurulması için İsrail’deki barış yanlısı tüm kesimleri güç birliği içerisinde olmaya çağırıyoruz.” Bu paragrafta neler söyleniyor? Netenyahu’nun savaş kabinesini, kimler, nasıl feshedecek? Hiçbir gerçekliği olmayan bu tür bir öneriyi, herhangi bir siyasal eğilim yapabilir ama kendisi bizzat benzeri bir soykırım karşısında olan hareket yapamaz. İsrail’de küçük bir çevre dışında, Filistin halkının haklarını kabul eden bir barış hareketi yok. Hükümet karşıtı göstericilerin ezici çoğunluğu en az Netanyahu kadar Siyonizm taraftarıdır. Devamında şunlar açıklanıyor: “Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası toplum bu saldırgan politikalara karşı yaptırım uygulamak için daha fazla katliam olmasını beklememelidir.” Birleşmiş Milletler’e yapılan çağrı bir başka apolitizmdir. Hemen 7 Ekim öncesi, 5-6 Ekim’de bizzat TC Savunma Bakanı tarafından resmi olarak “yeraltı ve yerüstü tüm kaynakların vurulacağı” açıklanıp, Rojava yakılıp yıkılırken kılını kıpırdatmayan BM, Siyonist İsrail’e hangi yaptırımları uygulayacak?!
Koşullar, Filistin ve Kürt Halkının geleceği, kaderi ve kurtuluşunu birleştirmiştir
Kürt devriminin son zamanlarda gösterdiği büyük ataklar ve Filistin halkının Aksa Tufanı, bölge çapında emperyalizmin, siyonizmin ve faşizmin saldırganlığını vahşet boyutlarına ulaştırmıştır ama aynı zamanda hem savaşın bölgeselleşmesini hem de bölge devriminin koşullarını olgunlaştırmıştır. Kürt devrimi, dört bölge ülkesini ilgilendirirken, Filistin devrimi bu ülkeler dahil tüm Arap ülkelerini ilgilendirmektedir. Her iki devrim, derinleştikleri oranda tüm bölgeye yayılma özellikleriyle bölge devriminin temel bileşenleri durumundadırlar. Bu mücadeleler kısa vadede sonuca ulaşamayacaklar, ama bölge üzerindeki emperyalist hegemonyayı ve gerici kuşatmayı sarsan etkiler kazanmışlardır. Her iki devrim, derinleştiği oranda, tüm bölgeye yayılma özelliğiyle bölge devrimini mayalayacağı gibi dünyanın birçok yerindeki devrimci çıkışlar için de esinleyici olacaktır. Tam da bu nedenle, Filistin ve Kürdistan devrimleri, bütün güçleriyle ve aktif bir dayanışma içinde olmalıdır. Bu gelişmeler, tüm bölgede bütün dengeleri sarstığı gibi emperyalizmin ve gerici Arap rejimlerinin siyasal ihanet planı olan Abraham Antlaşması’nı zora sokmuştur. Daha öteye, Türk faşizminin İsrail’le büyük stratejik enerji koridoru hazırlıklarını bozmuştur.
Tekraren vurgulamış olalım; Gazze Rojava’dır, Rojava Gazze’dir. Aynı biçimde TC İsrail, İsrail de TC’dir. Her ikisi de katliamcı ve soykırımcıdır. İsrail tüm Filistinlileri, TC tüm Kürtleri yok edeceğini bütün dünyaya ilan etmiştir ve dediğini uygulamaktadır. Her iki devlet de her türlü ölümcül aletlerle ve savaş yöntemleriyle iki halkın üzerine bombalar yağdırmaktadır. Bütün bu katliamlar dünyanın gözü önünde cerayan ediyor.
5-6 Ekim’de, Ankara’nın göbeğinde iki PKK savaşçısının güçlü devrimci eylemi sonrası, TC resmi açıklama ile Rojava’da soykırım saldırılarına hız verdi. 7 Ekim’den sonra İsrail, Gazze sokırımını başlattı. Gazze’de soykırım başladığında Kürt hareketi bütün gücüyle “İşgal ve Soykırıma Hayır” sloganıyla tüm Kürtleri protestoya çağırsaydı ve bunu bütün gücüyle yüklenerek ve hazırlayarak büyük bir direniş örgütlemeyi deneseydi; Kürt halkının bu çağrıya ilgisiz kalacağını kim iddia edebilir. TC’nin böylesi bir protestoya bütün vahşetiyle saldıracağı açıktır ama bu saldırılar hem Kürdistan’da hem Türkiye tarafında geniş kitlelerce tepkiyle karşılanırdı ve bu eylemler aynı zamanda tüm Kürdistan’da yürütülen soykırımın protestosuna dönüştürülebilirdi. Filistin konusunda alınacak net bir tutum, bölge halkları nezdinde azımsanmayacak bir sempati yaratabilirdi.[1] Bu aynı zamanda Kürt hareketinin, en iddialı devrimci hedefine uygun bir tavır olurdu. Kürt hareketi kendisini Kürtlüğe daraltmadan tüm bölge halklarının özgürlük ve kurtuluş davası ile birleştirmeyi savunuyor. Gazze Direnişi, Filistin davasını yeniden dünya ilerici kamuoyunun gündemine yerleştirdi. Vietnam’dan sonra Batı metropolleri dahil tüm dünyada en büyük kitlesel protestolar yaşanıyor. Uluslararası platformlarda olduğu gibi Kürdistan’da da tarafsızlık politikası ve duyarsızlık Kürt direnişinin aleyhine işlemiştir. KÖH, bu tavrıyla Kürt halkının Filistin davasına sempatisini Hüda Par’ın istismarına terk etmiştir.
Gerici burjuva devletler, hükümetler hatta sistemler geçicidir; kalıcı olan halklar ve halklar arasında zor günlerde kurulan ilişkilerdir. İki halkın kaderinin birliği ve kurtuluşunun ortaklığı bizim iddiamız olmaktan öteye her iki halkın devrimci örgütlerinin sözcülerince ifade edilmiştir. FHKC Merkez Komite Üyesi Leyla Halid, Kürtlerle dayanışma için geldiği Diyarbakır’da, açık ve kesin ifadelerle, Kürtlerin ve Filistinlilerin kaderinin ortak, kurtuluşlarının birlikte gerçekleşeceğini vurgulamış, sözlerini “düşmanlarımız ortak, kurtuluşumuz birliktedir” diyerek bitirmiştir.
Aynı konuda KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, verdiği demeçte şunları söylemiştir: “Kürt halkı için savunduğumuzu Filistin halkı için de belirtiyoruz. Ne olursa olsun halklar yurdunu bırakmamalıdır.”
“Filistin halkı on yıllardır işgal ve soykırıma karşı direniyor, özgürlük ve kurtuluş mücadelesi veriyor. Kürtler gibi Filistin halkının da mücadelesi bir asrı buldu. Bir asırdır Filistin’de savaş vardır ve bu savaş hiç bitmemiştir”
“Herkes doğru yaklaşımı esas almalı, hiç kimse başta Filistin ve Kürt halkının haklı davaları olmak üzere halkların mücadelesinin karşısında yer almamalı, soykırımcı politikalara destek vermemeli.(…) Kürt halkı için savunduğumuzu Filistin halkı için de belirtiyoruz. Ne olursa olsun halklar yurdunu bırakmamalıdır.”
“Kurdistan’da, Filistin’de yüz yıldır devlet tarafından dayatılan soykırım savaşı vardır. Buna karşı halkın geliştirdiği direniş ve mücadele vardır.”
“Kürt ve Filistin sorunu Ortadoğu’nun en büyük iki sorunudur. Ama aynı zamanda Ortadoğu’da demokratikleşmenin en büyük iki dinamiği konumundadırlar.” [2]
Yazıyı, 1970’li yıllarda Filistin direnişinde gerilla eylemleriyle tüm dünyada sembolleşen Leyla Halid’in söyledikleriyle bitirelim: “Bir direniş geçmişimiz var. Bir vatanı yeniden tesis etmek ve özgür kılmak için nesillerin çalışması gerektiğini başından beri ilan ettik. Filistin’de ne oldu? Biz kendi toprağımızdan çıkarıldık, başkaları da dışarıdan silahlarla geldiler, Filistin’de katliamlar yaptılar. Bunu Siyonist hareket hazırladı ve Batı da bugüne kadar onları destekliyor… Bu terörizmdir… Tek çaremiz var; savaşmak, toprağımızı ve kendimizi bu işgalden kurtarmak. Nazilerin yaptığını yapıyorlar ama en kötüsünü yapıyorlar çünkü silahlar artık yeni… Holokost yapıyorlar. Yaptıkları savaş suçudur. Bizim düşünce ve fikirlerimize göre Filistin davası sadece Filistinlilerin meselesi değil, aynı zamanda uluslararası kurtuluş hareketinin de bir parçasıdır.”[3]
28 Eylül 2024
Kaynak: Komün Gücü
[1] Hiç olmadı, böylesi bir eylem hattı, şovenizmin zehirlediği kitlelerde ciddi soru işaretleri bırakır, aynı zamanda Kürdistan’da Hüda-Par gericiliğine de alan tanınmazdı.
[2] https://firatnews.com/guncel/filistin-ve-kurt-sorununun-cozumu-komplolarin-zeminini-ortadan-kaldirir-190621
[3] https://jindergi.com/detay/leyla-xalid-isgal-altinda-bir-halk-icin-birlik-bir-silahtir/