Gelişmenin dinamosu: Eleştiri-özeleştiri ilkesi – Kolektifin Sesi | Komün 8. Sayı

“Eleştiri fikri; tarihsel, pratik ve toplumsal ürünlerdir. Eleştirel fikirler toplumsal gerçeklerden doğar ve onu yansıtır.”

Karl Marx

Eleştiri-özeleştiri; somut, canlı yaşamın içinden çıkar. Yoldaşlar arası ilişkilere nüfuz eder, yaşamı değiştirir dönüştürür. Bu haliyle yaşamın içerisindeki diyalektik bütünlüğü oluşturur.

Eleştiri, mevcut kurulu düzene meydan okuyup, verili olanı her daim yerinden etmeyi ve dönüştürmeyi ve yeniden yaratmayı hedefler. Her sınıf, bunu kendi meşrebince yapar. Burjuvazi, tahakküm ilişkilerini ve sömürüyü derinleştirme, iktidarını güçlendirme, sermaye birikimini büyütme amacıyla; devrimci örgütler ise kapitalist sistemi yıkma ve sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, cins ayrımsız bir dünya yaratma iddiasıyla yapar.

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa aslolan onu değiştirmektir.” der Marx. Dünyayı yorumlamak ve değiştirmek iki ayrı olgudur. Devrimci eleştiri, dünyayı yorumlamaktan değiştirmeye geçişin örgütlenmesini sağlar. Yorumlamak, sadece eleştirinin söylemde kalmasına yol açar. Dünyayı değiştirmeye cüret etmiyor ve gereğini yerine getirmiyorsak, yaptığımız eleştiri, devrimci bir eleştiri olmaktan uzaktır. Kapitalist sistemi yıkmaya değil, neoliberalizmin aşırılıklarını gidermeye ayarlı bir sistem eleştirisinin devrimci bir çıkışı örgütleyebilmesi söz konusu olmaz. Bu, olsa olsa düzeltilmiş kapitalizme kapı aralar.

Devrimci eleştiri, düzen içi ilişkilerle uzlaşmaz bir çizgiyi örgütlememizin ilk koşuludur. Mevcut statüko ve denge durumunu bozar, dengesizliğe mahal verir, örgüt içinde kurulu “düzeni” altüst eder. Devrimci oluşun nedeni ve nasılına işaret eder. Bir söylem ve ifadeden ziyade pratik tutum oluşturmayı esas alır. Bu tutum, gerçeklikle kurulan ilişkiyi, amaç bağını, gönüllü seçimler ve tercihlerle eyleme şeklini, davranış ve hareket biçimimizi belirler. Mevcut sınırlarımızın bütünlüklü bir okumasını yapmamızı sağladığı gibi bizi, aynı zamanda bu sınırları aşma dinamiklerini çözümlemeye ve mücadele konusu haline getirmeye sevk eder.

Eleştiri özeleştiri, devrimci saflardaki düzen etkilerine karşı savaş silahımızdır

Bizim için eleştirinin temeli devrimci dönüşüm ve değişimdir. Var olanı yıkma, tahayyülü yaratma. Tarihsel ve toplumsal mücadele deneyimlerinin, devrimler ve isyanlar tarihinin oluşturduğu devrimci bilinç; devrimci pratiğin yön verdiği eleştirelliğimizi oluşturur. Hareket noktamız, var olan kapitalist sistem ve bu sistemi oluşturan, var eden, üreten her şeydir. Bu, kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin, iktidar ve tahakküm ilişkilerinin, sömürü-birikim-özel mülkiyet ilişkilerinin, metalar dünyasının ve onunla kurulan ilişkinin, doğa-toplum-birey ilişkisinin, yabancılaşmanın ve gündelik yaşamın, kapitalist devlet ve aygıtlarının, burjuva kültür ve bilincin… kısaca bu sistemi yaratan, üreten ve yeniden üreten her şeyin, her anın, her durumun eleştirisidir. Marx’ın bir mektubunda söylediği gibi “Her şeyin kıyasıya ve acımasızca eleştirisi.”

Kapitalist sistem eleştirisi, örgütsel anlamda da eleştirinin-özeleştirinin oturtulabilmesi açısından önemlidir. Güçlü bir sistem eleştirisi, içe döndüğümüzde kendi içimizdeki düşmanı görmeyi, hem birey olarak hem de kolektif olarak iç düşmanla savaşmayı kolaylaştıracaktır. İçe doğru da sistem eleştirisinin kavranması, bilinmesi güçlü bir savaşımın önünü açacaktır bizde. Devrimci olduktan sonra kendimizi var etme biçimimizle devrimci olmadan önce var etme biçimimiz arasında ne fark olduğunu kendimize sormalıyız. Neleri değiştirip dönüştürdük, sistemi kendimizde yaşatıyor muyuz, ikili dünyaları oluşturuyor muyuz? Kendimizi her anlamda masaya yatırabilmek için kapitalist dünyanın güçlü bir eleştirisini yapmamız gerekir.

Bu anlamda sistem eleştirisini dışsal değil örgüt içi yaşamdaki ve kadrolardaki tezahürleriyle birlikte yapmalıyız. Kapitalist dünyaya içkin olan yaklaşımlar, davranışlar, ilişkiler, örgüt içinde aynı şekilde tezahür etmez ve kendisini olduğu gibi yansıtmaz. Kendi emeğini biricik görmeden rekabetçiliğe, kolektif çalışmaya uzaklıktan iktidarcılığa, kendi bulunduğu parçadan doğru bakmaktan/dar kısımcılıktan liberalizme… birçok tezahürünü sıralayabiliriz. Hepsinin kök hücresi ise değer yasasıdır. Bu, kimi zaman emek yarıştırmak biçiminde çıkar, kimi zaman yapılan bir işin kapitalist gösteri dünyasında bir karşılık bulması sonucu gelişir. Her nasıl çıkıyorsa çıksın, esas olarak, içimizdeki kapitalist dünyanın bir tezahürüdür. Zorunlu olarak kullanmak zorunda olduğumuz örgütsel biçim ve konumların, disiplinin, otoritenin devrimci bir eleştirisinden, bunları uygulamak zorundayken bile zorunluluğun güçlü kavranışı sonucu tüm bunların ideo-kültürel dünyamıza nüfuz etmemesi için savaşım vermekten sakındığımız an, örgüt içinde kapitalist dünyaya alan açmış oluruz. Parti içinde güçlü savaşım, güçlü bir sistem eleştirisinden kaynağını alır.

Örgüt içi mücadelenin hareket noktası budur. Eğer doğru bir sistem eleştirisini geliştiremezsek, neye karşı mücadele ettiğimizi tanımlayamazsak ve bunu kavrayamazsak devrimci konumlanmamız eksik ve hatalı, mücadeleye yaklaşımımız ise muğlak ve bulanık kalır.

Biz devrimciler, ayrı bir gezegende yaşamıyoruz. Bu gezegende ve kapitalist sistemin içinde, metalaşmış toplumsal ilişkilerin tam orta yerinde devrimcilik yapıyoruz. Bu, kapitalist sistemin sadece baskı ve zor aygıtlarıyla değil, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her anlamda bizi kuşatmış durumda olduğu anlamına gelir. Meta üretim ve egemenlik ilişkilerinin nüfuz etmediği hiçbir alan yoktur. Dolayısıyla bizim kapitalist dünyaya yönelttiğimiz tüm eleştiriler aynı zamanda kendimizle bir kavgayı ve dönüşümü de koşullar. İhtiyaçlarımızı karşılamak için kullandığımız her şey, kulanım değerinin yanı sıra bu sistemde (artı) değer taşıyıcı olarak metadır. Telefonundan giydiğimiz tişörte kadar her şey böyledir. Tüketim alışkanlıklarımız bu toplumsallık içerisinde şekillendi. Ve kapitalizme karşı geliştireceğimiz yıkıcı eleştirinin bir hedefi de bizdeki metalar dünyasına ait ihtiyaç tanımı, davranış kalıpları, alışkanlıklardır. Yaşamın her anında yaptığımız eleştiri ve yargılamalar, aynı zamanda kendimizdeki düzene dönük eleştiri ve yargılamalardır.

Devrimci eleştiri-özeleştiri, somut durumun, koşulların bütünlüklü bir analizi üzerinde yükselir. Sadece sorunu tanımlamaz, yeniyi yaratmanın arayışını oluşturur. Mücadeleyi ve kendi çıplak gerçekliğimizi gün yüzüne çıkartır. Başka bir mümkün oluşa yönelmeyi sağlar. İhtiyaçları ortaya çıkarır, yeni bir şeyi tarif eder. Bu anlamda sadece sisteme yönelmez, örgütün inşasının en temel yaşam ilkesidir. Devrimci örgütün sırrı devrimci eleştiri-özeleştiriden geçmektedir. Kendisini sorgulamayan, kendisiyle yüzleşmeyen; mevcut halini, mücadele pratiğini yeterli gören yaklaşımları dağıtır, bizi bu temelde dinamize eder.

Devrimci bir örgüt, kendisini ancak eleştiri özeleştiri temelinde inşa edebilir

Eleştiri-özeleştiri konusunda yaşanan sorunlu yaklaşımlardan biri de örgüt-kitle ilişkisinde açığa çıkmaktadır. Devrimci örgütler, burjuva toplumsallığın içerisinde var olan kitleleri eleştirmiyor, vaat ettikleri devrimcilik doğrultusunda kitlelere özeleştiri vermiyor. Oysa her devrimci örgüt, içinde var olduğu toplumsallığı yıkmak için çok güçlü bir eleştiri hareketidir. Yanı sıra eleştiri hareketinin bir sonucu olarak, yani yapma ilişkisine geçiş süreci olarak özeleştiri hareketine dönüşür. O, toplumu yıkacak bir eleştiri hareketi olarak çıkmak ve ona dönük koyduğu teorik siyasal belirlemeler doğrultusunda yeni bir toplumsallığı inşa için, her taktik adımla kitlelere dönmek ve bir şey söylemek durumundadır. Teorisini, taktiğini, pratiğini sürekli inkar etmesi, sürekli eleştirmesi gerekir. Örgüt-kitle ilişkisinde birbirini besleyen organik bir ilişki kurması, hesap verilebilirlik ilişkisi ile hareket etmesi gerekir. Yine örgüt içinde, merkezle yerel örgütler/komiteler/kadrolar arasında, sürekli birbirini besleyen, yıkıp yeniden yapan bir ilişki, olmazsa olmazdır. Bunu sağlayamadığımız oranda bir yanılsamalar dünyası oluştururuz.

Devrimci örgütler, yapmış oldukları bir siyasal değerlendirmeye, eylem hattına, atmış oldukları taktik adımlara dönük neredeyse hiç özeleştiri yapmıyor. Bu, her dönem doğru söylediğini ve yaptığını iddia etmekle eştir. Ayrıca, TDH’de ideolojik siyasal hat genelde soyuttur ve pratik karşılığını bulmaz. Bir öznenin pratik çağrısı olmadığı zaman, söyledikleri yanlışlanamaz ve bu yüzden hep doğrudur! Bu anlamda TDH’nin kendisini tartışılır kıldığı çok nadir anlar vardır ve asıl sorun da bu. Oysa Lenin, Bolşevik Partinin birçok yanılgılı duruşunu tespit eder, bunun özeleştirel değerlendirmesini yapar. Bir örgüt, teori-pratik ilişkisini oturtabilirse yanılgıları, yanlışları açığa çıkar. O yanılgıları değerlendirir, değerlendirdikten sonra yeni bir şey söyler ya da boşluklarını görüp tamamlamaya çalışır. TDH’de bir örgütün kendisini düzeltme hamlesi olarak özeleştiri sürecini işlettiğini görmeyiz. Oysa PKK öyle mi? Sürekli kendisiyle kavga ediyor. Yakın zamandan bir örnek verecek olursak; şehir öz yönetim direnişlerinde, Çiyagerlerin, Nucanların, Zeryanların kahramanca savaşmalarına; Mehmet Tunçların, Sevelerin ölümleri pahasına demokratik özerklik taleplerini savunmalarına rağmen 2015-2016 şehir direnişinin güçlü bir özeleştirel değerlendirmesini yapmış, dersler çıkarmış, bunu örgüte mal etmiştir. Özeleştirisi sadece içe dönük de değildir. Direnişe, barikat başına çağırdığı halkadır asıl özeleştirisi. Tüm bunlar onu zayıflatmamış aksine açılan yaraları sarmasıyla güçlendirmiştir.

TDH olarak, bugüne kadar kendi varoluşumuza dair yaptığımız eleştirel değerlendirmeler, çok geneldir. Diyebiliriz ki, süreç geçtikten ve o dönem artık bizden zamansal olarak çok uzak olduğunda ancak özeleştiri yapabiliyoruz. Bugün, ‘80 öncesinin, ‘90’ların bir eleştirisini rahat yapabiliyoruz, çünkü artık o dönemin dışına çıkmışız, fakat dönemin içerisindeyken, kendi payımıza düşenler capcanlı önümüzde dururken bunu yapmıyoruz-yapamıyoruz. Ya da yaptığımızda da dış etkenlerle süreci açıklamak, örneğin devletin saldırıları vb. daha çok öne çıkıyor. Oysa dışsallaştırarak ya da genelleyerek bir özeleştiri yapılamaz. Bir yanlışın hangi ortamda, nasıl geliştiği, öznelerinin kimler olduğu belirginleşmiyorsa, önlem almak veya bu yanlışa kaynaklık eden politik hattı düzeltmek mümkün olmaz.

Biz de örgüt olarak her dönemeçte kolektifin tüm bileşenlerine (ileri kadrosundan en uzak taraftar kitlesine) hesap vermenin yanı sıra önümüze koyduğumuz devrim iddiası ve bu iddia doğrultusunda dönemsel olarak belirlediğimiz politik-pratik hat çerçevesinde özeleştiri yapmayı başa almalıyız. En üst organdan başlayarak tüm örgütün, her dönem hesap verilebilirlik ilişkisi içerisinde, bu muhasebeyi içe ve dışa doğru yapması gerekir. Bu, örgütte merkezin kadrolara içerili hale gelmesini sağladığı gibi örgüt-kitle ilişkisinde de çok güçlü bir bağı oluşturur. Örgütün bütün kadro ve bileşenleriyle yaptığı tartışmaları, değerlendirmeleri sonuçlar çıkararak kitlelere doğru açması ise güçlü bir özgüvenin ifadesidir.

Örgütün mevcut durumu ile iddiamız doğrultusunda olmamız gereken yer arasındaki açı farkını çok açık biçimde tanımlamalıyız. Ve bu açı farkını nasıl kapatacağımızı bir hareket planı olarak, ideolojik-siyasal-örgütsel-pratik olarak her anlamda güçlü bir öz değerlendirmeyle ortaya koymalıyız. Öte yandan, mevcut durumu değiştiren gerçek hareketin kendisi, her daim yadsımanın yadsınmasıdır; her gelişim süreci başka bir gelişimi de tetikler. Mevcut durumumuzla olmak istediğimiz, olmamız gereken yer arasındaki çelişkiyi incelemek, irdelemek, bunun kritiğini yapmak sürekli hareket halinde bir oluş’a mahal verir. Eleştiriden, eleştirmekten sakınma; örgütte ve bireylerde kendisine, devrimci harekete, topluma dönük eleştirideki parçalılık; iddiasızlıktan kaynaklanır. İddia sahibi olan, bütünüyle kendisini ortaya koyar. Çünkü olmak istediği yeri, olmasını istediği ilişkiler sistematiğini tarifler ve bu hedef doğrultusunda ilerleyeceğini ifade eder. Söz ağızdan çıktığı anda, iddiasını deklare ettiği anda, artık bu iddiayı toplumsallaştırmak, örgütlemek durumundadır. Günümüzde sıkça rastladığımız salt dar muhalif bir tepkisellikte ifadesini bulan içe ve dışa dönük eleştirel tutumlar ise bu gerilimi oluşturmaz. Hatta iddiasızlık ve özgüven sorunu, özeleştirelliğin önünü kesen şeylerden biridir. Örgüt veya kadro gerilim yaşamak istemediği için, konfor alanlarından -mızmız muhalif kimlikle birlikte var olur- vazgeçmediği için özeleştiriden kaçar.

Mevcut durumla olması gereken arasındaki çelişkiyi kendimizden uzaklaştırarak, çok soyutlayarak, yabancılaştırarak yapacağımız bir okumayla genel doğruları koyabiliriz ama bu doğrular, bize değmez, harekete geçiren olmaz. TDH’nin en genelde yaşadığı sıkıntılardan birisi, devrimin güncelliğini kavramayışıdır. Devrimi yakıcılığıyla, güncelliğiyle görüp bu temelde kendisini değerlendirmiyor. Yapıp ettiklerinin, devrime ne kattığını; devrimi yakınlaştırıp yakınlaştırmadığını tartışmıyor. Bu anlamda, aslında kendisini bir özne olmaktan çok dar bir muhalif hareket olarak tarifliyor, söylem olarak ne demiş olursa olsun yapıp ettikleri ile tam tamına bunu söylüyor. Böyle tariflemediği için de eleştirisi-özeleştirisi de çok soyut ve genel kalıyor.

Bugünkü örgütsel gerçekliğimizle devrim yapma iddiasındaki bir örgüt olarak olmamız gereken yer arasındaki makası kapatmayı, bir süreç olarak örgütleyecek bir pozisyon almak durumundayız. Bir süreç olarak örgütlemek demek; hedefe doğru ilerlerken bugün ne yaptığımızı, kolektif olarak, kadrolar olarak bu yürüyüşte nasıl konumlanacağımızı da tartışmak demektir. Burada, artık ne yapacağımız somuttur. Bir hükümlülüğün altına girmişizdir. Örgütün gelişimi, devrim mücadelesinin büyütülmesi olarak kendisini, mevcut olanı yadsıma durumu bu şekilde gelişir.

Kolektif gelişimin motoru

Devrimci bir örgüt; örgütsel işleyiş ve ilişkilerinde her yönüyle kolektivizmi örgütleyip onun özgürleştirici havasını soluduğunda, kolektif devrimci bir çekirdek olarak, devrim iddiası doğrultusunda büyük bir sıçrama yaratabilir. İşte böyle bir örgüt, eleştiri-özeleştiriyi her daim, her mekanizmasında, her pratiğinde, her ilişkisinde, her ortamında kolektif sorumluluk ve yükümlülüğün bir sonucu olarak, kesintisiz bir şekilde hakim kılmak durumundadır. Örgüt-kadro, anlam bütünlüğünü buradan kavrayabilir. Bu yol ile kendisini mücadele içerisinde sürekli yeniden yaratabilir. Sahici, gerçek bir biçimde yoldaşlık ilişkisini tesis edebilir; örgütsel bağını, amaç bağını, yaşam bağını buradan örebilir.

Örgütsel mücadelede ve yaşamda, eleştiri yoksa durağanlık vardır. Böyle bir kolektifte akıl ve pratik sabitleşir, tutuculaşır. Devrimci eleştiri; mücadele eden, savaşım yürüten ve mevcudiyetini bir sınır olarak görüp burada kalmak istemeyenlerin silahıdır. Bu silahı ustalıklı bir biçimde kullanmakla, kendimizde yıkıcı-yaratıcı etkinliği sürekli kılmış; bütünlüklü bir gelişimi, yeniden yaratımı sağlamış oluruz. Devrimciliğimizi kompartımanlara ayırmaz, kendimize ara bölge ve zamanlar oluşturmaz, yirmi dört saat devrimciliği inşa etmiş oluruz.

Eleştir-özeleştiri silahı nasıl doğru kullandığında müthiş etkili bir silahsa yanlış kullanıldığında da yakıp yıkar, var olan sorunları çözmek bir yana örgütsel krize dönüştürür. Örgüt içerisinde eleştiriye yaklaşımı, eleştirel tutumu nasıl geliştireceğiz? Şu açıktır; Dar polemikçi bir tarz, eleştirelliğin negatiften kurulduğu bir yöntem asla kazandırıcı olmaz. Eleştiri sadece sınırları, hataları, yanlışları göstermez. Düşüncede, pratikte, yaklaşımda tek tipleştiren, buyurucu bir seyir izlemez. Bir suçlama, taşlama yöntemi asla değildir. Sorunları, süreçleri, kişileri bütün bağlantılarıyla birlikte ele alıp çözümlemeden parçadan yapılacak değerlendirmeler, yaşamı/kişileri bir fotoğraf karesinde dondurup yapılacak analizler kesinlikle çözüm odaklı olamaz. Oysa devrimci eleştiride amaç, olay ve olguların, süreçlerin gelişim yönünü tespit etmek ve buna uygun tutum almaktır. Eleştirel akıl ne olduğunu açıklamakla yetinmez ne olması gerektiğini de açımlar. Değişebilir olana işaret ederek onu görünür kılmamızı sağlar.

Devrimci eleştiri, kolektif ilişkilenmenin esasıdır. Açıktır, nettir. Üstümüzdeki örtüyü kaldırır, bizi çıplaklaştırır ve örgütsel gelişimin önünü açar. Sorunu bütünlüklü bir şekilde tespit etmek, çözümlemek; doğru araç-yöntemler geliştirmek; güçlü bir stratejik kavrayış temelinde mücadele yürütmek ancak bu temelde olabilir. Devrimci eleştiri, sadece kavrama, anlama değil aynı zamanda kavratma ve anlatma edimidir. Özellikle büyük altüst oluş süreçlerinde, örgüt ve kadronun mevcut paradigmadan kopuşunu sağlayan ve yeniden inşayı sağlayandır. Kadronun örgütle, örgütün kadroyla devrimci ilişkilenmesini, hem kadronun hem de örgütün özneleşmesini ve öncüleşmesini sağlar. Devrimci eleştiri, bir başka mümkün oluşa işaret eder ve kadroda/örgütte bunu yaşamsallaştırma pratiğini örmeyi koşullar. Bu ihtiyacı belirginleştirir ve yeni olanı örgütleme istencini oluşturur. Sürekli eleştirel aklın hakim olduğu bir kolektif, günün gereklerini yerine getirmek için konumlanır ve bunu, özgürleştirici ilişkiler (doğa-toplum-insan) kurarak pratikleştirmeye yönelir. “Ben kimim, biz kimiz, nasıl yaşıyoruz, nasıl yaşamalıyız?..” vb. soruları, yaşamla devrimci iddiamız arasındaki köprüyü oluşturur, deyim yerindeyse amaç bağımızı sürekli güncel tutar.

Bir durumu, olayı, olguyu, davranışı veya pratiği eleştirirken bütünlüğün bilgisine sahip olmalıyız ki ondaki ya da oradaki parçayı analiz ve çözümleme kabiliyetimiz de -bütünlüğün bilgisiyle- daha sağlam temele otursun. Zaman zaman toptancı bir anlayışla bir kadrodaki bir zaafı, yanlışı her şey haline getirebiliyor ve o kadro sanki sadece bu yanlış veya zaaftan ibaretmiş gibi düşünebiliyoruz. Parçada veya bir örnekte, yaklaşımda gelişen bir yanlış, bir insanın devrimcileşme olanağını ortadan kaldırmaz. Eğer o insanı sadece bu fotoğraf karesinden ibaret görürsek, onu değiştirme ve dönüştürme imkanını yitirmiş oluruz. Bu yaklaşımımız o insanı kaybetmeye kadar varabilir. Oysa bütünlüklü bir değerlendirme, hem sorun alanını tanımlar hem de bütündeki devrimci potansiyeli ve dinamiği yakalar. Eleştiri, bireyler üzerinden öznel zeminleri değil kolektife içererek nesnel zeminleri yaratmalıdır.

Kadroyu güçlü ve zayıf yanlarıyla, bütünlüklü bir şekilde kavramayan, kadroda yanlışı mahkum etme adına kadroyu mahkum etmeye vardırılan bir eleştirinin hiçbir kazandırıcılığı olmayacağı gibi kadronun kolektife, mücadeleye yabancılaşmasına neden olur. Bu durumda kadro, amaçla bütünleşmeyi tahayyül edemez ve pratiğini bu temelde icra edemez. Oysa devrimci eleştiri, kadronun kolektifle, amaçla bütünleşmesini sağlar; kendisini ve kendisinde kolektifi tanımlayabilmesini kolaylaştırır. Böylece kadro, devrimciliğini buradan kurar. Bu, sadece kadroyu dönüştürme ve değiştirme değil kadroda kolektifin de gelişimi ve ilerlemesidir.

Yoldaşlık ancak eleştiri-özeleştiri temelinde kurulabilir

Karşılıklı etkileşimi örgütlemeden yapacağımız bir eleştiri, karşılık bulmaz. Bu etkileşimin (örgüt-kadro ilişkisinde) sağlanabilmesi, kolektifin özeleştirel yaklaşımıyla birlikte olabilir. Örgüt-kadro bütünlüğünü kavrayan ve kavratan bir koyuş, kadronun eleştiriyi içselleştirmesine zemin hazırlar. Diğer türlü, yapılan eleştiri en hafif deyimi ile kavranmaz, dönüştürücü bir etki sağlamaz. Bunun yanı sıra kadronun eleştiriyi kişiselleştirmesi muhtemeldir. Bu yüzden eleştirirken kendi sorumluluğumuzu da içine koyarak eleştirmeliyiz. Karşıtlığa dönüşen eleştiri neye, kime temas edecektir? Örgüt, bir bütün olarak, tüm örgüt güçleri ve komiteleriyle kendisini bir özeleştiri hareketi olarak tanımlamalıdır. Bu anlamda kültür devriminin süreklileştiği bir düzlemdir örgüt. Bu, yapılan her eleştirinin karşılık bulmasını sağlayacaktır. Böylesi bir kolektifin parçası olan herkes, örgütten gelen her eleştiriyi ciddiye alır, eleştiriye kapalı bir tutum sergilemez ve özeleştirel yaklaşımını pratikleştirmek için çaba harcar.

Bir eleştiri geldiğinde hiçbir kaygı duymaksızın, yoldaşlık zemininde olmanın rahatlığıyla, kendimizi masaya yatırabilmeliyiz. Eleştiri üzerinden yeniden düşünmeye, sorgulamaya; mevcut pratiğimizi, duruşumuzu gözden geçirmeye hiç ikirciksiz yönelmeliyiz. Bu, kolektifle çok daha ileriden buluşmamızı sağlayacaktır.

Kolektifi-örgütü oluşturan tüm kadrolar eleştiriyi, bir eşitler zemini üzerinden yapmalıdır. Örgüt platformunda, yönetici organlarda olmak sadece sorumluluğu artırır. Ancak hiç kimse hesap verilebilirlik ilişkisinden azade değildir. Artan sorumlulukla orantılı olarak kolektife verilecek özeleştiri çok daha derinlikli olmalıdır. (Merkezi sorumluluk alan kadroların özeleştiriye çağrıyı pratik duruşlarıyla yapmaları, özeleştirel yaklaşımda öncü duruşu sergilemeleri elzemdir.) Eleştiriyi bulunduğumuz konum ve statüyü kullanarak ve bunu da araçsallaştırarak üsttenci ve iktidarcı bir tarzla, örgütün sahibiymişiz gibi bir yaklaşımla sergileyemeyiz. Eşitler zemini, merkezi düzeydekiler de dahil tüm kadrolara, kolektif yükümlülük ve sorumluluk yükler. Kolektif akıl ve pratikle getirilen eleştiri, hem mevcut durumu (kriz veya oluşmuş olan statükoyu) çözümleyici olur hem de bunu aşma dinamiklerini açığa çıkarır. Eleştiri, bireyler üzerinden öznel zeminleri değil kolektife içererek nesnel zeminleri yaratmalıdır.

Yine eleştiriyi kadronun öznel koşullarına dayalı olarak zorunlu sınırlamalar biçiminde yöneltemeyiz. Ki bu öznel koşulların tarihsel, toplumsal, siyasal arka plan okumasını da yapabilmeliyiz. Bu okumalarla birlikte eleştirinin analiz ve çözüm gücü, öznel pratiğin nasıl meydana geldiğini ve bunun ortadan nasıl kaldırılacağına dair üst okumalar yapabiliriz. “Kadronun düzeyi budur, şu anda eleştirmeyeyim veya eleştiriyi zaten kaldıramaz, yapmayayım” mantığıyla değil pratik yaşamın içerisinde, birbirimize parti çizgisi temelinde doğruyu özümsetecek, kavratacak bir eleştiri-özeleştiri sürecini işletmeliyiz. Böylece eleştiri anından itibaren, yeni bir süreci ve karşılılı ilişkiyi tarif eder, pratiği açığa çıkarır ve kolektif aklı inşa edebiliriz.

Eleştiri-özeleştiri süreciyle, yeni bir kadro tipolojisi ve önderlik düzeyi oluşturmayı, dönemin gerekleri ve devrim ihtiyaçları doğrultusunda güçlü bir sıçramayı, yaşamda ve mücadelede öncüleşmeyi ve özneleşmeyi önümüze koymuş oluruz. Bir kadro, eleştiri getirdiği an kendisini ve kolektifi değiştirme dinamiğini harekete geçirmiş olur. Yaşamın ayrıntılarıyla beraber bütünlüğüne etkin bir müdahale inisiyatifini açığa çıkarmaya yönelmiş olur. İlişkileri devrimcileştirmeyi ve özgürleştirmeyi hedefler. Çünkü eleştirdiği durumu, olguyu vurgulamakla-belirtmekle yetinmez. Dönüştürmek, değiştirmek için nereye, neyin üzerine, nasıl, hangi pratikle eğilmesi gerektiği konusunda bir yol haritası da çıkarır. Eleştirirken devrimci iradeyi ortaya koyar ve mücadele eder; bütünlüklü birliği, yaratıcı yadsımayı sağlar. Bu öncüleşmenin, özneleşmenin en yalın ifadesidir. Eleştiride durağanlık yani değiştirme-dönüştürme yönünde irade koymamak, pratiğe girişmemek eleştiriyi ölü bir eleştiriye dönüştürür.

Özeleştiri, inandığımız, düşündüğümüz, tahayyül ettiğimiz dünya ile bugünkü konumlanma noktamız ve hareket yönümüz arasındaki mevcut bağın tutarlılığıdır. Bu yönüyle yaşamın içerisindeki konumumuzu, pozisyonumuzu, pratiğimizi ve kendimizi bütün benliğimizle sorguladığımız ve yeniden yarattığımız durumdur. Kendimizle kurduğumuz en sahici ilişkidir ve kendi gerçekliğimizin bu temelde inşa oluşudur. Kendimizi tüm benliğimizle ortaya koyma, açığa çıkarma ve yeniden kurma eylemi, özcesi “iç savaşı” kendimizden başlatma iddiasıdır. Bu anlamda düzeniçiliğe-düzene karşı sürekli savaşımdır. “Devrim için ne yaptım, ne yapıyorum, nasıl yaşıyorum?” sorusunun en yalın ifadesidir.

Özeleştiri, kadroyu kendi iç dünyasına, düşünce yapısına, yaşamı nasıl pratikleştirdiğinin bilgisine yöneltir. Acımasızca kendimize yönelebilirsek, kendimizi doğru kavrayabilir ve kendimizden kaçmanın olanağını ortadan kaldırabiliriz. Kendinden kaçan kadro mücadelenin içerisinde olabilir ama hem kendisiyle hem de yoldaşlarıyla-kolektifle aldatıcı ilişkiler geliştirir, boşluktadır ve yere çakılır. Bu anlamda özeleştiri, kendimizi aşmak için verdiğimiz amansız mücadeledir. Kadro kendisini gerçekçi, güçlü ve içten sorgulayabilirse mücadelede geliştirici olabilir. İçsel çatışmalarımıza, çelişkilere yöneldiğimizde de bu çelişki-çatışkıları, bir anda ortadan kaldırmayabiliriz fakat daha ileriden çözme ve aşmanın imkanlarını yoklayabilir ve bu yola girebiliriz.

Kendisinde ve mevcut pratiğinde ısrar eden kadro, özeleştirel bir tutum sergileyemez, üstü örtülemeyecek kadar çıplak bir yanlışı açığa çıkarsa, ancak o zaman özeleştiri verir. Ki bu özeleştiri de şekli olur. Oysa iç sorgulama ve muhasebe, artık olduğumuz şey olmama, yaptığımızı yapmama imkanını ortaya çıkarır. İçinde bulunduğumuz durumun nedenlerini açığa çıkararak ve bu koşullarla savaşım içerisinde kendimizi anlamlandırmamızı sağlar, bu anlama yetisini de eyleme dönüştürme imkanını açığa çıkarmış olur. Kuşkusuz özeleştiri süreci kendiliğindenliğe bırakılarak yaratılan bir süreç değildir. Yalıtık bir zaman-mekanın içerisinde yapılamaz ve bu şekilde devrimci ilişkiler geliştirilemez. Devrimcilik, karşılıklı etkileşim ile kolektif aksiyomun içerisinde gelişir. Örgütsel yaşamın içerisinde kolektif aklın, kolektif icraya dönüşmesidir bu. Ve ancak her kadronun kendi sınırlarını zorlayarak -rengi, düzeyi ve niteliğiyle- iştirak etmesi ile gerçekleşir. Bir iç içe geçme halidir, birbirimize karışır, birbirimizden çıkarız. İşte böylesi bir süreç, kadrodan kolektife, kolektiften kadroya akışın süreklilik halinde oluşuna mahal verir.

Eleştiri özeleştiriye kapalılık, örgütsel gelişmenin en büyük engeli

Bu anlamda özeleştiri, biz’in ve biz’deki ben’in verili pratiğinin sarsılmasıdır. Kendimizi kolektifte, kolektifi kendimizde görerek müdahale etmedir. Olan olması gerekendirci tarzın; statükoculuğun ve konformizmin ters yüz edilmesidir. Özeleştiri süreci, sadece olumsuzluklar, yanlışlar, yetersizlikler üzerinden tanımlanamaz. Devrimci kadro-örgüt, pratiğin ve teorinin her adımında, daha ilerisini kurmayı, savaşımın niteliksel-niceliksel olarak gelişimini, kendi mevcudiyetini ileriye doğru devrimci atılım ve sıçramalarla aşmayı önüne koyar. Kendi iç savaşımımızı, bütünlüklü kavramanın ve ele almanın bir yönü de budur. Özeleştirel tutum kendimizde ve kolektifte devrimci kararlılığı ve iradeyi her yönüyle büyüten bir yaklaşımdır. Bu tutum, mücadele içerisinde herhangi bir ikircikliğe düşmeden, bu yönde hareket etmemizi sağlar. Kolektif devrimci ilişki zemininde konumlanmaya, aktif katılıma ve diyalektik bir oluşa adım atmamızı sağlar. Kolektif aklın-icranın oluş hali içinde devinir, bilinçlenir ve yaşamı pratikleştiririz.

Kendimizde ve örgütte mücadeleyi net bir şekilde yürütmeliyiz. Bu netlik ideolojik netlikten, devrimci bilinç ve pratik netlikten, çizgi ve ölçüsü olan bir devrimciliğin netliğinden ortaya çıkar ve bunları bir süreklilik içerisinde netleştirmeye devam ederiz. Devrimci bilincin ve pratiğin ortaya çıkardığı özeleştiri-eleştiri; kendimize, gerçekliğimize ve oluşumuza bir yolculuktur, bir yoldur. Yolu ve hakikati, savaşımı, inşayı kolektif-kadro yeniden yeniden yaratır. Koşulsuz olarak devrimin ve yaşamın içinde olma halimizdir.

Güçlü bir özeleştirel tavrın, tutumun sergilenmediği yerde güçlü bir eleştirel duruşu sergileyemeyiz. Yanlış, eksik, hatalı olanı görüp müdahale etmekten ve eleştirmekten çekiniriz. Orada bir sorumluluk altına girmek istemiyoruzdur veya kendi payımıza düşeni almaktan korkuyoruzdur. “Eleştireceğim şey acaba bana döner mi? İlişkilerimi zayıflatır mı? Örgüt içerisinde bana düşmanlaşılır mı? Bir daha yüzüme bakılır mı ya da eleştirdiğim kişinin yüzüne bakabilir miyim?” vb. hesaplar yapmaya başlarız. Kendimizi, yoldaşlarımızı, örgütü ve mücadeleyi geliştirmeyen, büyütmeyen ve ilerlemesi yönünde engel olan oluruz. Kendine özgüveni olmayan, cesaret bulamayan bu tarz, “zayıflarım, yapamam, her şey dağılır-parçalanır”da ifadesini bulan anlayış, devrimci bir konumlanmanın tam tersi bir pozisyona iter bizi. Bu şekilde davranmakla kapitalist dünyanın değer ve normlarını örgütün içine almış, somut olarak kendimizi ve kolektifi yıkıma uğratmış oluruz. Bırakalım kapitalist meta egemenlik ilişkilerini yıkıma uğratmayı düzen içiliği örgüt içinde var etmenin yolunu döşemiş oluruz. Oysa yapıp ettiği her şeyde sürekli amaç bağını sorgulayan, bilinci ve pratiğini bu temelde geliştiren, kendisini özeleştiri-eleştiri süzgecinden geçiren kadro-örgüt, mücadelede ileri mevziler kazanır ve devrimi içsel bir hareket olarak her gün yaşar, yaşatır. Bunu yapmayan-yapamayan örgütlerin tarihin tozlu sayfalarında silik bir mürekkep izine dönüştüğünü görebiliriz. Başarabilen örgütler ise devrimin örgütleyicisi olur; kendi tarihini, mücadelesini, toplumsallığını yaratmaya devam eder.

Özeleştiri-eleştiri, bir nevi kendi inkarımız içinde, kendimizi olumlayabilme gücüdür. Kuşkusuz kadronun kendisini en sert ve acımasız bir biçimde eleştirmesi, her zaman için inkar sürecini başlatmaz. Mücadelede-örgütte kendini yetersiz görme, sürekli eksik olduğunu düşünme ve bunu ortaya koyma hali her zaman hayra alamet değildir. Bu, kimi zaman, “ben böyleyim, beni böyle kabul edin” demeye gelir. Eleştiriye kapalılığın bir biçimi de budur. Bir yerden sonra değişimin gücünü yok saymaya yol açar ve bir anlamda kadroyu öğrenilmiş çaresizliğe hapseder. Kendi sınırlarını zorlamama hali, bu ruh halinin bir sonucu olarak gelişir. Dışarıya yansıyan şey, özeleştirel koyuş ve kendi durumunu görmedir. Ancak özeleştiri, eğer değişim dinamiğini harekete geçirmekse burada mevcut statükosunu koruma hali vardır ve bu, özeleştirel bir tutum olarak değerlendirilemez. Özgüven sorununun yanı sıra bir de düşünsel ve yaşamsal konfor alanını terk etmeme tutumu vardır bu yaklaşımda. Oysa devrimcilik kendinde devrim yapmakla başlar. Bir de bu devrimi tek başına da yapmıyoruzdur. Kolektifın sorgulayıcılığı ve yönlendiriciliğiyle birlikte adım attığımızı unutmamalı, kolektifin gelişiminin bizde de karşılık bulacağının bilinci ve özgüveni ile hareket etmeliyiz. Yine özeleştirinin önündeki en büyük engellerden biri de “ben oldum”da ifadesini bulan tarzdır. Değişimin önü kapalıdır yine. Çünkü zaten en öz, hakiki komünist bizizdir! Belli bir yerden sonra kendimizde olumladığımız her şey, alışkanlığa dönüşür. Lenin’in işaret ettiği gibi “alışkanlıklar inatçıdır ve yıllarca mücadelenin önünde engel olur.” Bir yerden sonra devrimcilik adına ölçüt kişisel değer yargıları ve ölçüler olmaya başlar.

Bir başka anlayış da özeleştiriyi günah çıkarma derekesine indirmedir. “Ben özeleştiri veriyorum, bitti” dediğimiz an, yine kendimizi değişime ve dönüşüme kapatmış oluruz. Sorun analizi ve tespiti, çözümleme gücü ve sorunu aşma perspektifini içeren bir hedeflendirme ile yürümüyorsak, bu temelde bir pratik geliştirmiyorsak biz özeleştiri vermiş olmayız. Bu olsa olsa kendimizi ve kolektifi kandırma olur. Özeleştiri ciddiyetini yitirir, etkisizleşir. Oysa kendimizi yıkıp yeniden yaratmak esastır.

Eleştiri özeleştiri, komün toplumunun insan ilişkilerini kurma yöntemidir

Örgüt içerisinde çelişki ve çatışkıların, fikir farklılıklarının, birbiriyle çelişen tutum ve davranışların var olduğunu bileceğiz. Yaşamın kendisi çelişki-çatışkılardan oluşurken örgüt bundan ne kadar uzak olabilir? Örgüt içerisinde bu durum yokmuş gibi davranamayız. Örgütü canlı, hareket halinde bir oluş, organizasyon olarak tarif ediyorsak doğal olarak çelişki-çatışkıları olacaktır. Parti içi mücadelenin, çelişkilerin ve çatışkıların savaşımını iyi kavramalıyız. Örgüt fabrikasyon usulü hazır yapılmış, paket halinde sunulan bir şey değildir. Yapay ilişkiler ve işleyiş, kadrolar da sözkonusu değildir. İdealize bir ortam ve ilişkiler sistematiği yoktur. Devrimci bilinç ve pratikle sürekli bir savaşım halinde örülen ilişkiler ağıdır örgüt. Örgütsel gelişimin dayanak noktası örgütün ve kadroların bu temelde eleştiri-özeleştiri kültürüne sahip olması, bu ilişkiyi doğallaştırmasıdır. Bu doğallaşma, gelişkin bir kolektif ile bağımsız ve özgür birey duruşunu sağlayabilecek güçlü bir kadrosal şekillenişin önünü açar. Bu yetkinleşmeyle mücadelenin rotasını, yöntem ve araçlarını yaratan ve yeniden yaratan bir düzeye sıçramış oluruz.

Yaşadığımız gibi düşünerek hareket etmeyi değil düşündüğümüz gibi yaşayarak, örgütsel çalışmayı ilerletebiliriz. Devrim iddiamız ve somut pratiğimiz arasındaki çelişki, örgüt içinde eğer özeleştiri-eleştiri kültürü varsa, hareketin ileriye doğru gelişimini koşullar. Dünyamızı ve yaşamımızı bize yansıtacak olan bu yöntemdir. Mücadeleye yaklaşımımızı belirleyen de bu yöntemdir.

Özeleştiri-eleştiriyi sadece bir an’a, bir durumun içerisine, bir yere sıkıştırarak, hapsederek değil, her alanda ve örgütsel yaşamın içerisinde sürekliliğini sağlayarak devrimci sonuçlar alabiliriz. Bu, aynı zamanda hem kolektif hem de kadrolar olarak düzen içiliğe karşı, yetinmeci ve iddiasız mücadele anlayışına karşı örgütsel yaşamın ve ilişkilerin devrim eksenli kurulmasını sağlar. Bugünden örgütsel ilişkilerimize -yeraltı temelinde örgütlenmenin ve devrimci bir savaş örgütü olmanın zorunlu ilişki ve araçları dışında- nüfuz edecek olan açık komünal ilişkiler ve komün ruhudur. Bu, perdesiz ilişki kurmayı gerektirir. Kolektivizmi örgütsel yaşamın motor ilkesi haline getirmeyi koşullar. Böyle bir yapıda eleştiri-özeleştiri, gelişimin motor gücüdür ve iç ilişkilerde yabancılaşmayı, yukarıda belirttiğimiz zorunluluklar dışında, ortadan kaldıracak olan temel mekanizmadır. Bu anlamda, örgütsel ilişkilerin, işleyişin doğal bir parçası; organ toplantılarımızın olmazsa olmaz gündemidir. Eğer organ toplantılarından konferans ve kongrelere kadar tüm örgüt platformlarımızda bu gerek yerine getirilmiyorsa, yapılan toplantılar, dostlar meclisi ve alışverişine dönüşür. Bu gündem, sadece kadroların hatalarına, yanlışlarına da indirgenemez. Kolektif sorumluluk ve yükümlülüğün bir gereği olarak tüm alan ve düzeyleri keser.

Her dönemin örgütsel bir formasyonu vardır, gelişimi de farklıdır. Dönemi tariflemeli ve o tanım içerisinde hedefleri koymalıyız. Yine bu hedefler doğrultusunda perspektif oluşturmalı, örgüt olarak önümüze görev koymalı, kadroları bu temelde konumlandırmalıyız. Bu temelde harekete geçmeyen komite ve kadroları tespit edebilmek ise merkez ile yerel arasında güçlü bir hesap verilebilirlik ilişkisi ile ancak mümkündür. Hedefe kilitlenmeyen güçlerin, örgütlerin eleştirisi somuttur, onları doğrultuya çekmeyi esas alır. Diğer yandan örgütsel anlamda, koyduğumuz hedeflerin döneme uygunluğu ve pratikleşme düzeyinin, iddiamız doğrultusunda attığımız adımların temposunun özeleştirisi, aynı zamanda gelişim sorunlarının eleştirisidir. Ki bugün bizim yakalamamız gereken eşik de budur. Bugün buradan değil yanlışların, hataların, eksikliklerin ve benzer durumların kritiği olarak eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletiyoruz. Eleştiri-özeleştiri, buradan doğru aklımıza geliyor. Bu, her zaman olacaktır. Ancak en önemli silahımız olan eleştiri-özeleştiriyi, asıl yadsımanın yadsınması hareketini sağlayacak şekilde, gelişimin motor gücü olarak kullanmalıyız. Düzlemi bu şekilde, gelişimden doğru, dönemsel hedefler doğrultusunda tutturduğumuz temponun değerlendirmesi şeklinde kurmalıyız. Böylece kadroların öz değerlendirmesi de durgun bir su içerisinde yapılan bir analiz olmaktan çıkar; adeta coşkun bir nehrin hedefe doğru akışı içerisinde, o akışın ihtiyaçlarıyla birlikte olur. Böylece yeni dönemin içerisinde edinilmesi gereken niteliklerin, seviyenin kazanılıp kazanılamadığının tartışmasını yapar, ölçüyü buradan koyarız. Siyasal belirlemelerimiz soyut olduğunda, (yani günü yakalayamadığında ve amaç bağı güçlü bir şekilde kurulmadığında) örgütsel hedeflerimiz de soyut olur ve bu soyutluk içerisinde dönemin kadrosunun, önderlik düzeyinin önündeki görev ve sorumlulukları bütünlüklü bir biçimde koyamayız.

Devrimci eleştirel düşünce, Marksizmin ileriye açık devrimci yönelimidir

Marksizmin diğer bir adlandırması, devrimci eleştirel düşüncedir. Marks, eleştiriyi dinin eleştirisinden başlatarak, ekonomi politiğin, sivil toplumun, siyasetin, kültürün, hukukun, devletin eleştirisine yükselterek sistemin tüm alanlarına saldırıya dönüştürür, “var olan her şeyin acımasızca eleştirisi”ni yapar: “Var olan her şeyin acımasızca eleştirisini kastediyorum. Hem eleştirinin varacağı sonuçlardan hem de iktidarlarla çatışmadan korkmamak anlamında acımasızca eleştiriden konuşuyorum.” (K. Marks, “Arnold Ruge’ye Mektup”, Eylül 1843) Bu pasajda Marks eleştiriyi yanlız iktidarlara yöneltmiyor, “Hem eleştirinin varacağı sonuçlardan…korkmamak” olarak, aynı zamanda kendi kendisiyle savaş anlamında “acımasız” eleştiriden bahsediyor.

Kapitalizme karşı devrimci savaş, düz bir çizgide yürütülemez, çok yönlü, çok boyutlu ve yaşamın tüm alanları içinde kesintisiz sürdürülmek durumundadır. Bu kesintisiz savaşta en etkili silahımız eleştiri özeleştiridir. Düzenle savaş, kesintisiz olarak iki cephede sürdürülmek zorundadır: Direk cepheden düzenle savaş, bu göz önünde açık olduğu için, çok yanlış biçimde genellikle asıl savaş olarak anlaşılır, savaşı yalnız tek boyutlu anlarsak kazanamayız. Düzen aynı zamanda bizim içimizdedir ve asıl savaşın kazanılacağı veya kaybedileceği alan burasıdır.

Devrimci ortamın içindeki mücadele, sınıflar savaşının en hassas ve can alıcı alanıdır. Marksist ve devrimci mücadelenin tarihi, aynı zamanda iç mücadelelerin tarihidir. Burjuva ideolojisi yalnız devrimci ortama sızmaz, aynı zamanda daha etkili ve görünmez inceliklerde bizzat örgütsel ortamımıza sızar. Örgütsel yaşamda rekabetçi, grupçu, bireyci, iktidarcı, dayatmacı, çabuk ve kolay sonuç bekleyen bin bir kariyerist, muhteris, bencil kişilik ve tavırlar olarak var olur. Bütün iç yaşamımız ve örgütsel bütünümüz teorik, ideolojik mücadelenin alanıdır ve en keskin, en hayati savaş burada sürer.

Bu diyalektik illişkiyi kavrayamayanlar bir devrim partisinin hedefe varmasının engellerini dış olgular olarak anlarlar, dış olguların etkisi olur ama bir gücün başarısının belirleyicisi iç olgulardır. Devrim partileri hem başarı hem yenilgi gerçekliğini birarada, kendi içinde taşır. Kendi içimizdeki düzenle savaşı ihmal ettiğimiz her durumda kazanan düzen olmuştur. Biz dış savaşı kazandığımız her tarih ve yerde burjuvazi içimizden ve çok maharetli bir savaşla bizi yere sermiştir. İç savaş ihmale gelmez. Biz farkında olmasak da o içimizde sürer. Bunun farkında olmayan tüm partiler kazandığı tüm mevzileri düşmana kaybetmiştir.

Komünar devrimcilik içerden dışarıya, yerelden evrensele eleştirel harekettir

Komünar devrimcilik kurulduğu andan itibaren kendisini içe ve dışa doğru üç yönlü devrimci eleştiri özeleştiri hareketi olarak tarif etmiştir. Birincisi; ilk olarak kendi kendimizle, kendi yetersiz devrimciliğimizi eleştiri hedefine yerleştirdik, kendimizle savaşı başa aldık. Zorunlu olarak bu düzende yaşıyoruz, bu düzenin toplumunda, hakimiyetinde nefes alıp veriyoruz. Her nefes alışta onunla etkileşim içindeyiz, her saniye birbirimizi etkiliyoruz ya biz onu ya da o bizi etkiliyor. Yani ya düzen ya biz ağır basıyoruz. Yeterince iradi, devrimci bir düzeyi ideolojik, politik, örgütsel olarak kazanamazsak zaten güçlü olan düzen adım adım bizi içine çekiyordur. Biz en büyük kavgayı kendimize karşı veriyoruz ve buradan aldığımız güçle, tüm devrimci ortamımızı kuşatan sıradan solculuğa savaş açıyoruz. Bu anlamda, burada yalnız kendimiz tartışmıyoruz, kendimizi tüm devrimci güçlerin eleştirisine açıyoruz. Devrimci ortamın tüm artıları gibi eksileri de bizi en az kendimiz kadar ilgilendiriyor. Açıklık esastır; açıklık, açık eleştiri özeleştiri, açılan yaranın en iyi tedavi yöntemidir. Kişide ve örgütte kabahat ve kusurların gizlenmesi, yaranın cerahat toplayarak tüm bünyeye yayılmasına yol açar ve mutlaka patlar, daha büyük zarar verir. Kişi ve örgüt hata ve yanlışlarını kitleler önünde açık özeleştiriyle düzeltir, kitlelerin güvenini kazanır.

Kusursuz örgüt, kusursuz devrimci yoktur ve hiç olmayacaktır. Devrim mücadeleleri yanlış ve hatalardan öğrenerek yükselmiştir. Eleştiri ve özeleştiri buna hizmet eder, örgütü ve kişiyi küçültmez, büyütür. Daha önemlisi devrimci örgütü rastgele biraraya gelmiş topluluk olmaktan yoldaşlar topluluğuna dönüştürür. Zayıflıklarımız, kırılganlıklarımız düşmanın bize vuracağı yerlerdir. Zayıflıklarımızı, kırılganlıklarımızı görmezden gelirsek, gizlersek düşman bulur ve bizi oradan vurur.

İkincisi; biz halka karşı tüm üstenci, komutacı, öğretmen tavırları reddediyoruz ve bu eğilimlerle güçlü bir mücadele içindeyiz. Ama biz halka güzelleme düzen dalkavuklardan da değiliz. Türkiye’nin en büyük sorunu toplumsal çürümedir, biz ikinci olarak çürümüş Türkiye toplumuna karşı savaşıyoruz. Sınıflı toplum iç savaş toplumudur ve sınıf savaşları iç savaşın zamanda ve mekanda aldığı değişik biçimlerdir, değişik biçimlerde hep devam eder. Kitlelerin bilinci her zaman hakim sınıfların etkisi altındadır, sınıf ve kitlelere dönük her idealizasyon devrimcileri düzen içine çekmiştir. Savaşın bu boyutunun ihmali, hem devrimci özneyi düzen içine çeker hem kitleleri muhalif konumdan çıkarıp devrimin yıkıcı gücüne yükseltemez. Savaşımızın bu iki alanı egemen düzene karşı savaşla atbaşı gelişir ama bu iki cephede kazanamazsak devrimi gerçekleştiremeyiz.

Üçüncüsü; bölge halklarına emperyalizmin ve işbirlikçilerinin dayattığı selefi, ırkçı, faşist katil sürülerinin yürüttüğü işgal ve yağmaya karşı savaşıyoruz. Ve tüm bunların yaratıcısı olan kapitalist emperyalist sisteme karşı savaşıyoruz. Üç alandaki savaş iç içe geçmiştir. Ancak ilk iki alanda kazanamazsak, asıl savaşta zayıf kalacağımız, hatta kaybedeceğimiz ihtimali daha fazladır.

Defalarca tekrar ettik, ediyoruz ve etmek zorundayız: Eğer düşman ile savaşmak ve onu yenmek istiyorsak, savaşı önce kendi örgütümüzde ve kitleler içinde kazanmak zorundayız. Savaşı kendi içinde kazanamayan, kendi içinde burjuvaziyi, kendi içinde düzeni, kendi içindeki düzen değerlerini, kendi içindeki düzen anlayışlarını, eğilimlerini bütün burjuva eğilimlerini yenmeyen hiçbir güç düşmanla savaşamaz. Dolayısıyla bizim ideoloji, politika dediğimiz meselelerin esası kendi içimizdeki savaşla ilgilidir.

Devrimci eleştiri ve özeleştirimizin bir diğer boyutu yerelden evrensele doğrudur. Komünizm için mücadele zorunlu olarak yerel gerçeklik üzerinden başlamak zorundadır ama evrensele ulaşamazsa, kendisini evrenselin organik parçası haline dönüştüremezse, komünist düzeye yükselemez, bugüne gelen devrimlerin gösterdiği gibi, milliyetçi etkiler içinde boğulur.

Dünya devrim mücadelesinin tarihi ve günümüz dünya gerçekliği bize ne gösteriyor? Bu dünyanın üçte birine sosyalist sistem hakimdi. Bu büyük sistem, milyonlara varan kızıl ordular niye yıkıldı? Asıl olarak milyonlar büyük bedeller ödeyerek, yıllara yayılan kanlı mücadelerle kazandıklarını, sosyalist sistemi niçin savunmadan burjuvaziye teslim ettiler?Tüm dünya devrimcilerinin saygı duyduğu, örnek aldığı büyük Ekim Devrimi’nin sonucu niçin buraya vardı? Uzun bir tarih boyunca bütün insanlığın arkasından koştuğu sınırları aşarak, dinleri, mezhepleri, milliyetleri aşarak, coğrafyaları aşarak, Güney Asya’dan Güney Amerika’ya, Kara Afrika’ya ve bütün dünyaya yayılan ve Marksizm ideolojisi ile ayağa kalkan bütün kıtalardan, bütün coğrafyalardan, bütün sınırlardan taşarak, yükselen bu dalga niye böyle sonuçlandı? Bizim buna itirazımızın olması zorunludur. 100 yılı aşkın bir zaman bütün dünyayı sarsan kitlesel direnişler, genel grevler, silahlı ayaklanmalar, ulusal kurtuluş savaşları, halk savaşları, Avrupa’da Hitler faşizmine karşı büyük destanlar yaratarak direnen komünist partiler niye çöktüler? Bütün bu tarihin devrimci muhasebesiyle, bu büyük çöküşün sebeplerini anlamamız lazım.

Marksizm, insanlığın kapitalist sömürü ve emperyalist vahşete karşı yürüttüğü savaşın devrimci esinleyicisi ve yön göstericisi olarak doğmuştur. Yerel ve evrensel olarak dünyanın neresinde işçi sınıfı ve emekçi halklara yönelik bir saldırı varsa orada mutlaka Marksizmi kuşanmış devrimciler buna karşı duruyordu. Uzun bir süreden beri dünya devrimciliği ve Marksizm bu yanını kaybetti. Yeryüzündeki acıların, insanlığın paramparça olmuş halinin, toplumların çürümesinin, emekçilerin paryalaştırılmasının, sorumlusu emperyalistlerdir, kapitalistlerdir ama aynı zamanda devrimlerden kaçan, devrimleri unutan Marksistlerdir. Bugün Lenin’in, İkinci Enternasyonal dönekliğine ve ihanetine karşı yaptığından çok daha güçlü bir ideolojik eleştiri ve başkaldırıyı örgütlemek zorundayız. Komünarlar ideolojik, politik ve örgütsel alanda kendini bir eleştiri hareketi olarak inşa ederek, dünya devrimci hareketindeki reformcu ve liberal sapmalara karşı yüksek bir moralle ve yüksek bir sesle ideolojik mücadele başlattı. Komün Gücü perspektifimiz, dünya Marksist hareketindeki sapmalara ve sosyalizm deneylerindeki savrulmalara karşı yükseltilmiş devrimci eleştirimizdir.

“Var olan her şeyin acımasız eleştirisi” ilkesini benimseyenler, bu silahı en başta kendinde uygulamak zorundadır. Komünarlar olarak, hem içe ve dışa doğru, hem de yerelden evrensele doğru, “devrimci kopuş” ve “komün gücü” kavramlarını geliştirerek devrimci eleştirel eksen üzerinde kendimizi inşa ederek ilerleyeceğiz.

Tüm insanlığa ve halklarımıza ölümüne bir savaş dayatılıyor. Biz bu acımasız, uzun ve zor savaşta en büyük zaafımızın ideolojik, politik, örgütsel, pratik ve kültürel düzeylerde yaşadığımız aşınmalar, devrimci değerlerdeki yıpranma ve hastalıklar olduğuna inanıyoruz. 40 yıla yaklaşan düşük düzey solculuk ortamında, en başta öz değerlerimizde ve içimizde zayıfladık. Devrimci hareketin en büyük yarası; kendi içimizdeki düzen, içimize sızmış burjuva alışkanlıklardır. Bundan dolayı, en başta kendimize yükleniyor ve kendimizi devrimci bir savaş gücüne dönüştürmek için savaşıyoruz. Biz bu savaşla kendimizi başka bir toplumsallık temelinde dönüştürüyor, başka bir yaşamı ve ilişkileri savaş içinde inşa ediyoruz. Asıl gücümüzü, koca koca sosyalist sistemleri çözen yanlışlardan ve hastalıklardan arınmak, aynı yanlışlara düşmemek için yürüttüğümüz savaştan alıyoruz. Bu savaşta tek ve en önemli aracımız, devrimci eleştiri ve özeleştiri silahıdır.