1960’ların yarısına gelindiğinde, Endonezya Komünist Partisi üç buçuk milyondan fazla üyeye ve on milyondan fazla taraftara sahipti. Komünist partilerin o günkü uluslararası büyüklük cetveli içinde üçüncü sırada yer almaktaydı. Aynı parti 1965’te komünist avı başladığında, 18 Ekim’de kendini feshettiğini açıklayarak, büyük kıyımın önü açmıştı. Öyle ki Endonezya’da tarihin en acımasız katliamı birkaç yıl içinde yüz binlerce komünistin ve muhalifin hayatına mal olacaktı. Sömürgeciliğe karşı mücadelede direniş örgütü olarak doğmuş, uzun yıllara yayılan mücadele deneyimleri biriktirmiş komünist partinin yerel önderleri, üyeleri, taraftarları; ordu desteğinde mafya ve İslami çeteler tarafından aşağılanarak, işkence edilerek, dikenli telle boğularak katledilecek, yollar İslamcı çetelerin Endonezya’ya özgü palalarla kestikleri insanların cesetleriyle dolacaktı.
Endonezya Komünist Partisi büyük tasfiyeye kadar, uzun tecrübeye sahip ve mücadeleden kopmamış, güzergahını şu ya da bu biçimde tutmuş, köklü bir partiydi. Aynı parti teslimiyetinin bedelini ödemiş kötü sonla tarihe geçecekti. Öyle ki, komünist partisinin kendine özgüvensizliğinin, düzen içi arayışlarının ve öngörüsüzlüğünün, dahası hatasının bedeli yalnızca ölüm ve tasfiye ile sınırlı kalmadı; kaç kuşağa yayılan bellek yitimine de neden oldu. Bugün Endonezya’da komünistlerin de solun da esamesi bile okunmuyor.
Bizde böyle uzun geçmişe sahip büyük bir komünist parti ve örgüt yok. Devrimci sayılabilecek “küçük ama etkili” olmak üzere şekillenmiş örgütler, devletle giriştikleri şiddet mübadelesinde “devletin kontrollü” darbesi karşısında akamete uğramaktan, akametin yarattığı krizlerden çıkmak için kalan eforunu tüketmekten ve nihayetinde bir kısmı da Kürtlerin ellerine uzattıkları partiye dahil olarak, orada var olmaktan öte güçlü bir toplumsal ve sınıfsal temele de, tabana da sahip değil. Solun baskın çehresini belirleyen siyasal söylem ve eyleme biçimi ‘Kuruçeşme’ toplantılarında mutabakatı yapılmış, ÖDP ile mantıksal sonucuna ulaşmış, sosyal demokrasi ile malul varoluş biçimine oturmuştur. Türkiye solunun 1990’lardan başlayarak iç tasfiye ile birlikte politik olarak kendini bir olanak olmaktan çıkartıp rejimin içine konuşlanması, bu süreçten sonra mağduriyet zemininden kendine bakan, sitem içinde meşruiyet arayan ve kendini bunun üzerinden ifade eden pratikle sınırlı varoluş sahibi bir “sol cephe” ile kendi zamanının ruhunu da belirlemiştir. Öyle görünüyor ki Türkiye, Endonezya’ya benzer bir durumun fragmanıyla bile karşı karşıya gelse, Türkiye solu çok hızlı ve kanlı bir tasfiyeyle hazin sonunu yaşayacak. Bunu iddia etmemiz için oldukça fazla sebeplerimiz ve deneyimlerimiz var; birincisi DAİŞ’in Suriye’deki pratikleri, Suriye’den çok önce Endonezya’daki İslami çeteler tarafından deneyimlenmişti. Hem de bir milyona yakın insanın katledilmesiyle. AKP bir iç savaş durumunda yalnızca orduya, polise değil, Endonezya’daki gibi İslami çetelerin ve DAİŞ’in pratiklerine de güveniyor. Türkiye’de solcu boğazlama konusunda hiç değilse ‘Kanlı Pazar’dan beri deneyim sahibi olan İslami çeteler, bugün Endonezya’ya benzer biçimde ordu, polis desteği ile büyük kıyım yapabilecek güce ve olanaklara ulaşmış durumda. Buna mafya çetelerini de dahil etmek gerek. (Alaattin Çakıcı ve benzerleri bunun için cezaevlerinden çıkartıldı) İkincisi; Türkiye solunun yakın tarihte devletin kontrollü darbeleri karşısında aldığı yenilgiler ve onun yarattığı sonuçların altından kalkamaması ve yenilginin onlarca yıllara yayılması. Kalan zayıf dinamiklerin de bu yayılan zaman diliminde piyasa tarafından absorbe edilmesi ve piyasanın içine çekilerek temsilini buraya kurması ve bu temsilin aynı zamanda solun temsiline dönüşmüş olması. Küçük ama etkili olmak isteyen istisnai yapılar ise strateji, taktik ve örgütlenme hataları nedeniyle hızla çözülmeye uğramaları, direnme mevzileri kurmamaları ve bunu istikrarlı bir göstergeye dönüştürüp, etki alanlarını genişletememeleri nedeniyle varlıklarını yitirmiş olmaları. Ve elbette; bugünün soluna ruhunu veren modern melankolinin, sözle eylemi birbirinden ayırmış olması. Bu ayırma nedeniyle gerçekliğin kaybedilmesi. Yani teorinin sözünü, politik melankolisine bir türlü geçirememesi; varoluşunun giderek patolojikleşmesi. Bunun semptomatik sonuçlarını da görmesini engelleyen büyük körleşmenin yanılsamalarını gerçeklik olarak üstlenmesi.
Dahası “Temmuz Darbesi” diye anılan karşı devrimci girişim sonrası KHK’larla başlayan kontrollü tasfiye döneminden sonraki işleyen süreç, yalnızca işsizleştirme politikası değildi; ağırlıklı olarak solun akademiler, meslek ve üretim alanlarında tutunduğu yerlerden sökülüp atılması ve toplumsal bağlarının kopartılarak boşluğa itilmesiydi. Dikkat edilirse KHK sonrası devlet koalisyonu ve AKP açık biçimde iç savaş konseptini politikleştirerek, güçler ilişkisini yeniden biçimlendirmeye başladı. Denebilir ki Endonezya olmaya giden dönem kontrollü olarak başladı bile.
Ancak Türkiye’de denklem şöyle yürüyor; devlet koalisyonu ve AKP, kontrollerindeki resmi, yarı resmi paramiliter güçlere ve tabana güveniyor, dahası Suriye’de kiraladığı çetelerin ‘öncü savaşçı’ yeteneklerine ve pratiklerine güveniyor. CHP ve cümle sol ise; Kemalist ve laik olduğu varsayılan modern nüfus kesimine ve Alevilere güveniyor; bunu kendini garanti edecek bir güç olarak görüyor. Bu gerçek tablodan da anlaşılacağı üzere bu “güçler dengesi” üzerinden yürüyen bir siyasi konumlanma biçimi söz konusu. Dürüstçe söylenmeli ki solun utangaç biçimde ideolojik imgesini kurduğu bu “güçler dengesi”ne Kürt devrimci özneleri ve onların Kendi topraklarında yürüttükleri silahlı direniş dahil değil. Mevcut solun ‘burjuva hürriyetler arzusu ve sistemin restorasyonu’ üzerinde konumlanmasının sınırı; Kürt devrimci öznelerinin silahlı direnişine kadar… Solda bu dışlamaya ruhunu veren ideolojik çerçeve; devrimci direniş geleneklerine ve onu mümkün kılabilecek üst düzey silahlı direnme biçimlerine karşı bir dışlamadır. Bu demektir ki, Endonezya’ya benzer biçimde karşı devrime yol verme ve kıyıma karşı direnme potansiyellerinin oluşmasını engellemedir. Ancak varoluşunu kitlecilik, işçicilik, muhaliflik, demokrasi dilenme ve mağdurluk politikalarıyla sınırlandırılmış solun ettiği laflar bunlardan büyük. Sorun tam da burada.
Bir post-ideoloji sayıklaması: AKP gitti gidecek!
Özellikle son on yılın sol külliyatına bakıldığında kriz, enflasyon, işsizlik, döviz kuru gibi parametrelerle AKP’yi ve iktidarın işleme biçimini anlayan ve oradan varsayımsal sonuçlar çıkartan bir sol akıl ile malulüz. Şimdilerde ise buna Covid-19 pandemisini de eklemeli. Ve bu akıla inanacak olursak, AKP ve iktidar mekanizmaları en az on kez yıkılmış ve yerle yeksan olmuş olmalıydı. Ancak bu akıl yalnızca bir tutarsızlık üretimi ile sınırlı değil; bizatihi bu akıl tarafından meydana getirilmiş “özne”nin de siyasetçi öznesi haline gelmiş olmasıyla ilgili. Kaldı ki bu siyasetçi öznesi, kamusal alanın siyasal üretim biçimlerini ve onu mümkün kılan ilişkilerin yeniden üretimini anlayabilecek kapasite ve parametrelere de sahip değil. Siyasi alanı kavrama biçimi AKP’yi eleştiri konusu yapma olunca, kaçınılamaz olarak ‘eleştirel siyaset’ zemininin dışında başka gerilim alanlarını ve olanaklarını görmek de mümkün olmuyor. Bu kadar değil; örneğin kitle dalkavukluğu, işçi dalkavukluğu ve onların ideolojik yüceltmeleri bu aymazlığın sığınağına dönüşerek söylem siyasetini oluşturuyor. Böylece sol, iddialarını eleştirel söylem alanın dışında pratiğe kuramıyor. Var gibi görünen pratikler ise ‘meşruiyetini savunma’ zemininden bir adım öte gidemiyor. Yani gazete köşelerinden, internet yayıncılığı üzerinden zikredilen onca iddia kendine bile dokunmuyor. Hatta şunu söylemek bile mümkün; Türkiye taşralarında madenciliğe, çevre felaketine, toprakların gasbedilmesine, termik santrallerine karşı mücadele eden kitle, kendiliğinden oluşan potansiyel, Türkiye solunun söylem siyasetçilerinin oldukça ilerisinde pratiklere sahiptir. Bir sol siyasetçiler tipolojisi düşünün ki, öne sürdükleri tezler ve vardıkları sonuçlar kendilerine dokunmuyor olsun. Ancak bu tipolojinin maddi temelleri var; sol siyaset alanın piyasa gibi işlediği; siyasetçinin de meta temsili olarak dolaşımda olduğu mübadele ilişkisiyle devletin ona açtığı “muhalefette kal” alanı, onun kendisini yeniden üretmesi için olanaklar sunuyor. Bunu şöyle de anlamak mümkün; AKP ve mevcut iktidarın işleme biçimi, bir anlamda devletin solunu da üretiyor. Yani iktidarın işleme biçimi politik ve toplumsal muhataplar oluşturmaksızın yürüyemeyeceğine göre; mevcut solun sahip olduğu pozisyonun ikame edilmesi için ona gündem vermek zorundadır. Dahası liberallerin eski siyasi kurucu pozisyonlarını kaybetmeleri nedeniyle bu pozisyonun sola üstlendirilmesiyle gelen bir “alan paylaştırması” söz konusu. Bu alandan söylem ve “pratikler” tutturan solun beklentisi ise; kriz!
Ancak AKP’yi ekonomik krize indirgeyen sol siyaset anlayışının bu şaşı bakışı, AKP ile sınırlı değil, solun ideolojik arka planı ile ilgili. Ha keza kapitalizmi anlama biçimleri de “kapitalizmin krizleri” üzerine olunca, krizler yapısal sola yapısal varsayımlar ürettiriyor. Böylece “tarihin akışı” kendinden krizler nedeniyle toplumun içinde bulunduğu mevcut siyasal güç ilişkilerinin kuruluş biçimine de son vermenin koşullarını da hazırlamış oluyor. Ancak burada iradenin ve kurucu öznenin ideolojik olarak siyasetin dışına atılması işçici, kitleci siyasetçi güruhu için söylem kurmanın ve kendilerini ikame etmelerinin olanaklarına dönüşüyor. Bu kadar değil, burada iki temelli yanılgı söz konusu; birincisi kapitalizm kriz ilişkisini, kapitalizm aleyhine bir “durum”un meydana gelmesi olarak okunması ve bunun kapitalist üretim ilişkilerini akamete uğratacağına dair illüzyon. Piyasa ve mübadele ilişkisini, kapitalist birikimin varoluşu olarak görme ve buradaki gerilimi, üretim ilişkilerine indirgeme. Kapitalist üretimi canlı bir ilişki, toplumsal ilişkiler sistemi olarak görmeme. Bu kadar sığlaşmış bir zihin işletme biçiminin, kapitalizmin tarihinin krizler tarihi olduğundan bir haber olması. Kapitalist gelişme demek, non-lineer gelişme demektir. Yani krizler demek, kapitalist gelişmenin itici gücü demektir. Bu bakımdan kapitalizmin literatüründe kriz kavramı negatif anlam taşımaz, tersine rekabet, pazarların yeniden biçimlendirilmesi, yeni taleplerin oluşturulması, sektörel üretimler arası ilişkilerin yeniden düzenlenerek, sermayenin yeniden üretimi için yeni kanalların açılması demektir. Nihayetinde savaşlar demektir! Para krizi mi; bir sektörde “batan” para, dünyanın başka bir yerinde, başka bir sektörde ivmelenmiş olarak yeniden ortaya çıkar. Burada negatif krizden söz edilse edilse; çalışanların işsizleşmesi, yoksulluğun artmasından söz edilebilir. Bu da her yoksullaşmanın ve işsizleşmenin devrimci anlamda siyasal-toplumsal sonuçlar üretmeyeceğidir ki bu tarihle maluldür. 1940’larda Führer’e secde eden milyonlarca işsizi anmak yeterlidir. Kaldı ki, AKP dünyasının hükmünü icra ettiği Türkiye’de, AKP tabanında kendini onda bulan ve onun üzerinden toplumsal aidiyet kuran milyonlarca işsiz ve yoksul söz konusu. Bu bakımdan AKP’yi ideolojik bakımdan toplusal formasyon görmeyenler, onun kurucu kitlesini görmeyenler ve o kitlenin kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde konumlanmalarını görmeyenler AKP’yi “saf iktidar” olarak görecek ve bu iktidarın geleceğini de ekonomik krize bağlayacaktır. İkincisine gelince; Türkiye’de burjuvazi hiçbir dönemde olmadığı kadar AKP ile sermaye birikimine ulaşmıştır. AKP sermayenin yeniden üretiminin önündeki bütün yasal engelleri kaldırarak, sermayeye yol vermiştir. Sadece oligarşik burjuvazi değil, Anadolu’da taşra kasabalarında bile muazzam sermaye birikimi oluşmuş durumda. Bu da AKP ile güçlenen yerel iktidar sınıfları, AKP’nin ikamesinde oldukça önemli rol oynuyor demektir. AKP, yalnızca ideolojik bakımdan Sünni İslam’ı militanlaştırmadı, yerel sermeye üzerinden taşra alanlarındaki kitleyi de kendi varoluşuna bağladı. Bu durum oldukça önemli bir durum. Bu bakımdan Türkiye’de kapitalizm, İstanbul değildir. İktidar da Ankara değildir. Ayrıca AKP, devlet koalisyonun bir parçasıdır ve kendi başına bir iktidara sahip değildir. Temsili, onun devlete muktedir bir güç olduğu anlamına gelmiyor. Bu bilenen bir gerçek. Gerçek buysa, Türkiye’de AKP’nin gitmesi, devletin mevcut pozisyonun değişeceği ve başka ve “demokratik” biçimlere evrimleşeceğine dair hayalden de, yalandan da uzak durmalı. Kaldı ki, devlet koalisyonuna CHP de dahilken, CHP imgesine ve onun “muhalif”liğine güvenerek, sözde “birlik”, “cephe” iddiaları öne sürmek yalnızca siyaseten değil, ahlaken de sorunlu. Bu kadar değil, gelmekte olan felaket karşısında kendi tabanını aldatmak, hazırlıksız bırakmak ve onları kurbanlaştırmaktır.
Solda bitmeyen avuntu: Birlik
Sol toplumsal olarak dayanabileceğini varsaydığı sınıflar tarafından itildiğinde ya da onlara ulaşamadığında fasit bir döngü içinde cemaat olarak kapandığı dönemlerde, kifayetsizliğini ve dışlanmışlığını aşmak için çevreye “birlik” sözünü yetiştirmeye çalışır. Bu hoş ve içi boş sözler çevresinde biraz sempati oluştursa da, boşlukta kaybolup gider ve bir süre sonra kendisi de unutur. Ancak birlik çağrılarının bir hınzırlığı ve aldatıcılığı da söz konusu; birliğe çağrı yapan hiçbir cenah, kendisinin ne yapacağını söylemez. Başkalarının ne yapacağını ve yapması gerektiğini söyler! Yani kendini taca atar ve oradan ‘kurucu’ olmaya çalışır.
Sahici birlik çabası; karınca duası gibi başkalarına “politik görevler” sıralamaz. Önce kendinin neye muktedir olduğunu, neler yapabileceğini ve hangi güçleri üretebileceğini ortaya koyar. Birlik, “beraber arama” yalanı değildir. Güçlerin birbirini sınayacağı zeminin inşasıdır. Gerçekte kendi gücünü başkaları için ortaya çıkarmadır. Söylem siyasetine heba edilemeyecek kadar zor, çetrefil ve olmazsa olmaz bir çabadır.
Birlik çağrısı bu bakımdan önce kendi varoluşuna sorular sormadır. Kendinin nerede ve nasıl eylediğini, ne ile iştigal ettiğini anlama ve bir anlamda onunla yüzleşme çabasıdır. ‘Ben kimim’ sorusunu sorma cüreti ve onun arayışına girme çabasıdır. “Ben şuyum, sen nesin” sorusunu kurucu yapma girişimidir. Yani devrimci cephenin karşılıklı olarak birbirlerini inşa girişimidir. Bu bakımdan piyasaya karınca duası tadında “”politik görevler” yüklemek, kendinden kaçmanın ve kendini yok saymanın küçük kurnazlığından başka bir şey değildir. Bunun böyle olması birlik meselesini ıskalayarak kibirli laflar edeceğiz demek değildir. Yalandan birlik çağrılarına ve oyalanma siyasetini ciddiye almadan, sahici birliği mümkün kılacak kerterizleri anlamaya çalışacağız.
Soru şu; yaklaşmakta olan felaket, bizim gerçekliğimizi biçimlendirebilecek düzeyde ideolojik ve siyasi varoluşumuzun temel kaygısına dönüşüyor mu? Yani yaklaşmakta olan felakete karşı direnç noktalarını ve mümkün olanakları keşfetme ve buralara odaklanarak arayış sürdürme çabası içinde miyiz? Elinde direnme araçlarına sahip olamayan, hiçbir ön hazırlığa sahip olamayan ve devrimci direniş hatlarını kurmak için arayışı olmayan birlik konuşmaları bu bakımdan büyüklere masallardan ibaret işlevsiz ve oyalamacılıktan başka bir şey değildir. Kitle hamaseti, sol sosyal demokrasinin hamaseti olarak dolaşıma sokulduğu illüzyonlardan uzak durmakta fayda var.
Kaldı ki, hazırlığını iyi yapmış, direniş güçlerini yürütecek ve yönetecek, her bakımdan donanmış kadrolarla güçlü direniş mevzilerine sahip değilse; kitlesel düzeyde şans eseri bir cephe mümkün olsa bile onu garanti edecek ve yürütecek yegane güçten yoksunsun demektir. Silahlanmış öz savunma direniş hatları konusu bugün hayati düzeyde öneme sahip. Direniş hatlarını konuşmayan ve arayışlarını sorgulamayan ve birlik sorununu metalaştırıp, dolaşıma sokan oyalamalara yüz vermemek gerekiyor. Çünkü 1965’te Endonezya’da yaşanan trajik kıyım kader değil, Endonezya Komünist Partisi’nin tercihiydi. Aynı tercihin Türkiye solunda da işletileceğine tanık olacağımızı düşünmememiz için hiçbir nedenimiz yok.
Çok değil birkaç zaman önce Taksim direnişinin üçüncü gününde “eylemi bırakın” çağrısını yapanların, Taksim direnişinin ortaya çıkardığı dinamikleri parklara götürüp tasfiye edenlerin solun bir kesimini domine etmeye devam ettiği düşünüldüğünde, yaklaşan felaket günlerinde nasıl bir rol oynayacaklarını bilmek bile yıkımın ne düzeyde olacağını tahmin etmek için yeterli.
Devrimci arayışa, öngörüye, uyanıklığa ve zaman kaybetmeden gelmekte olan felakete hazırlığa ihtiyacımız var; bunlar için kendimizi imkana dönüştürmek mümkündür. Hiç kimse mevcut sol piyasanın “şen hali”ne güvenmesin ve “Türkiye, Endonezya olmaz” demesin.