George Floyd: Siyah hareketin köklerine yeniden bakmak – Halil Yıldız

Amerika’da ırk tartışmalarına dair en demokrat yaklaşımlar, ortalama olarak “Durum kötüydü, şimdi de kötü; ama hiç iyileştirmelerde yok değil. Siyahlar isteklerinde haklılar ama acele etmemeliler. Nesnel koşulları gözeterek mücadele yöntemleri geliştirmelidir, nüfus sayısı dikkate alınmalıdır. Beyaz müttefikler yapılan eylemlerle ürkütülmemeli ve uzaklaşıtırılmamalıdır.” şeklinde tarif edilebilir. Bu yaklaşımlar sadece beyaz Amerikalı çevrelerden gelse bir yere kadar kabul edilebilirdi. Ama asıl tehlike bu argümanların siyah Amerikalı kanaat önderleri ve medya şarlatanları tarafından yaygınca kullanılmasıdır. Fanon’un tabiriyle bunlar siyah derili beyaz maskelerdir. İster siyah ister beyaz tenli olsun ırkçılık sorununun aşılmasında bu teraneleri okuyanlara siyahi bir Amerikan devrimcisi Frederick Douglas’ın sözleriyle cevap vermek isabetli olur. 

“Özgürlükten yana görünüp de, ayaklanmayı kötü gözle görenler, toprağı sürmeden mahsul almak istiyorlar; gök gürlemeden, yıldırım düşmeden yağmur yağsın istiyorlar; okyanusu istiyorlar, ama dalgası olmasın, suları köpürmesin, diyorlar… Ağlamayan çocuğa mama vermez iktidar. İstemeyene zırnık vermemiştir, vermeyecektir de. Bir halk boynunu büktü mü, abanacaklardır üstüne, bini bir paraya gidecektir uğradığı haksızlığın, ta ki silkinsin, sözle, yumrukla yada her ikisiyle birlikte dirensin… Tiranların edeceği zulmün sınırı zulme uğrayanların sabrına bakar.”

Stokely ırkçılığın iki biçimi olduğunu tespit eder. Birisi açık, diğeri ise gizli ırkçılık. Bunlar birbiri ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Açık ırkçılık ya da bireysel ırkçılık, beyazların siyahlara yönelik ırkçı yaklaşımları olarak tanımlanırken, gizli ya da kurumsal ırkçılık ise beyaz toplumun ahlaki, hukuksal normları ve bu normların siyahlara yönelik tutumu olarak tarif edilebilir. Birinci tür ırkçılık George Floyd örneğinde görüldüğü üzere öldürme, yaralama, kundaklama gibi açık edimlerdir. İkincisi ise oldukça örtülüdür. Toplumun saygın ve yerleşik kuvvetlerinin körüklediği bu ırkçılık biçiminin bireylerle özgül ilişkisini kurmak zordur. Ama birinci tür kaba şiddeti koruyup kollayan ve alttan alta teşvik eden ırkçılık olarak görülebilir. Mesela George Floyd’un Minneapolis’te katledilmesi, Amerikan toplumunun çoğunda infial yaratabilir. Oysa Alabama’da yüzlerce siyahın bakımsızlık ve konutsuz kalmasından dolayı ölmesi, ayrımcılığa uğraması, eğitim alamaması, ruhsal çöküşü kurumsal ırkçılıktır. Tefecilerin, insafsız ev sahiplerinin, uyuşturucu ve organize suç çetelerinin kucağına itilen siyahlar toplum tarafından görünmezden gelinir. 

Burada üzerine uzun uzun değinemeyeceğimiz tarihsel koşulların sonucu olarak şekillenen bilinç, beyazların siyahlardan üstün insanlar olduğuna dair bir vehim geliştirmiştir. Bu saygıdeğer beyazlar kendilerini George Floyd’un ölümünden sorumlu görmez. Çünkü kendileri asla böyle vahşi ve gaddarca işler yapmazlar. Bir siyahı öldürmezler, kiliselerine bomba koymazlar. Ama kurumsal ırkçılık politikasını sürdüren ve yöneten siyasi partileri desteklemekten de asla geri durmazlar. 

Charles Silberman “Ak Kağıt Üstünde Kara Buhran” kitabında bu durumu şöyle tanımlar. “Kısacası kafamıza dank ediyor artık. ABD tümüyle, kuzeyiyle, güneyiyle, batısıyla, doğusuyla ırkçı bir toplumdur ve bu şimdiye dek kabullenmeye ve göğüslemeye yanaşmadığımız ölçüde doğrudur. Birleşik Amerika’daki ırk ilişkilerinin en acıklı yanı odur ki, öteden beri sanıldığı üzere, Amerikan vicdanı diye bir şey yoktur ortada. Beyaz derili Amerikalılar, Amerikan inancına bağlılıklarıyla hergünkü davranışları arasındaki çelişkilerinin azabını çekip arada paralanıyor değillerdir. Tabii, ırk ilişkilerinin şu anki durumundan memnun değiller. Ama onları kaygılandıran şey, adaletsizlik değil, huzurlarının kaçışı ve işlerinin bozuluşudur.”

Silberman’ın tarifi “kurumsal ırkçılığı” başka bir şekilde anlamamıza da yol açar: “Sömürgecilik”. Sömürgecilik ana ülkeye bağlı bir koloni gibi düşünülse bile, her zaman böyle olmaz. Örneğin Güney Afrika’da siyahlar ve beyazlar bir arada yaşar. Amerika’da siyah ve beyazlar hukuk önünde eşit görünse de, (Kürtler de bu yanıyla benzer bir örnek olabilir) gene de beyaz toplumun sömürge uyruğudur. Burada belirleyici olan coğrafik tanımlar değil, toplumsal ilişki eşitsizliklerini belirleyen nesnellik ölçüdür. 

Sömürgecilik tanımına dair bir başka itiraz da genellikle sömürgeler hammadde ihtiyaçlarının karşılandığı alanlar olarak kullanılır emperyalizm tarafından. (Elbette emperyalist tekellerin bu sömürgeleri aynı zamanda pazar olarak değerlendirdiğini gözden kaçırmıyorum. Ancak bu konuda çok mübalalı yaklaşımlar olduğunu da düşünüyorum. Mesela Türkiye’yi ele alalım, dünyadaki GSMH’dan %1 in altında bir pay alabilmekte ve aynı zamanda dünyanın en büyük 19. ekonomisi olabilmektedir. GSMH paylaşımında ABD, Çin ve AB ülkeleri neredeyse %80’e yaklaşan bir pay almaktadır. Bir de diğerlerini düşünün Rusya, Kanada, Japonya vs. Bu bütünlükten bakarsak Türkiye’nin ekonomik bir güç olarak emperyalizm açısından vazgeçilmez bir ülke olduğu iddiası biraz havada kalır.)  Amerika’daki siyahlar ise hammadde değil ama açık bir ucuz işgücü piyasası durumundadır. (Bu noktada da Kürtlerle bir özdeşlik kurulabilir.) Bir yandan üç kuruşa en ağır işlerde çalıştırılırlarken, diğer yandan beyazların sahibi olduğu imalatçı fabrikaların ürünlerini tüketirler. İktisat bilimi ne kadar kıvırırsa kıvırsın, nesnel ilişki bu çevrimin ekonomik bir sömürgecilik olduğunu işaret eder. 

Siyah nüfusun gittikçe artışı, hele bazı eyaletlerde yoğunlaşma şeklinde artışı, beyazların korkusunu tetikler. Beyazların korkusu aynı zamanda muhafazakar bir dirençle, Amerikan siyasal iklimindeki muhafazakarlık ve güvenlikçi politikaların önemli bir tuğlası olur. 

Robin Jr Williams, Amerika’daki ırkçılığın tarihsel gelişim seyrinde başlangıçta ırkçılık ideolojisinin olmadığını belirtir. Ama Amerikan tarihinin ekonomik gelişim seyrinde (özellikle kuzey güney iç savaşına doğru gelişen ekonomik çelişkiler ve çatışmalar dinamiği) bir zorunluluk olarak siyasal egemenliği haklı hale getirmek için kullanıldığı andan itibaren çok güç kazandığını tespit eder. “Ne zaman ki bir toplum içinde bir takım kimseler servet edinme, sözünü geçirme ve başkalarına hükmetme, ve sosyal itibar ve saygı hak iddia edip bunu da epeyce bir süre elde etme olanağı kazanır, bu kimseler bu nimetlere “haklılıkla” sahip oldukları duygusuna kapılır. Bu avantajlar bir geleneğe dönüşür ve kutsanır. Mevcut durumu değiştirme önerileri “moral infial” tepkileri yaratır. Mevcut düzenin haklılığını göstermek üzere çetrefilli  öğretiler geliştirilir.”

Amerikalı siyahlar, yukarıdaki alıntıdaki nedenlerden kaynaklı gelişen “beyaz iktidar mekanizmasını” çok iyi bilirler. Belki yasaları bilmezler ama bu iktidar mekanizmasının nasıl çalıştığını gayet iyi bilirler. İmar Teftiş Dairesi’nin her zaman beyaz ev sahibini koruyacağını bilir siyah kiracı. Polisin siyaha yönelik şiddetini de beyaz mafyadan rüşvet aldığını da bilir. Gettolarında çöplerin toplanmama nedenini de bilir. O çöpleri toplayacak kamyonları gönderecek yetkililerin beyaz olduğunu da bilir. Okulundaki müfredatta tarih derslerinde siyahlardan hiç bahsedilmediğini bilir. 

Peki ne yapacaktır siyahlar? Mesela siyasete katılımla bir şeyleri değiştirme arzusu duyarlar. Yakın dönemde bir “Obama” örneği önümüzdedir, başkan olsan ne fayda? (Bu açıdan da Kürtlerle bir benzeşme arz eder siyahlar. Türkiye’de sık sık ayrımcılık olmadığının ispatı gibi, ama Kürtler milletvekili oluyor, hatta cumhurbaşkanı oluyor sözleriyle karşılaşırız.) Siyah siyasetçilerde isterse başkan olsunlar ancak beyaz efendilerinin el verdiği ölçüde güçlüdürler. Zenci Siyaseti adlı kitabında Wilson bu durumla ilgili şu tespitte bulunur “Zenci politikacıların kanına dokunan şey, zencilerin kamu dairelerinde ve örgütlerinde önemli ve itibarlı mevkilere tayinini etkileme yetkisini kısmen yitirmiş olmalarıdır. Bu örgütlere seçilen zenciler laf olsun diye seçilmektedir ve düşmana dönüşmektedir.”

Bu konuda en güzel örneklerden birisi bir zamanların Kongre Üyesi William Dawson’dur. Güney Chicago bölgesinden seçilen siyah Dawson, beyazlar tarafından satın alınmadan önce siyah hareketin önemli liderlerinden biriydi. Silberman, Dawson’un Kongre üyesi olduktan sonra siyah harekete ne kazandırıp ne kaybettirdiğini şöyle özetler. “Chicago siyahlarının nasıl avlanıp eli kolu bağlanabileceğine mükemmel bir örnek… Dawson Siyahlar için ödün koparıyorum derken, çok daha fazlasını kaptırdı. Dawson’un ele geçirdiği ödünler koca-kent siyasal mekanizmasına özgü, alışılagelmiş bir takım nimetlerdi. Bir avuç taraftarı için düşük ücretli işler, kararlarıyla yoksul seçmenin yaşantısını etkileyebilecek güçteki kimselerden, polisten, konut görevlilerinden, hayır işleriyle uğraşanlardan ve bazı memurlardan iltimaslar koparmak; kamu konut projelerinde, kamu yardımı ödemelerinde ve bu alanlarda kendi adamlarını gözetmek gibi şeylerdi bu kazanımlar. Dawson’un kaptırdığı şey ise, Siyahların gururuydu, onuruydu; Chicago’nun Siyahlarının lideri artık temel zulum ve ırk ayrılığının sorumlusu olanlarla mücadele etmekten vazgeçmişti.”

Dawson ve benzerlerine sorsanız, bu eleştiriye cevabı iş görebilmek için bu yolu denedikleri olmuştur. Bireyler için bazı kazanımlar, sosyal kazanımların yanında oldukça küçüktür ve ayrıca sosyal kazanımların önünü tıkayan bir tıkaç görevi görüyorsa yasal siyasette yer edinme hayırlı bir iş değildir. Bu yaklaşım zamanla siyasetçiler ve taraftarları arasındaki uçurumu açar. 

Ayrıca Amerikan seçim sistemi siyahların oylarını büyük oranda pasifize etmek üzerine kuruludur. Örneğin Manhattan’da siyasal iktidar ve temsilciliğin dağılışında siyah nüfus oranı ile temsiliyet arasındaki oransızlık göze çarpar. Detroit’te muazzam siyah nüfusa rağmen 1957 yılına kadar bir tek siyah belediye meclis üyesi bile seçilememiştir. Seçim bölgeleri özellikle geniş tutularak siyahların oyu elimine edilir. Los Angeles’ta 1963 yılına kadar siyah meclis üyesi olmamıştır. 

Amerika’da ekonomik sömürgeciliğin önemli bir ayağınıda ekonomik yardımlar oluşturur. Afrika’daki misyonerler gibi Amerikalı gerek kamu gerek özel sosyal yardım kuruluşları bireyi son kertede insanlıktan çıkaran ve bağımlılığı temelli kılan bir sistem kurarlar. Kenneth Clark “Kara Getto” kitabında bu süreci şöyle anlatır. “Getto kendi yağıyla kavrulur, hiçbir şey üretmez ve kentin zenginliğine hiçbir katkıda bulunmaz. Beyaz topluluğun Siyahları getto ceplerine tıkmaya çalışmış olması, beyaz işadamlarını bu gettolara demir atmaktan alıkoymaz. Neden derseniz, getto da bir kar kaynağı ve kapitalist rekabetçi bir toplum içerisindedir. Harlem’de o dev mağazalardan bir tane var, sahibide beyaz. Siyahların bir kredi ve tasarruf sandığı var. Geçenlerde kendilerine ait bir banka kurdular. Diğerleri ise hep beyazların banka şubeleridir. Gayrı menkuller, apartmanlar, depolar, hanlar, mağazalar, vakıflar, tiyatrolar… Hepsi gettoların dışında yaşayan Beyazlara aittir. Siyahların dışında yaşayıp, siyahlardan edindiği karı dışarı taşıyan Beyazlar. 1964 yılında Getto sokaklarında kıyamet koptuğunda, beyazlara ait mağazalar yakıp yıkıldı, yağmalandı. Beyazlar kendisine muhtaç siyahlara hizmet ettikleri kanısında oldukları için, şaşırıp öfkelendiler. Anlamadıkları, Siyahlar kendilerine verilen bu hizmetten dolayı şükran değil, öfke duyuyorlar. Nasıl yerliler, gördükleri hizmetin gereği, sömürge devlet mekanizmasını ayakta tutan memurlarına öfke duyuyorsa…”

Siyahlar için kamusal ayrımcılık yaşamın her alanındadır. Örneğin gettolarda yaşayan siyahların ödediği kira miktarı, gettolarda oturmayan beyazların ödediği kira miktarından daha fazladır. Türkiye’de Suriyeli ve Kürtlerin yaşadığı (yaşamak zorunda bırakıldığı) gettolar ve nedenleri ile kıyaslanırsa bu kira politikasının nedeni anlaşılabilir. 

Irkçılığın asıl sebebi, noktasında Stockley’in sözleriyle şu vurguyu yapmak önemlidir. “Toplum kurumsal ırkçılığın icabına bakmıyorsa, bunun nedeni açık. Siyah topluluk denen şey, beyaz topluluk içindeki içindeki kıyıcı kuvvetlerle, özel bir takım çıkarların elbirliği sayesinde yaratılmış ve onların sultası altında tutulmuştur da ondan.” Evet Amerikalılar, siyahları bile bile eziyorlar. Çünkü siyahların bu ezgin halleri aynı zamanda ekonomik ve siyasal bir çıkar devşirme zeminidir. Siyah hareket ne zaman bir değişiklik arzusu dillendirse ve bunu eyleme dökse, Amerikalıların kayıtsızlığı yerini korku ve çıkar birliğine dayanan bir dirence dönüşüyor. Şiddet ve kayıtsızlık arasındaki çizgi gittikçe bulanıklaşıyor. Şu ya da bu biçimde beyazların çoğu bu sömürü sürecine dahil oluyorlar. 

Bu mekanizma bir yoksulluk bumerangına dönüşüyor. Siyahlar ucuz işlerde çalıştırılıp gelirleri düşürülüyor, bu yüzden başka işler bulabilecek eğitimden mahrum kalıyorlar. Banka ve tefecilerin eline düşüp bir borç batağında debeleniyorlar. Sosyal yardımlara bağımlı hale geliyorlar.

Kimse suçu üzerine almıyor. Burjuva iktisat ve onun ahlaki analizi siyahları, çalışmak istemeyen, miskin, sosyal yardımlarla geçinen bir topluluk olarak damgalıyor. Onlara göre burada bir sömürü yoktur. Siyahlar özgürlükler ve fırsatlar ülkesi Amerika’da bulduğu işi beğenmeyen, topluma yabancılaşmış asalaklar olarak görülüyor.

Sömürgeciliğin ruhsal etkileri

Siyahlar Amerika kıtasına uygarlaşsın ve Hristiyan olsun diye değil, İngiliz burjuvazisinin ihtiyaçları doğrultusunda getirildi. John Hope Franklin “Avrupa ülkeleri Yeni Dünya’yı geliştirmeye girişince, her şeyden önce Amerika’nın doğal kaynaklarıyla ilgilendiler. Çalıştıracak işçi lazımdı. Tabi, en ucuzundan” diye tarif edecektir ilk siyah kölelerin Amerika’ya gelişini. 

Bu ucuz işgücü olarak başlangıçta Amerikan yerlileri düşünüldü. Ancak hem Avrupa kıtasından gelen hastalıklara karşı dayanıksızlığı hem tarım topraklarını genişletme kanunu yüzünden topraklarını korumak için beyazlarla savaşmaları, kitlesel imhaları ve de geleneksel çalışma biçimlerinin plantasyon tarzı tarıma uygun olmaması nedeniyle bu strateji başarılı olmadı. Avrupa kıtası yoksulları başka bir ucuz işgücü rezervi olabilirdi. Onlar da belirli bir süre para kazanma amaçlı geliyorlardı. 4-7 yıllık çalışma akitleri tamamlandığında sözleşmelerindeki 50 dönüm toprak alma hakkını kullanarak çiftçileşiyorlardı. Siyahlar ihtiyaç duyulan işgücü için en ideal topluluk olarak öne çıkıyordu. Gene Franklin’e dönersek “Teninin rengi yüzünden kaçanlar kolayca yakalanabiliyordu. Haraç mezat satılıyorlardı. Artık beyaz derili beylerin işçi bulabilecek miyim kaygısı ortadan kalkmıştı. Siyahlar putatapar bir ülkeden geldikleri için ve Hristiyanlığın ahlak ilkelerini taşımadıkları için, daha kolay horlanabiliyor, zor işlere koşulabiliyor, plantasyonun çıkarları uğruna ruhça ve ahlakça çökertiliyordu. Uzun erimli bir hesapla köle emeği daha ucuza geliyordu. Zenci köleliği temelli bir kurum halini aldı. Yeni Dünya’nın en can alıcı sorunu, -ucuz işgücü- daha kestirme bir yolla çözülemezdi. Kurumaz tükenmez bir kaynaktı bu. Avrupalılar Afrika kıyılarına demir atmışlardı.”

Kölelik, Amerikan toplumunun ana gövdesinin siyahlara yaklaşımını ve davranışlarını derinden etkilemiştir. Kendi ülkesinde parya olan yoksulların konumu, Fransızların Cezayir’e göçü, Boerlerin ve Portekizlilerin Afrika’ya yerleşiminde olduğu gibi Amerika’da şöyle bir soruna yol açar. Kendi ülkesinde toplumun en alt basamağında ki bu insanlar başka bir ülkeye yerleştiklerinde, yerliler sayesinde hiyerarşide bir anda kendini en üst basamakta bulurlar. Ayrıca her şeyi sıfırdan başardıkları hissiyatıyla, kazandıkları ayrıcalıkları kendi alametleri gibi görürler. Bu yüzden Cezayir’deki Fransızlar, Afrika’daki Portekizliler ve Fas bölgesindeki İspanyollar faşist iktidarların en güçlü destekçileri olmuşlardı. 

1857 yılında Dred Scott davası kararında Başyargıç Taney “Siyahların, beyazlarca kabul edilebilecek hiçbir hakları yoktur. Siyahlar, beyaz insanlar için haklı ve kanuna uygun olarak köleleştirilebilir” demiştir. Kölelik sonrası yasalar önünde siyahların eşitliği hiçbir zaman Amerikan toplumunun bilincinde bu gerçeği değiştirmemiştir. Amerika’daki diğer yerli gruplar bu anlamda siyahlardan daha farklıdır. Onlar tarihin hiçbir döneminde köleleştirmemiştir. 

Tarihin ironisi diyebileceğimiz siyahların Amerikan ordusunda savaştığı dönemlerde bile siyahları hiçbir zaman eşit görmemiştir. Birinci Paylaşım Savaşı’nda, siyahlar savaşta ölürken, siyahların subay rütbesi alamayacağına dair bir yasa tasarısı hazırlanıyordu. Savaş sonrası cepheden dönen siyah askerlerden 2 yıl içerisinde, 80 savaş gazisi linç edilerek öldürüldü hem de bunların bazılarının üzerinde asker üniformaları olmasına rağmen. General Patton 1. Paylaşım Savaşı’nda siyahların orduya alınıp alınmamasına dair bir tartışmada şöyle görüşünü belirtir. “Amerika için kanları akacaksa tenlerinin renginin bir önemi yok” 2. Dünya Savaşı’nda cephedeki siyah askerler, Alman esirlerden sonra yemek yiyebiliyorlardı. Önce beyaz alman esirler, sonra siyahlar…  Vietnam savaşında zorunlu askerliğin sonucu olarak Amerika’nın orta üst sınıflarına mensup aileler ve muhitlerine de cenazeler gelecektir. Vietnam işgaline karşı orta üst sınıflar üzerinden gelişen savaş karşıtlığının en temel nedeni de budur. Sonrasında Amerika “Paralı Askerlik” formülünü geliştirmiştir. Ve Vietnam’da savaşan Amerikan askerleri içerisindeki sayı hızla artmıştır. Amerikan ordusunun işgal güçleri içerisinde siyah sayısı kademeli olarak artmaya devam etmektedir. Bu yanıyla Türkiye’deki Kürt savaşında paralı askerlik kurumunun geliştirilmesinin temel nedeni de bu olarak görülmelidir. Mesele sadece profesyonel askerler değildir. 1990’larda toplumun her kesimine gelen cenazeler, Türkiye’de süregelen Kürt savaşının kamuoyu tarafından ciddi biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. Paralı askerlikle birlikte ölen askerlerin memleketlerine bakarak ve TV’lerdeki cenaze törenlerinden gördüğümüz üzere, metropollerin dışından ve yoksullar olduklarını anlıyoruz. Bu tür ölümler de iktidarı zorlayacak olan üst-orta sınıfın görüş alanına girmez. Üst-orta sınıflar yoksulların şu yada bu biçimde ölmesiyle alakadar olmazlar. Tersanede iş kazasında da ölsen, Kürt dağlarında da ölsen verecekleri tepki “yazık”tır.

Elbette Amerikan toplumunun geleneksel yaklaşımının dışında istisnalarda yok değildir. Bir çok beyaz ırkçılığa karşı mücadele etmiş ve hatta siyah hareketle birlikte mücadele ederken bedeller ödemiştir. Ancak burada da öne çıkan başka bir maraza gözlemlenebilir. Üsttencilik… Bruce Detwiler, Siyah Olunacak Zaman adlı eserinde şu tespitte bulunur. “Siyah topluluk önderleriyle kurduğumuz ilişkilerimizin çoğu zaman Güney’deki geleneksel siyah-beyaz ilişkisine döndüğünü üzüntüyle görmekteyiz. Bir de bakıyorsunuz karar verme işi beyaz örgütçüye kalmış. Yöresel beyaz derili önder, içgüdüsel bir davranışla üstenci rolünü benimseyivermiş… Örgütçünün amacı halkı gütmek değil. Halkın kendi kendini yönetmesini sağlamak olduğuna göre, beyaz derili oluş aşılmaz bir engel insanın önünde.”

Siyahlar ise yaşadıkları deneyimlerin sonucu büyük bir özgüven sorunu yaşamaktadır. Kendisine olan saygısını yitirmesinin nedenini ise Clark’ın Kara Getto daki şu bölümden görebiliriz. “Getto koşulları altında yaşama zorunda bırakılan ve toplumun hemen hiçbir katında adam yerine konmadığını, herkese gösterilen saygıya, kendisinin layık görülmediğini uzun zamandır deneyimlemiş kişi birgün gelir, kendi değerinden de kuşkulanmaya başlar.” Bu kuşku beraberinde kendi toplumunu suçlama ve kendi toplumuna nefrete dönüşür. Düşmana benzeme arzusu bireyi kendi gerçekliğine yabancılaştırır. Malcom X bu yabancılaşmaya dair kendi hayatından çok çarpıcı bir örnek verir. Bu örnek aynı zamanda döneminin siyah gençliğinin çok yaygın kullandığı bir yöntemdir. Kıvırcık giderici ve ten açıcı ilaçlar… Beyaza benzeme çabası siyah için kendi aşağılığının itirafıdır. 

Devletler de bu aşağılanmaya bir ışık çakarlar. Bir umut verirler siyaha. Örneğin Portekizliler assimilado (asimilasyon) yasasını kullanmışlardır. Beyaz adam olabilme standartlarını tutturan siyahlara kendi ülke vatandaşlığını ve pasaport vermiştir. Nedir bu standartlar “İyi derecede Portekizce bilmek, Portekiz tarihi ve kültürüne adaptasyon (giyim kuşam konuşma dili vs) en az lise mezunu olmak.” Asimalado’lar Portekiz ve Brezilya’ya gidebilir. İyi işlerde çalışabilir, beyazlarla aynı lokantalar ve barlarda oturabilir. Tabi bunun bir şartı vardır, Afrikalı geçmişini unutmalı ve Afrikalıları kendi düzeyinin altında görüp aşağılamalıdır. 

Amerikalılar da siyahlara “siyah” hapishanesinden kaçmak için firar yöntemleri sunarlar. Amerikan orta sınıf değerlerini benimsemesi, kendi kültüründen kopması gerekmektedir. Fraizer’in Siyah Burjuva kitabında belirttiği üzere bu karakter beyazların yanında siyah, siyahların yanında beyazdır. Bu karaktere en çok Hollywood filmlerinde denk geliriz. Genelde polis olurlar. Gettonun içinden çıkmış ve başarılı olmuş siyah dedektif iş ortağı tarafından siyah görülürken, gettoya gittiği zamanda siyahlar tarafından beyaz olarak yaftalanır. Bu karakter aynı zamanda Amerikan toplumu için ırk sorunun aşıldığının ispatıdır da. Ve bunu kültürel olarak tüm dünyaya sinema yoluyla yayar. Bu karakterler (Obama en uç örneğidir) siyahların lideri olabilirler. Siyahlar ancak “beyazlaşmış siyahlarla” temsil edilebilirler ve beyazlar ancak bu “beyazlaşmış siyahları” muhatap kabul eder. Kendi gerçekliğine bu kadar yabancılaşmış bir siyahın, siyahlara ne hayrı dokunacağını konuşmak bile abese iştigaldir. Kilian ve Grigg, Amerika’da Irk Bunalımı adlı çalışmalarında siyahların kendini yeniden tanımlamasının, yeni değerler ve amaçlar öne sürmesinin ve bunlar etrafında örgütlenmesi gerektiğine dikkat çeker. “Şu anda, ırk sorununa çözüm yolu kabul edilen bütünleşme (entegrasyon) siyahın siyah kimliğinden vazgeçmesini içeriyor. Geçici olmayan bir çözüm yolu bulunmak isteniyorsa, “Amerikalı” sözcüğü özüne takılmış ırkçı yan-anlamından yani “beyaz-amerikalı” ek anlamından arıtılmalıdır. Biyolojik kaynaşmayı bir yana bırakıyoruz; bütün Amerikalıların siyah Amerikalı olmanın beyaz Amerikalı olmak kadar makbul olduğunu candan ve içten kabul etmelerine bağlıdır. Irk ilişkileri sorununun can alıcı noktası burasıdır. Topluca davranma duygusu yeniden öyle bir tanımlamaya sokulmalıdır ki, beyaz adamın beyaz olmaktan kaynaklı edindiği sosyal avantaj, avantaj olmaktan çıksın, ve bir Amerikalı yüzü kızarmadan atalarının zenci olduğunu söyleyebilsin… Onlar (siyahlar) öyle bir toplum içinde yaşıyorlar ki, esastan “Amerikalı” olabilmek demek, “beyaz” olmak demektir ve siyah olmak ise bir “kara-yazıdır”

Amerika’da siyah hareket hiç yorulmadan bazen en dipten bazen kitlesel ayaklanmalarla hep bu yeni değerler silsilesi etrafında özgürlük arayışını bugüne dek sürdüregelmiştir. Kitlesel ayaklanmalardan, parlamenterizme, silahlı mücadeleden, dinsel görüngülü köklere dönüş hareketleriyle, Komünist Parti’den Kara Panterlere kadar bir arayış ve birikim içiçeliği taşır siyah hareket. 

Amerikan işçi sınıfı hareketi hak ettiği ilgiye hiçbir zaman mazhar olamamıştır. Eşsiz deneyimler ve moral değerlerle doludur. Ancak kısa erimli bir süreçte sınıf hareketinin yeniden bir ivme kazanacağını düşünmemizi sağlayacak bir ışık görünmüyor ufukta. Şunu kabul etmeliyiz ki, Amerika’nın asıl gediği siyah harekettir. Siyahların eylemlerinin öfke temelinden özgürlük paradigmasına doğru evrilmesi Amerikan kapitalizminin en büyük kabusudur. Kuzey-Güney savaşından sonra başlangıçta sadece Güney’le sınırlı olan ırkçılık ve ırkçılığa karşı mücadele, Kuzeyi ve güneyi ile tüm Amerika’nın temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişkinin çözülmesi demek Amerika’nın çözülmesi demektir. Bu yüzden eşitlikçi bir Amerikan toplumu arzulayan her siyah için tek çözüm Amerika’ya karşı savaştır.  

Yeraltı Ölüler Diyarı Tanrısı Hades’in başında mavi renkli bir hale vardır. Ancak yeraltının zifiri karanlığında başındaki mavi renkli hale görülemez. O mavi renkli hale yeraltının zıttı olarak gökyüzünü temsil etmektedir. Devrim de Hades’in tepesindeki mavi haleye benzer. Karanlıkta göremeyen o haleyi yok sanır çünkü mavi gökyüzü imgesi bilincinde henüz oluşmamıştır. El yordamıyla, körlemesine bu cehennem içerisinde kabullendiği hayatı yaşayacak ehveni şer bir sığınak arar. Bu kez o mavi halkaya Amerika’nın siyah hareketi ışık tutuyor. Ölüler diyarı kapitalizmin cehennem sakini ezilenler, gözleri kamaşarak bir gökyüzü düşü kurmaya başlıyor yeniden. 

Siyah hareketi konuşurken Karmetiler’den bahsetmeden bitirmek olmaz. Küçük bir anekdot: 891 yılında Karmetiler Küfe’de Abbasilere yenilirler. Esir düşen Karmeti komutanı Ebu Fevaris ile Abbasi halifesi El Mutasıb Billah arasında şöyle bir diyalog yaşanır. 

Halife: Siz ilahi ruhun vücutlarınıza hulul ettiğine inanıyor muşsunuz, öyle mi? (Tevhid inancının dışında mısınızdır kastı.)

Fevaris: İlahi ruh cesedimize girmiş ise size ne zararı dokunur. Yahut şeytanın ruhu girmiş ise size ne faydası olur. Sana ait olan şey ne ise onu sor.

Halife: Bana ait olan şey ne imiş?

Fevaris: Ne mi? Cemiyeti Beşeriye’deki bu adaletsizlik nedir? Bütün müesseselerin esası çürüktür. Siz sarayınızda rahat yaşayınız halk ise açlıktan ve sefaletten ölsün. Bu mu adalet, bu mu halifelik. İşte senin vazifen bu cemiyetten sefaleti kaldırmaktır. Biz haklarımızı almak için ayaklandık. Bunun için kan döküyoruz.