Görünen gerçeği yenmek: Bilim, felsefe ve politika – Tufan Yakın | Komün 9. Sayı

Bu çalışmayı son 1 yıl içinde 30 yıllık mahpushane hayatlarını bitirerek art arda tahliye olanlar ile özgürlüğüne sayılı günleri kalan tüm devrimci tutsaklara ithaf ediyoruz. Devrim tarihimizde önce en uzun yatanlar 10 yıl yatıyordu, sonra 20 yıla çıktı ve 1990’lardan sonra ise bu 30 yıl oldu. Felsefenin en son öleceği mekândır hapishaneler. Çünkü direnmenin estetiği en yaratıcı şekilde sadece buralarda hayat bulmuştur. Bunu en iyi devrimciler bilir. Bir de buna en yakından şahit olan devlet! Son dönemde politik tutsaklara yoğun işkenceler sonrası “kendinizi asın” diyerek intihar etmelerini istemelerinin nedeni de işte budur. Yaşamın hücreleştirilmesine rağmen direnmeye devam eden bu fevkalade gerçekliğe karşı olan tahammülsüzlükleridir.


Politikadan kopuk, akademinin içine gömülmüş felsefecileri, felsefi derinlikten yoksun devrimcileri, bilim ve teknoloji karşısında çaresiz, ona tabi olan ezilenleri anlatmaya çalışacağız. Marksist felsefedeki yetersiz devrimcilikte kendimizi dışarda tutmuyoruz. Marksist felsefede devrimci, öncelikle soru soran bir kişidir, ama toplumdan farklı olarak bu soruları, başkalarına değil, öncelikle kendine soran kişidir. Eleştirel düşünceyi, görünenin ardındaki gerçeği, meselelere farklı açıdan bakabilmeyi önce kendi zihninde tartışabilen devrimcilik, felsefi devrimcilikte ilk adımdır. Unutmayalım Marks henüz 23 yaşında bir üniversite öğrencisi iken, – başlarda hiç önemsenmeyen hatta aforoz edilen Epiküros ve Demokritos hakkındaki doktora tezi ile- felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirebilmişti. Marks felsefede ortaya koyduğu görüşlerle 2500 yıllık felsefe tarihinin buzkıranı olmuştur. Maddi üretimden, sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız soyut bir insani gerçeklik olamayacağını göstermiştir tüm insanlık âlemine.

Birçok komünistin mücadele içinde felsefeyle yeterince uğraşma olanağı bulamadığı bir vakıadır. Başta Lenin! Ampiriokritisizm ve Felsefe Defterleri dışında bir çalışması olmadığını biliyoruz. Maksim Gorki ile olan yazışmalarında “Devrimin ateşinde felsefe ile uğraşma olanağını pek az bulabildik. (…) Biz sıradan Marksistleriz, felsefeye az meraklı insanlarız. (…) Bu sahada hazırlıklı olmadığımın eni konu bilincindeyim. Bu da beni halk önünde konuşmaktan alıkoyuyor.” diyordu. Lenin’in kendine “sıradan Marksist” dediği koşullarda bizler de felsefi planda Marksizm’in çömezleri oluyoruz.

Görüşlerimiz hitap ettiğimiz kişilerde yarattığı etkiyle sınanır. Lenin’in felsefedeki eksikliğinin onu halkın önünde konuşmaktan alıkoyduğuna dair kendini eleştirmesinin nedeni de budur. Sınanma! Kitlelerin önündeki sınamadan başarılı olarak çıkamama endişesi. Mao’dan bir alıntıyla Lenin,”kayayı yerinden kaldırıp kendi ayaklarının üzerine bırakmak” istemiyordu kuşkusuz. Felsefenin bizzat politikayla, kitle ilişkileriyle nasıl iç içe olduğuna dair bu anekdotu en başa koyarak ilerliyoruz.

İki sorunsalımız var çalışmamızda.

  1. Bilimin proletarya ve devrimci sınıf siyasetiyle arasındaki açının ciddi anlamda büyümesi. Bu anlamda mücadelenin önümüze bilimin proletarizasyonu görevini koyması.

    İçinde yaşadığımız dönemde bilimin tarihten günümüze hep var olagelmiş göreli özerklik alanı giderek daralmış, daha önce bilimin parçası olan teknoloji giderek ayrı bir güç olmuş, bu durum bilimin felsefi boyutunu ciddi biçimde zayıflatmıştır. Bugünkü bilim tabiri caizse, “ağaçları gösterip ormanı göstermeyen” bir bilimdir. Tüm yazı okunduğunda anlaşılacaktır ki, bilimin proletaryaya mal edilmesi, sanılanın aksine özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesiyle sınırlı değildir, asıl olan bilimin felsefeyle aşılmasıdır. Toplumsal mülkiyetin asıl gizi burada saklıdır.

    Günümüzün anlaşılmasında teknoloji adeta “doğru sadece benden sorulur” dercesine kendini fetişleştirmiştir. Bilimler yasa koyar ama felsefe yasanın ne olduğunu tartışır. Bilim ispatı, felsefe ikna yöntemini yeğler. Bilimin yöntemleri gözlem, deney ve araştırma, felsefenin yöntemi ise her tür akli ve sezgisel yorumlardır. Günümüz tekno-determinist anlayışı yasanın sorgulanmaksızın kabulünü dayatıyor. Bilim geçmiş yüzyıllarda kendisine yön veren felsefeyi nerdeyse ayaklar altına almıştır. Felsefe hakikatin ardından koşmaktır. Bilim tek hakikat benim diyor! Oysa bilim, olan’ı, felsefe ise olan’ı değil olması gerekeni tasvir etmeye çalışır. Bu, realite ile hakikat arasındaki bir savaştır. Hakikat gerçekle karıştırılmamalıdır, der tüm felsefeciler. Hakikat, görünen gerçeği yenmektir. Bilimin felsefeyle aşılmasıdır.
  2. Felsefenin dünyayı anlama ve değiştirmede tarihsel rolünün giderek zayıflaması, devrimci sınıf siyasetinden kopması, bu anlamda onun temsiliyet sorununun çözümünde “siyaset felsefesi”nin öne çıkan bir imkân olması.

    Kapitalist küreselleşme toplumsal iş bölümü içinde özel bir meta olan entelektüel emeğe uzmanlaşmayı dayatarak onu bir yanıyla fikir endüstrisi şeklinde metalaştırmış, öte yandan ideolojik aygıtlarıyla devlete içererek onun bütünsel bakışını kırmış, parçalara ayırmıştır. Eski felsefe “bütünü” inceliyordu. Şimdiki sadece parçacı değil, daha kötüsü “bütünü” gizlemeye hizmet ediyor. Uzmanlaşma entelektüel emeğin kendini inkârıdır. Dahası uzmanlaşma ile entelektüel emek kendi karşıtını doğurmuştur. Eskinin “her şey hakkında” ciddi sözleri olan, kavramsal dönüşümlere imzasını atan felsefecilerinin yerini şimdi iş dünyası ve devletlerle iş bitiren “girişimci profesörler” ve devlet filozofluğu almıştır. Sermaye sınıfı fikirleri alınıp satılan karlı bir endüstri dalına ve toplumsal rıza üreten ideolojik bir aygıta dönüştürmüştür.

    Akademinin artık bir “endüstri kolu” olduğu tartışılmıyor mu? “Fikirlerle yaşamayı” (H.Georg Gadamer/Alman filozof 20.yy) kendileri için yaşam boyu uğraşa dönüştürmeyi seçen insanlar gerçekten hala var mı? Materyalizmin sesini Akademi’de duymak artık nerdeyse imkânsız! Her ülkede yaşanıyor, mesela ülkemiz özgülünde “barış bildirisine” imza atarak ihraç edilen akademisyenler duyarlı son kuşaktı. Ama biz biliyoruz ki; ölüm halindeki felsefe, aslında onun yeniden diriliş momentidir. Ortaçağ teolojisi, Antik Helen’i öldürmüş ama o Rönesans, Aydınlanma ve ardı sıra Marksizm ile yeniden ayağa kalkmıştır, sonra II. Paylaşım Savaşı onu yine öldürmüş ve 20.yüzyılda zayıf da olsa yeniden doğmuştur. Onun son katili postmodernizm ve halihazırda sürmekte olan “üçüncü” olarak adlandırılan gücü güce yetene ardışıklaşmış hibrit ve siber savaşlar dönemidir. Biz işte bu dönemin felsefi doğumu üzerine tartışacağız.

    Marks’ın klasik ve sol Hegelcilerle tartışırken Antik çağ materyalizmine yönelmesinin asıl nedeni, o dönemde materyalizm tartışmalarının tarihsellikten kopuk olmasıydı. Biz de benzer şekilde tam da bu yüzden kaynağa tekrar dönmeliyiz. Kaos ve belirsizlikler içeren günümüz dünyasını doğruluk, hakkaniyet ve adalet yönünde harekete geçirmek için evrensel felsefi klasiklere geri dönmek zorundayız.

    Her iki meselede yol alınabilmesinin, ortak payda olarak gördüğümüz devrimci politika üzerinden gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Ve en son bunu tartışacağız.

    Ana fikrimiz ise şu olacak: Bilim felsefe ilişkisinde İlkçağ, Ortaçağ, Rönesans, Aydınlanma ve 20. yüzyıl birikimi ile günümüz arasındaki en büyük farklardan biri önceki yüzyıllarda bilime felsefenin yön vermesi iken günümüzde felsefenin anlam yitimiyle bilimin dizginsizce gelişiminin önünün alınamamasıdır. Bilimin zincirlerinden boşalarak dünyada hükümranlığını ilan etmesi karşısında yeni devrimci imkânlar nasıl yaratılabilir? Felsefe ve politika bu yeni ilahı nasıl engelleyebilir, onu nasıl yeniden işçi sınıfı ve ezilen halkların yararına dönüştürebilir? Hem bilimin proletarizasyonu hem de felsefenin onun “ölümünü ilan edenlerin” inadına “siyaset felsefesi” olarak ayağa kaldırılmasının merkezine devrimci politikayı koyuyoruz. Epistemolojiyi, ontolojiyi, din ve ahlak felsefesi ile etik ve estetik’i şimdilik, yeniden geri almak üzere akademi ve devlet filozoflarına bırakıyoruz. Siyaset felsefesinin tek başına diğer felsefe türlerini kuşatacak güçte olduğunu düşünüyoruz. Çünkü siyaset felsefesi, felsefe tarihinde kendini sahada en fazla ifade eden felsefe türüdür. İçinde politik mücadele olan tek felsefi biçimdir. Devlet, iktidar, birey, toplum, hak, hukuk, yasa, bürokrasi, özgürlük ve adalet onun konu aldığı temel meselelerdir.

Logos
Genel görelilik ve kuantum

“Bilim gücünü; önyargıları yıkan görüş yeteneğinden, gerçekliğin yeni alanlarını ortaya çıkarmasından ve dünyanın yeni ve daha etkili imgelerini yaratmasından alır.” Carlo Rovelli Kuantum Fizikçisi

Ege’de M.Ö 6. yy’da Miletos’ta Helen, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının kavşağında Anaksimandros ve Demokritos gibi ilk atomcularla başlayan bilimsel düşüncenin hikâyesi, Kopernicus-Newton mekaniğinden Einstein, Niels Bohr ve 20. yy’ın diğer modern fizik kuramcılarına uzanan yolda;

“Uzayın eğri ve titreşen kuantum taneciklerinden örülmüş olduğu”,

“Gizemli bir kuvvet tarafından çekildiği için değil, Uzay eğildiği için gezegenlerin güneş etrafında döndüğü, cisimlerin yere düştüğü”,
-” Gerçekliğin bir tanecikli olaylar ağı olduğu; Uzay, Zaman, Madde ve Enerjinin bir olasılık bulutu içinde eridiği”,

“Mutlak zamanın olmadığı, zamanın da uzay gibi bükülebildiği, gezegenlere inildikçe zamanın yavaşladığı”,

“Evrenin sonlu bir zamanda başlamış ve gelecekte sonlu bir zamanda bitecek olduğu”,
“14 milyar yıl önceki gökadaların doğduğu büyük patlamaya dek geçmişin görülebildiği”,

gibi bir dizi öngörülmesi çok zor, oldukça kışkırtıcı hakikatlere kadar uzandı.

Bilim elbette soyut determinist yasalar eşliğinde, salt ölçüm, deney ve gözleme dayalı olarak gelişmedi. Onun yönünü belirleyen aslında felsefe ve politika oldu. Nesnelerin ve olayların varoluşlarını ve nasıl hareket ettiklerini sorgulamayı düşünen Antik dönem okulları olmasaydı, bilim de ilerleyemezdi. Lenin’in deyişiyle “atom her zaman materyalist evren anlayışının kalesi” olmuştu.

Bilim şüphe, merak ve soru sormayla başlayan bir süreçtir. Thales, onun öğrencisi Anaksimandros ve devamcısı Demokritos’un kurduğu okullar yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yöntem tanrılara ve gizemli güçlere başvurmuyor, cevapları nesnelerin kendi doğasında arıyordu. Bu anlamda Miletos insanların kendi kurallarını özgürce tartıştığı dünyadaki ilk meclisin, İyonya Birliği temsilcilerinin bir araya geldiği ve insanların dünyanın anlaşılmaz olaylarını yalnızca tanrıların açıklayabileceği fikrini ilk kez sorguladıkları yerdir.

Özgür İyonya Birliği’nin geliştirdiği bilimsel düşüncenin, -bilgi edinme yönteminin- hakkında aşağıdaki çözümleme, günümüzde hala güncelliğini korumaktadır, ilham vericidir.

“Burada belki de en önemli buluş, bir öğrencinin öğretmeninin düşüncelerine saygı duymak ve onları paylaşmak zorunda olmadığı, bu düşünceleri iyileştirebileceğini düşündüğü bölümleri göz ardı etmekten ve eleştirmekten çekinmeden geliştirebileceği bir düşünce biçimi oldu. Bir okula içten bağlı olma ile ona tümden karşı çıkma arasındaki bu üçüncü yol, felsefede ve bilimsel düşüncede daha sonra yaşanan muhteşem ilerlemenin kilit taşı oldu.” (C. Rovelli)

Bir başucu değerlendirmesi olarak okunabilir. Neden “felsefeye geri dönmek” istediğimizi en yalın biçimde açıklamıyor mu? İlk atomcular ve doğacı materyalistlerden skolastiklerle ruhun ölümsüzlüğüne, idealistlerle “Hristiyanlığın özü”ne, sonra “insanlığın özü “ne baş aşağı geriye doğru giden felsefe ve bilim, Marksizm ile yeniden ayağa kalkmış ama dünya tarihi düşünüldüğünde bu dönem çok kısa ömürlü olmuştur. Yeniden ileriye fırlamak için ilk kaynağa kadar bir yay gibi gerilmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Dogmaların hiçbir baskıya aldırmaksızın korkusuzca ve acımasızca eleştirildiği bir felsefi düzlemin yeniden yaratılması… Bilimsel ve felsefi düşüncede “üçüncü bir yol” o dönemde olduğu gibi bugün de var, hem de daha büyük bir ihtiyaç. Ve ihtiyaç keşfin anası ise, bu keşif 21.yüzyıl sosyalizminin avuçlarının içindedir.

Ama işin doğrusu evrenimizi açıklayan eksiksiz ve tutarlı bir kuramdan hala yoksunuz. Doğanın nihai yasalarını arayışımızda onca devrimsel ilerlemelere rağmen yolun neresindeyiz, bunu bilen henüz hiç kimse yok. Evrenin iki büyük yasası genel görelilik ve kuantum mekaniği ayrı kulvarlarda ilerliyor, onları birleşik bir kuram olarak bir araya getirmekten hala çok uzağız. Çalışmamızın esin kaynaklarından olan Fizik kuramcısı Carlo Rovelli bakın bu konuda ne diyor:

“Bu iki teorinin her biri, sanki diğeri mevcut değilmişçesine kaleme alınmıştır. Kuantum mekaniği genel görelilik teorisi tarafından yanlışlanan eski zaman ve uzay mefhumlarını kullanır. Keza genel görelilik de kuantum mekaniğince yanlışlanan eski madde ve enerji mefhumlarını kullanır.”

Kısaca bilim insanları bu iki teoriyi kuşatma becerisi gösteren birleşik kavramsal bir çerçeveden henüz yoksundurlar. İşin ilginç yanı birbiriyle bağdaşmayan ama ayrı ayrı hala iş gören yasallıklardır bunlar. Bununla birlikte bu çelişkili durum bizi felsefe ve politika düzleminde önemli bir tartışmaya sürüklemektedir. Kuantum mekaniğinde nesneler hiçbir zaman kararlı bir durumda olmaz. Parçacık deneyleri bize var olan şeylerin “bir var bir yok olan anlık varlıklar” olduğunu öğretti. Bu durumda içinde yaşadığımız dünyanın nesneler kadar, bir olaylar dünyası olduğunu gösteriyor. Einstein bu teze ilk başta şiddetle karşı çıkmıştı. “Kimin kiminle etkileştiğinden bağımsız” nesnel bir gerçeklik var olmalıydı ona göre. N. Bohr ise dünyaya daha farklı bir gözle bakıyor ve nesnel gerçekliğin yerine “sıçrama” ve “etkileşimleri” koyuyordu.

“Kimin kiminle etkileştiğinden bağımsız ‘nesnel bir gerçeklik’ var mıdır? Yoksa gerçeklik yalnızca etkileşim midir?” (C. Rovelli)

Reel sosyalizmin tartışmasız doğru olarak kabul ettiği “Nesnelliğin karşı konulmaz doğal yasaları” kavramı, üzerinde yeterince düşünülmeyen bir dogma olarak en az tartışılan konular arasındaydı. Onu “kapitalizmin görünmeyen eline” yapıldığı gibi, ‘sosyalistlerin görünmeyen tanrısı’ olmaktan çıkarmak gerekiyor. Mesele tüm politik başarısızlıkları “nesnel durumun elverişsizliğine” havale etme kolaycılığını eleştirmek değildir. Bu da var, ama daha derinde özne-nesne diyalektiğinin parçacık /kuantum dünyası temelinde yeniden gözden geçirilip geçirilmemesidir.

Deniz, göl ve nehirlerdeki su insanlık var olmadan önce de vardı, belki insanlık yok olduğunda da var olacak. Bu anlamda doğanın nesnel bir gerçekliğidir. Aynı ateş, fırtına, ışık, ay ve uzay gibi. Einstein’ın dediği gibi “ay sadece ona baktığımızda var olmuyor”. Dünyamız nesneldir ve bizden bağımsızdır.Ama onu algılayan bilinci, salt bir “yansıma” nosyonu ile ifade eden materyalist görüş, parçacık dünyasının keşfi ile yanlışlanmamış ama yetersiz kalmıştır.Bilincin kuantum öncesi fiziği temel alan tanımlanmasının bilinci tüm özellikleri ile açıklayabildiğini söylemek zor.İnsan zihni makro dünyada nesnel gerçekliği değiştiremese de mikro dünyada (atom altı) “gözlemci etkisi” ve “ çift yarık deneyi” ile bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Kuantum fiziği evrenin gözlemciden bağımsız nesnel bir gerçekliği olduğunun inkarı değildir.Zihnin ölçüm sonuçlarını etkileyebilmesi,bunun kanıtlanması “neyin gerçek olduğunu” belirlemiyor. Ama ortaya çok yeni sorular atıyor.Dış dünya ile ilişkili olsa da sadece “kendi zihnimizin ürünü” olan” yansıma nosyonu ile açıklanamayan şeyler, hala bilincin en zor problemi olarak karşımızda duruyor. Her bir kişi için benzersiz deneyimler içeren sezgi ve hisler konusunda hiçbir fizik öğretisi bir formül geliştirmemiş, bunu konu dahi etmemiştir. Çünkü bunlar maddi olarak var olmayan, o yüzden bilincimizde yansıması imkansız olan, kendi zihnimizin ürünleridirler. Nesnelliğin “bir illüzyon olduğunu” iddia edecek kadar ileri giden kuantum teorisyenleri olduğunu da biliyoruz. Bunlar ciddiye alınmaması gereken fantastik görüşlerdir sadece. Bilincin salt “yansıma” nosyonundan ibaret olmadığı iddiası ise üzerinde düşünülmeye değer, yeni pencerelerden birisidir.

Bu tartışma elbette felsefe ve politikada düşünüş ve hareket tarzımızda birçok farklılığı beraberinde getirebilecektir. Burada alınacak tutumu, felsefe ve politikada birer değişim dinamiği olarak görüyoruz.

yüzyılın ilk çeyreğinde Einstein ve Niels Bohr arasında geçen “yüzyılın tartışmasında” Einstein “Tanrı zar atmaz” derken N. Bohr “Einstein, Tanrı’ya ne yapacağını söylemekten vazgeç” diyerek karşılık vermiştir. Bugün bilim dünyası tartışmayı N. Bohr ’un kazandığını kabul eder. Bunun nedeni dünyanın sebep-sonuç ilişkisine dayanan değişmez bir senaryosu olmadığıdır. Oysa Einstein “karşı konulmaz nesnel yasaların varlığına” olan inancını hiç yitirmedi. Newton’u bilimsel olarak tümüyle aşmakla birlikte felsefi olarak ondan tam kopamamıştı. Onun Tanrı’sı nesnel yasalardı ve kuşkusuz bu yasalar ihtimallere çok yer vermiyor, katı kesinlikler içeriyordu.

İçinde yaşadığımız dünya etkileşimlerden muaf nesneler değil, bir olaylar dünyasıdır! Artık dünyaya daha farklı bir gözle bakmamız ve nesnel gerçekliği elbette reddetmeksizin ama onun içine atom altı dünyanın “sıçrama” ve “etkileşimleri”nin de dahil edildiği bunun göz ardı edilmediği yeni bir bakışın daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Einstein’ın determinist paradigması atom altı parçacıkları, kuantum dünyasını, açıklamakta yetersiz kalıyordu. Oysa Marksist felsefe, rastlantı ve ihtimalleri dışlamaz. Nesnel zorunluluk, zorunluluğun zorbalığı değildir. Atom altı dünyanın, anlık, öngörülemez, sıçramalı etkileşimleri nesnel zorunluluğa addedilen kaçınılmaz yazgıdan insanları kurtaran, realiteye umulmadık bakışlar fırlatmamızı sağlayan bilimsel-felsefi bir devrim özelliğindedir. Atom altı parçacıklar dünyası zorunluğun zorbalığına son vermiştir. Gözlemleyen insan ile gözlemlenen madde/doğa arasında özne-nesne biçimindeki ayrıştırma, bunu bir ikilem olarak ortaya koyma, toplumsal bilimlerle doğa bilimlerini adeta sızdırmaz bir duvarla birbirinden ayırmakla eş değerdir. Oysa toplum, dünyanın ikinci doğasıdır. İlki tabiat yani doğal çevredir. Artık sözü edilmesi gereken daha iç içe geçmiş, mesela “toplumsal ekosistem” şeklinde bir tanımlama olabilir. Doğa’nın nesne, toplumun özne olarak birbirinden ayrıştırıldığı atom üstü dünyaya ait yasallığın parçacık dünyası ile değişim içine girdiğini ama bunun henüz çözülmemiş bir “bilmece” olduğunu bilerek hareket edeceğiz.Öte yandan doğa yasalarının olduğu gibi toplumsal bilimlere uzatılarak, aynı nesnelliğin burada da geçerli olacağı iddiası ise çok önceleri aşılmış olan kaba bir determinizmdir.

Evrende bilinecek ne varsa bilebilirsiniz ama biraz sonra ne olacağını bilemezsiniz. Bilim bir yere kadar, devreye politika ve felsefenin girmediği bir dünya anlaşılamaz, açıklanamaz.

Kuantum ve Görelilik’in ikisinin birden doğru olamayacağından dolayı bu çelişkili birliğin nihai çözümü noktasında gündeme yeni gelen “Loop (İlmek) Kuantum Çekimi” ve “Sicim teorisi” gibi yeni kuramlar üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Bunların ayrıntısına burada girmemiz mümkün değil ve gerekli de değil. Ama biz şunu biliyoruz ki, atom altı ve atom üstü dünyanın çelişkili birliği felsefe ve politikanın yol göstericiliği olmaksızın salt bilimin gerekirci yasalarıyla çözülemeyecektir.

Bilimin proletarizasyonu

Bugün politikanın bilim karşısında çok çaresiz kaldığını en sert biçimlerde deneyimliyoruz. Bilim kendi başına buyruk siyasete yön verir bir pozisyonu elde etmiş görünüyor. Bilimin ‘iktidarın bilimi’ olduğu bir dönemdeyiz. Geçmiş yüzyılları düşünürsek, bilim egemen sınıflar için en kullanışlı çağını yaşıyor.

Bilimin tek başına toplumsal yaşamı iyileştireceğine dair saf inanç yıkılalı bir hayli oluyor. Buna rağmen Sol adına sanayi ve teknolojinin yaşamı kolaylaştırdığından söz edilmesi ama aynı zamanda yaşamı “insandışılaştırması”nın (Marks) unutulması elbette ciddi bir ideolojik kırılmadır.

Mesela Pandemide toplumlara yön veren, kamu mercileri kadar aşıyı bulan biyo-teknoloji firmaları değil miydi? Siber savaş ve yapay zekâ teknolojisini NATO konseptleri içine yediren de tekelci sermayenin tekno-kent üniversiteleridir. 80’lerden sonra gündeme gelen “toplam kalite yönetimi” ve “esnek üretim” gibi postfordist doktrinler emek sömürüsünü bilim yoluyla kabullendirip meşrulaştırmanın yolları değil miydi? Elon Musk’ın uydu internet platformu Starlink ise Ukrayna savaşındaki rolü ile bilimin artık aynı zamanda bir “egemenlik gösterisi”ne dönüştüğünü göstermektedir.

Peki, bilimin proletarizasyonu, bu ne anlama geliyor? İlk olarak Marks’ın bilimsel ve felsefi temellerinin birçok yönden ideolojik saldırı altında olması. Bununla bağlantılı olarak yeni sömürü biçimleri karşısındaki mukavemeti. Ve son olarak proletaryanın bilim ve teknoloji karşısında edilgen halinin tersine çevrilerek işçi sınıfına mal edilmesi, yeniden onun silahlarından biri haline getirilmesini kastediyoruz. Öncelikle neden böyle oldu? Çünkü bilimden kopan sadece filozoflar olmadı, devrimciler de koptu! Onları bilimden koparan sert ve soluksuz iktidar mücadeleleri oldu. Kapitalizm 21.yüzyılda dijital ekonomiye doğru hızla yol alırken ve bunun beraberinde getirdiği yeni sömürü ve ideolojik baskı biçimlerini geliştirirken devrimciler, dünyaya adeta Kopernik-Newton mekaniğiyle bakmaya devam ediyorlardı. Yani mesele salt yıpratıcı mücadeleler değil, kapitalizmin hızına yetişememek, ideolojik hegemonyasını aşamamak da vardı.

Günümüzde bilimin proletarizasyonunun öncelikli felsefi alanı pozitif bilim ve postmodernizm ile hesaplaşma, politik alanı ise dijitalleşen sermaye ve ekolojik yıkım karşısında sınıfın nasıl tavır alacağı ve örgütlendirileceği meselesidir.

Dijital sermaye

Kendi bilgi ve verilerini internet platformlarında özgürce paylaşıp dijital sermayenin temerküzüne katkı sağlayan dünya insanlığı böylece kendi bilgi ve verilerinin tahakkümü altına girmiş oluyordu. Yine böylece artı-değer sömürüsünün farklı yeni bir biçimi (post Marksistler Marks’ın emek-değer teorisini çarpıtarak buna “maddi olmayan emek” adını veriyorlar.) “veri kapitalizmi” ile sınıf farkı gözetmeksizin dünyasallaşıyordu. Marksizm’in işçi sınıfı için betimlediği kendi emeğine yabancılaşma ve yarattığı ürünün esiri olma olgusu, dijitalleşen sermaye aracılığıyla gerçekten çok farklı biçimde karşımıza çıkmıştır. Buradaki yabancılaşmanın ek olarak “bedene” ilişkin yönü (uygulamalardaki filtreler, selfie vb.) M.Foucault yaşasaydı çok daha şaşırtıcı çözümlemelere kaynaklık edeceği muhakkaktı. Foucault, insanın kendi bedenini bir “sanat yapıtına dönüştürmesinden” söz etmişti. Bu dijital mecralarda üst düzeyde gerçekleşmektedir. Kurtlu elmanın veya ekşi mayalı ekmeğin bir nesneden öte “organik gıdaya” dönüşümü gibi, (Zizek) bedenler de bir yaşam tarzına (life style) dönüşüyor. Nesne ile imgesi yer değiştiriyor. Burada nesne kendisinden dolayı değil imgesinden dolayı satın alınır hale gelmiştir. Bu durum Marks’ın “fetişizm” çözümlemelerinde mevcuttur aslında. Emek, kendi “sahibinden”, insanlardan ayrılarak bir “şey” haline gelir. Dolayısıyla, bir yandan şeyler insan özellikleri kazanırken öte yandan da insanlar arasındaki ilişkiler şeyler arasındaki ilişkiler olarak gözükürler.

Bilimin proleterleştirilmesi bir yanıyla buradan, kapitalizmin bu yenilenen biçiminden kaynağını almaktadır. Toplumsal bilginin üretici bir güç halini alması, fiziki bedenin kendine yabancılaşmanın kaynaklarından biri haline dönüşmesi ve imgelerin de bir meta değerinin olması, böylece bilgi, veri, imge ve bedenin bugüne dek görülmemiş bir hızla sermayeye çevrilmesi, kapitalist sömürüde yeni bir görüngüdür. Burada şu notu düşmeden geçmeyelim: “Maddi olmayan emek” olarak addedilen bilgi, veri, kültür, beden, sanat gibi dijitale de mal olmuş metalar, her ne kadar fiziksel olmayan birer nesnelliği ifade etse de toplumsal ilişkileri dönüştürdükleri için maddi birer üretimdirler. Post-Marksistlerin emeği salt yüksek vasıflı emekle sınırlandırarak özellikle bilgi ve enformasyona dayalı emeği ön plana çıkarmaları çok bilinçli bir çabadır. Dünyayı proletersizleştirme, “yeni orta sınıf” ve “çalışan yoksullar” argümanlarıyla prekaryalaştırma projesidir bu. Soyut ve somut emeğiyle, zihinsel ve beden emeğiyle Marks’ın emek-değer teorisi ve fetişizm çözümlemeleri günümüz emek sömürüsünün tüm yeni biçimlerini karşılamaktadır. Veri kapitalizmine konu olan zihinsel emek, fiziksel olmasa da maddi bir emektir.

Dijital sermayeye en güncel örnek; kargo ve lojistik firmaların hayata geçirdiği dijital platformlardır. İşçi ve işverenin hiçbir şekilde karşı karşıya gelmediği, her hangi yazılı bir mukavelenin olmadığı, işverenin işin yürütülmesinde çalışana hiçbir araç, malzeme, kişisel koruyucu vb. donanım vermediği, bunları çalışanın kendisinin temin ettiği, “hizmet satın alma” şeklinde işçiyi sözüm ona “kendi işinin patronu” yaptığı, iş günü, iş saatleri ve işin kendisinin cep telefonuna gelen uygulamalar üzerinden gerçekleştirildiği, en yıkıcı ve en güvencesiz bu yeni sömürü modeli; kapitalizmin dijital teknolojileri ne kadar etkin kullandığının göstergesidir. Ama diğer yandan gördük ki devrimci politika devreye girdiğinde, kargo ve kurye işçilerinin direnişi ile bu teknolojik-dijital sömürü modelleri geriletilebilmektedir.

Ekolojik yıkım

Evrimin faili mahlûkattır! Mikro ölçekli bu mahlûklarla virüsü, bakterisi, paraziti ile biz insan olduk. Bu “mahlûkatlar” dünyası kendi içinde bir dengeye, bir tutarlılığa sahipti. Onu çığırından çıkaranın kapitalist gıda ve inşaat tröstlerinin yarattığı ormansızlaştırma ve ekolojik tahribat olduğunu şimdi, Pandemi süreciyle çok daha net görüyoruz.

Ormanın derinliklerinde bir yerlerde bir virüs mutasyona uğruyorsa bilin ki orada mutlaka sermayenin kirli eli vardır. Dolayısıyla doğada kapitalizmden bağımsız bir patojen yoktur dersek hemen hiç abartmamış oluruz. Virüslerin sürekli mutasyona uğramasında elbette şaşırtıcı bir şey yok, bu onların doğasında var. Ancak patojen de olsalar bir mutasyonun hayatı tehdit edici hale gelmesi insan eylemlerine bağlıdır. Bu el elbette sermayenin kirli elidir. Örneğin endüstriyel tarımı düşünün. Kendi halindeki kimi virüslerin öldürücü ve bulaşıcı hale evrimleşmesi konusunda tarım uzmanı bir akademisyen, “…endüstriyel tarım o kadar kar odaklıdır ki, bir milyar insanı öldürebilecek bir virüs için seçim yapmak alınmaya değer bir risk olarak görülür.” demektedir!

Dünyanın varoluşsal denkleminin temeli olan ekosistemi tahrip ederek rezervuarı vahşi hayvanlar olan birçok mikroorganizmanın mutasyona uğramasına neden olanlar, çokuluslu müteahhitlik firmaları ve gıda tröstlerinden başkası değildir. Bu çılgın virüsler kapitalizmin eseridir! Politik hareketin toplumsal gerçeklik ve somut durum dışında aynı zamanda doğayla uyum içinde, onun içinde eriyerek gerçekleşmesini kurgulamak gerekir. Örneğin akıntıya karşı yüzmek ideolojik bir duruştur ama suyun coğrafyada dolambaçlı akışını gözlemleyerek sahada ona göre yol almak politik harekettir. Hayatta kalmayı ve başarıyı sağlayacak olan budur. Bizde eksik olan da budur. Doğanın hareketini izlemek onunla uyum içinde olmak, tabiri caizse eko-politik bir tarzı yakalamak, yeni politika teorisinde bu da vardır. Ormanlarına, akarsularına, zeytinliklerine sahip çıkan Ege ve Karadeniz’in yoksul köylülüğüne hala “yoksul köylülük” mü diyeceğiz? Daha farklı bir adlandırmayı hak ettiklerini düşünüyoruz.

Bilim ve teknoloji kendi haline bırakıldığında sömürüyü katlar, insan öldürmenin yeni biçimlerini icat eder, doğayı ve tüm diğer canlıları kapitalist sistemin hammaddeleri ve ürünlerine çevirir. Sosyal olmayan bilim sadece kapitalizme hizmet eder ve etmektedir.

Kısaca bilimin sigortasıdır politika. Bilim insanlığı yok edebilir. Bunun önüne geçebilecek olan ise devrimci politikadır.

Pozitif bilim

“ ‘Bilimsel araştırmayı tekelci kapitalizmin ihtiyacından bağımsızlaştıralım!’ Bu belki mükemmel bir slogandır; ama asla bir slogandan başka bir şey değildir.” (Foucault/İktidarın Gücü)

“Tek tanrılı düşünce sistemi Demokritos’un akılcı ve materyalist doğacılığının yaşamasına izin vermedi. Hıristiyanlık antik düşünce okullarını kapattı. Zafer kazanmış Hristiyanlık ruhun ölümsüzlüğüne inanan paganlar olan Platon ve Aristo’ya hoşgörü gösterdi ama Demokritos’a değil.” (C. Rovelli)

Platon ve Aristo’nun Demokritos’u yasaklaması, feodal kilisenin Galileo ve Kopernik’i aforoz etmesi. Bilimin özgür gelişimi tüm tarih boyunca egemen-dinsel iktidarlar tarafından engellenmiştir. Ama o cadı avlarının gerekçesi olan, Galileo gibi büyük dâhilere sözlerini geri almaları için diz çöktüren bilim karşıtı egemenlik, bugün nasıl oldu da bilimi insanlığın yeni tanrılarından biri haline getirdi? Şüphe ve merakla gelişen bilim, günümüzde varlığından korkulan ve güvensizlikle yaklaşılan bir gerçekliğe dönüştü!

Eskiden insanlar büyülü güçler elde etmek için ruhlarını şeytana satarlarmış. Bugün insanlar bu güçleri bilim yoluyla elde ediyor. Kudret zararsız hale getirilmedikçe ve bütün insanlığın hizmetine verilmedikçe, dünya için bir umut yoktur.

Öyle görülüyor ki, bilim ilerledikçe cehalet de derinleşiyor. Burada sorumluluk yine politikanındır. Mevcut haliyle bilim kapitalist iktidarların tekelinde yönetmenin en rafine gücüne dönüşürken, iktisadi uçurumun yeni kuvvet çarpanı olarak ezilenlerin yoksulluk ve sefaletini daha da derinleştiren bir işlev görüyor. Bilimden Tanrı’dan korkmadığı kadar korkan bir insanlık gerçeği ile karşı karşıya gelebileceğimiz durumlara, şimdiden kendimizi hazırlamalıyız. Burada Blanki’yi hatırlamalıyız, bilim için “Kurulu düzene hizmet eden bir din” diyebilmişti. Sorgulanamaz kesinlikler, katı yasallıklar içeren pozitivist bilim, o çok eleştirdiği din kadar gericidir.

Mesela Pandemi sürecindeki aşı karşıtlığını sadece ezilenlerin geri yanlarını kullanan ideolojik gruplara mal edemeyiz. Burada aşıyı bulan bilim çevrelerine karşı ideolojik manipülasyonlardan bağımsız yoksul halkın genelinde oluşmuş büyük bir kuşku ve güvensizlik de vardır. Bilim gücünü yarattığı karşıtlıktan alıyor aslında. Pozitif bilim bir apartheid uygulamasıdır. Her zaman öyle olmuştur. Seçkinlere hizmet etmiştir. Küçük burjuvazinin dilinden düşürmediği “cehaletin” ve nerdeyse her şeyin nedeni olarak gördükleri “eğitim eksikliğinin” nedeni işte o sözüm ona sürekli eksikliğinden yakındıkları pozitif bilimin başındaki eğitimcilerin ta kendisidir! Pozitif bilimin gücü ona “disiplinci” (Foucault) bir korku iktidarı yaratma olanağı sağlıyor. Foucault boşuna “iktidar her yerdedir” dememiştir. Modern kapitalist iktidar okulları, hapishaneleri, fabrikaları, iş yerlerini, akıl hastanelerini vb. aynı monarşik iktidarlar gibi “itaatkâr özneler” yaratmanın mekânları olarak görmektedir. İktidar bilim ilişkisi daha çok analiz edilmeyi bekliyor. Bilim sadece servet kazandırmıyor daha çok iktidar sağlıyor.

Bilim artık sivri ucu dijitalleşmiş sermaye olarak, inovasyon ve yapay zekâ ile NATO doktrinlerine dahi girmiştir. Dijital sermaye (Microsoft, Amazon, Facebook, Ali Baba, Space-X vb.) Dünya GSMH’nin beşte birine sahip en hızlı büyüyen üretici güçleri arasındadır. Biyoteknolojiye gelirsek: Afrika ülkelerine ücretsiz bir doz aşı dahi vermeyen Uğur Şahin, pandemiden önce sürekli zarar eden Biontech’in son 2 yılda net karını 600 kat artırmıştır ve Uğur Şahin 7,3 milyar dolar servetiyle Forbes’in en zengin ilk 500 kişisi içine girmiştir. O yüzden politika diyoruz. Politikasız bir bilim dünyanın sonunu getirebilir. Einstein’ın atom bombasının yapımındaki dolaylı rolünden kaynaklı “Bilseydim bilim adamı değil çilingir olurdum” pişmanlığını unutmayalım. DNA sarmalını keşfeden -ki bunun günümüz Genom teorisinin kapısını açan ne kadar büyük bir devrim olduğunu biliyoruz- J. Dewey Watson’ın “Afrikalıların genetik olarak daha düşük zekâlı oldukları”nı iddia etmesi çok daha çarpıcı bir örnek olarak hala karşımızda durmaktadır. DNA sarmalını bulan “bilim insanı” sadece ırkçı değil, homofobik ve bir kadın düşmanıydı aynı zamanda.

Bilimin şahlandığı ve aynı derecede ona karşı kuşkuculuğun görülmemiş derecede arttığı bir dönemdeyiz. Pozitif bilimlerin insan aklını ve hayatını dumura uğrattığı, diğer yandan en değerli üretici güçler içine girdiği bu ara aşamadan çıkış yolu nasıl olacak?

Bir kez daha yineliyoruz, iktidarların tekelindeki bilim ve teknolojiyi halkların esenliği ve mutluğunun bir aracı haline getirebilmenin silahı, halesi felsefe olan devrimci politikalardır. Şeyh Bedreddin’in yüzyıllar önce söylediği gibi “Bu kitaplar insanlığın eşitsizliğine ve sefaletine çare değilse neye yarar?”

Felsefe
Uzmanlaşma

Antik Helen’den Endülüs’e ve ilk üniversitelerin kurulduğu Ortaçağ’ın skolastik anlayışına, Rönesans ve Aydınlanmadan Hegel ve Marks’a ve en sonu 20.yüzyıl Batı Avrupa’sında Frankfurt Okulu gibi, Althussercilik gibi, varoluşçuluk gibi Marksizan, özgürlükçü akımlarına kadar insana, doğaya ve evrene dair her konuyu ele alan, her şey hakkında fikri olan felsefecilerden günümüzde akademinin içine gömülmüş, gerçek hayatın sorunlarından uzak ve hakikat peşinde koşmaktan vazgeçmiş felsefecilere gelindi. Kimileri de aynı Platon’un yaptığı gibi, Sokrates’in ölümünden – ilkelerinden vazgeçmeden ölümü tercih etmesinden- ‘ders çıkararak’ devlet filozofu olmayı tercih etmişlerdir. Günümüz felsefecileri adeta “siyasete kayıtsız kalmayı saygınlığın ön koşulu kabul eden” zamanın klasik Alman felsefecilerine dönüşmüşlerdir.

Daha ileri gidersek geçmişteki gibi kavramsal dönüşümlere imza atan bir felsefe kuşağının maddi zemini olabildiğine daralmıştır diyebilir miyiz? Evet, bunun nedeni, kapitalist iş bölümünün hem sömürüyü katlamak hem de ideolojik hegemonya için zihinsel emek ürünlerine özel bir baskı türü olarak mesleki ve sektörel bazda “uzmanlaşmayı” dayatmasından ileri gelmektedir. Uzmanlaşma entelektüel emeğin sonunu hazırlamıştır. Bilim ve felsefenin birer mesleğe indirgenmesi dolayısıyla bu alanda çalışanları sermayenin veya devletin memuru düzeyine indirgemiştir. Günümüzde “feylesof” görevini yürütebilecek buna en yakın dinamik, hâlihazırda devrimcilerden başkası değildir. Dünyada radikal dönüşümlere yol açabilecek belki de tek bir felsefi disiplin kalmıştır, o da siyaset felsefesidir. Siyaset felsefesinin devrimci politikayla bağını yitirmemiş olması, eylem ilkesi içermesi, felsefenin tüm alanlarını yeniden ayağa kaldırabilecek bir imkân yaratabilecektir.

Bilim ve felsefe arasındaki diyalog, tüm tarih boyunca hayati öneme sahip olmuştur. Bilim felsefeden beslenmemiş olsaydı bugünkü düzeyine kesinlikle ulaşamazdı. Geçmişte bu ilişki bilimin gelişmesinde özellikle kavramsal dönüşüm anlarında çok önemli bir rol oynamıştır. Galileo’dan Newton’a, Faraday ve Maxwell’den Einstein’a kadar tümü felsefeden beslenmiştir ve gerçekleştirmiş oldukları kavramsal sıçramaları felsefi bir eğitim almamış olsalardı gerçekleştiremezlerdi. (C.Rovelli) Newton mekaniğinin, izafiyet teorisinin ve kuantum mekaniğinin doğuşunda felsefi fikirlerin doğrudan etkisi çok açıktır. Ama 20.yüzyılın ikinci yarısı boyunca bilim ve felsefe arasındaki açı felsefe aleyhine çok açılmıştır.

Postmodernizm
Tüm felsefe tarihinde, incelendiğinde tanık olunan şey, paradigmatik kopuşların hepsinin doğa, toplum ve evrene dair radikal eleştirilerin bir sonucu olduğudur.20.yüzyılın sonunda artık bırakınız bu türden radikal eleştirileri, yeni bir skolastizm ile adeta orta çağ zihniyetlerine bir geriye dönüş vardır. Daha 1970’lerin sonunda Fransız Lyotard’ın “Postmodern Durum” kitabıyla hızla yayılan post modern görüşler, sonraları reel sosyalizmin yarattığı büyük boşluğa adeta bir akbaba gibi çöreklenmiştir. Postmodernizm en başta Marksizm’in ekonomi politik-felsefe ve politikadan oluşan bütünselliğine, bu bütünselliğin oluşturduğu tarih teorisine saldırmıştır. Bilimi teknolojiye indirgemiş, politikada dünya tarihinin görüp göreceği en çapsız, en görgüsüz ve en cahil politikacılarını yüceltmiş, felsefede ise “toplum diye bir şey yoktur”, “tarihin sonu” gibi safsataları piyasaya sürmüştür. Ne yazık ki reel sosyalizmin felsefedeki modernist muhafazakârlığı postmodernizme fazladan at oynatacağı bir manevra alanı açmıştır. Reel sosyalizm felsefede tutucudur. Mark’ın çok gerisine düşmüştür. Aydınlanma retoriğini aşamamıştır, hatta aşmak istememiştir. Modernizm aklı dogmalardan kurtarmıştı, yaşanan sosyalizm ise o kurtulmuş aklın kendisini dogma haline getirmişti! Bu anlamda Sovyet sosyalizmi felsefi planda anti-Marksist’tir. Marks’ın yeryüzüne indirdiği felsefeyi hızlı sanayileşmenin çarkları içinde öğütmüştür. Özel mülkiyeti devlet mülkiyetine taşımış, oradan ileri gidememiştir. Bilimi felsefeyle aşmak toplumsal mülkiyetin gerçekleşmesidir.
Postmodernizm’in zeminini ören elbette salt kapitalist akıl değildir. Burada Batı Marksizm’i, Frankfurt Okulu ve benzerleri, çok bilinçlice olmasa da ciddi bir rol oynamıştır. Bir yandan “kültür endüstrisi” ve “tüketim toplumu” eleştirileriyle anlamlı antikapitalist bir çıkış yapmalarına rağmen diğer yandan Stalin ve Bolşevizm eleştirilerini “Ortodoks Marksizm” kavramıyla Marksizm’in kendisinin top yekûn eleştirisine dönüştürmeleriyle Avrupa burjuvazisinin ekmeğine yağ sürmüşlerdir. SSCB’yi yıkan soğuk savaş politikaları olduğu kadar işte biraz da bu Batılı, özellikle İngiliz Marksistlerin ideolojik eleştirileri ve ince aklıdır. Bu akıl, Marksizm’in dogmatik biçim ve uygulanışlarının kapitalizmden farklı yeni bir tahakküm biçimi oluşturduğu eleştirisi üzerinden, Marksizm’i nerdeyse top yekûn “totaliter” bir sistem olarak yaftalamıştır.
İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi ve Alman felsefesiyle, bunların materyalist bir tarih teorisiyle bütünleştirilmesi, Marksizm’i ortaya çıkaran temeller olarak bilinir. Ama aynı zamanda bu köklerden İngiltere, İngiliz kapitalizmi ile klasik emperyalizmi, Fransa “halk cephesi ve ittifakları” anlayışıyla Avro komünizmi, Almanya ise Nietzsche ve Heiderggerler vb. lerinin felsefesinden esinlenen Nazizmi ortaya çıkarmıştır. Daha da genelleştirirsek bugün dünyadaki sömürü ve baskı düzeninin üç temel bileşeninin kökleri; -Büyük Britanya emperyalizmi, Alman Prusya ulus/devletçiliği ve Fransız pozitivist laikliği- Batı Avrupa’dan kaynağını almaktadır.
20.yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra İngiltere, Fransa ve Almanya’daki işçi hareketi ve Marksist Sol’un kendi sınıf kökenlerinden ve mücadele tarihinden kopmasının başlıca nedenlerini sayacak olursak:
-19.yüzyılın sert sınıf mücadelelerinin sonuçsuz kalması ve peşi sıra iki dünya savaşının yarattığı savaş yorgunluğu, işçi sınıfı içinde Avrupa’da artık sınır değişiklikleri ve olağanüstü siyasal çalkantıların olmayacağına dair bir inancın yerleştirilmesini kolaylaştırmıştır.
-2.Paylaşım Savaşı dönemindeki burjuvazi ile geçici ittifakı öngören “Halk Cephesi” politikasının belleklere kazınması. Savaş sonrası strateji düzeyine çıkarılması. Böylece sosyalizmin anti-tekel bir mücadeleye indirgenmesi.
-1945-56 arası anti-Stalinizme saplantılı şekilde odaklanma.
-68 ve sonrasında gençlik ve aydınların Maoizmin “Kültür Devrimi”ni yücelten devrimci romantizmi.
-Emperyalizmin 2.Paylaşım Savaşı’ndan sonra Keynesçi sosyal devlet modeliyle kendi işçi sınıfının ücret, sendikal haklar ve sosyal refahında tatmin edici düzeyleri yakalayarak sınıfı geçici olarak susturabilmiş olması.
-RAF ve Kızıl Tugaylar gibi antiemperyalizmi birincil planda tutan ama Avrupa sınıf mücadeleleri tarihini ideolojik olarak çok özümsememiş, Öncü’yü nerdeyse sınıf hareketinin yerine ikame eden, dar silahlı devrimci yapıların mevcut pratiklerinin Avrupa burjuvazisini daha da militarize etmesi, NATO ile bağlarını güçlendirmesi.

  1. yüzyıl Batılı Marksistlerin en zayıf yanı gerçek politik hareketten uzak durmalarıdır. Kapitalizm adına söylenmedik söz bırakmayıp ama bunun bir türlü politik hareketini oluşturamamak gibi bir iktidarsızlık felsefesi yaşamışlardır. Kültür endüstrisi tüketim toplumu, ideolojik üst yapılar ve biyopolitika gibi eleştirileriyle Marksizm’e yaptıkları katkı işçi sınıfından uzak durdukları ölçüde berhava olup uçmuştur.2000’li yıllardaki devam kuşağı Hardt ve Negri gibi İtalyan “otonom Marksistler” de bu sefer “bilişsel kapitalizm” dedikleri enformasyon ve sosyal medya eleştirileri üzerinden benzer şekilde yine politik hareketin, işçi sınıfı ve ezilenlerin uzağına düşmüşlerdir.
    Batılı Marksistleri bugün sınıf politikasıyla buluşturacak temel mesele ve tek seçenek Avrupa’nın göbeğine kadar ilerleme istidadı gösteren emperyalist savaş gerçekliğidir. Batı Marksizm’i Avrupa’nın “huzurlu” proletaryasından ziyade göçmen ve mültecilerden, azınlıklardan, kadınlardan ve gençlerden oluşan “huzursuz” yeni emekçi sınıflarıyla ilişki kurduğu müddetçe 19.yüzyıldaki şanlı mirasını bu şekilde yeniden yükseltebilir. Elbette tüm dünya komünistlerinin görevidir ancak ilk kez kendi coğrafyalarında doğup yayıldığı için temel birer dünya meselesi olan emperyalizm, ulus/devlet ve pozitif bilimlerle mücadele, Avrupalı komünistler ve emekçilerin daha öncelikli görevidir. Bu mücadele esnasında Doğu’nun ve Güney’in komünistlerinin Avrupalı yoldaşlarına göstereceği en büyük hakikat ise Avrupa’nın yüzyıllar boyunca kendi tekeline aldığı “akıl” ve “bilim” ile ayakta durmasının artık onun kurtarıcısı olamayacağıdır. Doğu ve Güney artık Avrupa metropollerindedir. Aklın ve bilimin pozitivist diktatörlüğünü kendi doğduğu topraklarda tarihe gömecek sınıf kardeşleri artık yanı başlarındadır, okyanus ötesinde değildir.

Felsefi kopuş

Felsefede 21.yüzyılın ilk çeyreğine yaklaşırken insana, doğaya ve topluma dair elbette ciddi eleştiriler yapan kişi ve gruplar var. Ama tüm bunların toplamından henüz yeni bir felsefi kopuş’un izini göremiyoruz. Ne metalaşma eleştirisi ne Marksizm’in aşamalı tarihsel yaklaşımlarının eleştirisi, bu bağlamda Doğu uygarlıklarının Avrupa merkezciliğinin dışına çıkarılması, ne postmodernizm eleştirileri ne gözetim toplumu ve distopya eleştirileri ne yapay zekâ tartışmaları ne Pandemi vesilesiyle yapılan ekosistemin yok oluşuna dair çağrılar ne de “yeni gerçekçilik” tartışması, hiçbiri yeni bir felsefi aydınlanmayı yaratacak güçte değiller. Çünkü bizim tarihten gördüğümüz, felsefi kopuşların ya bilimsel devrimlerle ya da üretim ilişkilerini sarsan politik mücadelelerle birlikte ya da onların üzerinde yükseldiğidir. Örneğin Fransız Devrimi incelendiğinde politik mücadelenin aynı zamanda ciddi bir felsefi muhteva içerdiği görülecektir. Fransız Devrimi’nde halkın saatlere de ateş açmaları, yanı sıra devrimin çok radikal bir din eleştirisi içermesi neyi ifade etmektedir? Fransız Devrimi’nin tüm dünyaya hızla yayılmasının nedeni bu ilham verici politik-felsefi içeriğinden dolayıdır. Ekim Devrimi dünya haritasını değiştiren daha sarsıcı ve kalıcı siyasal ve toplumsal bir devrim olmasına rağmen, Fransız Devrimi kadar felsefi bir içerik taşıyamamıştır. Fransız Devrimi ‘her şey’in eleştirisiydi, Ekim Devrimi ise sadece zorunluluklar dünyasının eleştirisi olarak kaldı.

Şu an felsefi ruhu olmayan bir dünyada yaşıyoruz.

O yüzden Antik Yunan okullarının Atomcularından Newton ve Darwin’e, Rönesans’tan Aydınlanma’ya, Fransız Devrimi’nden Mark ve Lenin’e ve modern fizik kuramcılarına değin dünyada paradigma değişimine yol açan tüm devrimci değişim ve dönüşümlere sürekli ve kısa kısa dönüşler yaparak bileylenmek gerek. Çünkü bugün burada parçalanmak istenen insanlığın tarihidir, insanın türsel varlığı ile toplumsal varlığının tarihsel birliğidir. O yüzden insanın kendi bütünlüğünü bulma çabası, yeniden felsefenin güncel ve en hayati sorunu haline gelmiştir.

İ. Kant’tan itibaren tüm aydınlanma felsefesine hâkim olan “kurucu özne” insandan Marksizm ile nasıl ki eyleyen insana, içinde yaşadığı gerçekliği değiştirme gücüne sahip olduğunu bilen özne’ye geçildiyse ve bu, felsefede devrimsel bir kopuşu beraberinde getirdiyse, günümüzün radikal eleştirilerinin de politik mücadeleler ile insana, doğaya ve topluma dair yeni bir kopuşun zeminini örmesi görevi vardır.

18.yüzyıldan önce insanla ilgili kavramsal tanımlamalara çok az rastlıyoruz. Modern çağdan önce insan doğadan ayrı bir özne değildi. Köle ve serf toplumsal-türsel bir varlık değil, bir üretim aracıydı. Efendisinin işlerini gören, onun kişileşmiş canlı bir uzuvu gibiydi adeta. 18.yüzyıl ile birlikte insan rasyonel aklın sahibi olarak kişisel nitelikleriyle birlikte sosyal bilimlerin en temel hatta biricik konusu olarak ele alınır oldu. Ardı sıra 19. yüzyıl insanın “toplumsal bir varlık” olarak tarihin öznesi rolüne terfi ettiği bir yüzyıl oldu. 20.yüzyılda ise karşımızda toplumsal mücadelelerin savaşan, capcanlı, bireysel kahramanlıkları dilden dile dolaşan radikal insanları vardır. Peki, 21. yüzyılın insanını tarif eden temel özellik nedir? Burada sorulması gereken soru nedir? İnsan ne değildir noktasına mı gelinmiştir?

Tam burada Marks’ın büyük Alman gericiliği karşısında gösterilmesi gereken tavır konusundaki “Halka cesaret vermek için halkın kendisinden dehşete düşmesine yol açmak gerekir.” sözünü hatırlatmak isteriz.

Ukrayna’daki savaşta yeni doğan çocuklarına ABD yapımı anti-tank füze ismi (Javalin) koyan anneler nasıl bir gerçekliği ifade etmektedir?

Ömür boyu, ölene dek tek kişilik bir hücrede mahkûmiyet verilen politik tutsakların önüne yoğun işkencelerin ardından “kendinizi asın” diyerek ip atan nasıl bir iktidar pratiğidir?

Masumiyetin belki de en pürüzsüz en yüce hali olan yeni doğmuş bir bebeğin bir savaş makinasıyla adlandırılıyor olması, insanın bir güzelliği kendi eliyle bu kadar çirkinleştirebilmesi izaha muhtaç değil midir?

Antik çağda intihar, Sokrates gibi filozoflar ve savaş yürüten kimi komutanlar açısından özsaygı ve fikir namusu içeren soylu bir davranış olarak toplumlarca reddedilmeyen eylemlerdi. Hıristiyanlık ve İslamiyet bu tür, topluma mal olmuş kişilerin ardında saygı ve hayranlık uyandıran eylemlerini kendi düzenlerini sarsacağı endişesiyle günah ilan etmişti. Günümüz iktidar pratikleri ise dış dünyadan gizledikleri, duyulmayacağına inandıkları sistematik baskılarla tutsakların “kendi eliyle intiharı” üzerine yoğunlaşır gözükmektedirler. Bu konuda en güçlü insandan devrimciler üzerinden başlamışlardır.

Felsefe bizzat yaşadığımız hayatın içindeki olgu ve olayların içinden çıkmalı yani somut ve pratik olmalıdır. Ve tekrar bu hayata dönmelidir. Masumiyetin bu denli yok oluşu, iktidarların bu denli canavarlaşması, olağanüstü olanın bir kez vuku bulduktan sonra hızla olağanlaşacağını bilen bizler açısından hiç de hafife alınacak durumlar değildir. Aynı anda hem büyük bir utanç hem de dehşet duyduğumuz bu dünyadan çıkışın tek bir yolu var: Cesaret. İnsanın kendisinden utanması ve dehşete düşmesi gereken bir zaman dilimindeyiz.

Bu bölümü bitirirken C. Rovelli’ye dönerek onu tekrar dinleyelim:

“Gençliğe özgü merakın ve her kuşakta mevcut olan değiştirme açlığının, toplumun tekâmülünün ilk kaynağı olduğunu düşünüyorum. İstikrarı koruyan, ama tarihe fren yaptıran düzen figürlerinin yanında, hayaller kuran, yeni dünyalar, orijinal fikirler ve realiteye umulmadık bakışlar atan insanlar lazımdır. Dünyamız, geçmişte hayal kurma becerisine sahip insanlarca düşünülmüş ve inşa edilmiştir. Geleceğimizin doğuşunu sağlayacak olan tek şey de yeni ve çok sayıdaki hayal olacaktır.”

Felsefi kopuşlar anlaşılmaktadır ki bizzat sahada “realiteye umulmadık bakışlar” fırlatan yeni devrimlerle gerçekleşecektir.

Politika

Hiçbir yerdeyiz her yerdeyiz!

Devrimci politika ve kuantum

Kuantum devrimi nesneleri ve maddeyi düşünme şeklimizi değiştirmiştir. Newton ve Kopernicus devrimlerinin mikro dünya gerçekliğine, atom altı parçacıklar dünyasına cevap veremediği, yetersiz kaldığı ortaya çıktı. Einstein ve N. Bohr’un ardılı yeni kuşak fizikçiler, Schrödinger, Heisenberg, Paul Dirac vb. kuramlarını evrenimizin hem en küçük hem de en büyük sınırlarına kadar genişlettiler. Marksizm’i de biraz böyle düşünmeliyiz. O da sosyal, siyasal ve iktisadi bilimleri Kant’tan, Hegel’den, Feurbach’tan ve ütopik sosyalistlerden alıp hem en küçük maddesine -artı değer- hem de en büyük sınırlarına kadar -sınıf savaşımları- genişletmiştir. Yeni bir bakış açısıyla Marksizm’in “genişleyen” bir bilim olduğunu kavramamız yol açıcı bir önerme olacaktır. Bu anlamda Marksizm insanlığın kuşkusuz hala en büyük şansıdır. Yeni veriler ve yeni çelişkilere cevap verebilme, bunun için kendini yenileyerek genişleyebilme özelliğiyle hala dünyayı anlayabilme ve onu değiştirebilmenin tek anahtarıdır. Tabiri caizse Dünya hala Marksizm’in etrafında dönüyor! O, Sartre’ın deyişiyle hala “çağımızın aşılamayan felsefi ufku”dur. Burada Marksizm, Kopernik devriminin bir nevi toplumsal-siyasal alana yansımış biçimidir. Çünkü o bilimi felsefe ile aşmış, politikayla ona hayat vermiştir. Bizim yapacağımız şey de tam olarak budur.

Bilim, çekim kuvvetinden dolayı değil, “uzay eğri olduğu” için dünyanın güneş etrafında döndüğünü kanıtladı. Burada toplumsal bilimlerle doğa bilimlerinin arasındaki en büyük farka geliyoruz. Toplumsal bilimler kanıtlarla değil, siyasal mücadelelerle gelişir ve büyür. Kanıtlar ve yasallıklar mücadele içinde kendini bulurlar. Bizim uzayımız ise sınıf savaşımları. Bizim uzayımızda da müthiş değişimler, yenilikler olmadı mı? Fabrikalardan ziyade meydanları işgal etmeyi yeğleyen, öte yandan sınıf geleneğinden yoksun genç proleter kuşaklar var şimdi. Mavi yakalıların kent merkezlerinden sürüldüğü, beyaz yakalıların ise metropollerin “akıllı” hapishaneleri plaza, kule ve AVM’lerinde istihdam edildiği, emek gücünde kadın, çocuk, etnik azınlık ve göçmen nüfusun arttığı bir gerçeklikle karşı karşıya değil miyiz? Uzay eğridir ve Marks’ın eski klasik sanayi proletaryası niteliksel olarak zayıflarken, niceliksel olarak genişlemiştir.

Dünya nesnelerden öte ilişkilerden oluşur. Burada bakış açısını değiştiren çok mühim bir şey var. Daha çok yaklaştıkça uzaklaşan bir nesne olarak zihnimizde yer edinmiş proletarya ve burjuvazi gerçekliğini, bu iki temel sınıfı elbette bir antagonizma ama her şeyden öte organik bir ilişki olarak düşünelim ve onları yeniden yeryüzüne indirelim.

Uzayın bükülebilir ve eğri olduğu müthiş bir buluştur. Bunun toplumsal yaşama yansımaması elbette düşünülemez. Ama hala Cape Town ya da Avustralya’da yaşayan bir insanın kuzey yarımküreden bakıldığında nasıl amuda kalkmış bir şekilde göründüğünü hayal edemeyen bir Marksizm’i yaşıyoruz. Marksizm’imiz dünya haritasına coğrafya atlaslarında göründüğü gibi düz bakıyor, üç boyutlu bakamıyor.

-“Kuantum mekaniğinde bir başka cisimle çarpışmadığı sürece hiçbir cismin belirli bir konumu yoktur.”

-“Hiçbir şey yokmuş gibi gözükürken ortalıkta cirit atan parçacıklar.”

-“Her süreç kendi ritmini izleyerek ve komşularından bağımsız olarak hareket eder.”

Carlo Rovelli’nin bu kuantal tanımlamalarını politika teorisi üzerinden tartışalım:

Kuantal hareketin tüm bu özelliklerinin bize çağrıştırdığı, gözümüzde canlandırdığı şey nedir? Elbette “Hiçbir yerdeyiz her yerdeyiz” stratejik sloganıdır. İlk bakışta aynı parçacık teorisindeki gibi fiziki bir konumsuzluk ama çarpışma başladığı anda ortalığı kasıp kavuran bir harekettir söz konusu olan. Yine her yerde olma halinin zihinlerde yer edinmiş ideolojik bir güç olmakla gerçekleşeceğini iddia edebiliriz. Sonra mesela yan yana iki dairede kalsa bile yoldaşların birbirlerinden haberinin olamayacağı bir örgütsel otonomisite. Bir görünüp bir kaybolma ise askeri sanatla ilgili yönü. Bilim, felsefe ve politikanın her üçünü de içeren bir “konum” ve “konumsuzluk”tur bu. Daha da ileri gidelim. Makro dünyada “süreklilik içinde kopuş” şeklinde tasvir ettiğimiz politikanın mikro dünyada bilimsel karşılığı var mı? Kuantum maddenin sürekli olmadığını, sonlu boyutta tekil atomlardan oluştuğunu göstermişken, evrenin tanecikli, kesikli ve süreksiz olduğunu kanıtlamışken elbette yok! Politika dilinden konuşacak olursak ‘kopuş’u sürekliliğe bağlamak, başarı şansını sadece belli bir mücadele geleneği olan yapılara tanımak olmuyor mu? Kopuş illa süreklilikler üzerinde mi yükselebilir, başka bir olasılık yok mu? Yeni fikirler kopuş yeteneği için en az gelenek kadar önem arz etmez mi? Orhan Yılmazkaya’dan Birlik Platformu’na ve oradan Rojava ’ya bunların hiçbiri süreklilik içinde kopuş değildi; reddiyeler, etkileşimler içeriyordu. Bu anlamda hepsi de birer sıçrama idi. Süreklilik ve kopuşu artık birbirlerinin olmazsa olmaz, ayrılmaz parçaları olarak ele almaktan vazgeçmeliyiz. Bunun politika teorisinde artık yeri yoktur. Hayatın kabul etmediği sadece kafamızda kurguladığımız bir şablondu bu.

Lenin’i unutun!

Bazen dikkate değer bir şey söylebilmek için unutmayı göze almak gerekir

Devrimci politikaya giriş yapmanın zamanı geldi. Burada ilk anda kışkırtıcı gelebilecek bir argümanı ortaya atarak ilerleyeceğiz. Lenin’ i unutun! Tek bir istisna ile “profesyonel devrimciler örgütü”.

Devrimci politikada hemen tüm komünistlerin ilham kaynağı ve rehberi kuşkusuz Lenin’dir. Onun adının geçmediği devrimci mücadele hemen hiç yoktur. İlham alma noktasında değil ama onun yazılarını, mücadelesini somut şartlara uygulama noktasında çok ciddi bir anakronizm yaşandığını konumuz özgülünde burada tekrar etmekte fayda var. O yüzden diyoruz ki Lenin’i bilin ama onu unutun! Devrimciler hâkim dünyanın gidişatına dair hala 19. ve 20. yüzyılın resmi sosyalist görüşlerini paylaşıyorlar. Temel sorunlarımızdan biri kapitalizme karşı mücadelede hala verili sosyalist mantığın dışına çıkamamaktır. Açıkçası kapitalizmi ayakta tutan kurum ve inançların ünlü “bencil hesapların buzlu sularında kendiliğinden eridiğine” dair Marksist fikrin ekonomist yanının ağır bastığını, günümüzü karşılamadığını kabul etmeliyiz. Bu ve “katı olan her şeyin buharlaştığına” dair postulatlar kapitalizmin feodalizme karşı çığır açıcı tasviri olarak ne kadar elverişli iseler de aynı kapitalizmin -Marks’ın yaşarken öngöremediği- tekelci aşamasındaki yıkıcılığı karşısında o denli eksiklidirler. Devlet ve bürokrasi Marks’ın öngördüğünün aksine “ticaret ve sanayinin efendileri olmaktan çıkarılıp burjuva ilişkilerinin basit organlarına” (Yeni Ren Gazetesi) dönüşmemişler, tersine sahip oldukları göreli özerkliğin onlara sağladığı avantajla kapitalist sınıfın koruyucusu ve kollayıcısı olmanın ötesine taşmışlardır. Bekçi devlet değil bir sınıf devleti olmuşlardır. Sınıfa rağmen değil, sınıfla birlikte… Çağdaş burjuva toplumu varlık koşullarını emperyalizm dönemiyle birlikte, devletin zor aygıtlarını araçsallaştırmakta değil, bu aygıtların sınıf aidiyetini güçlendirmekte görmüştür. Bu anlamda bugün Marksizme yapılabilecek anlamlı katkılardan biri, onun “üretim ilişkisi” kadar “iktidar ilişkisi” üzerine yeterince yoğunlaşmamış olmasından kaynağını alan devlet meselesi üzerine düşünmektir.

Lenin’i unutmak! Ama bilerek unutmak, politikada bambaşka kurgulara yelken açmanın yollarından biri de budur. Politika bir sanatsa Leninist sanat da değişmek zorunda. Mesela sosyalist gerçekçilikte tiyatro/sanat halk içindir değil mi? Toplumcu sanat deniliyor. Ama burada bile insanlar hala özne değil, bilinç aktarılan bir pozisyonda, anlatılanı, bazen dikte edileni onaylayan bir pozisyondadırlar. Üzerlerinde bir iktidar kurma arzusu hissetmektedirler. Oysa seyircinin dijital ortamlarda artık kendi temsilini sağladığı günümüzde o artık aktif bir öznedir. Edilgen bir seyirci konumundan kurtulmuştur. Oyunun bir parçasıdır, nesnesi değildir. Twitter bugün çok canlı bir siyaset arenasıdır. Demek ki şimdi halkın, üzerlerinde hiçbir dayatma olmadan tiyatroya aktif bir özne olarak bizzat katıldığı -başka türlüsünün artık mümkün olmadığı- bir sanattan bahsediyor olmamız gerekir. Yazarlar, sanatçılar, politikacılar ve oyuncuların dijital platformlarda boy göstermesi, buraların onlar için vazgeçilmez birer mecra olması boşuna mı? Seyircinin artık aynı zamanda oyuncu olduğu bir zamanda politik mücadelelerin karakteri değişmiştir. Örneğin “sınıfa bilinç taşıma” şeklinde işçi sınıfını devrimin seyircisi, hatta nerdeyse nesnesi yapan anlayıştan kopmak, özneden özneye bir ilişkisellikle yürütülmesi gereken bir politika sanatına ulaşmak, hedeflenmesi gerekendir. Öncü -kitle ilişkisinde de bu şekilde-özneden özneye bir düşünce akımına ihtiyaç olduğu ortadadır. “Lenin’i unutmak”, onu yaşatmanın yeni bir yolu olur böylece. Kaldı ki Lenin’i hiç tanımayanlar, onu unutmayanların bir adım önünde mücadele etmektedir. Son 10 yılın öncüsüz ve geleneksiz metropol mücadeleleri bunun en somut kanıtıdır. Kendine öncü misyonu biçenlerin sahada tabiri caizse “Lenin’i tanımayan Leninistlerin” var olduğunu artık fark etmeleri gerekmiyor mu? Henüz Lenin’i tanımayan 21. yüzyılın “Blankist ve Narodnikleri” ile karşı karşıyayız. Günümüz esnek ve yıkıcı kapitalizmine büyük öfke duyan ne mevcut sol ile ne de geleneksel sendikalarla irtibatı olan yeni proleterleşme dalgasının yarattığı genç emekçilerdir bunlar.

Kabul edilmelidir ki, var olan düzene karşı yürütülen mücadele biçimlerinde öznel bir değişime şahit olunmaktadır. Söz konusu olan, eskiden tümüyle kopmayan, onun kimi özelliklerini içinde barındıran yeni biçimlerdir. Bu konuda verilebilecek en somut örnek postmarksistlerin “tikel çelişkiler” olarak adlandırdıkları “yeni toplumsal hareketler”dir. Postmarksitlerin proleter mücadelelerin artık öneminin kalmadığını, asıl olanın tikel mücadeleler olduğunu gündemleştirdiğini biliyoruz. Bu noktada komünistlerin alacağı tavır patriarkal çelişkiler, kadın meselesi, ekolojik mücadeleler, gecekondu direnişleri, azınlıkların, göçmen ve mültecilerin hakları, anti-militarizm, konut hakkı vb. bir dizi meseleleri tali görmemek, temel birer toplumsal mücadele alanı olarak ele almak ve illa proleter mücadelelerle bağını kurmak zorunda hissetmemek, kendi mecraları içinde büyütmek olmalıdır. En ciddi sıkıntı “tikel” olanı evrenselleştirme iddiasından kaynağını almaktadır. Komünistlerin geçmişte “tali” diyerek küçümsediği Postmarksitlerin “tikel” diyerek yücelttiği meseleler artık burjuvazi ve proletarya arasındaki temel karşıtlık ve çelişkilerin en az artı değer sömürüsü kadar merkezinde yer almaktadır. Bu meseleleri illa proletaryaya, onun müttefiklik ilişkileri içine sığdırma ya da bağlama gayreti zorlama bir çaba olmanın ötesinde, bu dinamiklere içerdiği değerini vermemektir. Kaldı ki proleter mücadelelerin geçmişten günümüze üzerlerinde taşıdıkları cinsiyetçi, ulusalcı ve ekosistemi göz ardı eden defolarını yırtıp atacak olan da böylesi yeni bir sınıf politikasıdır. Peki, “tikel” ya da “tali” olanın kendi imgesine hapsolma riski yok mu? Bu soruyu bu yazıyı okuyanların tartışma konusu olarak buraya bırakalım.

Formülasyon şudur: Geçmişin ilerici sosyalist sloganı “sanat halk içindir” anlamını yitirmiştir. Çünkü sanatçı artık halktır! Bu anlamda sınıfa bilinç taşımanın da kitle örgütlenmelerinin de “yeni penceresi” kendine özgü bir siyasi militanlıktır. Devrimciliğin kendi içinde “sınıf atlamak” diye bir derdi varsa, yapacağı şey, tikel olanı ve sahnede artık özne olan sade vatandaşı daha iyi anlamak, ona nüfuz edebilmektir. Bu ön kabul ile yürütülecek mücadeledir kazandıracak olan. Ve şimdi bu bağlamda “sade vatandaş”a geliyoruz. Kendimizi sınayacağımız temel alana… Yeni bir toplumsal yaşamın gerektirdiği sıçrama alanına… Ve nihayetinde yeni düşünce kalıplarının oluşturulacağı zeminin gerçekliğine…

Sade vatandaş

Sözlük anlamı “varsıl olmayan ve yönetimde yeri bulunmayan” yurttaştır. Toplumun ana gövdesini ifade eder.

Çalıp çırpmayan, emeğiyle geçinen, adalete önem veren, çok gerekmedikçe politikadan uzak duran, en zayıf yanı isyanını haykırmayı bilemeyen sade vatandaşın siyaset sahnesine aktif olarak katılacağı bir zamandayız. Hatta sade vatandaşın kahramanlık eylemlerine gebe bir toplumsallığın içindeyiz dersek çok abartmış sayılmayız. Bunu sahadaki her devrimcinin hissettiğini var sayıyoruz. Bu bir kilit noktadır. Umulmadık bir anda vuku bularak toplumu hayrete düşüren, meşruluğundan dolayı “terörist” olarak yaftalanamayan, devrimci şiddeti yarattığı kitlesellikle ifade eden bir dizi politik eylemlerle karşılaşabileceğiz. Harekete geçmeye hazır yüz binlerin sonuçlarından hiç korkmadığı, gönül rahatlığıyla içerisine daldığı, katılmayanların ise ‘keşke içinde ben de yer alsaydım’ diyebileceği, eylemin içinde kendi öfke, acı ve özlemlerini bizzat yaşayacağı bir olaylar dizisinden bahsediyoruz.

Son 20 yılda cumhurbaşkanına açılan hakaret davaları ile devrimci örgütlere, sınıf sendikacılığı ya da insan hakları mücadelesi verenlere açılan dava sayıları karşılaştırıldığında sade vatandaş gerçekliği daha iyi anlaşılacaktır. Ya da elektronik prangalı, yurt dışı yasaklı muhaliflerin sayısı da bu konuda bir ölçüt olabilir. Meselenin temelinde yatan asıl şey, devletin kendisine karşı gelişen muhalefette artık gizliliği ve yasadışılığı değil haklı ve meşru olanı kıstas aldığıdır. Gerçekler gözünün içine sokulduğu için ceza veren bir devlet var. Bu düpedüz doğal hukukun gasp edilmesidir. Suçluluğun suçluluğu ile hareket eden bir hukuktur bu. Suçlu olan suçluluğunun yüzüne vurulmasını hazmedememektedir. İktidarın sözünü sakınmayan sade vatandaş, karşısındaki tahammülsüzlüğü açılan yüz binlerce davada kendini göstermektedir. Sade vatandaşlara nerdeyse “örgüt üyeliği” muamelesi yapılmaktadır. Hukuk terminolojisine AKP döneminde zorla sokulan “iltisaklı” kavramı ile de devrimcilere sempati duyanlar aynı şekilde yasadışı örgüt üyesi olarak cezalandırılmaktadır. Bu aslında küresel bir uygulamadır. Hemen her devlet kendi toplumsal muhalefetine nerdeyse 11 Eylül’den sonra devreye sokulan “düşman hukuku”nu uygulamaktadır. Toplumsal muhalefet dış düşmanların içerdeki uzantısıdır! Sade vatandaşın bile dış düşman, terörist ilan edildiği koşullarda devrimcilik kendini eskisi gibi tanımlayabilir mi? Eskisi gibi konumlandırabilir mi?

Dönemin devrimci öznesidir sade vatandaş. “Beni virüs değil sizin düzeniniz öldürür” diyen sade vatandaşı aklınızdan hiç çıkarmayınız. Yüz binler var böyle. Sade vatandaşın devrimciliği kadar normal bir davranış yoktur aslında. Yapacak olduğu şey, o kadar normal ama dönemin özelliğinden dolayı sonuçları itibarıyla bir o kadar da sarsıcı olacaktır. Yaşanan toplumsal anomali o raddeye varmıştır ki, tüm bu karmaşayı bozacak olan aslında insanın beşerî hasletlerinden başkası değildir. Dönemin ruhunu kavrayan, doğru bir bakış açısına sahip küçük bir grup, hatta birkaç kişi bile bulundukları alanda unutulmaya yüz tutmuş insana dair soylu hasletleri hatırlatma işlevi görebilir. Bu anlamda Mahir Yılmaz yoldaşın “Direniş Kültürü” üzerine yazısı oldukça yol açıcıdır. Yasalarla kendini sınırlamayan, düzen karşıtı, açık-meşru devrimciliğin dönem itibarıyla nasıl geliştirileceği üzerine kullandığı kavramlar “doğal örgütlülük”, “dışsallık”, “devlet algısı” ve “kapitalist toplumun duvarına çarpa çarpa, sürtüne sürtüne şekillenmek” bizim sade vatandaşla yaşam yoldaşlığımızı nasıl geliştireceğimizi göstermektedir. Adeta sürtünmesiz bir ortam varmışçasına yapılan devrimcilikten kurtulmak, özne’ye karşı dışsal duruşumuzdan sıyrılmak ve giderek toplumun zihninde zayıflayan devlet algısı üzerinden ezilenlerin doğal örgütlülüğünü yaratmak…

Sade vatandaşa ulaşılacak alan “açık alan” dır. Ülkemizde kabaca üç türlü açık alan anlayışı ve faaliyeti vardır:

  1. İhtilalci Komünizm: Kendini yasalarla sınırlamayan, mevcut düzeni yıkmak isteyen, açık alanı bu temelde kullanan meşru devrimcilik. Devletin tehlikeli bulmakla birlikte marjinal gördüğü, ama gözünü üzerinden ayırmadığı, sürekli kontrol altında tuttuğu, yakın ve açık değil potansiyel bir tehdit olarak gördüğü güçler. Emekçi sınıflardan kopuktur. Kitle temeli sadece üniversite gençliği ve gecekondu halkıdır.
  2. Reformist sosyalizm: Yasal alanda, ihtilalci olmayan, düzen sınırlarını evrimci yolla değiştirmek isteyen sosyalizm (EMEP, TİP, Sol Parti, TKP vb.). Devletin deneyim ve tecrübe ile toplumsal muhalefeti soldan dizginleyecek birer güç olduklarına kanaat getirdiği, sadece kabul edilebilir değil, zaman zaman gerekli olarak da gördüğü güçler. Laik orta sınıflar, küçük burjuvazinin sol kesimleri ve sendikal bürokrasi ile işçi aristokrasinin etkisi altındaki tabakalardan oluşur.
  3. Radikal demokrasi: Yasal alanda, ancak düzen içi olmayan düzen sınırlarını zorlayan meşru devrimcilik (HDP). Kitle temeli Kürt yoksulları ve emekçi sınıflarından oluşur. Devletin Kürt halkının nerdeyse 50 yıllık mücadelesi sonucu elde etmiş olduğu siyasi kazanımları hala kabul edilemez bulması, onu Kürt meselesini emperyalist güçlerin desteğiyle çözme çaresizliğine kadar sürüklemiştir. Bu anlamda değişmez, başat bir tehlikeli güç olarak mızrağın sivri ucunu Kürdistan’ın direnen emekçilerine, özgürlük savaşçılarına yöneltmiştir.

Gizliliği esas alan kimi devrimci-komünist partiler içinde yasal parti kuranlar varsa da bunları ayrı bir kategoride değil düzen sınırlarını tanımayan meşru devrimcilik içinde ele almak gerekiyor.

Kendini yasalarla sınırlamayan düzen karşıtı güçlerin uzun yıllardır hala ideolojik olarak eleştirdikleri reformcu sosyalistlerin kitle tabanına oynadığı bilinen bir gerçektir ne yazık ki. Oysa sade vatandaşın en son bulunacağı kesimlerdir buralar. Sade vatandaş bizim için mesela işe giderken her sabah aynı saatte bindiğimiz otobüs, metro ya da dolmuşun içindeki yolculardır ya da sokaklarda her gün karşılaştığımız kargo işçileridir. Apartman sakinlerinin her ay isyan ettiği şirketlerce yönetilen çok katlı site ve sosyal konutlarda yaşayan komşularımızdır. AVM’lerde adeta hapishane üniformasına benzeyen kıyafetlerle çalıştırılan temizlik işçileridir. Sade vatandaş organize sanayinin angaryaya ve her gün hakarete uğrayan genç işçileridir. Şehrin caddelerinde canı pahasına cirit atan, her hafta bir aracın altında kalan motosikletli kuryelerdir, atık kâğıt işçileridir. Ve Covid’i en önde göğüsleyen sağlık çalışanlarıdır sade vatandaşlar. Liman, tersane, şantiye ve madenlerde iş cinayetlerine kurban edilen işçilerin aileleridir. Karadeniz, Ege ve Çukurova’da boğaz tokluğuna çalıştırılan göçmen tarım işçilerinden okul parası için çağrı merkezlerinde part-time çalışan üniversiteli gençliğe kadar sayabileceğimiz ve “hafif bir dokunuşla” ayağa kalkacak, buna hazır on milyonları bulan devasa, yeni bir emekçi sınıflar deryasında olduğumuzu bilmemek, bunun farkında olmamak mümkün mü? Sade vatandaş günümüz proleter gerçekliğidir. Bunu bilimsel bulmayabilirsiniz. Ama şu var, gerçeğe salt bilimsel bilgiyle, felsefe ve politikayı dışlayarak yaklaşamazsınız. Napolyon’un bir sözü var, “Aşırı gerçekçilikte mutlaka gerçek dışı bir şey vardır” diye. Evet, kabul edelim ki proleter gerçekliğimizde “gerçek dışı” bir şeyler var. Hikmet Kıvılcımlı’nın “orijinalite” dediği bir şeyler. Proletaryayı bugüne kadar nerdeyse ‘yer çekimi yasaları’ kadar kesin bilimsel “sınıf profilleri” ile değerlendirmekle onu siyasetsizliğe mahkûm ettiğimizin ne kadar farkındayız? Sınıf profillerini çıkaranların bir de Türkiye’de işçi romanları konusunda kısa bir araştırma yapmalarını tavsiye ediyoruz. Karşılaşacakları hayal kırıklığı görülmeye değer olacaktır. Edebiyata, sanata, romana bu kadar az konu olacak kadar zayıf bir sınıf gerçekliğimiz mi var! Sorduğunuzda Batılı işçi romanlarını, mesela Emile Zola’nın Germinal’ini, J. London’ın Alınteri’ni, Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sını, daha yakın Portekizli J. Saramago’nun Umut Tarlaları’nı vb. bir seferde sayabilen aydın kişilere, Türkiye’nin işçi romanlarına bir örnek verin diye sorduğunuzda sus pus kalacaklardır. Orhan Kemal ve Vedat Türkali dışında ciddi eser yaratan da yoktur zaten. Yakup Kadri, Refik Halit, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Fakir Baykurt Anadolu köylüsünün romanını yazmış, Yaşar Kemal ölümünden kısa süre önce devam niteliğinde üç eseriyle Kürtlerin ve azınlıkların romanını yazmış ama işçi sınıfının romanı hem sayıca hem de nitelik olarak çok zayıf kalmıştır. Mesele elbette salt sınıftan kopuk aydınlar değildir. Son yıllarda devrimci mücadele tarihine ait çok sayıda anı, roman, belgesel yazıldı. Bu kitaplarda anlatılanlar sınıf uğruna verilen kavgalardır, sınıfın kendisi, onun kavgası neredeyse yoktur, militan ve örgüt başroldedir. Proletaryadan kopuk olan sadece aydınlar değildi, devrimciler bu konuda çok daha büyük bir sorumluluk taşımaktadırlar.

Türkiye aydını kendi üstten bakan, “yanılmaz” sınıfsal konumlarının uzantısı olan görüşleriyle Türkiye emekçi tarihine yapısal bir iktidarsızlık atfetmiştir. Türkiye emekçi sınıflarının tarihten gelen “zayıf bir direniş kültürüne” sahip olduğu yollu eleştiriler geçmişten beri zaman zaman yapılagelmiştir. Ancak 80 öncesi ve sonrası farklıdır. 80 öncesinin bakış açısı, işçi sınıfının doğuş ve gelişim kaynaklarını yani tarihselliğini görmezden gelen, ona Batı ya da Sovyet proletaryası gibi yaklaşan, bu tarzla bir sonuç alamayınca ondan umudu kesen küçük burjuva aydın soluksuzluğu ile maluldür. 80 sonrasının yaklaşımı ise şudur: Ne zaman ki Kürt özgürlük mücadelesi yükseldi, Türkiye halkları devlet tarafından şovenizmle zehirlendi, bunun karşısında Türkiyeli aydınlar ve devrimciler kendi ezen ulus şovenizmi karşısında başarısız kaldı, işte bu dönemle birlikte özellikle sivil toplumcular tarafından bu tez -direniş kültürü yoktur- üretilmeye başlandı. İşçi sınıfımız Sol’un geniş kesimlerinin gözünde niyetlerden bağımsız umutsuzca sarıldığı, vazgeçilmeyen bir umut olarak görülen bir güç düzeyine düşürüldü. Umutsuzca bağlanılan bir umut! Bu elbette çok zayıf, güvensiz bir ilişkiselliktir.

Mücadelesi olan, ama romanı henüz yazılmamış “gerçek dışı” insanların dünyasıdır bu. Mücadelesi zayıf olduğu için deği,l orjinalitesi çözümlenemediği için yazılamamış bir romandır bu. Bakın emek tarihçiliği konusunda çalışan genç akademisyenler ne diyor bu konuda:

“İşçi tarihimizde neler olduğunu biliyoruz ama niçin olduğunu çok az biliyoruz. Çünkü emek tarihçiliğimizin teorik yönü zayıftır. İşçi sınıfını endüstriyel ve sendikal ilişkiler içinde ve fakat onların esiri olmadan kendi seslerini duyurabilir halde görmemizi sağlayan bir kuramsal çerçeveden yoksunuz hala.” (Türkiye İşçi Hareketi Tarihini Yeniden Yazmak, Dipnot Yayınevi, Hakan Koçak)

İngiliz tarihçi ve Marksist E. Thomson’un bir belirlemesi var: “İşçi sınıfı ‘oluşturulduğu’ kadar kendi kendini de oluşturmuştur.” der. Proleter gerçekliğimizin kendi kendini oluşturma sürecini gözlemleyemediğimiz, bunu kaçırdığımız çok açık. İşçi hareketine yaklaşımımız resmi sendika tarihi, endüstriyel ilişkiler ve emek istatistiklerinden müteşekkildir. Komünistlerin emek tarihine yaklaşımı DİSK’in Türk-İş’in sosyal demokrat sendika uzmanlarının istatistik, döküm ve belgeleriyle sınırlı kalmıştır ne yazık ki. Proleter emek tarihçiliğinde asıl sorun işçi sınıfının kendi deneyimi ve eylemini merkeze koyan biçimde gerçek anlamıyla “hareket tarihçiliği” yapılmıyor olmasıdır.

Son 20 yıldır sadece işçi sınıfını değil, bu halkı anlatan nitelikli tek bir edebi esere rastlanmamıştır. “Hayali bir cemaat olarak Türkiye proletaryası” isminde ironik bir eseri hak ediyor mevcut durum. Geçmişten günümüze Türkiye proletaryasını onun hilafına kendi arzularının hizmetine koşmaya çalışan devrimci hareketler, sade vatandaşın duvarına çarpmışlardır. Hayali cemaati Komünist Manifesto’nun “hayaleti”ne dönüştürmek öncelikle emekçi bir ana gövde olan sade vatandaş diyalektiğini çözmeyi gerektiriyor.

Sade vatandaş elbette günümüz Türkiye proleter gerçekliğini anlatan sembolik bir tanımlamadır. Maddi üretimdeki rolü kadar coğrafyaya özgü kültürünü ve tarihsel-toplumsal hasletlerini bir arada anlatmak için kullanılmaktadır. Sol’un yabancılaşmasını, devrimci kadroların ataletini aşmanın bir yolu olarak gündemleştirilmektedir. Sade vatandaş devrimciliğin sınandığı alandır. Devlet için tehlikeli olan sade vatandaştır. Daha tehlikeli olan ise henüz tarihin tekerrürünün farkında olmayan sahadaki Blankistler ve Narodniklerdir. O yüzden bize düşen sadece “hafif bir dokunuş”tur!

Eski ölmedi sadece yeni’yi kuramıyoruz

Bir daha tekrarı olmaz dediğimiz bu günlerde eski’nin yeni görünümlerle ortaya çıktığını göreceğiz. Çok şeyin değiştiği aşikâr ama bize öyle geliyor ki tarihin güçlü bir hafızası ve vicdanı var. Yeni kuşakların öngörülemez eylemleri içinde 19. ve 20. yüzyılın halk ve sınıf pratiklerini de görürsek şaşırmamalıyız. Kendilerinin de hiç farkında olmadığı geçmiş bir pratiği yeniden canlandırdıklarında, biz inatçı köstebekler tarihin tekerrüründen bahsediyor olacağız. Bunun, tarihin “ilkinde trajedi ikincisinde fars şeklinde tekerrürü” ile açıklanamayacak çok temel nedenleri ve zemini var. Artık böyle yürüyemeyiz dediğimiz bir noktada, yeni yürüyüş yollarının önümüze çıktığı bu anda hiç beklenmedik biçimde eski yürüyüş yollarının henüz tükenmediğini, hala bir seçenek olarak karşımızda durduğunu görebileceğiz. Bize öyle geliyor ki dogmalarla mücadele eskinin tümden reddiyesi düzeyine taşırılabilmektedir. Eskinin reddiyesinin çoğu kez bize getirdiği kof bir ideolojizmdir, deneyimle sabittir bu. Ve yine sabittir ki dogmaların eleştirisi içinden her zaman yeni çıkmaz, öncelikle devasa bir liberalizm fışkırır. Nitekim ülkemizde de böyle olmuştur. Açık ve meşru mücadele denilmiş ama buradan omurgasız bir yasallığa savrulmuştur birçok hareket. Liberal sol temsili demokrasinin son 10 yılda popüler faşistlerce ilga edildiğini umursamamış, gizliliği elden bırakmayan ve devrimden vazgeçmemiş kesimler ise çok ilginç olarak temsili demokrasinin ilga edilmesinden garip bir sevinç duyabilmişlerdir. “İşte bir büyük yanılsamanın (seçimler ve meclis) ipliği pazara çıkıyor” diyerek, âdeta demokrasinin yok oluşunu devrimin müjdecisi olarak selamlamışlardır. Dogmatizmden liberalizme uzanan tüm bu sürecin ezilen sınıflara yansıyan olumlu bir yönü yok, kuramsal bir yapısı hiç yok. Eski eylem ve örgütlenme biçimlerinin olmamasının bir nedeni de o tarzı gerçekleştirecek cesaretten yoksun olmaktır. O yüzden hiç kimse “Eski öldü yeni doğamıyor” sözünün arkasına sığınmasın. Bu argüman 2000’li yılların başında belli bir geçerliliğe sahip olsa da bugünü artık anlatmıyor.

Öyle çok kolay unutulacak bir geçmiş değil bu. İçinden geldiğimiz geçmişi bir düşünün, örneğin iki kutuplu Soğuk Savaş döneminin en değerli dinamiğinin bugünden bakıldığında “Üçüncü Dünya” hareketleri olduğunu şimdi daha iyi kavrıyoruz. Bandung Konferansı (1955 /Bağlantısızlar Hareketi’nin Endonezya’daki konferansı) ile Küba Devrimi’yle, Afrika’daki anti sömürgeci kurtuluş hareketleriyle, Ortadoğu’daki modern, ilerici Arap ulusalcılığıyla gelişen bu üçüncü kutup zamanında dünya halkları için hem soluk borusu hem de esin kaynağı özelliği taşımıyor muydu? SSCB’nin çöküşüyle bu Üçüncü Dünya da kan kaybetmeye başladı. Anti-sömürgeci Afrika yozlaşmış diktatörlüklerin eline düştü, Ortadoğu’nun Arap ulusalcılığı radikal İslam’la bitirildi, en değerli dinamik FKÖ Müslüman Arap burjuvazisi eliyle Siyonizmin insafına terk edildi. Batı Avrupa liberalizmi neo-faşizmi sıradanlaştırmaya başladı, avro komünizm postmarksizmle bir kez daha işçi sınıfına ihanetini perçinledi. Sadece Sovyetlerin “muhteşem” çöküşünün içinden değil, tüm bu yenilgilerin içinden geliyoruz. Demek ki bugün en başta gelen görev daha ileriye gitmekten önce, hala sürmekte olan bu kasırgaya göğüs germek, akıntıya karşı mücadele etmektir.

Bugünkü gerçeklik, “Eski henüz ölmedi, yeni görünümlerle hayatımızda, daha yeni olan ise devrimden başkası olamaz.” şeklinde formüle edilebilir. Ve dün olduğu gibi bugün de kapitalist hegemonya koşullarında, kolluğun sürekli gözetim ve baskısına rağmen düzenle kavga eden ama aynı zamanda düşmanın yasasının dışında özgür alanlar inşa etmeye muktedir bir militanlık hiç eskimemiş ve yaşatılacak olandır.

Siyaset felsefesi, bunun adı tek bir kelimeden ibarettir: İsyan!

Cezayir doğumlu Fransız filozof Jacques Ranciere,“Nasıl bir zamanda yaşıyoruz” isimli söyleşi kitabında “Sistem, ürettiği yılgınlık ve inançsızlıkla ile ayakta duruyor. İnsanlar aldandıkları için değil, aldanmadıklarını göstermek için razı oluyorlar sisteme.” derken çok ilginç, üzerinde düşünülmesi gereken bir tespit yapıyor. Buradaki rıza nedir? Aldatmanın artık kar etmediği, bunun işe yaramadığı bir sistem bu. İşleri böyle yürütemeyeceklerinin bilincinde olan bir seyr-i seferlik hali. Kapitalizm için önlem alınması gereken, tehlikeli olan bir durumdur bu. Sistem içindeki özne, onu kabul ederkenki davranışlarıyla bir isyanın tohumunu taşıdığını da hissettirir karşıtına. Açık denizde gemi kaptanını huzursuz eden bir mürettebat gerçekliğine benzetilebilir. Herkes için aynı derecede değil ama!

Emperyalist metropollerin “imtiyazlı” sömürülenleri, “güvenceli asgari gelir” ve “işsizlik ödenekleri”ni Çinli, Bangladeşli, Kamboçyalı, Hintli, Latin, Türk ve Kürt proleterlerin ucuz emek gücü sayesinde kazandıklarının ne kadar farkındadırlar? Bugün isyan edilmesi gereken duvar Kafka’nın Şato’su değildir. Bugün en büyük isyan gerekçesi Asya’nın; Ortadoğu’nun, Latin Amerika’nın emekçileri ile örneğin kapitalizm karşıtı Fransız Sarı Yelekliler arasındaki duvar değil midir? Emeğin kendine yabancılaşması kendi ördüğü ulusal duvarlarıdır. Devleti bir şato gibi Kafka’nın “ele geçirilemez kalesi” olarak görmektense dünya proletaryasının ulusal duvarlarını daha gerçek bir düşman olarak görmeyi yeğlemek gerekir. Kabileler birleşmeden kaleler düşmez. Kabileler birleşse bile düşmez. Çünkü insanlar meydanlarda birlikte olmak isterler ama bu meydanda düşmana karşı birlikte savaşmak isterler mi? Burada iki farklı politik durum vardır. İsyan bu iki durumu birleştirebilme maharetidir.

Evet, bugün evrenin, tüm biyolojik çeşitliliği ile haykıracağı ortak sesin ne olduğunu düşünecek olursak bunun adının “isyan” olacağı kuşku götürmez.

Büyük anlatıların sonunun ilan edildiği, buna karşı direnişin çok zayıf kaldığı on yılların ardından artık bu ara dönemin sonlandığı bir zaman dilimindeyiz. Mona Lisa’ya sakal bıyık çizen ironik kuramcılar köşelerine çekilmişlerdir. Aldıkları esirlere turuncu kıyafetler giydirerek, ölümlerini “konulu kısa film” lere taş çıkartacak ölçüde adeta bir ‘sanat yapıtına’ dönüştürmeye çalışan IŞİD, sadece barbarizmi ile değil postmodernizmin gelebileceği en uç nokta olarak da tarihteki yerini aldı.

Postmodernizm ve neo-liberalizm, yarattığı tüm tahribatla birlikte tükeniş içerisine girmiştir. Tabiri caizse dostluğunda, düşmanlığında maskesiz olarak birbirini cepheden karşılayacağı bir döneme girilmiştir. Bu dönemin dili isyandır. Siyaset felsefesi ancak ve ancak bu kavram üzerinden düşünüldüğü takdirde gözümüzün önünde canlanır ve o büyük sis perdesi kalkar. Son 30 yılın Sol’da yarattığı politik sahnede tutunamama psikolojisinin aşılma noktasına gelinmiştir. Halka duyulan küskünlük ve öfke ile halkın aşırı yüceltilmesi arasında gidip gelen bu iktidarsızlık siyaseti için, yeni imkânların açıldığı bir yol gözükmüştür ufukta.

Yeni bir siyaset felsefesi olacaksa bunun dili ancak isyanla malul olabilir. Ama bunun kitlelerin seferber edilmesinin dışında gelişmesini beklememek gerekir.

Doğanın isyanı, kadının isyanı, masumiyetin ve bedenin isyanı ama en derinde her şeye olan inancını yitirmişlerin isyanı… İnançsızlaşan toplumlarla nereye kadar gidilebilir ki?

“Her şeye kadir olan Allah” inancının bile kafa kesmeye indirgendiği yılları daha yeni yaşadık. Değil mi ki “olgular yoktur yorumlar vardır” denildi. İşte size maddi gerçeklere sırtını dönerek sık sık, olur olmadık, en ciddi konularda bile “ben buna inanmıyorum” diyen kendini beğenmiş, sinik, bencil insan kümeleri. İnançsızlık bugün adeta insanın normal davranışı olmuştur. İnancı olmayan, değerlerini yitirmiş insan sayısındaki artış, -sanırız burada kategorik olarak ateizmden ya da dinden bahsetmediğimiz anlaşılıyordur- 2500 yılık felsefe tarihinde dünya nüfusuna oranla bu kadar çok değildi sanırız.

İnanç yitimini, zihinlerdeki büyük boşluğu İskandinav ülkelerinden Batı Avrupa’ya, İngiltere’den Slav halklara değin IŞİD’e katılan on binlerce gençte görmedik mi? Ruhlardaki çölleşmenin ilacı olarak gidilen yer tercihi, biri Selefi faşizmi olurken diğeri Rojava Devrimi olmuştu. Kuşkusuz bu, bir inancın başka bir inanca karşı savaşıydı. Uzun yıllardan sonra ilk kez, haklı olmak, cesur olmak tüm bunlar bir yana ahlaki üstünlüğe de sahip olan bir taraf, kesin bir zafer kazanmış oluyordu.

Marks bürokrasiyi “din adamları cumhuriyeti”ne benzetmişti. Bu ne demekti? Asker, sivil memurların aynı ruhban sınıf gibi iktidar aygıtını, -kilise yerine devleti- koyu, dogmatik bir inançla yeryüzünün sorgulanamaz, ilahi bir gücü olarak görmeleri demekti. Peki ya şimdi? Ruhban sınıfı gibi inanmış bir bürokrasiden ne kadar söz edilebilir? Din adamları cumhuriyeti mi yoksa iş adamları cumhuriyeti mi? Devlet bugün Kafka’nın “Şato”su gibi bir kale devlet mi yoksa malikânelerin, beş yıldızlı otellerin devleti mi? Devlete sadakatle, inançla bağlı bir bürokrasiyi bulamazsınız bugün. Devleti kollamaktan ziyade onu kollar görünmektedir. Finans kapitalin dolaysız hegemonyası altındadır bürokrasi. Merkez Bankası başkanı ne diyordu: “İş adamlarımızı bürokrasiye ezdirmeyiz!” Devlete inanmaktan vazgeçmiş, paranın krallığına biat etmiş bir bürokrasi, geçmişten beri tek tanrısı para-meta-sermaye olan burjuvazi ile birlikte inançsızlık abidesi olarak ezilenlerin üzerinde yükselmektedirler.

Emperyalist ve kapitalist orduların neden son 10 yılda özel askeri şirketleri, onların paralı asker ordularını tercih ettiğini hiç düşündünüz mü? İşte gerçek inançsızlar kümesi bunlardır. Sadece para ve silaha taparlar. Kitlesel katliamların, askeri hedefler dışında kadın ve çocukların katledilmesinin, savaş suçu kabul edilen insanlık dışı eylemlerin uluslararası kamuoyunda yaratacağı infiallerin ve hesabı verilemez hukuki durumlardan kurtulmanın yolu olarak gündeme getirilmiştir bu kiralık katiller. İnançsızlığın bu lejyoner, paramiliter biçimi dünyanın imparatorluklar dönemindeki paralı asker ordularını tekrar etmesiyle, vatan savaşlarının özünün sermaye için savaşlar olduğunu da açık etmekten kendini alamamıştır. Emperyalizm tüm dünya halklarına karşı hiçbir insani değeri kalmamış bu inançsızlar ordusu ile savaşmaktadır. Onun “geberen kapitalizm” oluşunun en güncel göstergesi de budur. Ne aşırı üretim krizi ne de pazar savaşları. Emperyalizm eğer bu dünya üzerinden yok olup gidecekse bunun nedeni ekonomik krizler değil, yarattığı insani dramlar olacaktır. Dünyanın sosyalizmden “arındırıldığı” liberalizmin zafer ilan ettiği bir zaman dilimiydi, Seattle’dan “Kapitalizm öldürür” diye çok kısa ama anlamlı bir slogan yükselmişti. Hepimiz hatırlıyoruz, unutmadık. Bu slogan bugünden bakıldığında onun kendini de yok etmeye yazgılı bir savaş makinası olduğunun adeta bir işaret fişeği değil midir? Kapitalizm savaşlarla, kiralık ordularıyla, göçlerle, işçi cinayetleriyle, salgınlarla, intiharlarla, erkek şiddetiyle, uyuşturucuyla, ırkçılıkla, akıl hastaneleriyle, dijital medya ile fast food ile borsa oyunlarıyla öldürüyor, öldürmeye devam ediyor. Bu onun var oluş gerekçesi, temel karakteri. Demek ki onunla olan mücadele gerekçemizin başına direniş ve isyanları koyacağız. Öyle kolay kolay ölmemeyi. Çünkü ona içinde taşıdığı saatli bombayı sürekli geriye sarma gücü veren şey, bizim kolay ölümlerimizdir. Kolay ölmek yok! Sessiz sedasız gitmek yok! Emperyalist kapitalizmin o saatli bombanın sesiyle ecel terleri döktüğünü görmeden ölmek yok!..

Kapitalist iktidarlar Franz Kafka’nın “Şato”sunun ardında gizlenmiş iç kaleler değildir artık. Apaçık meydandadırlar. Sömürü, baskı ve talan aleni ve küreseldir. Dolaylı görünümlerle, mistifiye yapılarla kendini saklama ihtiyacı duymayan, ezileni gözünün içine baka baka ezen, sömüren ve bunu doğallaştırmaya çalışan bir iktidardır söz konusu olan. O zaman isyan açık ve meşru hale gelmiştir. Siyaset felsefemizin özü budur.