Gösterge ve gerçek – Hikmet Acun

ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü
gördüğümüz söylediğimizin içine
hiçbir zaman yerleşmiş değildir.

(M. Foucault)

R. Magritte, insana bulmacayla dünya kurduran o ünlü Pipo resminin altına “bu bir pipo değildir yazısını koymasaydı, resimde gördüğümüz desenin pipo olduğuna inanmaya devam edecek miydik? Yoksa Magritte, görme ile söyleme arasındaki paradoksu kelimelerin lehine bozmak üzere kurduğu karşıtlıkla, bizim yalnızca söze inanmamızı mı istemişti?

Bu sorunsala cevap verme eğilimimiz hangi yönde gelişirse gelişsin; aradığımız cevap her zaman resmin içinden bir cevap olacaktır. Çünkü görme; daha başında bir cevap üretme süreci olarak şekillendiği sürece kendine, her zaman bir anlam kurma arayacaktır. Ama anlamalar ve şeyler arasında kurduğumuz ilişki bize şeyin ne olduğunu değil, ne olması gerektiğini tembihleyeceğine göre, bizim bizatihi resmin içinden kuracağımız anlamlar da şeyin gerçekte ne olduğu değil, ne olması gerektiği olacaktır. Dolayısıyla biz her zaman gerçekte karşımızdaki şeye değil, kendi anlamlar dünyamıza bakmış olacağız. Bu durumda görmenin cevap değil anlam üretme olduğuna pekâlâ inanabiliriz.

Kaldı ki bakma ve anlama; epistemolojinin formel bir sorunu olsaydı yukarıdaki sorunlu durum pekala estetik ilke den hareketle “yeniden üretim”e vardırarak sonlandırılabilirdi.

Yok eğer bir karşılık olarak; kelimeler ve şeyler arasında kendiliğinden kurulan ilişki; sözü, şeyin cevabı kılıyor gibi görünüyorsa, kelimelerin gerçekleri söylediğine kuşku duymamız için başka sebeplerimiz de var demektir. Eğer burada kelimeler şey(lerin) işaretleyici kodları olarak kendilerini inşa etmek gibi bir durumla karşı karşıya isek; bu tamamen kelimenin imgeler yolu ile şeyle ilişkilendiğini, en azından kelimenin şeye imge önermekten başka bir eylemde bulunamadığını düşünebiliriz. Yani kelimenin gerçekte şeyin karşılığı değil, onun mümkün olan mantıksal önermesi olması gerektiği yönlü bir fikri işlem söz konusu ise bu durumda kelime, şey ilişkisinden değil, kelime imge ilişkisinden söz ediyoruz demektir. Demek ki sorun, her halükarda gerçeklik ve şeyler dünyası içinde imgenin, gerçeğin yerini almasında son buluyor. Çünkü kelimeler hiçbir zaman kendi başlarına gerçeklik kuramazlar. İmgeler de öyle.

Magritte bu resmi kavramsal sanat eseri olarak değil de, bir tütün reklamının afişi olarak tasarlasaydı, caddeler boyu bu afişe bakan tütün içicileri, afişin altında yazan “bu bir pipo değildir” sözü ile nasıl ilişkileneceklerdi?

Aslında tütün içicileri bu söze bakıp, sözün üzerinde duran o tanıdık şeyi anlamaya başlamak istediklerinde pipo deseni sözün “yüce nesnesi” halini çoktan almış olacaktı. Yani tütün içicileri hiç de farkında olmadan pipoyu olumsuzlayan söz ile girdikleri ilişkide, piponun basit bir tütün içme aracı olmadığını, onların sosyal kimliklerini ve ayrıcalıklarını işaretleyen olumlama olduğunu düşüneceklerdi. Dolayısıyla kelimeler içicilere onların imgesinde şöyle bir göstergeye dönüşecekti; “resimdeki bir pipo değil, sensin.

Artık burada temsil edenin, temsil edilene dönüşmesiyle gelen bir durumla karşı karşıyayız. Yani kelimenin, şeyin yerini almasıyla yüz yüzeyiz demektir.

Foucault bu durumu anlamak için resme iki model öne sürerek işe koyulur: birincisi benzeme, diğeri ise andırma dır Foucault’ya göre benzeme, önüne model olarak kurduğu şeyi canlandırarak temsil etmek ister. Andırma ise, şeyin yerini alarak onun önünde model olmak ister. Dolayısıyla bu resim aslında hiçbir şeyi andırmak ve temsil etmek üzerine kurulu değildir. Bu resim bütün bunların arasında gerilim kurmak ister.

Demek ki desen bir pipo değil de şeker kutusu da olsaydı şeyin kendisini canlandırmak için (simule etmek için) mümkün olduğunca ona benzemeye çalışacaktı. Ancak yine de bunlar resimdeki deseni gerçekteki şeyin yalnızca benzeri olmaktan alıkoymayacaktı. Dolayısıyla resimdeki desen gerçek bir şey değil, gerçeğine benzeyen bir hayal olarak kalacaktı. Ancak resmin altındaki “bu bir pipo değildir” yazısı ile pipo arasında ilişkiden söz etmek mümkün değildir. Çünkü piponun altındaki yazı, pipoyu taklit eden bir yazıdır. Yani bir pipoyu taklit eden piponun yazısıdır. Demek ki, “bu bir pipo değildir” derken; kelimeler taklidin, taklidinin taklidini gerçek yerine geçirmek üzere resmin içine girmiştir. Dolayısıyla bu resimde ne desen ne de yazı birer göstergeler dizilişi olarak göstermek istediklerini göstermezler. Burada göstergeler yalnızca tasavvur dur. Yani Foucault’nun diliyle, ‘Bu resimde tek bir hakikat vardır o da piponun desenidir; ama o desen için de hiçbir zaman hakikattir diyemeyiz.’ Çünkü o zaten bir benzemeden ibarettir!

Ama bu kadar değil! Hayatımızı kuşatan şeylerin ve onların dile, sembole ve kavramlar dünyasına dönüşen fikri yansımalarının da birer benzeme ve andırma ilişkisinden ibaret olduğunu iddia etmemiz için pekala başka sebeplerimiz de olmalı.

İdeolojinin Yüce Nesnesi: Andırmalar ve şeyler

Kafka’nın Dönüşüm romanının kahramanı Gregor Samasa, bir sabah yatağından uyandığında, kendini böceğe dönüşmüş olarak bulur. İlginçtir! Samasa’nın bu telaş içinde ilk kurduğu ilişki bedeni değil, saattir. Çünkü Samsa’yı telaşa düşüren şey bir böceğe dönüşmüş olması değil işe gidemeyeceği korkusudur.

Burada Samasa’nın saat dolayımı ile kurduğu ilişki, bedeninin olağan yapısı ya da böcek hali gibi başka anatomiye dönüşmüş olması değil bütün bedeninin/hayatının, saat göstergesinde ifadesini bulan toplumsal bir güç tarafından kontrol altına alınmış olmasıdır. Dolayısıyla saat göstergesi bedeninin kontrol altına alınması ve emeğin iş olarak disiplinize edilmesine dair kurucu bir rol üstlenir; ama durum bununla sınırlı olsaydı göstergelerin kendi başlarına gerçekler olduğuna inanıp geçebilirdik. Oysa saat gerçekte hiçbir zaman yoktur. O yalnızca toplum tarafından kurulan bir tahayyüldür. Yani olan bir şey değil, kurulmuş bir şeydir. Bedende ifadesini bulan anatomi ise olan bir şeydir. Ama artık bedenin de olan bir şey olduğundan söz etmemiz mümkün değildir. Çünkü beden, saat tarafından olan bir şey olmaktan çıkartılıp, kurulan bir şey haline dönüştürülmüştür. İşte Samsa’nın bir böceğe dönüşmesi tam da olan bedenden kurulan bedene karşılık düşer. Dolayısıyla, roman göstermek istediklerinin aksine asla bir insandan ve gerçek bir şey (saat) den söz etmez. Çünkü ne Samsa, ne de saat gerçekte yokturlar, onlar yalnızca tahayyüldürler; ama Kafka tarafından romana sokulmuş tahayyül değil, bizatihi toplumun romana girmesiyle gelen tahayyüldürler… Demek ki kelimeler de tıpkı desenler gibi tahayyülün tahayyülünden başka bir şeyi işaretlemeyen kaligramlardan ibarettirler.

Peki, tarihin kapitalist koşullarında insan yaşamının altmışar dakikalık süreler ve onların alt katlayanları arasında düzenlenmiş bir çizelge ile yeniden kurularak teslim alınmış olması toplumsal bir koşulken, nasıl oluyor da yandaki afişteki gibi “ Emek özgürlüktür” sözü, bizatihi emek üreticilerin sınıfsal olandan, toplumsal olana dair bir seslenişine dönüşebiliyor?

Afişteki bu söz, bir propaganda(topluma seslenme) kurgusu olarak biçimlendiği sürece, söze bakan işçiler o sözü imgelerinde şöyle kuracaklardır: “Emek üreticileri olarak toplumu ancak biz özgürleştirebiliriz

Çünkü onlara göre emek, insanı kurmanın en yalın halidir. Hatta emek bir insan tanımlamasıdır. Yani emek onların kafalarında da olan bir şey değil, kurulan bir şeydir.

Demek ki emek bizatihi onların üreticileri tarafından da olanın dışına itilerek, kurulan tahayyüle dönüştürülmüştür. . Yani emek ideolojik göstergeye dönüştürülmüştür; ama bu kadar değil, bu kadar söyleseydik işi masumane eleştiriyle sınırlı tutmuş olurduk.

Emeğin kendisi ile emeğin bilinci arasında duran göstergeler, onların üreticilerine, onların dışında toplum tarafında inşa edilerek onlar için kendinden şey kılınırlar. Artık emek toplumsal bir varoluş değil, kurulmuş bir göstergeye dönüşür. Dolayısıyla emeğin bizatihi üreticileri üzerindeki yansıları, onların dile geliş biçimleri doğrudan ve dolaylı olarak ideolojik dizilişler hailini alırlar. Burada artık gerçekte ne emek üreticisi vardır ne de emeğin kendisi. Çünkü onlar gerçekte ne kadar köleleştirici koşulların ürünü ve tamamlayıcısı olarak kalmışlarsa, ideolojik olarak o kadar, üst yapı göstergesidirler. Dolayısıyla emek imgesinde ifadesini bulan işçi, toplumun anatomisinin değil, patolojisinin dile gelişidir. . Demek ki, afişteki söylem ile emek arasında bir ilişkiden söz etmemiz mümkün değildir. Neden? Çünkü afişteki liman işçisi, liman işçisinin benzeri değil andırandır, Bu yüzden o hiçbir zaman limanda emek- iş arasında duran ve saat imgesi tarafından disiplinize edilen gerçek yoksunlaşma koşullarını temsil etmez. O afişteki işçi yalnızca birer üst yapı imgesidir ve gerçekteki işçiyi görünmez kılandır. Üstteki “arbeit ist freiheit” sözü ise, afişteki işçiye andıran gibi görünenin geri kalanını baştan sona olumsuzlayan bir karşıtlıktır. Dolayısıyla söz tasavvur göstergesidir. Yani emeğin üst yapı olduğunu iddia etmektedir Çünkü emeği olan değil, kuran olduğunu işaretlemektedir. Öyle ki emeği daha başında mutlak fetişizme taşıyarak onu toplumsal suç ortağı kılan bir emek olumsuzlamasıdır. Yani emeği çalışmaya dönüştüren bir kodlamadır. Bu kez pipo resminden farklı olarak kelimeler, benzeyenin yerini almıştır. Yani desen andırma, söz ise benzemedir. Dolayısıyla bu afiş, hiç bir zaman gerçekliği göstermez. Çünkü o yalnızca kurulan tahayyülü gösterir. Ama öyle görünüyor ki bu durumu daha anlaşır kılmak için sorunu daha uçlarda duran yönünden ele almak zorunda kalacağız.

HOLOCAUST: ARBEİT MACHT FREİ: Emek/Çalışma Özgürleştirir –

Auschwitz-Birkenau toplama kampının ana kapısının üzerinde “emek/özgürleştirir” yazan bu söz bir üstyapı göstergesi olarak faşist söylem ile soldan gelen emek söylemi arasında analojiler kurmamız bakımından önemli ipuçları sunar. Holocaust ‘un “nasyonal sosyalizm” ile bilince çıkarttığı insan bedeninin içinden emek çıkartıldıktan sonra geriye hiçbir şey kalmayacağı ve bu yüzden emekten geriye kalan anatominin yakılarak yok edilmesine varan imhanın kendi içinde oldukça tutarlı göstergeleri taşıdığını söylemek abartı sayılmaz. Faşizmin insanı irreal gibi görünen ırksal ayrıma tabi tutmasının da altında yatan şey de var olan anatominin, rasyonel emeğe dönüştürülerek yeniden kurulmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla sosyal Darwinizm, -ırksal ayıklamayı değil- anatominin rasyonalize edilmesinde ifadesini bulan saf emek iktidarını temsil eder. Çünkü emek ancak bir üstyapı göstergesi olarak kurulabildiği oranda, bu üst yapıyı üretmeye muktedir insanını bulmak ve geriye kalanının ayıklamak isteyecektir. Bu durumun başka karşılığında var! Emeğin kurularak üst yapı göstergesine dönüştürülmesi; gerçekteki insanı, yani -insan- anatomi -ilişkisini emek karşısında koşulsuz sadakat nesnesi kılarak bizatihi kendi üretkenlik sürecinin -otokontrol üzerinden- kölesi kılacaktır. Dolayısıyla toplumda insanlar arası ilişki üretkenlik üzerinden süren ilişkiye dönüşecektir. İşte faşist toplum tahayyülünün altında yatan kuruluş öyküsü tam da böyle bir tahayyüldür. İnsanlar arasındaki bütün dolayımları ortadan kaldırarak onun yerine tek bir dolayımı, üretkenliği koymadır. Dahası üretim ilişkilerini, üretkenlik ilişkisi altında yeniden kurmadır.

Öyleyse sosyal bilim açısından şunu söyleyebiliriz; emeğin olan değil kurulana dönüştürüldüğü göstergenin en ucunu faşizm temsil eder.

Eğer durum böyleyse Alman faşistlerinin “Nasyonal Sosyalizm” önermesi komünistlere karşı kurulmuş bir tuzak değil, bizatihi komünistlerin emek ile kurdukları ilişkiyle benzerlikleri ile ilgilidir.

Toplama kampında çalışma ile yakma arasındaki ilişkiyi yalnızca yakma lehine bozarak olayı faşizm- barbarlık ilişkisine indirgemenin tehlikeli ve yıkıcı sonuçları, faşist aklı bir sapkınlık ve aşırılık la tanımlamaya götüren göstergelerin inşasının kabulünü de getirmiştir. Oysa faşizmi insanla sorunlu yapan şey onun aşırılığı ve barbarlığı değil, emek ile olan bağıdır. Burada öne sürülen tezi anlamak için faşistlerin yüzlerce laboratuvar deneylerine bakmak yeterli olacaktır.

Öyleyse Auschwitz kampının giriş kapısında yazan “emek/ özgürleştirir” sözü ile kampı bir imha alanı olarak gerekçelendiren durum arasındaki ilişkiyi nereye koyabiliriz. Gerçekte kampın imha ediciliği ile çalışmanın “özgürleştiriciliği” arasında bir bağdan söz edebilir miyiz? Elbette edebiliriz!

Auschwitz kampına getirilen insanlar kampın üzerinde duran “ emek / çalışma özgürleştirir ” söz ile kendi aralarında ilk elden nasıl bir ilişki kurmuş olabilirler? Dinsel inançları ve sosyal yaşamları gereği Tevrat’ın yansıması olan bir Yahudi’nin çalışma ile kurduğu ilişki zaten önceden kurulmuş ve koşulsuz kabul görmüş içsel bir ilişki oluğuna göre, kampın üzerinde duran bu yazı, Yahudi’ye dinsel inançlarındaki güçlü bağı hatırlatmış ve kampı daha başında iç kabule dönüştürmüş olabilir mi? Yoksa kampın üzerinde duran yazı, tam da bu sebeplerden dolayı Yahudi’nin imgesinde bir ibadet yeri imgesini almış olabilir mi? Dahası kapının üzerindeki o yazı, çalışırsan özgür kalırsın mı demek istemişti? O zaman bir soru daha soralım! Kampın üzerinde duran o yazı şöyle bir şey söylemek istemiş olmasın; “sen buraya gelmekle bundan böyle özgürsün. Yapacağın tek şey , seni özgür kılacak emeğini kendi-kendine rasyonalize etmendir. Çünkü senin dinin, emeğin sana hediye edilmiş bir özgürlük olduğunu emretmişti. Bu kamp bir kötülük yeri değil, tanrı ile senin aranda duran bir hesaplaşma yeridir.!

Ama kapın içine giren, bir süre sonra bu durumla şöyle ilişkilendirildiklerini görmüşlerdi; emeğini rasyonalize edemiyorsan, yani onu kuramıyorsan, bedenin hiçbir aracı vasfını görmüyor demektir. O zaman var olanı kendinden tecrit etmelisin. Yani bedeni ortadan kaldırarak özgürleşmelisin. Demek ki böyle bir okuma ile şu sonuca varmak mümkün; kurulamıyorsan, var olamazsın!

Ancak burada şunu da söylemek mümkündür. Auschwitz‘i daha başında toplama kampı olmaktan çıkartıp,  bir işyeri imgesine dönüştüren bu yazı, kampın ne olduğunu söyleyen bir yazı değil, ne olması gerektiğini söyleyen bir yazıdır. Çünkü oradaki insanlar yalnızca yakılarak imha edilmişlerdi. Dolayısıyla yazı ile kamp arasındaki ilişki faşist propagandanın içinden çıkmış ve Yahudileri aşağılayan bir yazı değil, onları yeniden kuran bir yazıdır.

O zaman şunu söylemek mümkündür. Kamp kapısındaki yazı emeğin kuruculuğunda faşist bir toplum kurma tahayyülünden başka bir şey değildir.

Öyleyse emek üzerinde bildiğiniz bütün ezberlerinizle yüzleşme sırası şimdi bizde!

Resimde ki pipoya gelince… O zaten bir pipo değil, piponun hayaliydi…  Ona yalnızca bakarsınız ve onunla asla tütün içemezsiniz. Yani o gerçek değil sizin tütün içebileceğinize dair bir tahayyülünüzdür.

Tıpkı emeğin sizin için de var olandan kurulan  tahayyüle dönüşmüş olması gibi.

Ama dikkat!  “Emek özgürleştirir.”

Kaynak: http://dusluyorum22.blogcu.com/gosterge-ve-gercekler/1958349