Uluslararasılaşan sermaye formu, emperyalizmin dönemleştirilmesi ve emperyalizm teorileri
Emperyalizm üzerine yazar çizerken, Lenin’in emperyalizm teorisini merkeze aldığımızı; bugünü kavramak için, onun hala güçlü bir referans sistemi oluşturduğunu ifade ettik. Öte yandan 1960’lar sonrası gelişen, emperyalist devletlerle yeni sömürge/bağımlı ülkelerin çelişki ve ilişkilerini merkeze alan, azgelişmişlik veya bağımlılık teorileri diye ifade edilen ikinci dalga emperyalizm teorilerini de gören bir yerde duracağız. Eşitsiz mübadele ve süper sömürü gibi emperyalist çağda Marksist değer yasasını problem eden bağımlılık teorileri ve özellikle de devrimci bir akademisyen olan Marini’nin geliştirdiği Marksist Bağımlılık Teorisi, bugün sorun alanını tespit etmede ve çözüm arayışı geliştirmede asla üzerinden atlayamayacağımız açılımları içermektedir. Diğer yandan, dünyada neoliberalizmin hakim olduğu, üretimin ve sermayenin alabildiğine uluslararasılaştığı 1980 sonrası gelişen üçüncü dalga diye ifade edilen “yeni emperyalizm” teorileri de (her ne kadar bağımlılık teorilerinden farklı olarak, devrim fikrini reddettikleri için bunlarla uzaktan yakından bir akrabalığımız olmasa da) neoliberalizmle birlikte değer oluşumunda yaşanan tıkanmayı ele aldıkları için ilgi alanımızda olacaktır. İkinci dalga ve üçüncü dalga emperyalizm teorilerini, sermayenin uluslararası hareketi üzerinden incelediğimizde, günümüz emperyalizmini çözümlememizi sağlayacak kimi sonuçlar çıkarabilmemiz kolaylaşacaktır.
Özgür Öztürk, “Emperyalizm Kuramları ve Sermayenin Uluslararasılaşması” başlıklı yazısında, sermayenin uluslararası hareketinin (para-sermaye, meta-sermaye ve üretken sermaye formu biçiminde) farklılaşan evreleri üzerinden emperyalizmi dönemleştiriyor. Aynı zamanda bunun birinci, ikinci, üçüncü dalga emperyalizm teorileriyle de üst üste bindiğini belirtiyor.
“19. yüzyıl, genel olarak, meta-sermayenin uluslararasılaşmasıyla karakterize olur. Meta-sermayenin hareketi belirli bir ölçüde para-sermayenin hareketini de beraberinde getirmiş olmakla birlikte, para-sermayenin büyük ölçekteki uluslararasılaşması, daha sonraları, 1873-96 bunalımından çıkışla birlikte hızlanan ‘sermaye ihracı’nın sonucu olmuştur. Yüzyıl dönümünde para-sermaye ihracı, temel olarak, devletler arası borç ve kredi ilişkileri biçimindedir ve …emperyalizmin doğuşuna işaret etmiştir. İki dünya savaşı arasındaki dönem, sermayenin uluslararasılaşmasının bütün olarak kesintiye uğradığı bir dönemdir. Buna karşılık İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, üretken sermayenin uluslararasılaşması … kayda değer bir ölçekte ortaya çıkmış; bu gelişme meta-sermayenin ve para-sermayenin hareketine de yeni bir hız vermiş ve kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyaya yayılmasının zeminini oluşturmuştur. 1970’lerin büyük krizinden günümüze kadarki dönemde ise, para-sermayenin hareketi öne çıkmış olmakla birlikte, her üç formdaki uluslararasılaşmanın da oldukça ileri boyutlara ulaştığı söylenebilir. Bu çerçevede temel bir nokta, her ne kadar sermayenin uluslararasılaşmasının başlıca aşamaları şematik olarak bu şekilde ayrıştırılabilirse de, farklı devrelerin (veya üretim alanıyla dolaşım alanının) gerçekte iç içe geçmiş olduğudur. Sermayenin bu üç temel formunun tarihsel hareketi eşitsizdir, ancak bunlar birbirinden kopuk süreçler değildir.”[1]
Burada ifade edilenler, sorun alanlarındaki farklılıkları görerek emperyalizmi dönemleştirmemizi kolaylaştıracaktır.
Birinci dalga emperyalizm teorileri (Lenin’in emperyalizm teorisi de buna dahildir) içine doğdukları dönemin etkisiyle, üretken sermaye hareketinin zayıf olduğu ve bu nedenle kapitalist üretim ilişkilerinin dünyanın büyük bölümüne henüz nüfuz etmediği koşullarda, emperyalistler arası çelişki ve eşitsiz güç ilişkilerine odaklanmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkeler ise bu güç ilişkilerinin konusu olarak gündem olmuştur. Burada Lenin’in zayıf halka tespiti ve ulusal kurtuluş hareketlerine verdiği önemle, ayrı bir yerde durduğunu ifade edebiliriz. Yine onda sermaye ihracının başat olması, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak kavranmasını sağlar.
İkinci dalga emperyalizm teorileri, üretken sermaye hareketinin başat olduğu koşullarda, emperyalistlerle sömürge/yeni sömürge ülkeler arasındaki ilişkileri, yarı sömürge/geri kapitalist ülkelerdeki sanayileşme süreçlerini (sömürgecilik ve bağımlılık ilişkilerinin dönüşmesine de yol açan), sömürü ilişkilerinin nasıl dönüştüğünü dert etmiş ve antiemperyalist halk devrimlerini teorik-siyasal olarak besleyen bir yerde durmuştur. Öte yandan Bağımlılık teorilerinin ağırlıklı bölümü, emperyalizm-geri kalmışlık denklemini mutlaklaması ve karşıtlık eksenini buradan kurmasıyla problemlidir. Devrime değil bağımlı ülkelerde kalkınmacı ekonomik süreçlere bağlanan siyasi yol haritaları buradan çıkışını almıştır.
1960’lı yıllar öncesi emperyalizm tartışmaları, Lenin’in emperyalizm kitabının ötesine geçmiyordu. Emperyalizm değerlendirmelerinde; 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve sonrasında emperyalist kapitalist sistemin siyasi mimarisindeki köklü değişiklikler (en basitinden İngilterenin düşüşü ve ABD’nin dünyaya yön veren ve hegemon güç olarak onun yerine yükselişi), Çin Devrimi ve Doğu Avrupa’daki devrimlerle dünyanın üçte birinden oluşan sosyalist blok gerçekliği ve bunun dünya siyasetinde yarattığı etki, savaş sonrası oluşan konjonktürün de etkisiyle artan ulusal kurtuluş mücadeleleri, sömürgeciliğin şekil değiştirmesi, ABD’nin eski Avrupa sömürgelerine yatırım ve pazar olarak yönelişi (ve ulusal kurtuluş mücadelelerin basıncıyla) ile yeni sömürgeciliğe geçiş, sosyalist bloğun varlığı ve emperyalist kapitalist dünyayı baskılamasının da bir sonucu olarak Keynesyen politikaların uygulanması vb… gibi birçok köklü değişim üzerinden, çelişki kavrayışını güçlendiren bir hat söz konusu değildi. Bu statik hali ilk dağıtan, Paul Baran oldu. Mesele onun tespitlerinin doğruluğu yanlışlığından ötedir. O, içinde olduğu dünyayı yorumlama, emperyalizm teorisini bu girdilerle güncelleme ihtiyacını ilk ortaya koyan olması ile anılmalıdır. Baran (ve ortak bir imzayla kitap yayınladığı Paul Sweezy), kapitalist gelişme ve azgelişmişliği (birbirini oluşturan) nedensellik ilişkisi içerisinde inceledi. Che Guevara da Baran’ı yakından takip edenlerdendir.[2] Baran’ın 1955’te yazdığı Büyümenin Ekonomi Politiği, emperyalizm teorisini yeni olgularla yeniden yoğurma çabasının ifadesidir. Sonrasında onun açtığı hattan, emperyalizm teorisi üzerine oldukça zengin tartışmalar yürümüş, doğru yanlış günün devrim mücadelelerinin çelişki kavrayışına temel oluşturacak, ön açıcı teorik tespitler yapılmıştır.
Bu dönem başlayan tartışmalar, hep birbirinin üzerine binmiş ve döneminin sömürgecilik karşıtı, ulusal kurtuluş mücadelelerine devrimci bir damar kazandırmıştır. Bağımlılık Okulu’nu bu yönleri ile anabiliriz. Bu, bağımlılık teorilerini doğru bulduğumuz anlamına gelmez. Nesnel olguların üzerinden emperyalizm teorisine girdiler yapmaya çalışmış, yer yer parçadan da olsa doğru sonuçlar çıkarmışlardır. Ve en önemlisi de teori ile pratik arasında kopmaz bir bağ vardır bu dönemin emperyalizm tartışmalarında. Teori, mücadelenin önünü aydınlatmak içindir. O dönem bu tartışmaların parçası olan teorisyenler, gelişen antiemperyalist ulusal kurtuluş devrimlerine, dünyanın farklı coğafyalarında yürüyen devrimci mücadeleye etkide bulunmuş, damga vurmuştur. Marksist akademisyenlerin yanı sıra ulusal kurtuluş devrimlerine önderlik eden birçok devrimci de Bağımlılık teorilerini geliştirmede rol oynadı. Gana’nın İngiliz sömürgeciliğine karşı ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik eden ve ilk devlet başkanı Kwame Nkrumah, yeni sömürgecilik tespitini ilk kez yapan oldu. Che, emperyalist sömürüyü, bağımlı ülkelerin az gelişmişliğini “değer yasası ve bu yasanın getirdiği uluslararası eşitsiz mübadele ilişkileri” temelinde tartışanlardan biriydi. Ruy M. Marini ise akademisyenliğini, Brezilya ve Şili devrim mücadelelerinde pratik devrimcilikle buluşturdu; Marksist bağımlılık teorisini geliştirerek, Latin coğrafyasındaki devrim mücadelelerine katkı sundu. Burada andıklarımız dışında birçok devrimcinin, devrim sorunu ile bağı içerisinde emperyalizm üzerine söz kurduğunu, bu kurduğu söz temelinde siyasal ve pratik olarak mevzilendiğini görürüz. O dönemki emperyalizm tartışmalarını, yukarıda andıklarımızı –özellikle Marksist bağımlılık teorisini- devrimci zamanların devrimci teorileri olarak değerlendirebiliriz.
Üçüncü dalga emperyalizm teorileri ise para sermaye hareketinin çok daha baskın olduğu, emperyalist kapitalizmin çürümüşlüğü ve asalaklığının ayyuka çıktığı bir dönemde gelişir. Sermayenin tüm formlarının uluslararası hareketi (para sermayenin yönlendirici etkisiyle birlikte) devasa boyutlara ulaşmıştır. Bu, küresel üretim ve tedarik zincirlerinin belirleyici olduğu; üretimin, sermayenin uluslararasılaştığı ama emek gücünün kat kat duvarlar, dikenli tellerle ulusal sınırlara hapsedildiği bir dünyadır. Çelişki ve çatışmaların çok daha karmaşık ve iç içe geçtiği bir süreçtir. Bu koşullarda gelişen yeni emperyalizm teorileri, Sosyalist bloğun dağıldığı, sosyalizmin itibar kaybettiği bir süreçte; çelişki kavrayışının zayıflığıyla birlikte, yenilgici ve tasfiyeci bir ruh halini besledi. Bu teoriler, devrim ufkunun olmaması ve düzeltilmiş kapitalizm arayışı ile devrimci hareketin önünü açmak bir yana, tasfiyeci akımlara güç kazandırarak devrimci hareket üzerindeki negatif etkiyi büyüttü. Öte yandan bu teoriler de devlet ve sermaye hareketlerinin –ulusal ve uluslararası düzlemde– birbirini kesen ve karşıtlaşan yönlerini gündemleştirmeleri nedeniyle, neokeynesyen ve neokauskyci çıkarsamalarına rağmen, irdelememiz gereken bir yerde duruyorlar.
Bugün pratiğimizin önünü aydınlatmayacak bir teorinin, teorimize derinlik kazandırmayacak bir pratiğin, bize kazandırabileceği hiçbir şey yok. Teori ile pratik zeytinyağı su gibi birbirinden ayrı ise geliştireceğimiz teori, iyi bir teori olamaz. Siyaset halkasına bağlanmayan ve pratik tutuma yansımayan teori, eksiklidir. Bizler akademisyen de[3] masabaşında teori parçalayan siyasetçiler de değil, devrimciyiz. Ateşin orta yerinde, devrimin inşasına koşulmuş bir kolektif özne olarak, bugünün dünyasını, emperyalist kapitalist sistemdeki dönüşümü anlamamızı sağlayacak teorik-siyasal çıkarsamalar temelinde, pratiğimize yön vermeyi hedefliyoruz. Emperyalizm teorisini günün koşulları içerisinde yeniden ele alma ihtiyacı duyuyorsak, bu devrim programımızdaki boşlukları tamamlamak, devrim stratejimize bağlanacak pratik bir konumlanışı örgütlemek içindir.
Neoliberalizmle birlikte üretimin ve sermayenin uluslararasılaşması; emperyalist sömürünün (baskı ve tahakküm araçlarının) genişlemesi ve derinleşmesi sonucunu doğurdu. Emperyalist kapitalizmin geldiği düzeyle birlikte emperyalist ve bağımlı ülkelerin ilişkisi; artık ‘kapitalizme içkin ve kapitalist zorunluluklar’ tarafından yönetilmektedir. Emperyalist sömürünün ve bunu koşullayan ekonomik ve ekonomi dışı zorun ne şekilde geliştiğini belirleyen budur. Bu dönüşüm; sömürge siyasetinin değişmesi ve yeni sömürgeciliğe geçişle birlikte başlayan bir süreçti. Neoliberalizmle birlikte ise bu, artık temel ilişki biçimi oldu.
Bağımlılık teorileri, çoğunlukla Lenin’in emperyalizm teorisiyle bir devamlılık ilişkisi kurar. Kopuş dinamiğini işletenler ise yeni emperyalizm teorileridir. Bunlar da iki kola ayrılabilir. Wood gibi Lenin’in teorisinin, zamanını açıklayan ama bugünü açıklamayan bir teori olduğunu savunanlar ve Harvey gibi, emperyalizm teorisinin Lenin’in yaşadığı dönemde de yanlış olduğunu iddia edenler… Bağımlılık teorileri, devrimci zamanlarda, emperyalizmle ilgili kurulan her sözün devrimin teori ve stratejisi içinde tartışıldığı bir dönemde gelişmeleri nedeniyle Lenin’in emperyalizm teorisinden kopuşmaz. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerine alan açan tespitleri de bunda etkendir. Yine bağımlılık teorisyenlerinden biri olan ve dünya sistemleri teorisini geliştiren Wallestein de daha sonra ipini koparmış olsa bile, teorisini geliştirdiği dönem Lenin’i referans alır. Biz, yeni emperyalizm teorileri ile dönemleştirme itibariyle çakıştığımız halde (yani neoliberalizmle birlikte emperyalizm teorisinin güncellenmesi gerektiğini vurgulamamıza rağmen) yeni emperyalizm değil günümüz emperyalizmi tanımını kullanacağız. Yeni emperyalizm tanımı, lekeli olmasının yanı sıra kopuş dinamiğine işaret ediyor. Oysa biz, Lenin’in emperyalizm teorisi ile süreklilik halkasına işaret ediyoruz.
Emperyalizm ve Marksist değer yasası
Emperyalizm; tekelci kapitalizmin iç çelişkilerinin bir sonucu olarak zorunlu genişlemesidir. Bu genişleme; aynı zamanda çevreden merkeze değer transferi anlamına gelir. Değer transferi dün doğrudan siyasi ve askeri zor yoluyla yapılıyordu. Bugün ise daha farklı bir düzlemi konuşuyoruz. Kapitalist üretim ilişkilerinin, dünyada girilmedik alan bırakmamasıyla, Marksist değer yasası ile emperyalizm teorisi arasında köprü kurmak, değer transferini buradan hareketle tanımlamak artık zorunludur.
Emperyalist sömürüden bahsedeceksek; öncelikle sömürünün tanımını yapmalıyız. Sömürü, insanın emeğine (emek ürünlerine) el konulmasıdır. Kapitalistin işçiyi sömürmesi olarak tanımladığımızda, her şey oldukça sarihtir. Emperyalist sömürü dediğimizde ise sömürünün devletler arası ilişki dolayımıyla gerçekleştiğini ifade etmiş oluyoruz. Buradan emperyalist devleti sömürgen, bağımlı-yeni veya yarı sömürge olan devleti ise sömürülen olarak tanımladığımız anlaşılmasın. Sömürünün kaynağı bellidir ve emperyalist devlet ve uluslararası tekeller, küresel üretim ve tedarik zincirinin bağımlı ülke içindeki halkasını oluşturan tekelci burjuvazisinden orta burjuvazisine (ve bu sömürü çarkının işlemesini sağlayan bağımlı kapitalist devlete) kadar derece derece paydaşları da bu sömürüyü aralarında pay edenlerdir. Büyük parsenin emperyalist devlet ve tekelleri tarafından gasp edilmesi, bağımlı ülke kapitalistlerinin ve devletinin sömürüldüğü anlamına asla gelmez. Ve yine aynıların aynı safta dizilmesine halel getirecek bir analize konu edilemez. Peki emperyalist sömürü çarkını oluşturan değer transferi nasıl işler? Eşitsiz mübadeleyle. Eşitsiz mübadele, ülkeler arasındaki eşitsiz meta ve hizmet değişimi ile açığa çıkan sömürüye dayanır.
Marx’ın değer yasası, yani eşdeğerlerin değişimi, kapitalist üretim tarzının genel yasasıdır. Kapitalist üretim tarzının diğer tüm yasaları, değer yasasının daha somut diyalektik ifadeleridir. Şu bir gerçek ki, kapitalist üretim tarzının kendisi ve onu belirleyen genel yasa olarak değer yasasının işleyişi; inceleme konusu olan bölgede kapitalizmin gelişmişlik düzeyi, kapitalizm öncesi üretim tarzlarının varlık düzeyi, tarihsel-toplumsal dinamikler, konjonktür, coğrafya vb. birçok etmene bağlı olarak farklı şekillerde tezahür edebilir. En önemlisi de yasa, artık yalıtık bir coğrafyada değil, dünya pazarında -dinamik bir sistemin içerisinde- işlemektedir. Üretimin uluslararasılaşması, (artı)değerin oluşum süreçlerini de uluslararasılaştırdı. Meselenin ekonomik özü, emperyalizm teorisine girdi oluşturması gereken temel unsur, budur.
Sermaye ve emeğin hareketi, ulusal düzeyde ortalama kar oranının oluşmasını sağlayan etmendir. Bir sektördeki kar oranının yüksekliği, sermayenin ve haliyle iş gücünün bu sektöre akmasıyla birlikte, diğer sektörlerle eşitlenme yönünde bir eğilim oluşturur. (Bu hareket, aynı zamanda tüm sektörlerde sermayenin organik bileşimini yükseltme eğiliminin ifadesidir.) Sermaye ve işgücü hareketi bir yerden sonra dengelenir. Bu, ulusal çapta, sektörler arasında gelişen hareketi tarifler. Marks’ın Kapital’i, özellikle üçüncü cilt, bu konuyu etraflıca ele alır. Ancak emperyalist kapitalist sistemin geldiği düzey, kapitalist üretim ilişkilerinin girilmedik alan bırakmamış olması, ortalama kar oranının oluşumunu bu sefer uluslararası düzlemde tanımlamayı, işleyişini kavramayı ve bunun üzerinden siyasal sonuçlar çıkarmayı gerektirir. Kapital’de Marks, sektörler arası kar oranlarındaki sapmanın, organik bileşimi yüksek sermayeye sahip kapitalistin, düşük organik bileşimli sermayeye sahip olandan daha yüksek kar elde etmesinin kaynağını çözümler. Yüksek teknolojik yatırımı yapmamış olan kapitalistin elde ettiği artıdeğerin bir kısmının, dolaşım alanında yüksek teknolojili sermaye yatırımı yapan kapitalistte toplandığını tanıtlar ve bunun, aynı zamanda sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi yönündeki itilimi oluşturduğunu ifade eder.
Eşitsiz mübadele, burada kabaca özetlemiş olduğumuz ulusal düzeyde kapitalistler arası değer sızdırma işleminin –yani değer yasasının– uluslararası düzeyde nasıl geliştiğine odaklanır. Uluslararası düzeyde sermayenin hareketi önünde hiçbir kısıt yoktur; emek ise ulusal sınırlara hapsolmuş durumdadır. Bu da değer yasasının ulusal düzeydeki işleyişinden farklı, süreklileşen bir değer sızdırma ilişkisini tarifler. Ulusal düzeyde, hem sermaye hem de işçi sınıfının hareketi, ilk başta değer sızdırma olsa bile, bir yerden sonra dengelenir, ta ki bir başka kapitalistin teknolojik hamle yapması ve yine ön almasına kadar. (Tarihsel, yapısal, toplumsal, siyasi ve askeri vb. birçok unsur hareketin yönünü hızlandırabilir veya yavaşlatabilir. Dünyanın hiçbir ülkesinde kapitalist gelişimin bir ve aynı şekilde gelişmemesi, ekonomik olana doğrudan etki eden bu unsurların sonucudur zira.) Ancak hareket her zaman dengelenme –bu büyük balığın küçük balığı yutması ile birliktedir– ve denge bozumu şeklinde işler. Uluslar arasında ise denge, olağan koşullarda oluşmaz. Çünkü sömürü oranının oluşumunda doğrudan etkide bulunan bir bileşen (emek), kendi aleyhine olan koşul ve coğrafyayı terk edemez. O sömürü koşullarında çalışmaktan başka çaresi yoktur. Ve bu nedenle denge oluşumu yönündeki hareket kesintiye uğrar, hatta emperyalist ülke işçi sınıfı ile bağımlı ülke işçi sınıfı arasındaki ücret farkı, kapanacağına artar. Elbette bu uzunca bir süreyi tanımlayan ilişkidir.
Öte yandan bugün sınırlar yüksek güvenlikçi politikalarla kapatılmış olmasına rağmen göçmen nüfusu engellenemiyor ve bu da emperyalist-kapitalist merkezlerde de işçi sınıfının ücretlerini baskılayan bir hareketi doğuruyor, işçi sınıfının yaşam koşullarını geriye doğru baskılıyor. Bu yönlü bir hareketin özellikle 2008 krizi sonrası geliştiğini vurgulamış olalım. Ancak bu farkın bir bütün olarak kapanması emperyalist kapitalist sistemin doğası gereği mümkün olmaz. Yıkıcı proleterleştirme süreçleri yoğunlaşırken, bir yandan da sınıfının birliğini engelleyen, parçalayan işçi aristokrasisinin oluşumu/varlığını koruması, sistemin iç itilimini sağlayan bir etmendir.
Yeni emperyalizm teorisyenlerinden biri olan Ellen Wood, klasik emperyalizm teorilerinin (buna Lenin’inki de dahildir) içine doğdukları emperyalizmin ilk gelişim sürecinde “kapitalist olmayan bir çevre”yi varsaydığını ifade eder. Wood, esas itibariyle Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi kitabındaki çerçeveye yaslanıyor ve bunu genelliyor, ama biz onun bu falsosuna odaklanmadan, onun dönemler karşılaştırmasına bakalım: “Aslında, kapitalizm varlığını sürdürebilmek için sadece bu kapitalist olmayan formasyonların varlığına değil, aynı zamanda asıl olarak kapitalizm öncesi olan ‘ekonomi-dışı’ güç araçlarına, ordu ve jeopolitik zora ve devletler arası geleneksel düşmanlıklara, sömürge savaşlarına ve toprağa hükmetmeye dayanır. Bu değerlendirmeler yazıldıkları çağ hakkında oldukça aydınlatıcıdır; ve bugüne kadar da ne bu değerlendirmelerin kapitalizmin kendi başarılarını ve en gelişmiş ekonomilerin refahına evrenselleştiremeyeceği, ne de ana kapitalist güçlerin bağımlı ekonomilerin sömürülmesine dayanacakları varsayımlarının yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Ama uluslararası bütün ilişkilerin kapitalizme içsel olduğu ve kapitalist kurallar tarafından yönetildiği bir dünya için tasarlanmış sistematik bir emperyalizm teorisine henüz sahip değiliz. Bunun nedeni, en azından kısmen, kapitalist kuralların emperyal egemenliğin evrensel aracı olması ve de az ya da çok evrensel kapitalist bir dünyanın çok yeni bir gelişme olmasıdır.”[4] Wood’un yeni emperyalizm teorisi, meselenin bir boyutunu ortaya koyar; kapitalist dünya ile kapitalizm dışı dünyanın iç içe olduğu dönemin emperyalist sömürü yöntem ve ilişkileri ile 2. Emperaylist Paylaşım Savaşı sonrası yavaş yavaş hakim hale gelen dünyanın sömürü mekanizması aynı değildir. Wood, esas itibariyle Lenin’in teorisi, yazıldığı dönemi açıklamada başarılı olsa da bugünü açıklayamaz diyor. Sorun alanını tespit eden, “uluslararası bütün ilişkilerin kapitalizme içsel olduğu ve kapitalist kurallar tarafından yönetil”en bir dünyanın içinde olduğumuzun bilinci ile konuşan Wood’un –ki bu önemlidir– Lenin’in emperyalizm teorisini rafa kaldırmayı önermesi, muhtemeldir ki onun devrimci özünü görmemesi nedeniyledir. Wood, emperyalizm çağını, proleter devrimler çağı olarak kavramamaktadır. 1960’lı yıllardan itibaren değişen dünyayı ve sömürü ilişkilerini sorunsallaştıran dünyanın farklı farklı coğrafyalarında birçok devrimci oldu. Bilinen bir şeydir, sömürge ve yarı sömürgeciliğin yerine yeni sömürgecilik tanımının[5] hakim hale gelmesi, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası gelişen yeni durumun analizi temelindedir. Askeri zorun değil ekonomik zorun önde olduğu, ama asla siyasi ve askeri zorun da devredışı olmadığı bir sömürgecilik sistemidir yeni sömürgecilik. Oysa Ellen Wood’un emperyalizm tarifinde, ekonomik dışı zoru devredışı bırakması önemli bir problemdir. Ulusötesi kapitalist devlet, dünya devleti teorilerine yakınsayan bir pozisyonu sözkonusudur. Biz sorun alanını tespit eden Wood’un[6] ve yeni emperyalizm teorisyenlerinin ilerlediği dizgeyi takip etmeyecek, Che’nin de içinde olduğu birçok devrimcinin ve Marksist akademisyenin dinamik bir biçimde yürüttüğü eşitsiz mübadele tartışmalarına, emperyalist kapitalist sistemin geçirdiği içsel dönüşüm ışığında bakacağız. Marksist değer yasasının kapsama alanının genişlediği bir dünyada teoriyi nereden, nasıl güncelleyebileceğimize odaklanacağız.
Marksist değer yasası ile Leninist emperyalizm teorisi arasındaki kopukluğu gidermek, Lenin döneminde zordu, bugün ise emperyalizmi kavramamız için olmazsa olmazdır. O dönem, henüz dünyanın büyük bir bölümünde kapitalist üretim ilişkileri hakim değildi. Emperyalist ve ezilen uluslar arasındaki ilişkide –üretimin uluslararasılaşmamış olması nedeniyle – henüz değer yasası hükmünü yürütmüyordu. Somut olgular, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin hakim olduğu ulusların, askeri ve zor yöntemleri ile sömürgeleştirildiğine işaret eder. Yine emperyalistler arası rekabet ve çelişki de pazar paylaşımı ve hammadde ihtiyacını gidermede ön alanlarla (ekonomi dışı zor yolunu kullanarak), bu sürece geç girenler arasında kızışmaktadır. Lenin’in üretken sermaye ihracının yeni yeni başladığı bir evrede, emperyalizm teorisini değer yasasının üzerine oturtmasını beklemek zorlama olurdu. Ancak dün için teoriyi sakatlamayan bu yön, bugün gelinen noktada işin esasını oluşturmaktadır. Ve üzerinden atlandığı durumda, emperyalizm teorisinin devrimci özü ortadan kalkmaktadır. Marks’ın değer yasasını, ulusal sınırlar içerisinde (İngiltere özgülünde) incelemesi de yine nesnelliğin bir sonucudur. Ancak, Marks, kapitalizmin kendi suretinden bir dünya yarattığının kavrayışıyla, bu meseleye de kimi yönleriyle geçişi kolaylaştıracak vurgulara Kapital’de yer vermektedir. Belki de Kapital tamamlanmış olsaydı, bu konuda elimiz çok daha rahatlamış olacaktı.
Günün teorik sorunu ve üzerinde çalışmamız gereken konu; “değer ilişkisinin emperyalist biçimini teorik ilkelerden dikkatli ve titiz bir şekilde türetmek, Marx’ın idealize edilmiş ulusal bir kapitalist ekonomi içinde ortaya koyduğu sermaye ilişkisinin saf biçimini, ezilen ve ezen uluslar arasındaki bölünmeyle karakterize edilen bir dünya ekonomisi içindeki gerçek ifadesiyle birleştiren birbirini izleyen somut saptamaları ortaya koymak olacaktır.”[7]
Bağımlı ülkelerde üretilen değerin, emperyalist ülkeler tarafından kapitalizmin tunç yasası doğrultusunda (ve elbette bunlara eşlik eden baskı ve tahakküm ilişkileriyle) gasp edilmesini; Emmanuel ve takipçileri “eşitsiz mübadele”, onunla aynı dönem Latin Amerikalı devrimci akademisyen Marini ise (eşit mübadelenin yanı sıra, hatta öncelikli olarak) süper sömürü ile açıklamaktadır.
Bağımlılık Okulu teorisyenlerinden Emmanuel, uluslararası ticareti, Marksist emek değer teorisi üzerinden inceledi ve eşitsiz mübadele teorisini geliştirdi. (Eşitsiz Mübadele Üzerine isimli eserini 1969’da yayınladı.) Eşitsiz mübadele teorisine göre, sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu, ileri tekniğin kullanıldığı emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı, azgelişmiş ülkelerden sızdırılan değerden, emperyalist sömürüden pay alır ve bu nedenle sınıfsal çıkarlardan önce ulusal çıkarlar temelinde hareket eder. Bunun siyasal çıktısı, “temel çelişkinin sınıflar arasında olmaktan ziyade emperyalist ülkelerle emperyalizme bağımlı ülkeler arasında”[8] olmasıdır.
Değer yasasını uluslararası düzeyde nasıl işlediğini sorunsallaştırarak emperyalizm teorisini geliştirmeye çalışması Emmanuel’in ileri yanıdır. Diğer yandan onun da bağlandığı Bağımlılık Okulu teorileri, emperyalizmin az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesini engellediği tezine dayanır. Emperyalist merkezin, çevre ve yarı çevre olarak değerlendirilen bölgelerden değer sızdırmasının ancak bu geri bıraktırılmışlık üzerinden olacağını iddia eder. Neoliberal sermaye birikim modeline geçişin yaşandığı 1970’lı yılların sonunda, sermaye akışının her yönüyle uluslararasılaşması süreci, bağımlı ülkelerde sanayinin gelişmesini de hızlandırdı. Bağımlılık teorilerinin kısıtları böylece iyice su yüzüne çıkmış oldu. Öte yandan eşitsiz mübadele teorisi, dünyanın yeni sömürge ve bağımlı ülkelerin merkezinde olduğu devrimci zamanlarını, teorik-siyasal olarak açıklama çabası ve arayışı ile anlamlı bir yerde durmaktadır. Bugün de kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olmadık alan bırakmadığı bir dünyada yaşıyoruz ve emperyalizmi, Marksist değer yasasının küresel düzeyde işleyişini kavramadan açıklamak mümkün değildir.
“Emmanuel, uluslar arasında eşitsiz mübadelenin temelini sektörler arası rekabet süreçlerinde arar. Hareket noktası, gelişmiş ülkelerin sermayenin organik bileşiminin daha yüksek olduğu teknolojik bakımdan daha ileri sektörlerde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerin ise organik bileşimin daha düşük olduğu tarım ya da sanayi sektörlerinde uzmanlaştığı fikridir.”[9] Marks, sektörler arasında organik bileşimi yüksek sermayenin, sermaye ve emeğin hareketi ile tüm sektörler ortalama karda sabitlenene kadar elde ettiği yüksek kar oranını (organik bileşimi düşük sermayeden değer sızdırmaktan başka bir şey değildir bu) ulusal düzeyde açıklar.
“…metalar değerlerine satılırsa, açıklanmış olduğu üzere, farklı üretim alanlarında, bunlara yatırılmış olan sermaye kütlelerinin farklı organik bileşimlerine bağlı olarak, çok farklı kar oranları ortaya çıkar. Ne var ki, sermaye, daha düşük kar oranlı bir alandan çekilip, daha yüksek kar getiren bir başkasına yönelir. Sermaye, bu sürekli dışarıya ve içeriye göçleri aracılığıyla, kısacası, farklı alanlar arasındaki, kar oranlarının farklı yerlerdeki yükselip alçalmalarına bağlı dağılımı aracılığıyla, öyle bir arz-talep ilişkisi yaratır ki, farklı üretim alanlarındaki ortalama kar aynı olur ve bu nedenle, değerler üretim fiyatlarına dönüşür. Verili bir ulusal toplumda kapitalist gelişme düzeyi ne kadar yüksekse, yani ilgili ülkenin koşulları kapitalist üretim tarzıyla ne kadar uyumlu hale geldiyse, sermaye de bu eşitlenmeyi az çok gerçekleştirebilecek duruma gelmiş demektir. Kapitalist üretimin ilerlemesiyle birlikte onun koşulları da gelişir ve kapitalist üretim, üretim sürecini çerçeveleyen tüm toplumsal ön koşulları kendi özgül karakterine ve kendisine içkin olan yasalara tabi kılar.”[10]
Marks, farklı sektörlerde üretilen değerin ve bunun sonucu olarak oluşan kar oranının nasıl ortalama kar oranını oluşturduğunu anlatır. Ancak bunu; ulusal düzeyde, sadece iki sınıfın varlığı ve emeğin sabit bir sömürü derecesini varsayarak yapar. Kapitalizmin işleyiş yasalarını kapitalizmin en gelişkin olduğu İngiltere’de, ilksel birikimle toplumun iki sınıfa doğru ilerlediği koşullarda ve -sömürgelerden transfer edilen değerin yaratmış olduğu kolaylık eşliğinde- sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak emeğin sömürü derecesinin sabitlendiğini varsayabileceği bir durumda geliştirir. O dönem için kapitalizm öncesi üretim tarzlarının kalıntılarını en az barındıran ülkedir İngiltere. Bu yüzden kapitalizmin işleyiş yasalarına en çok yakınlaşan ülke.
Öte yandan Marks’ın kapitalist üretimin gelişmesiyle “üretim sürecini çerçeveleyen tüm toplumsal koşulları”n kapitalist üretimin işleyiş yasalarına tabi olacağı; “farklı üretim alanlarındaki ortalama kar”ın aynı olması sonucu değer ve üretim fiyatlarının eşitleneceği tespitini, bir eğilim tespiti değil de realitenin kendisi olarak ele alamayız. (Ayrıca Marx’ın analizinin ölçeği, ulusal düzeydir. Zira henüz bütünleşik bir kapitalist dünyanın içinde değildir.) Yalıtık bir şekilde ele alsak bile ulusal düzeyde eğilim olarak tespit edilen şeyin, olmuş bitmiş bir süreç olarak ele alınamayacağı da muhakkaktır. Ki bütünleşik kapitalist bir dünyada, hareketin gelişiminde tarihsel-toplumsal, siyasal, kültürel, coğrafik birçok boyutun devrede olmasının –ulusal ölçekte de bunlar etkili olur elbette– kesinti ve sürtünme oluşturacağı da bir gerçekliktir. Hayat ideal koşulların içerisinde akmıyor ve çelişkiler de bu yüzden, saf teorinin düz tercümesi sonucu belirlenecek siyasetle kavranamaz.
“Eşit olmayan miktarlarda canlı emek harekete geçiren sermayelerin eşit olmayan miktarlarda artık değer üretmesi, en azından belirli bir dereceye kadar, emeğin sömürülme derecesinin ya da artık değer oranının aynı olmasını veya bunlardaki farklılıkların gerçek ya da hayali (geleneksel) telafi gerekçeleriyle giderilmiş olmasını şart koşar. Bu, işçiler arasındaki rekabeti ve sürekli olarak bir üretim alanından bir başkasına göç etmeleri yoluyla eşitlenmeyi varsayar. Bu tür bir genel artık değer oranını (tüm iktisadi yasalar gibi, bir eğilim olarak), teorik basitlik sağlamak için varsayıyoruz; ama gerçekte, söz konusu genel artık değer oranı, İngiltere’deki gündelikçi tarım işçileri için çıkarılan yerleşme yasaları örneğinde olduğu gibi az ya da çok anlamlı yerel farklılıklara yol açan pratik sürtünmeler nedeniyle az ya da çok engellenmesine karşın, kapitalist üretim tarzının fiili ön koşuludur. Ancak teoride, kapitalist üretim tarzının yasalarının saf halleriyle geliştikleri varsayılır. Gerçek yaşamda her zaman yalnızca yaklaşıklık söz konusu olur; ama kapitalist üretim tarzı ne kadar gelişmişse ve eski iktisadi koşulların kalıntılarıyla kirlenmişliği ve karışmışlığı ne kadar aşılmışsa, bu yaklaşıklık o kadar fazladır.” [11]
Ulusal düzeyde bile teorik olanla gerçeklik arasındaki farkı vurgulayan ve bunu yoksaymadığını vurgulayan Marks’ın, uluslararası düzeyde genel kar oranının oluşumunu tek boyutlu ele alacağı düşünülemez. Yine gelişmişlik düzeyi arasındaki farkın varlığı, işçilerin “sürekli olarak bir üretim alanından [ve bir ülkeden nba.] bir başkasına göç etmeleri”ni, engelleyen koşullar, kapitalist üretim tarzının yasalarının saf halleri ile işlemesini ketleyicidir. Ve bunun yarattığı ekonomik-siyasi sonuçlar, niceliksel değil niteliksel düzeydedir. Marksist değer yasası ile emperyalizm arasındaki ilişki ile bu niteliksel olanı açıklayabiliriz.
Öte yandan, bugün tüm duvarlara rağmen önü kesilemeyen göçmen işçi dalgası, üretimin ucuz emekgücünün olduğu coğrafyalara doğru kayması gibi etkenler; emperyalist merkezlerde de işçi sınıfının ücretleri üzerinde basınç oluşturuyor, sosyal refah düzeyini geriye doğru bastırıyor. Bu, aynı zamanda emperyalist merkezlerde de sınıfsal/toplumsal yarılmanın artacağına işaret eder. Ancak şu yalın bir gerçektir; emperyalist merkezlerde işçi sınıfı, hala ağırlıklı olarak göçmen işçileri, refah düzeylerine tehdit olarak görmektedir. Ulusal çıkarlarını savunmaktan sınıfsal çıkarlarını savunmaya doğru geçiş, yani sınıfsal karşıtlık ekseninin hakim hale gelmesi, otomatik bir süreç değildir. Ancak yükselen ırkçı-faşist harekete rağmen engellenmeyecek olan da budur. Devrimci kaynama noktalarını oluşturan, hala emperyalist merkezlerden çok dünyanın diğer bölgeleri olsa bile emperyalist merkezler de önümüzdeki süreçte sınıf çatışmalarıyla ısınacaktır.
Emmanuel, Marks’ın ulusal düzeyde açıkladığı süreci uluslararası düzlemde açıklamaya çalışır. Elbette Marks, değer yasasının işleyişini, ülke koşullarının bir bütün olarak kapitalist üretim tarzına uyumlu hale geldiği koşullarda, “farklı üretim alanlarındaki ortalama kar”ı aynı yapabilecek sermaye ve emeğin hareketini (gerçek hayatta, emeğin hareketinin önünde engel olmaması, ulusal düzeyde de ideal koşuldur, hayatın hükmü ise ekonomik olanın yanı sıra siyasal, toplumsal, kültürel birçok etkenin devrede olması ile çoğu zaman başka yöndedir) varsayayarak açıklar. Emmanuel ise meseleyi ortalama karın gerçekleşme koşullarının olmadığı uluslararası düzlemde tartışır. Eşitsiz mübadele bugün, Emmanuel’in çizdiği çerçevede sadece sektörler arası değil uluslararası düzlemde, sektör içi ortalama kar oluşumu ile birlikte de kavranmak zorundadır.[12]
Emmanuel, dolaşım alanında seyreden ve bu nedenle çelişkiyi emperyalist merkez ve çevre arasında tanımlayan bir teori geliştirdi. Bu teori, esas itibariyle Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin emperyalist kapitalist dünyada (kapitalizmin işleyiş ilkeleri içerisinde) nasıl safsatadan başka bir şey olmadığını gösterdi. Marksist değer yasasını uluslararası düzlemde gündemleştirdi. Bunlar önemliydi. Öte yandan o, görüşlerini siyasal strateji düzeyinde nihai sonuçlarına götürecek bir pratiğin içerisinde yer almaz. Ayrıca onun teorisi, diğer Bağımlılık Okulu teorilerinin kısıtlarını taşır; çelişkiyi sınıf eksenli değil de az gelişmişlik temelinde açıklayan üçüncü dünyacı bir ufka sahiptir. Emmanuel’le aynı dönemde, dünyanın bir başka ucunda, Brezilya’da Ruy Mauro Marini, değer yasası ve emperyalizm ilişkisini sınıf ekseninde sorunsallaştırır. Marini’nin çelişki kavrayışı, sadece dolaşım alanı üzerinden değil aynı zamanda (hatta asıl olarak) üretim alanından beslenir. Bağımlılık Okulu’nun milli burjuvaziyle ittifaka varan teorisi ile ayrışır. Onun Marksist bağımlılık teorisi olarak nitelendirdiği teorisi, üretim süreci ve sınıf analizini merkeze koyar. Değer yasasını, uluslararası düzeyde, hem sektörler arası hem de sektör içi ilişki düzleminde analiz eder.
Marini, Lenin’in emperyalizm teorisini, Marks’ın değer yasası, ortalama kar oranı yoluyla fiyat oluşumu ve kar oranının düşme eğilimi yasası temelinde güncellemeye çalıştı. Emperyalizmi, Latin coğrafyasında devrim stratejisinin konusu olarak, somut olgularla ele aldı. İçinde yaşadığı dünyanın çözümlemesini; Lenin’in emperyalizm teorisi ışığında, Marksist emek-değer teorisine yaslanarak yaptı. Emperyalist tahakküm ve sömürü ilişkilerini, eşitsiz mübadelenin yanı sıra meseleyi salt dolaşım alanı ile sınırlamayıp üretim süreci üzerinden ele aldığı süper sömürü ve alt-emperyalizm kavramlarını geliştirerek çözümledi. Sınıfsal ve (bağımlı-yeni sömürgecilik temelinde emperyalizme karşı gelişen) ulusal çelişki ve çatışmaları devrimci siyasetin konusu haline getirdi. O, süper sömürü, eşitsiz mübadele ve alt-emperyalizmi, bütünleşik kapitalist dünyayı anlamak için, birbiriyle ilişkisi içerisinde değerlendirdi. Bu yönleri ile geliştirdiği Marksist bağımlılık teorisi ile o, Bağımlılık teorileri biçiminde bir torbalanmaya sığmayacak devrimci bir teorisyendir.
“Marksist bağımlılık teorisi, küresel ölçekte kapitalist üretim tarzının farklı hızlarda gelişen iki tür ekonomiye yol açtığını, bu ekonomilerde gelişme ve azgelişmişliğin karşıt değil tamamlayıcı, diyalektik bir birim olduğunu, çünkü aynı birikim mantığına yol açtıklarını göstermektedir. Dolayısıyla bağımlı kapitalizm, ilk olarak, yapısal bir dinamik olarak değerin çevreden merkeze aktarılmasıyla; ikinci olarak, yerel burjuvazinin telafisi olarak emeğin aşırı sömürülmesiyle; ve üçüncü olarak da, üretim ve tüketimin birbirinden ayrıldığı belirli bir sermaye yeniden üretimi türüyle tanımlanır.” [13]
Marini, bugünü kavramamızı kolaylaştıracak; emperyalist kapitalist sistemin siyasi mimarisinde yaşanan değişiklikleri ve bölgesel bir güç merkezi olan Türkiye gibi ülkelerin konumunu tartışmamızı sağlayacak teorik bir çerçeve sunuyor. Onun teorisi, kısıtları, ileri yönleri ile bugün ilgiyi hak ediyor diyebiliriz.
Toparlarsak, Emmanuel ile Marini farklı referans noktalarından hareket ederek, Marksist değer yasası ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi tartışır. Birinde emperyalizm, az gelişmiş ülkelerin sömürülmesi ışığında çözümlenir diğerinde ise bağımlı ülke işçi sınıfının süper sömürüsü ekseninde. Ancak ikisi de aynı temele oturur: Mesele, değer yasasının emperyalizm koşullarında hükmünü nasıl yürüttüğüdür. Bizim de bugün ilerleyeceğimiz hat, değer yasası ile emperyalizmin ilişkisini kurmak, sömürü ilişkisini bu temelde belirginleştirmektir.
İlginç olan Türkiye’de, 1970’li yıllarda eşitsiz mübadele konusunun gündemleşmemesidir. Oysa devrimci hareketin güçlü olduğu, devrimci kalkışmaların yaşandığı bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde, uluslararası konferanslarda bu tartışmalar oldukça canlı bir şekilde yürütülüyor. Türkiye ise Avrupa’da yürüyen Marksizm tartışmalarının etkisinden olsa gerek bu tartışmalardan uzak kalmıştır. Emperyalizm teorisinin beş temel özelliğine yaslanarak ilerlemeye çalışmış, ötesine geçmemiştir. Bu da emperyalizm konusunda dünya çapında yürümekte olan canlı tartışmaların dışında kalmaya yol açmıştır. Tek istisna Mahir Çayan, diyebiliriz. Onun emperyalizmi iç olgu olarak ele alması, devrim programına ve stratejine bu tespit üzerinden girdiler yapması, emperyalizm konusunda TDH’nin donmuşluğuna tezat bir örnek olarak anılabilir. Oysa Latin Amerika öyle mi? Che’nin bağımlılık teorileri ile kurduğu ilişkiye -eşitsiz mübadele üzerinden Sovyetler Birliği’ne yaptığı eleştiri oldukça ilginçtir-, ortodoks Marksist Bettelheim’le yürütmüş olduğu polemiğe baktığımızda bile onun teorisinde yaşamın yeşilinin ne kadar yer ettiğini görürüz. Dünya devrimini dert edinen, devrimin coğrafyası olan ülke devrimcileri ile güçlü bağlar kuran Che, emperyalizmi somut, yaşadığı dünya içinde kavramaya ve çelişki tespitini yapmaya çalışır. Yine kıtanın birçok ülkesinden devrimci; Marksist değer yasası ile emperyalizm ilişkisini, eşitsiz mübadeleyi tartışır. Yine bu devrimciler, Marini’nin Marksist bağımlılık teorisi ile devrimlerine yol açmaya çalışır, teori ile canlı bir ilişki kurar.
Marini’yi ve Marksist bağımlılık teorisini aşağıda daha geniş ele alıyoruz. O, emperyalizm teorisi ile devrim ilişkisini dolaysız bir şekilde ele alması, sınıfsal karşıtlık eksenini güçlü kurması ve buna göre konumlanmasıyla görüş alanımıza girdi. Onun gibi mücadele tarihiyle olağanüstü zenginlikte devrimci bir teorisyeni ayrıca ele almak, onun birikiminden yararlanmak gerektiğini düşünüyoruz. Ve onun hayat hikayesinin esinleyiciliğini açığa çıkarmak… Türkiye’de devrimci akademisyenlerin olmayışı (varsa da devrimci teoride bir fark oluşturmamaları), akademi ile devrimci hareket arasında yıllar yılı büyük bir kopukluğa yaratmıştır; son yıllarda zaman zaman görülen yakınlaşma ise ne yazık ki tersten, devrimci hareketteki aşınma sonrası yaşanmıştır.
(Devam edecek)
Yazının üçüncü bölümünde, Marksist değer yasasını teorisinin merkezine yerleştiren Latin Amerikalı devrimci teorisyen Marini’nin Marksist Bağımlılık Teorisine mercek tutacağız. Ayrıca emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinin bugün geçirdiği dönüşümü ve süper sömürünün zayıf halka tespiti üzerindeki etkisini ele alacağız.
Birinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (1) – Derya Doğan
[1] Praksis 15, sf. 274, abç.
[2] Che, 1960 yılında, azgelişmişlik ve ilgili ekonomik sorunları tartışmak üzere, Baran’ı Küba’ya davet etti.
[3] Bu yazdıklarımız, akademisyenleri küçümsediğimiz anlamına kesinlikle gelmez. Teoriyi oluştururken Marksist akademisyenlerin çalışmalarından alabildiğine yaralanmalıyız. Ancak akademisyenlerden farklı olarak, kurduğumuz her cümlenin bize yükleyeceği devrimci görevleri üstlenerek ilerlemek zorundayız. Elbette bu cümleleri, aşağıda ayrıca yer vereceğimiz Marini gibi devrimci akademisyenleri tenzih ederek kuruyoruz. Onlar, tüm bilgi birikimlerini devrim davasına hasrederek dünya komünist hareketinin önünü açmışlardır.
[4] Sermaye İmparatorluğu, Epos Yayınları, sf 144
[5] Yeni sömürgecilik tanımını ilk yapan, “Neo-Sömürgecilik: Emperyalizmin Son Aşaması” kitabını yazan Gana’nın ulusal kurtuluş mücadelesinin önderi ve ilk devlet başkanı Kwame Nkrumah’dir. Che de yeni sömürgeciliğin dünya çapında tartışılması ve kabul görmesinde etkili oldu.
[6] Ellen Wood, David Harvey kadar pervasızca neo Kautskycilikle karşımıza çıkmaz. Ama Lenin reddiyesi onu da yönsüz bırakır. Emperyalizm teorisine dair kurduğu cümlelerin siyasal karşılığına getirse, bu konuda söz kursa (ekonomik alanda söylediklerini, Harvey gibi siyasal alana tercüme etse) muhtemeldir ki Harvey’le birbirlerine çok uzak düşmeyeceklerdir. Kapı komşusu olmasalar da aynı mahalleden olacakları kesindir.
[7] John Smith, Imperialism and the Globalisation of Production, s.27
[8] Emek-Değer Teorileri ve Dışticaret-Nail Satlıgan, Sungur Savran’ın önsözü, sf. 18
[9] Age, sf.
[10] Kapital 3, Yordam Kitap, sf. 201-202
[11] Age, sf. 182, abç.
[12] Türkiye’de eşitsiz mübadele tartışmaları, dün olduğu gibi bugün de çok fazla gündem olmadı/olmuyor. Bu konuda tek istisna, Nail Satlıgan’ın 1982’de hazırladığı “Emek-Değer Teorileri ve Dışticaret” (Yordam Kitap tarafından onun ölümünden bir yıl sonra, 2014’de, yayımlandı) isimli doktora tezidir. TDH’de, emperyalizm tartışmaları teorik düzlemde değil sadece siyasal düzlemde yapılıyor ve o da devrim iddiasındaki aşınma ile birlikte sadece retorik cümleler düzeyindedir. Akademik çevrelerdeki tartışmaların ise devrimci örgütlere bir yansıması olmuyor.
[13] https://thetricontinental.org/dossier-67-marxist-dependency-theory/