Bulunduğu coğrafyanın devrimci zamanlarını kavrayan bir devrimci: Ruy Mauro Marini
Marini, 1964’te Brezilya’da faşist cuntanın yönetime el koyması ile devrimci bir akademisyen olarak hedef haline gelir. Kısa bir tutukluluk sonrası, ülkede kalma koşulları kalmadığı için önce Meksika’ya, oradan da Şili’ye sürgün gider. Şili’de silahlı devrimci örgüt Devrimci Sol’a (MIR) katılır ve MK düzeyinde sorumluluk üstlenir. MIR, Allende ile birlikte Başkanlık Sarayı’nda son kurşunlarına kadar faşist darbecilere karşı savaşmış bir örgüttür. Marini, kendi döneminde uluslararası değer transferini ve dayandığı üretim ilişkilerini açıklamaya soyunmuştur. Emeğin süper sömürüsü tanımı ilk olarak onun tarafından ortaya atılmıştır. Süper sömürüyü, eşitsiz mübadele üzerinden açıklar. Bu anlamıyla Emmanuel’in eşitsiz mübadele teorisini de içerimine alan bir çerçeveye sahiptir. Onun bu yaklaşımı aslında sınıfsal karşıtlık eksenini geliştirmeyi sağlaması yönüyle önemlidir. Yine onun emperyalizm teorisine özgün bir başka katkısı da Brezilya özelinde derinlemesine çözümlemeye çalıştığı alt emperyalizmdir.[1] Burada da sınıfsal karşıtlığı şeffaflaştırma ve mücadelenin rotasını belirleme saiki ile hareket ettiğini söyleyebiliriz.
“Marini, bağımlı kapitalizme özgü bir dizi süreci sıralamakta ve açıklamaktadır; bunlardan en dikkat çekici olanı sermaye döngüsünün kırılmasıdır; yani, ister dış pazarlarda isterse yüksek yerel tüketim alanında olsun, üretim ve gerçekleştirme alanları arasındaki uçurumdur. Bu özellikler aynı zamanda işçilerin üretici olarak göründüğü ancak tüketici olarak önemsiz olduğu bir durumu; olağanüstü artı değerin ağırlığını ve birikim sürecini göreli artı değer zeminine kaydırmanın zorluğunu; eşitsiz mübadele yoluyla emperyalist ekonomilere değer aktarımını; sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin şiddetli doğasını; ve son olarak da süper sömürü ile sürdürülen bir üretim sistemini içerir.
Bağımlılığın Diyalektiği’’nde Marini, bu özelliklerin ve süreçlerin her birini farklı derecelerde ele almaktadır. Bununla birlikte, iç içe geçmiş ve bütün düzeyinde birleşik olmalarına rağmen, bağımlı kapitalizmin yapılanmasında ve işleyişinde hepsi aynı ağırlığa sahip değildir. Marini açıkça bir hiyerarşi kurarak “bağımlılığın temelinin emeğin aşırı sömürüsü olduğunu” belirtmektedir[2]
Marks’ın Kapital’i ekonomi politiğin eleştirisidir. Daha özelde de değer teorisinin ilk oluşturucuları olan Ricardo ve Adam Smith’in bir eleştirisidir. Marks, artıdeğer sömürüsünün sermaye birikiminin temeli olduğunu açığa çıkartarak bunu yapar. O, Kapital’de emeğin sömürülme derecesini, mutlak artı değer ve göreli artı değerle, yani işgücünün uzatılması ve çalışmanın yoğunlaştırılması ile birlikte ele alır. Birinci cilt, mutlak artıdeğer ve göreli artıdeğerin oluşumunu ve sermaye birikimini inceler. Bunları şunun için ifade ediyoruz: Marks, adeta laboratuvar koşullarında; eşdeğerlerin mübadelesinin sözkonusu olduğu ve bu anlamda herkesin meta sahibi olarak karşı karşıya geldiği; burjuva hukukunun diliyle ifade edersek, yine herkesin (emek gücünün değerinin ücret olarak ödendiği) “hakkını” aldığı koşullarda, kapitalist sistemin sömürü çarkını açığa çıkarmaya odaklanır. Kapitalist birikimin mutlak genel yasasını, bu koşullar altında tanıtlamayı esas alır. Marks, ücretlerin emek gücünün değerinin altına zorla düşürülmesini elbette yok saymaz, sadece kapitalist sistemin yasallığını ortaya çıkarmaya çalışır. Kapital’de işlettiği diyalektiğe, kapitalist sistemin iç işleyişinin yasalarını tespit etmek için başvurur. Göstermeye çalıştığı; kapitalist sistem tıkır tıkır işlese, hiçbir kuraldışılık olmasa da işçi sınıfının nasıl sömürüldüğüdür. Bu sömürü, meta sahipleri “adaletli” bir pazarlık yaptıklarında yaşanan sömürüdür.
Oysa gerçek dünyada bir de kural dışılıklar vardır. Ayrıca bunlar, istisna değil kaidedir. Marx, bu kaideyi Kapital’de betimler. Hatta diyebiliriz ki, Kapital’in ilk cildi, bu aşırı sömürüyü, baskıcı ve despotik emek rejimini; özellikle sömürge ve ezilen uluslar, kadın ve çocuklar somutluğunda, oldukça geniş bir biçimde işler. 1800’lerin başında İngiltere’de kadın ve çocukların maruz kaldığı sömürü öyle dehşet bir sömürüdür ki, artık emeğin yeniden üretiminin koşulları bile ortadan kalkmıştır. Yine Hindistan ve İrlanda üzerinden de çarpıcı örnekler verir. Yani emeğin aşırı sömürüsü, ücretlerin emekgücünün değerinin altına düşürülmesi Kapital’de yok sayılan bir şey değildir.
Yine Marks, Kapital’in üçüncü cildinde, kar oranının düşme eğilimi yasasına karşıt yönde etkide bulunan nedenleri, altı alt başlık halinde açar. Bu alt başlıklardan ikincisi “ücretin, değerinin altına düşürülmesi”dir.[3]Ve ama Marks, bu alt başlığın altına sadece şu notu düşmekle yetinir: “Buna burada yalnızca ampirik olarak değiniliyor, çünkü gerçekte, burada sayılabilecek olan bazı başka şeyler gibi, sermaye hakkındaki genel bir çözümlemeyle hiçbir ilgisi yoktur ve bu eserde yer almayan rekabet çözümlemesinin kapsamına girer. Yine de, kar oranının düşme eğilimini sınırlandıran en önemli nedenlerden biridir.”[4]
O, işleyiş yasalarını keşfetmek için, artıdeğer sömürüsünün bu formunu kapsam dışı bırakmayı bilinçlice yaptığını, ancak bunun bir yok sayma olmadığını, hem birinci hem de üçüncü ciltte birçok kez ifade eder. Ancak Marks’ın diyalektiğini kavramayan dogmatik Marksistler, meseleyi artıdeğer sömürüsünün iki formuna doğru indirger, süper sömürüyü oluşturan mekanizmaları ise teorik-siyasal çözümlemeye dahil etmekten uzak dururlar.
Marini, Bağımlılığın Diyalektiği çalışmasıyla yapmakta olduğu şeyi şu şekilde tarifliyor: “makalemin göstermeyi amaçladığı şey, ilk olarak, kapitalist üretimin, emeğin üretici güçlerini geliştirerek, işçinin daha fazla sömürülmesini ortadan kaldırmadığı, aksine vurguladığı; ve ikinci olarak, kapitalist sömürü biçimlerinin kombinasyonlarının bir bütün olarak sistemde eşitsiz bir şekilde yürütüldüğü ve belirli bir biçimin baskınlığına göre farklı toplumsal oluşumlara yol açtığıdır.”
Yine aynı eserde, “bağımlılığın temelinin emeğin aşırı sömürüsü olduğunu teyit etmekte” olduğunu ifade ederek; “Süper-sömürünün sonuçları ekonomik analiz düzeyinin ötesine geçerek sosyolojik ve politik açıdan da incelenmelidir.” diyor. Mutlak artı değer ve göreli artı değerde emekgücünün değerinin ödenmesi, yani emeğin yeniden üretimini karşılayacak tüketim araçlarının değerinin, ücret olarak işçiye verilmesi söz konusudur. Diğer yandan “süper sömürü… işçinin fiziksel gücünün daha fazla sömürülmesiyle tanımlanır… ve normalde emek gücünün gerçek değerinin altında ücretlendirilmesiyle ifade edilme eğilimindedir.”[5]
Marks, artı değer sömürüsünün iki formuna odaklanıp kapitalist sistemin hiçbir kural dışılığa sapmadığını varsayarak, sermaye birikim sürecini kavramayı ve işleyiş yasalarını açığa çıkarmayı esas alır. Ancak teori bir kez oluşturulduktan sonra artık kapsam dışı bırakacağımız hiçbir şey olamaz.
“Bu yöntemin işçi ücretlerinin gerçek hareketinde önemli bir rol oynamasına karşın, metaların ve dolayısıyla emek gücünün tam değerleri üzerinden alınıp satıldığını varsaydığımızdan, burada onu konu dışı bırakıyoruz. Bu varsayım altında, emek gücünün üretimi ya da emek gücünün değerinin yeniden üretimi için gerekli emek-zaman, işçinin ücretinin emek gücünün değerinin altına düşmesi nedeniyle değil, ancak bu değerin kendisi düştüğü zaman azalabilir.” [6]
Marksist emek-değer teorisini, artı değer sömürüsünün sadece iki formu üzerinden ele almak; sermaye birikim sürecini ulusal düzeyde de kavramamızı sağlamaz. Ki bugün sorunumuz, uluslararası düzlemde değer yasasının işleyişini kavrama sorunudur ve uluslararası iş bölümünün gelmiş olduğu düzeyi ve emperyalist dünyanın bugünkü şekillenişini anlayabilmemiz için Marksist değer teorisini, süper sömürü ve eşitsiz mübadele teorisiyle güncellemenin bir zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz. Günün yakıcı ihtiyacı, kapitalizmin kar oranlarının düşme eğilimi yasasına süper sömürü ile karşı yönde etkinin nasıl oluşturulduğunu kavramak ve buradan siyasal tespitler yapmaktır. Yine emperyalist kapitalist sistemin ürettiği uluslararası eşitsizliğin, emperyalist sömürünün; özellikle ucuz işgücünün hakim olduğu ülkelerde despotik emek rejimleriyle (bunu koşullayacak olan faşist rejimleri de unutmayalım) birlikte nasıl örgütlendiğini çözümlemek, bu çelişkiden çıkışını alan mücadele dinamiklerini görmek ve bu temelde örgütlenme stratejileri geliştirmek de buna eklenmelidir.
Diğer yandan neoliberal sermaye birikim modeli ve bu temelde öne çıkan süper sömürü; sistemin 2008 krizini (ancak 1929 büyük buhranıyla kıyaslanabilecek büyük buhranı), gecikmeli yaşamasını sağlayan etmenlerden biri oldu. Bugün de krizden çıkış için yol yöntem arayışlarının buradan geliştirildiğini söyleyebiliriz. Hala kriz parantezinde olan dünyamızı analiz edebilmek için Marks’ın metodolojisini kullanmalı, ama onun ötesine geçmeliyiz. Ki bu konuda Marini’yi çığır açıcı tespitleriyle anmamız gerekir. Bugünün dünyasını, neoliberal sermaye birikiminin hakim olduğu dünyayı anlamak ve antiemperyalist mücadeleyi doğru temelde yükseltebilmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyayız. Özellikle Türkiye gibi orta gelişmişlikte ve kendi hinterlandında yayılmacı stratejiye sahip kapitalist bir ülkenin pozisyonunu kavramamız açısından onun tespitleri önemli bir yerde duruyor.
Marini’yi emperyalizm üzerine çalışan diğer teorisyenlerden ayıran bir diğer şey, onun masa başında değil kavganın tam orta yerinde konumlanmış olmasıdır. O, içinde olduğu coğrafyanın devrimi için, sınıfsal karşıtlık ilişkisini, emperyalizme karşı mücadeleyi doğru bir biçimde tanımlayabilmek için teori yapar.
Artı değer sömürüsü, kapitalist üretim tarzının temel belirleyenidir. O halde kapitalizmin en üst aşaması olan emperyalizmi de artı değer sömürüsü ile birlikte düşünmek ve kilit halkanın bu olduğunu unutmaksızın ilerlemek gerekir. Emperyalizmin ilk yıllarında, birikmiş olan sermayenin gaspı veya ilksel birikim daha öndeydi. Ancak ilerleyen zamanlarda sermaye birikiminin asıl kaynağı olan artı değer sömürüsünün emperyalizm ile birlikte nasıl şaha kalktığına ve bunun sınıflar arası ve sınıf içi ilişkileri nasıl etkilediğine odaklanmak işin doğası gereğidir. Süper sömürü bugünün emperyalizmini kavramamızı sağlayacak olan temel argümanlardan biridir. Bu; Lenin’in, emperyalizm teorisini geliştirdiği süreçte, bu denli önde değildi. Lenin, süper tekel karından bahsedilmiştir. Ancak süper tekel karı, artıdeğer sömürüsünün bu üçüncü biçimini gereksinmeden de elde edilebiliyordu, zira ortalama kar oranının üstüne çıkmayı sağlayan dinamik farklıdır.
“Marini ve kurucusu olduğu düşünce akımının diğer takipçileri, emeğin aşırı sömürüsünün, dünyanın bağımlı ve tabi bölgelerindeki kapitalizmin çelişkili dinamikleri için temel olduğunu göstermiştir. İşçi sınıfının birliği, ancak kapitalizm tarafından bölünmesinin temeli, hem teoride hem de pratikte anlaşılırsa sağlanabilir. Bu nedenle, emeğin aşırı sömürüsünü tam olarak hesaba katmak için Kapital’e dayanan, ancak onun ötesine geçen kapsamlı bir projeyi savunuyoruz.”[7]
Marksist emek değer teorisi, bugün dünya işçi sınıfı içindeki yapısal bölünmeleri de kavrayacak şekilde güncellendiğinde, emperyalist kapitalist sistemin içsel dönüşümünü anlayabilmek kolaylaşacaktır. Teoriyi emeğin aşırı sömürüsünü de içerecek şekilde güncellemek ve uluslararası düzeyde nasıl işleyeceğini göstermek, bugün emperyalizm teorisinin merkezine oturmalıdır. Diğer türlü işçi sınıfının ve ezilenlerin emperyalizme karşı mücadelesinin önünü açabilmemiz sözkonusu olmaz. İşte Marini, bize üzerinde ilerlenebilecek kavramlardan biri olan süper sömürüyü veriyor.
Marini’de teoriye kaynaklık eden şey, devrimin karakteri ve görevlerini tespit etme yaklaşımıdır. Siyasi cepheden stratejik netlik ve taktik adımları belirleme arayışıdır. Marini ve onunla aynı referans noktalarında buluşanlar için şunu söyleyebiliriz; devrimini arayanların ve bunun denklemini kurmak için yola koyulanların çalışmasıdır Marksist bağımlılık teorisi. Ve bugün, değişen dünyaya rağmen birçok yönden önümüzü aydınlatabilecek argümanları içermektedir bu teori. Sadece bu mu, Marksist değer yasasının uluslararası düzeyde ele alınmasını olduğu gibi emperyalist kapitalist sistemde yaşanan dönüşümü dert edinmemizi, çözüm arayışına girmemizi de teşvik ediyor. Onun çalışmaları, teori ile kurduğu ilişki bizim için esinleyici olmalıdır.
Sınıf çelişkisinin yanı sıra emperyalizm-ezilen halklar çelişkisi, varlığını devam ettiriyor mu?
Emperyalist devletler ile bağımlı ülkeler arasındaki ilişki, artık kapitalizm ile kapitalizm öncesi ekonomiler arasındaki bir ilişki değildir. Bu ilişki doğrudan “sermaye ilişkisine içkin”dir. Ne zaman ki üretim ve sermaye, devasa boyutlarda uluslararasılaştı, işte o zaman emperyalist tekellerle bağımlı ülkelerdeki düşük ücretli emeğin ilişkisi, emperyalist sömürünün omurgasını oluşturmaya başladı. Ve bugün, bu ilişkiyi çözümlemeksizin, emperyalizmi kavramak mümkün olmayacaktır. Artık emperyalizmi tartışırken, bu ilişkiyi tartışmak ve tanımlamak durumundayız. Diğer yandan bunun, siyasal sonuçları tedrici olarak yaşanacaktır. Emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinin geriye doğru itildiği yönündeki tartışmalara bu yaklaşım üzerinden yeniden bakmak gerekir.
“Neoliberalizm, küresel Güney’in “dünyanın atölyesi” haline geldiği yeni bir küresel işbölümünü beraberinde getirmiştir. Küresel kapitalizm dünyayı giderek Güney’in “üretim ekonomileri” ve Kuzey’in “tüketim ekonomileri” olarak kutuplaştırmaktadır. Bu sürecin arkasındaki ana itici güç, hiç kuşkusuz Güney’deki düşük ücret düzeyidir. Bu nedenle, günümüz küresel ekonomisinin yapısı, emeğin uluslararası sömürü oranlarına göre sanayi sektörlerine dağıtılmasıyla derinden şekillenmiştir. [Bir parantez açalım; Marks, sermayenin ve işçi sınıfının hareketliliği koşullarıyla birlikte ortalama kar oranının nasıl oluştuğunu anlatır. Burada ise ölçek ülke değil artık dünyadır. Kapitalizmin tunç yasaları devrededir ama bir farkla, işçi sınıfı ulusal sınırlara hapsedilmiştir. nba.]
Büyük şirketler için üretimi dışarıya yaptırma ya da Güney’de sıfırdan projelere yatırım yapma cazibesi kayda değerdir. Ücret düzeyleri arasındaki fark sadece bire iki değil, çoğu zaman bire on ya da on beş kattır. (…)
Dünya Bankası ekonomisti Branko Milanović‘e göre, 1870 yılında dünya vatandaşları arasındaki küresel eşitsizlik bugünkünden çok daha azdı. Daha da çarpıcı olanı, eşitsizlik ağırlıklı olarak sınıftan (yani Milanović‘in Marksist olmayan anlayışına göre milli gelirden alınan paydan) kaynaklanırken, bugün eşitsizlik çoğunlukla konumdan kaynaklanıyor ve bu sonuncusu küresel eşitsizliğin yüzde 80’ine katkıda bulunuyor. Bu nedenle, “küresel anlamda, zengin bir ülkede doğacak kadar şanslı olup olmamanız, zengin bir ülkede ait olduğunuz gelir sınıfının yüksek, orta veya düşük olmasından çok daha önemlidir” diye yazmaktadır. Söylenmeyen şey, eşitsizlik coğrafyasının geçmiş sömürgeciliğin ve günümüz yeni-sömürgeciliğinin ekonomik, yasal, askeri ve siyasi yapılarının ürünü olduğudur.”[8]
Bu uzun alıntıyı, eşitsiz mübadeleyi, günümüz emperyalizmini çözümlemek için kullanan Danimarkalı bir devrimciden, Torkil Lauesen’den yaptık.[9] Lauesen’in örgütlü olduğu yapı, programını eşitsiz mübadele ve bunun siyasal sonuçları üzerine oturttu, mücadele çizgisini bu temelde belirledi. Avrupa ülkelerinde işçi sınıfını örgütlemenin ve devrim mücadelesi yürütmenin koşullarının olmadığını –işçi aristokrasisi tanımının tüm sınıfı/toplumu kapsadığını savundu. Asalak devlet teorisi, bu örgütün ayırıcı yönüydü. Siyasi strateji ve pratiğini; emperyalizmin Batı merkezlerinde “emperyal yaşamı” sürdürmedeki rolünü merkeze alarak belirledi. “Üçüncü Dünya”daki ulusal kurtuluş hareketleri zafere ulaşmaksızın, kendi ülkelerine emperyalist değer aktarımının kesilmeyeceğini, işçi sınıfının da bu değerden pay aldığını ve bu yüzden Batı’da bir devrimci durumun yaşanamayacağını savundu. “Ekonomik sınıf mücadelesinin oportünizmini, işçi sınıfının ulusal şovenist tutumunu ve kapitalist refah devletinin yönetiminde sermaye ile işçi sınıfı arasındaki işbirliğini” çözümledi. Lauesen’in ve örgütünün ayırıcı yönü, emperyalizm teorisini, bulundukları coğrafyanın içinde ve dünya devriminin güncel sorunları temelinde ele alma çabalarıdır.
Lausen’den yukarıya taşıdığımız uzun alıntıyı yapmaktaki amacımız, emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinin dönüşmüş olarak (ezilen halkların aynı zamanda dünyanın proleterleri haline gelmiş olması temelinde) varlığını koruduğunu göstermek içindi.
Emperyalizm teorisi ile Marksist değer yasası arasındaki boşluklu durumu gidermeyi hedefleyen çalışmalarla bakışımlı bir ilişki içerisinde olan Smith de benzer sonuçlar çıkarıyor. (Lauesen, Bağımlılık teorilerinin sıkı bir takipçisi olarak yer yer sınıfsal karşıtlığı perdeleyen vurgular yapmaktadır. John Smith ise emperyalist merkezleri zayıf halka tespitinin bir bütün olarak dışına atmayan bir çerçeveye sahiptir.)
Salt ekonomik olana yaslanarak ilerleyecek olursak; -ve elbette değer yasasını Kapital’deki diyalektiği kavrayarak genişleyen sahası içinde değil de dar anlamda kavrarsak- şu sonucu çıkarmak mümkündür: Artık çelişki, (emek-sermaye çelişkisiyle birlikte) emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinden çok, emperyalist tekellerle (emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfının yanısıra) yeni sömürge ve bağımlı ülke işçi sınıfları arasındaki çelişkiye dönüşmüştür. Böylece, “dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganı; bugün toplumsallaşan proletaryayı kavrayacak şekilde ifade edildiğinde, içinde olduğumuz dünyanın temel çelişkisini ifade edecek bir formülasyon olarak dillendirilebilir. Ancak burada bir eğilim tespiti yapmakla, süreci olmuş bitmiş bir şey olarak kavramak arasında fark vardır. Ayrıca tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel birçok ayrışma ve çelişkinin varlığı, karşı yönde (ezilen halklar çelişkisini canlı tutacak şekilde) sürtünme katsayısını oldukça yüksek tutmaktadır. Lenin’in ultraemperyalizm konusunda teorik olarak mümkün olabilenin somut olgusal yönden neden gerçekleşmiş gibi alınamayacağına dair vurguları bu konuda da geçerli olsa gerektir.
“Sonuç olarak, kapitalist gelişmenin bu son aşaması, ‘ileri’ ülkelerle yakınlaşmaya ve Kuzey-Güney ayrımının ortadan kalkmasına değil, güney uluslarının kuzey kapitalistleri tarafından süper sömürü için işgücü rezervleri haline geldiği küresel apartheid’e yol açmaktadır. Emeğin serbest uluslararası dolaşımının bastırılması, emperyalizmin dünyanın proleterleşmiş halklarına dayattığı geniş bir ırkçılık, ulusal baskı, kültürel aşağılama, militarizm ve devlet şiddeti sisteminin temel dayanağıdır. Bu, hem mümkün olan en yüksek genel ekonomik sömürü oranını uygulamak hem de siyasi karşıdevrimci bir hareket oluşturmak -uluslararası işçi sınıfını bölerek, bağımsız sınıfsal tavrını korumasını ve siyasal bir güç olarak ortaya çıkmasını engellemek- için kullanılan bir sınıf savaşı silahıdır. Bu, kapitalizmin ve onun değer yasasının dünyanın eski sömürgeci bölünmesini tamamen yücelttiği, kendisine karşı olan her şeyi bir kenara attığı ve egemenliğinin devamı için yararlı olan her şeyi koruduğu ve kendine mal ettiği, gelişiminin ileri bir aşamasında, tamamen kapitalist bir temeldeki emperyalizmdir. …Görev, değer ilişkisinin emperyalist biçimine dair bir teori geliştirmektir.”[10]
Smith, emperyalizmin yeni evresini açıklayabilmenin ancak değer yasasının emperyalist biçimine dair bir teori geliştirmekle mümkün olacağını belirtiyor. Artık emperyalizm, her durumda askeri zoru merkeze alan bir sömürgecilik siyaseti biçiminde gelişmiyor. Ve yeni dönem, bir önceki dönemin yasalarıyla tam olarak kavranamayacaktır. Smith, emperyalist tekellerin sermaye birikiminde esas olarak, bağımlı ülkelerdeki düşük ücretli işçilerin aşırı sömürüsüne dayandıklarını ifade ediyor. Bu durumu, emperyalist metropollerdeki görece yüksek ücretli işgücünün yerine bağımlı ülkelerdeki işgücünün ikame edilmesi anlamında kullandığı, “küresel emek arbitrajı” kavramı ile ifade ediyor. Küresel emek arbitajı, üretimin bağımlı ülkelere doğru kaydırılması veya emperyalist ülkelerde göçmen işçilerin daha düşük ücretle istihdam edilmesi biçiminde gerçekleşmektedir.
Sermayenin uluslararasılaştığı, emeğin ise kat kat engellerle sınırlandığı bir dünya
Kapitalizmin gelişimi; yıkıcı proleterleştirme dalgaları, sömürünün işçilerin fiziksel sınırlarını bile zorlayan bir kıyıcılıkta gelişmesi ve buna karşıt olarak gelişen sınıf hareketleriyle –“tehlikeli sınıf”ın bitmek bilmez başkaldırılarıyla- birlikte var oldu. Sınıf mücadelesi, azami sömürünün önünü kesen bir rol oynadı. Bu süreçle koşut olarak, kapitalist dünyaya, emperyalist merkezlere, hammadde ve tarımsal ürünlerin birçoğu, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerden akıyordu. Bu da dolaylı olarak, emperyalist merkezlerdeki işçilerin, yeniden üretimini sağlayan tüketim maddelerinin ucuzlaması ve toplumsal refahın artması anlamına geliyordu. Kapitalizmin geliştiği merkezlerde, sınıf mücadelesinin de basıncı ile “toplumsal uzlaşı”yı, sömürü derecesini -sömürge ülkelerden gasp edilenler üzerinden- görece düşürerek tesis edecek adımların atılması bir zorunluluktu. Marks’ın İrlanda sorunu üzerine yazdıklarını burada anabiliriz. O, İngiliz burjuvazisinin sömürgelerden gasp edilen zenginliğin küçük bir kısmını işçi sınıfı içinde pay ederek, sınıfı nasıl “ulusal çıkarlar”a bağladığını anlatır.
“Emperyalizm, işçiler arasında da ayrıcalıklı kategoriler yaratma, onları proletaryanın büyük yığınından ayırma eğilimi taşıyor. İngiltere’de, emperyalizmin, işçileri bölmek, onlar arasında oportünizmi güçlendirmek, işçi hareketinin ani bozulmasını kışkırtma eğiliminin, 19. yüzyılın sonundan ve 20. yüzyılın başından çok önce ortaya çıktığını belirtelim. Çünkü emperyalizmin iki temel özelliği -geniş sömürgelere sahip olma ve dünya pazarının tekel altına alınması- İngiltere’ de, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak ortaya çıkmıştır. … Engels, 7 Ekim 1858’de Marx’a şöyle yazmıştı: “Gerçekte, İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır; öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanısıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte. Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu, elbette, bir dereceye kadar mantıksal bir şeydir.””[11] Tam da bu yüzden, daha önce İrlanda’nın kurtuluşunu, İngiliz proletaryasının öncülüğünde gelişecek bir devrime bağlayan Marx, İngiliz işçi sınıfının burjuvalaşması sonrası, İrlanda kurtulmadan (İngilizlerin sömürge siyaseti başarısızlığa uğramadan) İngiliz işçi sınıfının kurtulamayacağını yazar.
Öte yandan Marks, kapitalizmin işleyiş yasalarını irdelerken, sermaye ile işçinin, iki meta satıcısı olarak özgür bir ilişki kurduklarını söyler. Ayrıca ulusal düzeyde sektörler arasında, (sermayenin organik bileşimindeki farklılığın neden olduğu) kar oranlarının, emek gücünün ve sermayenin hareketliliği üzerinden nasıl ortalama kar oranını oluşturduğunu anlatır. Bunlar, Marks tarafından, soyut emek ve değer yasasının işleyişini kavramamızı sağlamak için, tüm yan unsurlardan yalıtılmış bir biçimde açığa çıkartılır. Marks, bir kez işleyen yasayı kavrayıp ortaya koyar ve sonra gerçek dünya içerisinde bu yasanın işleyişine odaklanır. Onun diyalektiği bu şekilde çalışır. İngiliz işçi sınıfını, sömürgelerden akan zenginlikle birlikte değerlendirmesi, onun “gerçek dünyayı” kavrayışını gösterir. Lenin de emperyalist sömürüden pay alan işçi sınıfının nasıl burjuvalaştığını ve sınıf uzlaşmacı bir tutum sergilediğini, 2. Enternasyonal’de somutlanan oportünizmin buradan beslendiğini etraflıca ele alır. İşçi aristokrasisi tanımı, emperyalizm teorisinin temel ayaklarından birisini oluşturur. Avrupa’da devrimci dalganın yenilgi ile sonuçlanması sonrası yüzünü, ezilen halkların ulusal kurtuluş mücadelelerine dönmesinde, emperyalizmin bu sınıfsal analizinin rolü büyüktür.
Eşitsiz mübadele ve süper sömürü üzerinden, emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfının, ülkeleri tarafından gasp edilen değerden faydalanıyor olması nedeniyle, hala sınıf uzlaşmacı karakterini sürdürdüğüne dair değerlendirmeler, yer yer kaba ve ekonomik indirgemeci saiklerle, yapılıyor. Biz ekonomik indirgemeci iki karşıt değerlendirmeyle de aramıza sınır çekmeliyiz. Diğer yandan meselenin, giderek aşınmaya uğrasa da, böylesi bir boyutu olduğu inkar edilemez. Emperyalist merkezlerde, toplumsal refah düzeyi, neoliberal saldırılarla hedefte olsa bile, hala işçi sınıfını sisteme içermede önemli bir parametredir. İşçi sınıfının sınıfsal çıkarlarını, ulusal çıkarlar dolayımı ile kavramasının maddi-toplumsal temelleri -küresel çapta gelişen sınıfın yaşam ve çalışma koşullarının en asgaride eşitlenmesi yönündeki harekete rağmen-, hala varlığını sürdürmektedir. Bu durum, Batı’da işçi sınıfının kendi devletlerinin emperyalist politikalarının sessiz onaycısı; yani suç ortağı olmasını koşullamaktadır. Bu “kutsal ittifak”, 2008 krizi sonrası dağılmaya başladıysa da hala etkisini sürdürmektedir. Bu tespite karşı çıkmak adına, Marks’ın göreli artı değer sömürüsü üzerine yaptığı tespitleri -adeta laboratuvarda ideal koşullar yaratmışcasına yaptığı analizi- merkeze alarak, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sermayenin organik bileşiminin yüksekliği nedeniyle çok daha fazla sömürüldüğünü iddia edenler bulunmaktadır. Marks’ın, meselenin kavranmasını sağlamak için, değer oluşumu ve emek gücünün değerine dair tüm koşulları sabitleyen ve kapitalist üretimin işleyiş mekanizmasını ve yasalarını açığa çıkarmayı esas alan yöntemini kavramadan tekrarlamak, kaba bir Marksizm okumasından başka bir şey değildir.
İşte Alex Callinicos da bunlardan biri olarak, düz bir Kapital okumasıyla, Marks’ın diyalektiği ile uzaktan yakından ilgisi olmayan şu değerlendirmeyi yapabilmektedir: “Yüksek ücretli bir işçi, düşük ücretli bir işçiden pekâlâ daha çok sömürülebilir, çünkü ilki, ücretine oranla ikincisinden daha büyük miktarda artı-değer üretir. Batılı işçilere daha yüksek ücret ödenmesinin o işçileri yeniden-üretme maliyetinin daha büyük olması olgusunu yansıttığına inanmamızın bir nedeni var. Özellikle bu maliyetlerin bir parçasını oluşturan eğitim ve öğretime yapılan harcamalar, daha yüksek nitelikli bir işgücü yaratır ve bu nedenle Üçüncü Dünya ülkelerinde aynı işi yapan işçilere kıyasla daha üretkendir ve daha fazla sömürülür.”[12]
Oysa hayat, bu kaba koyuştan bambaşka bir şekilde akmaktadır:
“Merkezleri Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da bulunan şirketler arasında, giderek daha da popüler hale gelen bu strateji (üretimin düşük ücretli ülkelere kaydırılması nba.) şirket kârlarının, bu kârlardan elde edilen her türlü finansal varlığın değerinin ve bu ulusların vatandaşlarının yaşam standartlarının, büyük ölçüde düşük ücret ülkelerindeki işçilere uygulanan yüksek sömürü oranlarına bağımlı hale gelmesine yol açtı. Bu nedenle, neoliberal küreselleşme, kapitalist gelişmenin yeni, emperyalist bir aşaması olarak kabul edilmelidir. Bu emperyalizmin özü iktisadidir: Güneydeki canlı emeğin Kuzey kapitalistleri tarafından sömürülmesi.”[13]
Neoliberalizm, meta ve sermaye hareketinin önünün açıldığı, sermaye ve üretimin hızla uluslararasılaştığı bir dünyada, emeğin dolaşımını ise alabildiğine katı önlemlerle ulusal duvarlara hapseder. Son yıllarda artan sınır güvenliği uygulamaları, emeğin serbest dolaşımına set çekmek içindir. Artan göçmen karşıtı hareketler, ırkçı-faşist saldırılarla da bu tablo tamamlanmaktadır. Emeğin serbest dolaşımının önüne çekilen sınırlar, aynı zamanda işçi sınıfının bölünmesine yol açmakta, enternasyonal bir sınıf olarak davranabilmesinin önünü kesmektedir.
Zayıf halka tespiti üzerine birkaç söz
Çok açık ki kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmişliği, bir ülkede devrim dinamiklerini ortadan kaldırmaz. Öte yandan devrimi, olgular üzerinden kavramalı ve emperyalist ülkelerdeki sınıfsal dönüşümü yok saymamalıyız. 2008 krizi sonrası emperyalist ülkelerde hız kazanan neoliberal kemer sıkma ve yapısal dönüşüm programları ile işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının gaspı yönünde atılan adımlar, üretimin ucuz işgücünün olduğu bölgelere taşınması sonrası artan işsizlik vb. kitlelerde öfke birikimini tetikledi. Ukrayna savaşı ile yaşanan enerji darboğazı, gıda tedarik zincirlerinde yaşanan sıkıntılar, yüksek enflasyon oranları vb. doğrudan emekçi kitlelerin yaşamlarına etkide bulundu. Emperyalist merkezlerin artık refah toplumları olma nitelikleri, sınıfsal çelişki ve çatışmalar eşliğinde sarsıldı. Burjuva demokrasilerinin sınırlarının iyice daralması da yine bu gelişmelerle koşut olarak yaşanmaktadır.
Diğer yandan eski sömürgelerinden göç alan emperyalist Batı Avrupa, Siyah ve Hispaniklerin varlığıyla ABD, adeta içlerinde birer iç sömürgeye sahip.[14] Bugün Amerika iki Amerika’dır; Fransa’da toplum, Kuzey Afrika ve Sahel ülkelerinden gelenler ve yakın zamanda dünyanın birçok coğrafyasından savaş ve soykırım saldırılarından dolayı mültecileşmiş kitlelerle, adeta ortadan yarılmış durumdadır. Diğer emperyalist ülkeler de bu durumdan azade değil. 2008 krizi, emperyalist Batı’nın istikrarlı refah toplumları olarak var olma koşullarını dinamitledi ve bir bütün olarak sınıf cephesinden dibe doğru küresel bir yarışın yaşanmasını hızlandırdı. Bu, emperyalist ülkelerde de sınıf çelişki ve çatışmalarının artacağı bir zaman aralığına girmiş olduğumuz anlamına gelir.
Bugün zayıf halka tespitini; tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel çelişki ve çatışmaların doğrudan etkide bulunacağı sınıf çelişkisi ile birlikte kavradığımızda, gelişkin kapitalist ülkeleri kategorik olarak bunun dışında göremeyiz. Ancak şu da bir gerçek ki dünkü kadar stabil olmasa da süper sömürünün, emperyalist tekellerce sızdırılan değerden küçük de olsa alınan payın, bu ülkelerdeki işçi sınıfının yaşam standardında hala belirleyici bir etkisi var. Ve zayıf halka tespiti bu durumu görmeksizin yapılamaz.
(Devam edecek…)
Yazının dördüncü bölümünde, neoliberalizm ve “yeni emperyalizm” teorilerinin sivrilmiş teorisyeni David Harvey’in eleştirisinin yanı sıra küreselleşme ve -hayalden ötesi olmayan- dünya devleti teorilerine kısa bir bakış olacak.
Birinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (1) – Derya Doğan
İkinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (2) – Derya Doğan
[1] Alt emperyalizm teorisini, ayrıca ele alacağız, burada Marksist emek değer teorisi ile emperyalizm arasında köprü oluşturan, süper sömürüye odaklanacağız.
[2] Bağımlılığın Diyalektiği (Marini) içinde, “Diyalektik, Süper Sömürü ve Bağımlılık: Bağımlılığın Diyalektiği Üzerine Notlar” -Jamime Osorio
[3] Marks, Kapital III, üçüncü kısımda, kar oranının düşme eğilimi yasasına karşıt yönde etkide bulunan etkenleri, şöyle sıralar: 1- Emeğin sömürülme derecesinin yükselmesi, 2- Ücretin, değerinin altına düşürülmesi, 3- Değişmez sermaye öğelerinin ucuzlaması 4- Göreli aşırı nüfus, 5- Dış ticaret, 6- Hisse senetli sermayenin büyümesi. Diğerlerinin her birisine değinir, hatta altıncısına “şimdilik derinlemesine incelenemeyecek olsa bile” yer verir. Zira bunlar aslında kapitalizmin tarihsel sınırlarına doğru hareketine, kriz dalgalarına kaynaklık eden yasanın hükmünü geciktirici etmenlerdir.
[4] Kapital 3, Yordam Kitap, sf. 240, abç.
[5] Bağımlılığın Diyalektiği, Marini
[6] Kapital 1, Yordam Kitap, sf 307, abç.
[7] Andy Higginbottom, Superexploitation and the Imperialist Drive of Capitalism: How Marini’s ‘Dialectics of Dependency’ Goes beyond Marx’s ‘Capital’
https://monthlyreview.org/author/andyhigginbottom/
[8] Imperialism and the Transformation of Values into Prices
https://monthlyreview.org/2015/07/01/imperialism-and-the-transformation-of-values-into-prices/
Ayrıca bu çalışma boyunca Lauesen’in “The Global Perspective, Reflections on Imperialism and Resistance” isimli kitabından çokça yararlandığımı not etmeliyim.
[9] Torkil Lauesen ve içinde yer aldığı Komünist Çalışma Grubu, 1972 ile 1989 yılları arasında antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerine -başta Filistin Halk Kurtluş Cephesi’ne- silah ve maddi destek sağlamak için birçok kamulaştırma eylemi yaptı. Torkil Lauesen ve birçok yoldaşı, FHKC için yaptıkları 1989’daki son eylem sonrası yakalandı ve 1995 yılına kadar tutuklu kaldı. Lauesen, halen Danimarka’da antiemperyalist bir örgütlenmenin üyesi olarak faaliyet yürütüyor. Emperyalizm teorisi üzerinde çalışıyor.
[10] John Smith, Imperialism and the Globalisation of Production, sf.22
[11] Emperyalizm, Lenin, sf.120
[12] John Smith’in “Emperyalizm Teorisinde Sömürü ve Süper-Sömürü” başlıklı makalesi için: https://www.researchgate.net/publication/337294058_Exploitation_and_super-exploitation_in_the_theory_of_imperialism_v1
[13] Agy.
[14] Kara Panterlerin böyle bir tespiti var.