Neoliberalizm ve Harvey’e kısa bir parantez
Emperyalist kapitalist sistemin, 1974 petrol krizi ile görünür hale gelen, “kâr oranlarında genel bir düşüş, üretimde durgunluk, büyümede yavaşlama dönemi”nden çıkış yolu olarak, neoliberal sermaye birikim rejimine geçildi.[1] 1979’da ABD ve İngiltere (Demir Leydi Theacher, bu dönemin işçi sınıfı ve emekçilere karşı en saldırgan siyasi figürüydü) neoliberal yeniden yapılandırma politikalarının başını çektiler. 1980’li yıllara geldiğimizde, dünyanın birçok yerinde neoliberalizmin hakimiyetini görürüz. Emperyalizm teorisini güncellemekten bahsediyorsak, neoliberalizme geçişi milat alabiliriz. Neoliberalizmin hakim hale geldiği döneme kadar, ikinci dalga emperyalizm teorilerinin belli yönleriyle açıklayıcı olabildiği[2] dünya durumu; bu tarihten sonra tedrici olarak -Sovyetlerin dağılması süreciyle birlikte hızlanmış olarak- değişti. Bugün için ise dünyayı kavramamıza yardımcı olacak ve devrim stratejimizi oturtacağımız bir emperyalizm kavrayışına ihtiyacımız olduğu açıktır.
Üretimin uluslararası iş bölümünün bir sonucu olarak sanayi-üretim; ücretleri düşük, sanayi gelişimi geri, ülkelere kaydı. Çünkü değer üretiminde yaşanan tıkanma, ancak ucuz emek gücü üzerinden elde edilecek artı değer sömürüsüyle giderilebilmektedir. Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş ve kar oranlarındaki düşme eğilimi, emperyalist ülkelerde krizin tetikleyici unsuru oldu. Yaratıcı yıkım sürecini gerçekleştirme imkanlarının zayıflığı (burada Sovyetlerin olduğu bir dünyadan bahsettiğimizi unutmayalım), krizi derinleştirerek yeni bir birikim rejimini tetikledi. Neoliberalizm, genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimde yaşanan tıkanmanın bir sonucu olarak gelişti.
Harvey bu süreci, “genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimden, mülksüzleştirme yoluyla birikime kayma” olarak tanımlar ve yeni emperyalizme rengini verenin bu olduğunu söyler. Onun mülksüzleştirme yoluyla birikim konusunda yazdıkları, sermaye için kuralsızlığın kural haline geldiği neoliberalizmi, aynı zamanda -kriz süreçlerinde daha da artan- ilksel birikimle birlikte görmemizi sağlıyor. Genişletilmiş yeniden üretim yoluyla birikimin, emperyalist ülkelerde (sermayenin organik bileşimindeki yükselme ile birlikte) tıkanmış olmasını, tek yönlü ele almasına rağmen, dönemin karakterini kavramak için Harvey’in yeni emperyalizm teorisine bakacağız. Öte yandan o, bütünleşik kapitalist dünyada, emperyalist metropollerde tıkanma yaşanırken, dünyanın bir başka yerinde (bağımlı ülkelerde) üretimin devasa boyutlarda sürdüğünü (yani genişletilmiş yeniden üretim sürecini) ve bunun emperyalizm teorisine etkisini görmüyor. Ayrıca Harvey, artık emperyalizm olmayan bir emperyalizme geçildiğini, mülksüzleştirmenin sonucu biriken öfkenin patlayacağı ve makul olana meyledecek bir şekilde emperyalizmin dönüşeceğini iddia ediyor. O, dünyayı sadece emperyalist ülkeler üzerinden okumakta ve krizden çıkış yolu olarak kapitalizmin aşırılıklarına karşı mücadele ederek yaşanabilir bir dünya tahayyülünü yaymaktadır. Literatüründe devrim yoktur. Burada Harvey’in yeni emperyalizm teorisini ele almayacağız. Sadece günümüz emperyalizmini, yaşanmakta olan birikim süreçleri ve uluslararasılaşan sermaye hareketi ile birlikte kavramanın önemine işaret ediyor, bu noktada ilksel birikimin de görüş alanımıza girmesi gerektiğini düşünüyoruz. Harvey’e de bu bağlamda üretken sermaye (sanayi ve yatırım odaklı sermaye) yerine para sermaye hareketinin öne çıktığı 70’ler sonrasında, sermaye birikim süreçlerinde ilksel birikimin oynadığı rolü (o, “mülksüzleştirme yoluyla birikim”[3] diyor), ele aldığı için değindik.
Harvey’in yeni emperyalizm teorisi ile devrim yerine çıkış olarak ortaya koyduğu şey, mevcut koşullarda ABD ile Avrupa’nın öncülüğünde yapılacak yeni bir New Deal’dır. (Yeni Anlaşma). O, neoliberalizmin aşırılıklarının giderileceği düzeltilmiş kapitalizm savunucuları arasında en popüler olanıdır. Tıpkı Kautsky gibi “iyi” de bir Marksologtur. Bize ırak, liberal reformistlere yakın olsun. Bakın ne kadar da açık sözlü:
“Bu yeni “Yeni Anlaşma”, sermaye dolaşım ve birikimini neo-liberal zincirlerinden kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky’nin çok önceden öngördüğü gibi, kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı yeni bir “Yeni Anlaşma” emperyalizmine dönülecektir.”[4]
Harvey ve onunla benzer bir dizgede yeni emperyalizm teorilerini savunanlar, Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlışlandığını düşünmekteler. Kendi teorik referanslarına göre pek haksız da sayılmazlar. Çünkü emperyalizmi, aynı zamanda hem tekelci kapitalist sistemin en yüksek aşaması hem proleter devrimler çağı olarak ele almadığınızda, yani dünyayı gelişkin bir diyalektik bütünlük içinde okumadığınızda, mümkünü yok, varılacak yer sistem içi olacak, en ilerisinden neokeynesciliğe demir atılacaktır. Onların yaptığı da budur.
Küreselleşmeye ve -hayalden ötesi olmayan- dünya devletine dair kısa bir değini
Günümüzde bir ürün; tasarımdan üretime, adeta dünya çapında işleyen bir üretim sürecinin sonucunda üretiliyor. Küresel üretim ve tedarik zincirleri, aynı zamanda işçi sınıfının enternasyonalleşmesi dinamiğini de çok daha fazla içinde barındırıyor. Bir tekel için üretim süreci, parçalara ayrılmış olarak, koşullar hangi ülkede daha uygunsa oraya taşınıyor. Konum sabitlenmesinin olmaması, kârı maksimize etmenin bir yoludur. Koşulların en uygun olduğu yer de en başta, sınıf mücadelesinin daha az geliştiği ve bu yüzden emek gücünün, en ucuz olduğu yerdir. Hammadde tedarikinin ve pazara yakınlığın da önemli bir faktör olduğunu kaydetmeliyiz. Keza ekolojik tahribat konusunda sınır ve kısıtların olmaması ya da daha az olması da… Bugün herhangi bir elektronik malzeme, patent sahibi tekelin ülkesinde değil birçok farklı ülkede, iç içe geçen üretim süreçleri sonucu üretiliyor. Dell’in bilgisayar üretiminden bahsedeceksek, dünyanın dört bir yanına dağılmış, üç yüz işletmede üretilen yaklaşık 4.500 farklı parçanın oluşturduğu tümleşik üretim sürecinden bahsetmemiz gerekir.
Üretimin teknik temelinin gelişkinliği; üretim teknolojilerinde, bilişim, iletişim ve enformasyon alanlarında yaşanan değişim; uluslararası düzeyde sermayenin tekelci birikimi ile koşut olarak ilerler. Sermaye birikim sürecinde konum; iletişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan devasa dönüşüm, lojistik ağların gelişmesi sayesinde alabildiğine esnek hale gelmiştir. Anadolu’nun orta büyüklükte, hatta küçük işletmeleri bile artık uluslararası üretim zincirlerinin bir parçasıdır.[5] Sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme, bir bütün olarak dünyanın birçok coğrafyasına ve üretimin her alanına nüfuz etmiştir.
Üretici güçlerin gelişimi de uluslararasılaşmıştır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri; Türkiye’nin askeri sanayi alanında kat etmiş olduğu mesafedir. Dün Türkiye gibi bir ülke, emperyalist işbölümü doğrultusunda, sadece kendisine düşen rolü oynardı ve bu konumlanma, aynı zamanda bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, Türkiye’de üretici güçlerin gelişimi için sınır çizgisini oluştururdu. Bugün ise uluslararası işbölümü; ama asıl olarak, bilişim, iletişim ve telekomünikasyon alanlarında yaşanan gelişmeler vb. ile -bilginin dünya çapında yayılımı sonucu- başka bir düzlemin içindeyiz.[6] Ayrıca küresel hegemonya krizinin, Türkiye gibi bulunduğu coğrafyada görece özerk hareket edebilme kabiliyeti olan bir ülkeye tanıdığı imkanları da kaydedelim. Eşitsiz gelişim yasasının çok daha etkin bir biçimde işlemesine yol açan koşulların mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Kapitalizmin dünya çapında bütünsel gelişimi, 1990’lı yıllardan bu yana oldukça popülerleşen bir kavram olan küreselleşme ile tariflendi. Küreselleşme; neoliberal sermaye birikim rejiminin, cilalı imaj çağına uygun adıdır. İmparatorluk da küreselleşen dünyanın siyasal karşılığı olarak öne sürülen bir diğer kavramdı. Emperyalizm; küreselleşme, imparatorluk gibi soyut, sınıfsal karşıtlık ekseni oluşturmayan, adeta sınıflarüstü kavramlarla birlikte anıldı. Kavramlar, yüklenmiş oldukları anlamlarla birlikte değerlendirilmelidir. Bir kavramın kitlelerin bilincinde çağırdıklarına bigane kalamaz, biz bu temelde değil şu temelde kullanmıştık diyemeyiz. Küreselleşme, yeni emperyalizm teorilerinde, emperyalizmin imlediği sömürü ve tahakküm ilişkisini silikleştirmek için kullanılmaktadır. Sınıfsal çelişki ve çatışmaları perdeleyen; renksiz, adeta muz gibi bir kavramdır. Liberalizmin kavramlar setine başvurarak bugünün dünyasını anlayamaz, sınıfsal karşıtlık eksenini belirginleştiremeyiz.
Yeni emperyalizmi, 1980 sonrası neoliberal sermaye birikiminin öne çıktığı, Washington Uzlaşması[7], 1990’larda Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü ve Sovyet Bloğunun dağılması sonrası oluşan dünya durumunu tanımlamak için kullananlar oldu. Oluşan yeni durumu tanımlamak için kullanılmasına hiçbir itirazımız olmaz. Yeter ki dost düşman ayrımını silikleştiren, sınıfsal mevzilenmeyi bulanıklaştıran bir içerikte olmasın. Ancak yeni emperyalizm teorileri, daha çok küreselleşmeci teoriler üzerinden geliştirildi ve buradan çıkışını alarak öne çıktı. İşte bununla problemimiz var. Devrimsiz, sadece neoliberalizmin aşırılıklarını dert edinen ve en nihayetinde varacağı yer, neo kaustkicilik olan küreselleşme ve yeni emperyalizm teorileriyle ve bu teorileri çağrıştırdığı için yeni emperyalizm kavramlaştırması ile aramıza mesafe koyacağız.
Üretimin dünya çapında toplumsallaşması; sermaye ve meta dolaşımının alabildiğine uluslararasılaşması, iç içe geçmesi demektir. Emeğin payına düşen ise -bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde-, üretim ve emek süreçlerinin alabildiğine esnekleştirilmesi ile ücretli kölelik koşullarının iyice ağırlaştırılmasıdır; bu da yetmez, emeğin jiletli tellerle, ülke sınırları boyunca uzanan utanç duvarlarıyla bu koşullara mahkum edilmesidir.
Küreselleşme teorisi, kapitalist dünya ekonomisindeki bütünleşme ve iç içe geçme ile ulusal ekonomilerin varlığını koruması çelişkisini ve bu çelişki temelinde ortaya çıkan yeni durumu yok sayıyor ve sadece bütünleşme yönünü görüyor. Bu yaklaşım, aynı zamanda sınıfsal karşıtlık eksenini ortadan kaldırdığı gibi emperyalizme karşı mücadeleyi de ulusalcı ve gerici olarak yaftalamakta; devrim hedefli sınıfsal-toplumsal mücadeleleri arkaik ilan etmektedir.
Bizim emperyalizm kavrayışımız, uluslararasılaşma ve ulus devletin çelişkin diyalektik birliği temelinde yükselir. Böylesi bir çelişki kavrayışı olmayan ve süreçleri düz doğrusal bir çizgide değerlendiren, ekonomi-siyaset ilişkisini de bu basitlikte ele alan küreselleşme savunucularına karşı, ideolojik-teorik yönden güçlü bir teşhir çalışması, aynı zamanda devrim ekseninin savunulmasıdır.
Küreselleşme ve uluslararasılaşma iki farklı düzlemi ifade eder. Biri ulus devletlerin ve ulusal ekonomilerin aşıldığını veya aşılmaya başlandığını söyler diğeri ise sermayenin ve üretimin uluslararasılaştığını ve ancak bunun ulusal menşeili sermaye gerçekliğini ortadan kaldırmadığını; uluslararasılaşmanın, tekeller arası rekabet nedeniyle, ulus devletlerle birlikte var olduğunu ifade eder. Ulus devletlerin aşıldığı veya aşılmaya başlandığı tezi, aynı zamanda tek ülkede devrim gerçekliğinden de bizi uzaklaştırır. Burada alt metin, küreselleşmiş bir dünyada tek ülkede devrim yapmanın koşullarının ortadan kalktığıdır. O halde tek tek ülkelerde devrim olamayacaksa ve de iktidar alınamayacaksa, dünya çapında da bunun koşulları olmadığına göre, kapitalizm koşullarında, her yerde kapitalizmin yarıklarından yeni bir yaşamı filizlendirmek ve tekelci kapitalizmin iktidar alanını daraltmak gerekir! Biyoiktidarcı tez ve yaklaşımlar da buradan filizlenir. Oysa bugün tek ülkede devrim, aynı zamanda bölgesel devrimlere ve dünya devrimine doğru gelişecek bir devrimler silsilesine yol verecek şekilde gerçekleşme dinamiklerini taşıyor.
Öte yandan bugün küreselleşme teorilerinin gündemden düşmesine yol açan birçok gelişme üst üste bindi. Neoliberal küreselleşmenin karşıtına dönüşen bir hareketin, özellikle Ukrayna savaşı sonrası geliştiğini söyleyebiliriz. Bu daha ilk öncü sarsıntıdır. Ancak öyle hafife alınabilecek bir durum da değildir. ABD ekonomisinin ayakta kalmasını sağlayan Çin’in, patlak verecek bir Tayvan krizine ön hazırlık babında, Rusya benzeri yaptırımlarla karşı karşıya kalma olasılığına karşı atmaya başladığı adımları burada sayabiliriz. Yine doların tahtının sallanmaya başlaması da bu kapsamda ifade edilebilir. Bretton Woods, altın karşılığı olacak şekilde doların dünya rezerv parası olmasını sağlamıştı. 70’li yıllara geldiğimizde, kendi krizine çözüm arayan ABD, piyasaya sürdüğü doların altın karşılığını gösterme zorunluluğunu tek taraflı olarak ortadan kaldırdı. Bu, onun kapitalist dünyayı ekonomik, siyasi, askeri olarak dizayn etmesini perçinleyen bir gelişmeydi. Şimdi ise bu rolü, sarsılmış durumda ve doların rezerv para olmaktan çıkmaya başlaması; küreselleşmenin tam karşıtı bir dalganın geliştiğine işaret olarak da okunabilir.
Emperyalizm; sermayenin (aynı zamanda üretimin) uluslararasılaşması ve ulusallığı çelişkisini içinde barındırır. Ulusallığın aşılması demek olan dünya devletine doğru olan eğilim, ulus devletlerin önemini yitirmeye başlaması, üzerine birçok tartışma yürüyor. Bunun devrimci harekete sirayet eden boyutları da var. Bu yönlü değerlendirmeler; meselenin salt ekonomik temel üzerinden (o da nesnel hayatın çelişkileri içerisinden değil teorik olarak) ele alındığını gösterir. Bahse konu eğilimin tersine ilerleyen süreçler görmez. Ve ayrıca böylesi bir eğilim tespitine, salt bir yöne yaslanarak ve çelişkin diğer tüm yönleri yoksayarak ulaşır. Eşitsiz gelişim yasası, var olan emperyalist hiyerarşinin güncellenmiş yeniden üretimini sağlar. Sıralamada tepe noktasında olan ve oyunun kurallarını belirleyen, düzenleyici aktör olarak rol alan ülke, hızlıca alabora olmasa da değişim en nihayetinde olur. Yine dünyanın fetret devri diye okuyacağımız böylesi bir kaos aralığının, sınıf mücadeleleri zemininde ne yöne doğru evrileceği, hangi devrimci imkanlara yol vereceği de kestirilemez. Devrimci özne, çelişkiyi kanırtmaya ve devrime uzanmaya çalışır, devrimin imkansızlığı temelinde gelişen liberal reformist havayı beslemez.
Bugün kimselerin imparatorluk hayallerine kapılabileceği bir dünya yok. Yine “imparatorluk” düzeninin tepe noktasında konumlanacak bir özne de yok. Dün ABD’nin başını çektiği emperyalist Batı’nın dizayn edebildiği bir dünya vardı. Bugün çok kutuplu, rekabet ve çatışmanın kıyasıya sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Henüz dünyada ekonomik, siyasi ve askeri olarak ABD’nin hegemonyasını bir bütün olarak yok edebilecek bir gelişme olmadı. Ancak 2008 krizi sonrası bir gelişmeyle, bunun aşındığını söyleyebiliriz. ABD gibi bir gücün, emperyalist Batı bloğunun emperyalist hiyerarşide alaşağı edilmesi, elbette yumuşak geçiş biçiminde olmayacaktır. Doların dünya rezerv parası olmaktan çıkması; IMF, G-7, G-20, DB, NATO vb. tüm kurumların işlevsizleşmesi veya ortadan kalkması öyle kolay bir süreç değildir. Dünya ekonomisinin kurulu olduğu bu sistemin alt üst olması; dünyada ekonomik, siyasal, sınıfsal/toplumsal, askeri alanda her şeyin ters yüz olması demektir. Bu, kanlı savaşlardan, devrimsel süreçlere kadar birçok gelişmeye de mahal verecektir.
Üretimin bu denli uluslararasılaşmasına rağmen emek gücünün hala ulusal sınırlara hapsolmuş vaziyette olması işçi sınıfını güçsüz kılan etmenlerden biridir. Bugün enternasyonal mücadele ve ilişkiler, hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Önümüze açılan bu yeni dünyanın ve durumun içerisinde, gelişkin bir enternasyonalist mücadele olmaksızın, işçi sınıfının devrimci rolünü oynayabilmesi artık mümkün değildir.
Emperyalist kapitalist sistem varoldukça rekabet ve savaşlar, tektonik güç değişimleri daimdir
Küreselleşme teorilerini savunanlar, Sovyetlerin çökmesi sonrası ilan edilen “yeni dünya düzeni”nin ışıltısı ile emperyalistler arası rekabetin aşıldığını ve Lenin’in emperyalizm teorisinin yanlışlandığını iddia ettiler. Artık emperyalizmin lafzı bile kulak tırmalayıcıydı bu kesimler için. 2000’li yıllarda, özellikle Afganistan ve Irak işgalleri sırasında, dünyanın ABD’nin arkasında dizilmesi, ABD’nin dünyaya tek başına yön vermesi; bu tarz yorumların, popülerleşmesine neden oldu. Ancak 2008 krizi sonrası değişmeye başlayan güç dengeleriyle birlikte, bu durum farklılaştı. Nitekim Rusya’nın Suriye krizi bağlamında yeniden Orta Doğu’ya inmesi, Ukrayna savaşı, NATO’nun 2030 vizyon belgesini Çin ve Rusya tehdidi üzerinden dizayn etmesi vb. birçok gelişme üzerinden diyebiliriz ki, Lenin’in rekabet üzerine yazdıkları güncelliğini korumaktadır. Hiçbir neokauskyci teori, bu realitenin üstünü örtemez.
Yeni dünya düzeni, ABD’nin tepe noktasında olduğu bir emperyalist güçler hiyerarşisini ifade ediyordu. Kimileri, bu durumu büyük bir huşu içinde, Amerikan İmparatorluğu yüzyılı olarak tanımladı. Küresel finans sisteminin belirleyici aktörü -doların dünya parası olması ile birlikte- ABD, siyasi olarak da dünyaya hükmedendi. Nitekim yeni emperyalizm teorilerinin savunucuları da ultra emperyalizmin bir biçimi olarak, dünyanın ABD tarafından dizayn edileceğini; yeni bir New Deal dışında, bir gelecek projeksiyonuna yer olmadığını iddia ediyorlardı. Artık ne bir dünya savaşı ne de devrimler yaşanacaktı. Bu anlamda neoliberal küreselleşmeye karşı savunulacak tek şey; yeni Keynesyen politikaların yön verdiği bir dünyaydı. Ancak bu teorilerin mürekkebi kurumadan, 2008 krizi patlak verdi. ABD ve AB’nin sarsıldığı, diğer yandan dünyada “yükselen piyasalar” diye ifade edilen Çin başta olmak üzere BRİCS ülkelerinin (ve Türkiye gibi orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin) ise bu kriz anaforuna uzun süre kapılmadığı, hatta yüksek büyüme rakamlarına ulaştığı bir süreç yaşandı.
2008’de patlak veren ve çıkış emareleri de henüz ufukta görülmeyen kriz; kapsam ve etkisiyle 1929 Büyük Buhranı ile karşılaştırılabilir ve bu anlamda üçüncü büyük buhran olarak nitelendirilebilir. Büyük altüst oluşlarla birlikte yaşanan bu kriz aralığı; ABD’nin ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik, kültürel birçok cepheden baskın karakteriyle belirleyici olduğu dünya düzenini sarstı. Gelinen noktada tek bir hegemon gücün belirleyeceği bir dünya ekonomisinin ve siyasetinin artık söz konusu olamayacağını söyleyebiliriz. Çin’in yükselişi, ABD’nin dünyayı ekonomik, siyasi, askeri olarak belirler pozisyonda olmasını tehdit eder noktaya geldi. ABD’nin her yıl yayınlanan ulusal güvenlik strateji belgesinde de NATO’nun yeni stratejik vizyon belgesinde de büyük tehlike olarak Çin’e (ve şer ekseninin diğer ortağı Rusya’ya) işaret edilmesi, bu yüzdendir. Kartların yeniden karılacağı bir dünya ile karşı karşıyayız. Her bir emperyalist güç; dünyanın yeni güç diziliminde, kendi payına düşeni istiyor. O da yetmez, yine her biri, bu payı büyütmenin arayışına giriyor. Bu, emperyalist güçler arasındaki rekabetin kızışması demektir. Ve elbette siyasetin en yoğunlaştırılmış ifadesi olan savaşların kaçınılmazlığını da unutmayalım. Her büyük buhran, tektonik güç kaymalarına neden olmuştur. Yeni oluşmakta olan güç ilişkilerinin siyasal bir form kazanması ve dünyanın yeniden dizaynı; aynı zamanda yaratıcı yıkıcı süreci radikal bir şekilde işletecek savaşları koşullar.
Bugün yaşanan küresel hegemonya krizi; düne kadar dünyayı dizayn eden (siyasi olarak dünya devletine doğru olan eğilimin de ifadesi olan) ekonomik, siyasi kurumların, prestij yitiminden de anlaşılabilir. Neoliberal küreselleşme için artık deniz bitti. Daha 15 yıl önce Dünya Ticaret Örgütü’nün raundlarıyla yatıp kalkılıyordu, bugün DB başkanının adını bile bilmiyoruz. Keza IMF için de bunları söyleyebiliriz. Dünyaya yön veren, dizayn eden uluslararası kurumlar, misyon kaybı yaşıyorlar. Ancak henüz ufukta onların yerine dünyaya yön verecek -örneğin Çin ve Rusya’nın, BRİCS’in- başka yapı ve kurumlar da boy vermedi. Ayrıca bu, kimin ön alacağının belli olduğu bir süreç de değil. Zira kapışma sadece emperyalist kapitalist güçler arasında değil asıl olarak sınıflar arasında seyredecektir.
ABD, dünya ekonomisini ve siyasetini belirlemede hala en önemli aktör, ama tek belirleyici değil. Ve ayrıca gerilemekte olan bir güç. Diğer yandan Çin ve Rusya’nın yanısıra müttefik güçleri üzerinde de hegemonya kaybı yaşıyor. Hatta emperyalist bloklar arasında yaşanmakta olan güç mücadelelerinin de etkisiyle; düne kadar ABD’nin yörüngesinde olan bağımlı ve yeni sömürge ülkeler dahi, kendi bölgelerinde yer yer ABD’nin hilafına pozisyon alabiliyor.
Dünyanın her yerinde, tekelci mali oligarşinin ulus devletlere ihtiyacını tetikleyen, kıran kırana bir rekabet yaşanıyor; adeta altta kalanın canı çıksın oyunu oynanıyor. Bu güç mücadelesinin; kendisini silahların diliyle ifade etmesi de eşyanın tabiatı gereğidir. Ukrayna Savaşı, bölgesel bir savaşa dönüşme dinamiklerini içinde barındıran Gazze savaşı ve Tayvan üzerinden yaşanacak muhtemel bir çatışma, bunun en yalın işaretidir.
Ulus devletlerin aşıldığı ve gidişatın dünya devletine doğru olduğu yönündeki değerlendirmelere, yeni emperyalizm teorisyenlerinin öbekleştiği her platformda rastlamak mümkündür. Oysa ulus devlet, sermayenin ve üretimin bunca uluslararasılaştığı bir süreçte, emek gücünün ulusal sınırlar içerisinde kalması için bile varlığını koruyacaktır. Çünkü o sınırlar ki, emeğin süper sömürüsü için şarttır. Artı değer sömürüsünün azamileştirilmesi, kar oranlarındaki düşme eğilimi yasasına karşıt yönde gelişen bir hareket olarak ucuz emek gücü, ulusal sınırları gerektirir. Bu anlamda kapitalizmin küreselleşmeyi tamamlayamayacağını, bunun onun sınırı olduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme, neoliberal küreselleşme vb. üzerinden söz kurmaya çalışan devrimci cenaha da yeni emperyalizm teorilerinin sirayet ettiğini söyleyebiliriz. Doğrudan savunmasalar da kadir-i mutlak emperyalist ABD/Batı değerlendirmeleri ile bu zemine düşmekteler. Bu, Lenin’in emperyalizm teorisini, sözde olmasa da özde rafa kaldırmanın bir başka ifadesidir. Oysa Lenin, barışçıl dönemlerle güç ilişkileri bağlamında dünyanın yeniden paylaşımı ve dizaynı için yapılan savaşları iç içe ele alır. Bir emperyalist gücün, ki bu genelde ABD oluyor, kadir-i mutlak güce sahip olduğunu savunmuyorsak, emperyalist kapitalist güçler arası mücadeleyi, rekabeti reddedemeyiz. Ve bunun sonucu olarak emperyalist paylaşım savaşlarının döneminin bittiğini iddia edemeyiz.
Küreselleşme teorileri ve ulus devletlerin aşılması-dünya devletine doğru eğilim üzerine ayrıca yazacağız. Şimdilik konuya kısa bir giriş yapmış; görüşlerimizi, genel hatları ile ifade etmiş olduk.
(Devam edecek…)
Yazının beşinci ve son bölümünde, ilk olarak Marini’nin ortaya attığı alt-emperyalizm teorisi ışığında, Türkiye’nin bölgesel emperyalistliğini ele alacağız.
Birinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (1) – Derya Doğan
İkinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (2) – Derya Doğan
Üçüncü bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (3) – Derya Doğan
[1] M. Aytunç Altay’ın hapishanede yazmış olduğu “Öncesiyle ve Sonrasıyla Kapitalizmin 2008 Krizi” kitabı, sermaye birikim süreçlerini, buna koşut gelişen (elbette hareketin yönü doğrultusunda veya ters yönde etkide bulunan tarihsel, siyasal, coğrafi, kültürel birçok etmenle birlikte) siyasal süreçleri analiz etmede ve günümüz emperyalizminin nirengi noktalarını kavramada güçlü bir arka plan oluşturmaktadır.
[2] İkinci dalga emperyalizm teorileri -özellikle Marksist Bağımlılık teorisi-, en azından yeni sömürge ve bağımlı ülkelerde yürüyen antiemperyalist ve ulusal kurtuluşçu hareketlere, gelişen devrimlere etkide bulunan, ezilen halkların mücadelelerinin önünü açan bir hat oluşturdu.
[3] Öte yandan Harvey’in, “mülksüzleştirme yoluyla birikim” tanımı, ilksel birikimin gerek koşulu olan mülksüzleştirme-proleterleştirme diyalektiğini içermemekle problemlidir. “İlksel birikim, üreticilerin üretim araçlarından kopartılması yoluyla sınıf ilişkilerinde yaşanan dönüşümü ifade eder. Bu, Marks,’ın sermayeyi bir ilişki olarak tanımlamasından da çıkışını alan temel bir kriterdir. Böyle değerlendirilmediği koşullarda, özelleştirme ve mülksüzleştirme hamlelerinin hepsi, hiç ayrımsız “mülksüzleştirme yoluyla birikim” olarak ifade edilir. Aslında burjuva sınıf kesimleri arası ilişki ve çelişkilerin ifadesi olan güç mücadelesi, sermaye birikimi ve tekelleşme eğilimi, bu şekilde tanımlandığında ilksel birikim tanımı flulaşır. Bu, aynı zamanda sınıfsal karşıtlık yerine, burjuva sınıf kesimleri arası çelişki ve güç ilişkilerine gözünü diken liberal reformist bir hatta savrulmaya da yol açar.” (Modern bir ilksel birikim hikayesi: İkizköy’ün zeytinleri – Derya Doğan, https://komundergi12.com/modern-bir-ilksel-birikim-hikayesi-ikizkoyun-zeytinleri-derya-dogan/ )
[4] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Everest Yayınları, sf. 172-3
[5] Metin Özuğurlu’nun 2002 yılındaki tez çalışması: “İşçi sınıfının oluşumu üzerine bir çözümleme çerçevesi: Anadolu’da bir “küresel fabrikanın” doğuşu (Denizli örneği)” bu konuya dair erken dönem yapılan nitelikli çalışmalardan biridir. Çalışma dünyanın farklı coğrafyalarında neoliberalizmle birlikte gelişen ‘küresel fabrika’ oluşumunu konu almaktadır.
[6] Üretici güçlerin gelişimi, devrimci cephe için de birçok fırsat demektir. Kürdistan’da PKK’nin “bilim teknik çağının gerillacılığı” diye ifade ettiği savaş gücünü bu düzlemde değerlendirebiliriz. TC’nin SİHA’ları, KÖH’ün ise Şehit Delal Amed Hava Savunma Gücü var örneğin. Yine Filistin direniş örgütlerinin savaşma kapasitelerini yükselten askeri-teknik gelişimi, 7 Ekim hamlesi ve ABD’nin tüm imkanları ile desteklediği Siyonist İsrail’e karşı sergilediği Gazze direnişi de buna örnektir. Hakeza Yemen güçlerinin, yalın ayaklıların, örneğin 10 bin dolarlık insansız deniz altı ve üstü araçlarla, kamikaze dronlar, kıt kaynaklarla ürettikleri füzelerle uluslararası deniz yolunu rotasından saptıran hamlelerini de anabiliriz. Bu örnekler de devrimci güçler için esinleyici olmalıdır.
[7] Washington Uzlaşması, ABD, IMF, Dünya Bankası ve DTÖ tarafından, 1989 yılında, krizdeki Latin Amerika ülkelerine dayatılan neo-liberal ekonomi politikalarından oluşan anlaşmadır. Daha sonra, krizdeki gelişmekte olan tüm ülkeler için, kredi ve mali yardım karşılığında, şart koşulan neoliberal IMF ve Dünya Bankası programı haline gelmiştir.