Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (5): Türkiye’nin Bölgesel Emperyalistliği – Derya Doğan

Alt-emperyalizm teorisi ışığında Türkiye’nin bölgesel emperyalistliği

Bağımlılık okulu teorilerinde emperyalizm, yeni sömürgelerde iç talebi geliştirmez, bu nedenle az gelişmişlik ilişkisinde bir devamlılık vardır. Orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin gelişim sürecine baktığımızda bile bu teorinin yanlışlandığını görürüz. Marini bu tezi savunmaz. O, iç talep gelişmeksizin de -ihracata dönük üretimi esas alan bir sanayileşmeyle- kapitalist gelişimin sağlanabileceğini savunur. Brezilya örneğini verir. Buradan ilerleyerek, emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik dizgesini açıklayabileceğimiz alt-emperyalizm teorisini geliştirir. Bu anlamıyla Marini’nin Bağımlılık teorileri içerisinde ayrı bir damarı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Onun öncülüğünü yaptığı Marksist bağımlılık teorisi, 21. yüzyılı açıklamamızda elimizi rahatlatacak birçok argümanı verir bize. Bu anlamıyla ayrı bir yere konulmayı hak ediyor.

Marini, alt-emperyalizm teorisi ile emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik diziliminde, piramidin üst sıralarında yer alan gelişkin kapitalist ülkelerin yanı sıra orta derecede gelişmiş kapitalist, geri kapitalist ülkelerin konumunu ve bunu belirleyen etmenleri irdeler. Brezilya’yı 65-70’li yıllarda alt-emperyalist olarak tanımlayan Marini; bağımlı kapitalist ülkelerin hepsinin, aynı torbaya veya piramidin aynı basamağına yerleştirilemeyeceğini savunur. Örneğin o dönem için ağırlıklı olarak ham madde ve tarımsal ürün ihraç eden ve karşılığında sanayi ürünü ithal eden Latin Amerika ülkeleri ile orta gelişmişlikte kapitalist bir ülke olan ve dışarıya sanayi ürünleri ihracı edebilen, pazar ihtiyacı nedeniyle belli bir yayılmacı politika güden, ABD’ye bağımlı olsa da özerk davranabilme kapasitesi ile öne çıkan Brezilya’nın aynı kategoride olmadığını vurgular.

Her halükarda, hem üretken sermaye dolaşımının hem de para sermaye dolaşımının genişlemesi ve hızlanması, yukarıda bahsedilen dünya krizinden [1929 büyük buhranından, nba.] önce geçerli olandan farklı bir uluslararası işbölümü şemasına dayanan yeni bir kapitalist dünya ekonomisini şekillendirmektedir. Gıda ve hammaddelere karşılık imalat ürünlerinin değiş tokuşu ile karakterize edilen basit merkez-çevre modelinin zamanı geçti. Sanayinin giderek daha belirleyici bir rol üstlendiği bir ekonomik gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu, sanayi sermayesi maden çıkarma ve tarım alanlarında genişleyip güçlenirken bile geçerlidir; imalat sanayinin küresel yayılımını ve çeşitlenmesini göz önünde bulundurduğumuzda daha da geçerlidir. Sonuç, kapitalist ülkelerin yeniden ölçeklendirilmesi, piramidal bir hiyerarşiye tabi tutulması ve bunun sonucunda orta ölçekli birikim merkezlerinin -ki bunlar aynı zamanda orta ölçekli kapitalist güçlerdir- ortaya çıkması olmuştur ki bu da bir alt-emperyalizmin ortaya çıkışından söz etmemize neden olmuştur. Aynı zamanda bir entegrasyon süreci olan bu çeşitlenme sürecinin başında hala dünya krizinin ortaya çıkardığı süper güç bulunmaktadır: Amerika Birleşik Devletleri.” [1]

Bu tespiti, Marini ‘70’li yıllarda yapar. TDH’de donmuş olan emperyalizm teorisi ile Marini’nin bu yaklaşımı, tam karşıt yönde bir gelişmenin sonucudur. Latin Amerika’nın devrimci yıllarında, devrimlerin gündemde olduğu bir zaman diliminde, devrimci savaşın önünü açacak bir teorik birikimdir onunkisi. Bu yıllara damgasını vuran Bağımlılık Okulu’nda azgelişmişlik mukarrerattır. Ve zaten bu teorinin en büyük boşluğu da buradadır. Oysa Marini, süper sömürü, eşitsiz mübadele, alt emperyalizm ve devletin dönüşümünü içine alan Marksist bağımlılık bağımlılık teorisi ile bu parantezin içinde yer almaz. Onda emperyalist kapitalist dünyayı karakterize eden hiyerarşik piramit, stabil değildir.

Marini’nin Marksist bağımlılık teorisi, diğer bağımlılık teorilerinde olduğu gibi, çevre olarak nitelendirilen bağımlı ülkelerde kapitalist gelişmenin imkansızlığına değil, değer ve artıdeğerin çevreden sistematik olarak emperyalist merkezlere transferine vurgu yapar. Bağımlı ülkelerdeki sermaye birikim ve yeniden üretim süreçlerini (tarihsel ve yapısal karakterini ve bunun etkilerini gözardı etmeksizin); sınıf, sınıf mücadelesi ve devletin emperyalizmle bağı içerisinde ele alır. Bu bağlamda, örneğin emeğin aşırı sömürüsü; bağımlı ülke tekelci burjuvazisinin/alt emperyalist ülke burjuvazisinin emperyalist merkezlere değer ve artıdeğer transferi nedeniyle uğradığı “kaybı” telafi etmesinin zorunlu sonucu olarak gelişir. Marini’nin emperyalizmi kavrayışında temel yapı taşı emeğin aşırı sömürüsü-süper sömürüdür. Alt-emperyalizm teorisini bu zemine oturtması; en başta sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi ve alt-emperyalist ülkelerde aynı zamanda devrimci isyan ve kalkışma potansiyelinin yüksekliğine işaret eder.[2]

Bir ülkenin alt-emperyalist olabilmesi için, sermayenin organik bileşimi önemli olmakla birlikte, tek başına yeterli değildir. Yeni pazar edinebilecek koşullara; sermayenin üretim ve yeniden üretimini gerçekleştireceği mekansal genişlemeyi -yani yayılmacılığı- sağlayabilecek imkana sahip olması gerekir. Burada alt-emperyalizmin ekonomi-politiğinden bahsetmiş oluyoruz. Sadece ekonomik temel üzerinden tanımlamadığımız gibi tarihsel-toplumsal-siyasal-kültürel arka planla geliştirilen her yayılmacılığın da yeterli olmayacağını vurgulayabiliriz. Ekonomi-siyaset ilişkisinin bu kadar iç içe geçtiği bir dünyada, ekonomi politiğin kavranışı çok daha büyük bir önem arz etmektedir.

Emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşik diziliminde yeni sömürge veya bağımlı ülke tariflemesine tam oturmayan ülkeleri, nasıl niteleyeceğimiz sorusu önemli bir yerde duruyor. Biz bu soruya alt-emperyalizm teorisi üzerinden yanıt aramaya çalışacağız. Bölgesel güç merkezi olan ülkeler, bu konuma ekonomik, siyasi ve de askeri olarak, emperyalist güçlerin ajandaları ile uyumlu bir hat izleyerek gelebilmektedir. Bu, bağımlılık ve özerklik durumunun iç içe olduğu bir konumlanmadır. Her ne kadar bugün yaşanmakta olan küresel hegemonya krizi, emperyalist güçler arası çelişki ve çatışma alanlarından doğan boşluklar; bu ülkelere daha geniş bir hareket alanı sağlasa ve özerklik derecelerini yükseltse de onlar ara güç durumundadır ve kendi başlarına oyun kurucu olabilecek kapasiteleri yoktur.

Tekelci burjuvazi fıtratı gereği; sürekli içeride ve dışarıda, doğal zenginlikten, üretilen değerden, topraktan daha fazla pay kapma arayışındadır ve bunun için gerektiğinde siyasi erkin yol temizliği yapmasını ister; tekelci kapitalist devlet de bunu yapar. Burada tekelleşme eğilimiyle birlikte sermayenin doğasına içkin olan bir durumdan bahsetmiş oluyoruz. Bu anlamda, Yunan sermayesinin de Mısır sermayesinin de Irak sermayesinin de arzusu budur. Ancak arzu başka, güç başka bir şeydir.

Bir ülkenin emperyalist kapitalist sistemin mimarisindeki yerini; sadece ekonomik gelişimine bakarak değerlendirmek, mekanik bir kavrayışın ifadesidir. Türkiye’nin pozisyonu, salt ekonomik olan üzerinden tartışılamaz. Meselenin, ekonomik olana ek olarak tarihsel-yapısal, toplumsal, siyasi, askeri, kültürel, jeopolitik birçok boyutu var. Türkiye bir zamanlar az gelişmiş olsa da bugün asla geri kapitalist bir ülke değildir. Yine bir zamanlar yeni sömürge olan ama bugün asla emperyalizmle ilişkisi sömürgecilik temelinde tanımlanabilecek bir ülke de değildir.

Karşılaştırmalı bir örnek olarak Güney Kore’yi ele alabiliriz. Güney Kore, ekonomik kapasitesi, ürettiği katma değer, GSYİH’nin yüksekliği ile Türkiye’yi ekonomik olarak geride bırakmasına rağmen, siyasi, askeri olarak ABD’yle ilişkileri (bağımlılık derecesi); jeopolitik konumu itibariyle yayılmacı bir strateji geliştirme imkanına sahip olmaması nedeniyle alt-emperyalist kategorisinde değerlendireceğimiz bir ülke değildir. Çünkü özerk davranabilme imkanları oldukça kısıtlı. Türkiye ise hem içinde bulunduğu bölgenin durumu, tarihsel-toplumsal etkileşim düzeyi, ekonomik gücü, ama en çok da askeri ve siyasi gücü ve kapasitesi ile küresel hegemonya krizinin yaşandığı dünyamızda, özerk hareket edebilme imkanları artmış bir ülkedir. Türkiye için, alt-emperyalist veya bölgesel emperyalist tanımları yapılabilir. Alt-emperyalizmi referans alarak; ekonomik güçlerini büyüten, bulunduğu coğrafyada emperyal hedefler doğrultusunda politika güden, işgal hamleleri yapan, siyasi ve askeri olarak bölgeye nüfuz etmeye çalışan Türkiye’yi bölgesel emperyalist olarak değerlendirebiliriz. Özellikle Suriye topraklarında, Rojava ve Güney Kürdistan’da giriştiği sömürgeci işgal hamleleri üzerinden bölgesel yayılmacılığını sivriltmek, karşıtlık eksenini güçlendirmek için bölgesel emperyalist tanımını öne çıkaracağız.

Öte yandan Türkiye’nin ekonomik yayılımı, sermaye ihracı ve ekonomik nüfuz alanları oluşturma çabaları, siyasi etki düzeyi; sadece yakın bölgesi ile sınırlı değildir. Özellikle Afrika ülkeleri ile kurduğu ilişkiyi buna örnek verebiliriz. Bu bahiste Somali[3] ve Sudan’daki askeri üslerini not etmiş olalım. (Türkiye’nin, askeri varlığının olduğu üçüncü Afrika ülkesi Libya’daki konumlanışı ise üs kurmaktan çok daha ileridedir.) Son zamanlarda, Afrika’da, kölecilik ve sömürgecilik geçmişiyle halkların haklı nefretinin hedefi olan emperyalist Batı ülkeleri güç kaybederken -Batı Sahel’de gelişen askeri darbelerin hedefi başta Fransa olmak üzere emperyalist Batı oldu- etki alanını daha da artıran Çin ve Rusya ile birlikte, Türkiye’nin de hareket alanı genişledi. Yine Afrika, Türkiye’nin SİHA ve silah ihracatının merkez üslerinden biri oldu. Ama sadece bu değil, Türkiye, birçok cepheden Afrika pazarına göz dikmiş durumda. Bu nedenle, yakın bölgesinde halkların günü ve geleceğine kan doğrayan bir ülke olarak bölgesel emperyalist olarak tanımlarken, etki ve nüfuz alanını daraltmamak için de emperyalist hiyerarşideki yerini alt-emperyalizm biçiminde ifade edebiliriz.

Neoliberal sermaye birikim rejimine geçişle birlikte Türkiye, uluslararası tekellerin büyük ölçekte yatırım yaptığı ve tekelci burjuvaziyle artan düzeyde ortaklıklar geliştirdiği bir ülke oldu. Küresel üretim ve tedarik zincirlerinin ayrılmaz bir parçası; özellikle son yirmi yılda enerji ve uluslararası ticaretin önemli bir kavşak noktası haline geldi. Tüm bunlar, Türkiye’nin -ki AKP iktidarıyla, hem yönetsel hem de konjonktürel olarak oldukça elverişli koşullara sahip olduğunu da belirtelim- atağa geçmesini sağladı. Bugün ekonomik olarak yaşadığı darboğaz, onun ligden düşmesinin değil, liginin gereklerini yerine getirmede yaşadığı zorlanmalarının sonucudur.

Türkiye, G-20 ülkesi olarak giderek ağırlığı artan bir ekonomik güç ve potansiyele de sahip. Son yıllarda madencilik ve inşaatta sermaye birikiminde sağladığı yükseliş trendi; enerji dağıtımında ve uluslararası ticarette oynadığı rol; askeri-sanayide gösterdiği gelişme ve dünyada en fazla silah ihracatı yapan ülke sıralamasında ilk onda yer alması; uluslararası işbölümünde tekstil gibi ucuz emek gücüne dayalı sektörlerin yanı sıra otomotiv de dahil yüksek teknoloji gerektiren birçok sanayi dalında üretim kapasitesini artırması; uluslararası tekellerle artan ortak yatırımları… ve daha sayabileceğimiz birçok gelişme, Türkiye’nin kabuğunu zorlamasını koşulladı. Küresel üretim ve tedarik zincirlerinin önemli bir halkası olarak, tüketim malları üretiminde kat ettiği mesafe azımsanamaz. Başta TÜSİAD sermayesi olmak üzere, tekelci burjuvazinin emperyalist tekellerle ortak yatırım, işbirliği yaparak yüksek teknolojili üretimde derinleşmesi; konumunun avantajını kullanarak (Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar havzalarının kesişim noktasında olmaktan kaynaklı) dış pazara açılabiliyor olması da alt çizmeyi hak etmektedir.

Yine Türkiye, NATO’nun en büyük ve savaşma kapasitesi yüksek ordularından (40 yıllık bir savaşın içinde pişmiş) birine sahip olması ile de bölgesinde ve kendi liginde öne çıkıyor. Ayrıca Kürt halkına karşı topyekün sürdürdüğü savaş, onun için aynı zamanda bölgedeki işgal saldırıları ve yayılmacı politikalarına bir tramplen işlevi görüyor. Diğer yandan “terör tehdidi” retoriğini de aşan bir yayılmacı hatta yürüdüğünü de söyleyebiliriz. Bölgenin istikrar ve istikrarsızlığından etkilenecek bir güç olarak, ortak inanç ve değerlere sahip olmayı da kullanarak, Libya’ya, Afrika’nın derinliklerine doğru uzanan hamlelerine zemin oluşturuyor. Tüm bunları; son dönemde yaşadığı ekonomik krizle birlikte, hatta yer yer krizi yeniden yapılandırma adımları için fırsata çevirerek sürdürüyor.

2008 büyük buhranı, neoliberal sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanma ve emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesi; bir yanda Türkiye’nin kriz mekaniğini oluştururken bir yandan da ona sıçrama imkanı sundu. Bugün Türkiye’nin yaşadığı kriz, biz biliyoruz ki; aynı zamanda, sıçrama/güç yükseltimi yönünde yaptığı hamlelerde yaşadığı bir tıkanmadır. Ve bu gerilemenin, geriye düşüşün kendisi, mutlak değil göreceli bir gerileme, geriye düşüştür (Oysa yıllardır, her krizden çöküş bekleyen, Türkiye’yi ha battı ha batacak bir ülke olarak değerlendirenler, bu sonucu çıkarmaktadır).[4]Türkiye, hiçbir zaman jeostratejik konumunu bu denli güçlü bir koza dönüştürmemişti. Bu, konjonktürün ona sunduğu bir imkan. Halihazırda mevcut ekonomik düzeyi ile emperyalistlerle bağımlılık ilişkisine son verebilecek durumda değil, ancak endüstriyel kalkınma planlarını gerçekleştirebilecek ve dünya ekonomisi içerisinde konumunu farklılaştırabilecek dinamiklere sahip bir ülke. O, bugün içinde bulunduğu coğrafyanın avantajlarını da kullanarak küresel güç paylaşımında bir ara güç olarak konumlanabilmektedir.

Türkiye’nin alt-emperyalist olarak motivasyonunu oluşturan: 1- Sermayenin kendisini gerçekleştirme sürecinin bir sonucu olarak pazar ihtiyacı, 2- Ucuz hammadde ve enerji kaynaklarına sahip olma ihtiyacı, 3- Yayılacağı ülkelerdeki emek sömürüsüne duyduğu ihtiyaç (Türkiye’nin kendi içinde de bu sömürü mekanizmalarını göçmen nüfus üzerinden sağladığını vurgulayabiliriz.) 4- Beka sorunu haline getirdiği Kürt sorununu, aynı zamanda dört parça Kürdistan’da Kürt halkının kazanımlarını yok ederek, sömürgecilik siyasetini derinleştirerek “çözme” arayışı, 5- Toplumsal/sınıfsal çelişki ve çatışmaların, tarihsel/yapısal çelişkilerle iç içe geçerek yaşanan toplumsal yarılmanın oluşturduğu fay hattındaki enerjiyi; baskı ve tahakküm araçlarıyla kontrol altına almaya çalışırken -Kürt halkı ve ezilen ulusal azınlıklara düşmanlığın yanı sıra- büyük devlet mitiyle geliştirdiği şovenizm üzerinden de egemen sınıfın ihtiyaçlarına altlık yapma çabası … belirleyicidir.

Emperyalizmden görece özerk bir konumlanmaya sahip güçlü bir devlet yapısı olmaksızın bir ülkenin, alt-emperyalist/bölgesel emperyalist olması mümkün değildir. Yine sermaye birikim sürecinde, emeğin süper sömürüsü anlamına gelen despotik emek rejimini örgütlemek; genişletilmiş sermaye üretim sürecini sürtünme oluşturup yavaşlatabilecek yapısal-tarihsel etmenleri, toplumsal, siyasal, kültürel süreçleri sermayenin istekleri doğrultusunda dönüştürmek veya kontrol altında tutmak; artan pazar ihtiyacının bir sonucu olarak yayılmacılığı sürdürebilmek; güçlü, merkezi yapısını daha da yoğunlaştırmış bir devleti gerektirmektedir. Bu yönleriyle ele aldığımızda da Türkiye’nin güç yükseltimiyle birlikte bölgesel emperyalist bir ülke konumuna geldiğini söyleyebiliriz.

Bölgesel emperyalist bir ülke olarak Türkiye, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerden daha büyük bir ekonomik güce sahip olduğu gibi -başta bölgesinde olmak üzere- dünya jeopolitiğine müdahale kapasitesi gelişmiş bir ülkedir. Oyun kurmaya kalkışan, kuramadığında da oyun bozabilen bir ülkedir. Ki oyun kurmasına; yakın zamanda Kafkasya’da güç dengelerini değiştirme potansiyeline sahip hamlelerini örnek verebiliriz. İsrail’le birlikte Azerbaycan’ı destekleyerek başlattığı Karabağ savaşı ve akabinde Azerbeycan’ın Karabağ (Artsakh) işgali, öyle basit bir hamle değildir. Bu, enerjide ve küresel ticaret yollarında alternatif oluşturma yönlü stratejik bir adımdır. Oyun bozan rolüne de Libya’daki varlığı, etki gücü örnek olarak verilebilir. Diğer yandan Türkiye; dünya pazarında hala oldukça geriden gelen konumu, içinde bulunduğu ekonomik kriz, emperyalist Batı ile bağımlılık ilişkilerinin derinliği vb. üzerinden bir geçiş ülkesidir ve bağımlılık ilişkilerini bir bütün olarak kopartabilmesi mümkün değildir.

Türkiye’nin son üç yıldır kimi hamlelerinde boşluğa düşmesi ve yaşadığı ekonomik kriz üzerinden TDH içinde, bırakalım onu bölgesel emperyalist bir güç olarak değerlendirmeyi; batmakta olan bir ülke pozisyonunda değerlendirenler çoğunluktadır. Bu analiz düzeyinin, oldukça problemli olduğunu düşünüyoruz. Diğer yandan alt-emperyalizm kategorisi, geçişliliği de içinde barındıran bir kategoridir. Bölgesel emperyalist bir güç olarak sabitlenip sabitlenemeyeceğini, krizinin derinleşmesiyle konum kaybı yaşayıp yaşamayacağını bilemeyiz. Ancak Türkiye, ekonomik yönden sıkışmışlığını jeostratejik önemi, emperyalistler arası güç ve hegemonya mücadelesinin ona açtığı fırsat kapılarını değerlendirerek dengelemeye çalışıyor. Emperyalistler arası kapışmanın, vekil güçler üzerinden savaşlarla sürdüğü bir coğrafyada, tehlike ve fırsatlar hep iç içedir. Türkiye, Ukrayna savaşından olduğu gibi Filistin direnişini bir üst düzeye çıkaran Gazze savaşından da alabildiğine yararlanarak, bölgede emperyal hayallerini gerçek kılmanın arayışı içerisinde. Ve bunun altı boş bir arayış olduğunu da kimse söyleyemez. Bugün yaşanmakta olan -deyim yerindeyse- “bölgesel rejim krizi” ve bölgeyi yangın yerine çeviren savaşlar; ona ekonomik darboğazını aşma imkanı sunduğu gibi aynı zamanda güç yükseltimi için de fırsatlar sunuyor. Türkiye’nin gücü ve güçsüzlüğü, iç içedir. Bu, bir ikilik değildir; gerçekliğin çelişkin doğasına uygundur. 3. Dünya Savaşı’nın ön gününde olduğumuz bir dönemde (veya yarın sonuç üzerinden baktığımızda, belki de 3. Dünya Savaşı’nın içinde olduğumuzu söyleyeceğiz), küresel hegemonya krizinin savaştan başka çözüm yolunun kalmadığı bir kesitte, özerk hareket edebilme kapasitesi artan bir ülkeden bahsediyoruz.

Türkiye gibi bir ülke için, ekonomik krizle (ve ayrıca siyasi, toplumsal, kültürel krizle) başa çıkmanın en gerçekçi yolu, dışa açılımdır. Sermaye birikim sürecini (sermayenin kendisini gerçekleştirme döngüsünü) yurtdışını da içine alarak gerçekleştirmektir. Yayılmacılığını tetikleyen etmenlerden biri de budur. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu organik krizi gerekçe göstererek onun alt-emperyalist konumunu tartışmalı bulanların kavramadığı da budur. Oysa bugün Türkiye’nin yaşadığı kriz, tekelci kapitalizmin, ekonomik, siyasi, askeri olarak dışarıda imkan yoklamalarına daha fazla ihtiyaç duyması anlamına gelir.

Alt emperyalist bir ülkeyi tanımlayacak bir özellik de onun dışa dönük ilişkisini belirleyen tahakküm arayışı ve tabiiyet ikiliğidir. Marini Brezilya ile ABD’nin ilişkisini “antagonistik işbirliği” terimi ile ifade eder. Bu tanım Türkiye ile Batı emperyalizmi arasındaki ilişkiyi tanımlamak için de elverişli bir kavramlaştırmadır. Dünya ve bölge konjonktürü; Türkiye’nin başta ABD olmak üzere emperyalist Batı ile ilişkisini de belirlemektedir. Bu ilişki; çelişkili, uzlaşmaz ve ama işbirliğini de (bağımlılığı da) vazgeçilmez kılıyor. Türkiye’nin emperyal yayılmacılığının yanı sıra emperyalist merkezlerle kurmuş olduğu ilişki, bu yayılmacılığın ardı sıra tabiiyet ilişkisinin gerekleri doğrultusunda alınan pozisyon, bu ikiliğe işaret ediyor. Bugün özerk alanının genişlemiş olması ile birlikte tabiiyet ilişkisinde bir zayıflama beklemek gerekirken, Türkiye’nin yaşamakta olduğu ekonomik darboğaz, onu tersten etkiliyor. Diğer yandan bölgesel gelişmeler, 3. Dünya Savaşının ön gününde olduğumuz bir dünyada, bu ilişki üzerinde -birbirini kesen veya karşıtlaşan- birçok değişkeni, tabloya dahil ediyor.

Sonuç yerine

Teorik-siyasal bir belirleme, sınıf mücadelesinde nasıl konumlanacağınızı belirler. Nesnel gerçeklik değil de ideolojik şablonlar temelinde yapılan belirlemeler ise sizin gerçeklik algınızdaki çarpılmaya işaret eder. Bunun hayat karşısında hükmü olmayacağı gibi kitlelere inandırıcı da gelmez. Biz, nesnelliği sınıf gözüyle okuyabilmeli ve nasıl mevzileneceğimize odaklanmalıyız. Tam da bu nedenle, düşman algısını oluşturacak bir kavramlar seti oluşturmamız, sınıfsal/siyasal varoluşumuzun bir gereğidir. Bunları, TDH’nin Türkiye’yi hâlâ yarı sömürge, yeni sömürge, (hadi değişim az buçuk görülmüş olsun) mali-ekonomik sömürge, ABD’nin maşası/uşağı vb. biçiminde yaptığı değerlendirmelerin artık boşluğa düştüğünü vurgulamak için yazıyoruz. Antiemperyalist mücadelenin dinamikleri ve muhtevası değişmiş olmasına rağmen hala ezber cümlelerle hareket eden yapılar, antiemperyalizm adına anti Amerikancılıkla sınırlı ve bu nedenle ulusalcı bir mücadele hattına savrulabiliyor. Ya da gerçeklik ile paradigma uyumsuzluğunun bir sonucu olarak, siyasal tutum belirleyemiyor; emperyalizme ve antiemperyalist mücadeleye dair cümle kuramaz hale geliyor. Oysa güçlü bir antikapitalist referansla yürütülecek bir antiemperyalist mücadele, günün yakıcı sorunudur. Öte yandan Türkiye somutluğunda antiemperyalist mücadele; sadece emperyalist kapitalist güçlere karşı mücadele olarak daraltılamaz. Bölgesel emperyalist karekteri nedeniyle Türkiye’ye karşı da yürütülmeli; onun bölgedeki işgal hamlelerine, yayılmacı çizgisine karşı bir mücadele stratejisi olarak da gelişmelidir. Bu, ittifak politikasından devrim stratejisine, bölgesel devrim dinamiklerinden sınıfsal mevzilenmeye, işgal ve yayılmacı politikaların hedefi olan bölge halkları ile (aynı düşmana vurmaktan gelen) mücadele birliğinden enternasyonal mücadeleye kadar birçok konunun yeniden ele alınmasını şart koşar.

Günümüz emperyalizmi üzerine hazırladığımız bu yazının meramı, genel bir çerçeve çizmek, sorun alanlarına işaret edip tartışma zemini oluşturacak ön düşünceleri koymaktır. Yazının birçok eksik parçası olsa da verimli bir tartışma için yeterli olacağı kanısındayız. Çalışmaya, tablodaki yedi yanlışı bulmaya ayarlı -ki mutlaka bulunur, çünkü vardır- bir tarzla değil, emperyalizm teorisinin güncellenmesine katkı yapacak, devrim programımızı geliştirmeye hizmet edecek bir eleştirel değerlendirme ile yaklaşılması umudu ve dileğiyle…

Şubat 2024

***

Birinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (1) – Derya Doğan

İkinci bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (2) – Derya Doğan

Üçüncü bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (3) – Derya Doğan

Dördüncü bölüm: Günümüz Emperyalizmi Üzerine Ön Düşünceler (4) – Derya Doğan


[1]  Marini, http://www.marini-escritos.unam.mx

[2]  Alt-emperyalist ve değer transferinin (eşitsiz mübadele yoluyla) emeğin aşırı sömürüsüyle telafi edilmesi arasındaki diyalektik ilişki, zayıf halka tespitine de bağlanır. Bu çalışmada kısaca değinip geçtiğimiz bu konuyu, Türkiye’yi emperyalist zincirin zayıf halkası haline getiren dinamikler bağlamında ayrıca işleyeceğiz.

[3]  Türkiye’nin Somali’de, 2017 yılından bu yana, en büyük denizaşırı (kara ve hava gücünden oluşan) askeri üssü bulunuyor. Şimdi buna, 8 Şubat 2024’te Somali ile imzaladığı savunma ve ekonomik işbirliği anlaşması da eklendi. Bu anlaşma gereği Türkiye, 10 yıl boyunca Somali’nin tüm deniz kıyı şeridinin güvenlik ve ekonomik süreçlerinden sorumlu olacak. Kızıldeniz’in jeopolitik önemi göz önünde bulundurulduğunda, bu hamlenin öyle basit bir hamle olmadığı anlaşılacaktır.

[4]  Türkiye’de bugün şovenizmin yükselişine yol açan iki damar var: İlki bilindiktir, Kürt halkına ve ezilen ulusal azınlıklara düşmanlık temelinde yükselmektedir. İkincisi ise özellikle 2008 krizi sonrası oluşan fırsat kapısını da değerlendirerek bölgede edindiği konum, yeni Osmanlıcılık hayalleri doğrultusunda attığı adımlar ve bu temelde oluşturulan “büyük devlet” mitidir.