Bu çalışma esas olarak şiddetin evrensel tarihi içinde hakikat ve gerçek arayışının geldiği nokta üzerine bir denemedir.
Post-truth dönem!
“Dünyada 5 milyar kişi internet kullanmaktadır. Bunların yüzde 80’inin sosyal medya hesabı da vardır. 1 dakika içinde dünyada 50 milyon WhatsApp mesajı atılmakta, 350 bin İnstagram hikâyesi paylaşılmakta,350 yeni Twitter hesabı açılmakta, 150 bin Facebook fotoğrafı gönderilmekte ve 210 bin Zoom toplantısı yapılmaktadır” (Dergi Park – 2020)
“Veriye dayalı iletişime yönelik devrimci yaklaşımımızın seçilen Başkan Donald Trump’ın olağanüstü zaferinde bu kadar belirleyici bir rol oynamasından kıvanç duyuyoruz” (Türkiye seçimlerinde İletişim Başkanlığı’nın görüştüğü iddia edilen Cambridge Analytica isimli şirket)
Günümüz seçim kampanyaları tüm dünyada artık enformasyon savaşları şeklinde cereyan etmektedir. İşte Trump ilk Twitter başkanı olarak demokrasi tarihine adını yazdırmıştır! Ülkemizdeki son seçimlerde sayım esnasında Anadolu Ajansı’nın açıktan psikolojik savaş yürütmesi, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ile sürekli iletişim halinde organize olması vb. türlü usulsüzlük ve hilelerle geçen bir seçim olmuştur. Erdoğan’ın yarım puanla başkanlığı kaçırmasına rağmen buna sessiz kalması ve adeta mevcut durumun üzerine yatması gerçekten de üzerinde durulması gereken bir davranış olmuştur. Bunu sadece kaybedeceği aşikâr olan bir despotun kazandığı anda soğukkanlılığını yitirmemeye çalışırken ki kendini ele veren derin bir oh çekişi ile tasvir edebiliriz. Balkon konuşmasında hal ve hareketlerine ve yüzüne yansıyan budur. Gözlerden kaçmış olabilir ama gerçek resim budur. 21 yıllık iktidarında oluşturduğu toplumsal bağa olan güveninin enformasyon teknolojisinin “ufak dokunuşları” ile desteklenmesi ona biraz soğuk ter döktürse de kazandırmıştır. Oğan, Fatih Erbakan, Destici gibi merkezkaç küçük faşist güçlerin kendi tarihsel ve güncel kaynaklarına, yani Fatih’in babası Erbakan’a, Destici’nin Muhsin Yazıcıoğlu’na, Oğan’ın Ümit Özdağ’a ihanet ederek ve bunlara HÜDAPAR’ın eşlik etmesiyle oluşan büyük faşizm ittifakı çok ciddi bir enformasyon savaşının eşlik ettiği, seçim sosyolojisinin allak bullak edildiği bir gece yarısı operasyonuyla ilk turu geçmiştir.
Burada söz konusu olan “yeni bir gerçekliğin” icat edilmesidir. Yalanın, fesatın, hilenin muazzamlaşması, büyük olgu ve olaylar üzerinde oynanan bir siyaset felsefesine dönüştürülmesidir. Başarının sırrı buradadır. Arrendt’in Hitler çözümlemesinde dediği gibi, yalanlar ve hile ile gerçek dünyanın yerine kurgusal bir dünya kurulması ve tüm gerçek olguların yerini icat edilen yeni gerçekliğin alması.
Burada belirleyici olan gerçeği ve hakikati anlatan argümanlar değil, daha akıllı algoritmalardır! Geçmiş on yılların o görece sakin, sonuçlarından ciddi şüphe duyulmayan, mantıksal tutarlılığa sahip (sosyolojik olanın sayısal sonuçlara doğru şekilde yansıması) seçim kampanyalarını ve sonuçlarını görmek artık neredeyse imkânsızdır. Rakipler seçimi seçimden önce garantilemek için dijital medyayı, enformasyon teknolojilerini sonuna kadar kullanmaktadırlar. Gizli oy açık sayım tarihin çöp sepetine atılmıştır. Temsili demokrasinin geldiği nokta seçim sosyolojisi ve stratejik oyların öneminin arttığını, sandık güvenliğinin her zamankinden daha önemli olduğunu, “karşı-enformasyon” teknolojilerinin geliştirilmesi gerektiğini göstermektedir.
İlk kez 1992’de kullanılan “post-truth” sözcüğünün (doğruluk ve ya hakikatin önemsizleşmesi) dünyada yaygın şekilde dolaşıma girmesi 2016 yılının sonlarında Oxford sözlükleri tarafından yılın sözcüğü seçilmesiyle gerçekleşmiştir. İstatistikler bu kavramın 2016’da 2015’e göre yüzde 2000 arttığını bunun nedeninin de İngiltere’deki Brexit referandumu ve Trump’ın kazandığı ABD seçimlerinde “kamuoyu oluşturmada” sosyal medyanın etkin bir hileli yönlendirme aracı (manipülasyon) olarak kullanılmasından kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Son 10 yılda insanlığın ciddi bir sınavdan geçtiği küresel olaylara şahit olduk. Metropol merkezli meydan işgalleri, Arap halklarının ayaklanmaları ve karşı devrimleri, Brexit, Trump’ın zaferi, İklim değişikliğinin bilimsel verilerinin önemsiz kılınması, Pandemi ’de modern sınıfların bile içinde olduğu bilim karşıtlığı, göçmenlerin düşman ilan edilmesi, NATO’nun Ukrayna üzerinden doğuya genişleme ısrarı ile çıkan savaşın tüm dünyada dengeleri sarsması ve Rusya ve Çin’in ”totaliter ülkeler” olarak damgalanması, ülkemizdeki son seçimler tüm bunların dünya kamuoyuna kabullendirilmesi; dijital medyalar üzerinden olguların bir kenara bırakılıp duyguların kışkırtılması ile yalan siyasetiyle, gerçeklerin bükülmesiyle ve hakikatin anlam yitimine uğratılmasıyla gerçekleşmiştir.
Bilgi, teknoloji ve iletişimin en zengin olduğu, aynı oranda gerçeklerden kuşku duyulmasının da en yaygın olduğu tarihin bu döneminde, karşımızda açılan kapı, daha çok bilgi, teknoloji ve iletişime rağmen daha az içerik ve daha az anlamdır. Alabildiğine dar bir emperyalist tekelin elinde merkezileşen bilimsel bilgi milyonlara yeni bir ortaçağı ve modern paryalaşmayı dayatabiliyor.
Dijital kapitalizmde insanlar geçmişe nazaran kendilerini daha özgür hissettiklerini söyleseler de, tam da bu nedenle yeni enformasyon rejiminin tutsağı olmuşlardır. Çünkü yaşadıkları özgürlük dijitalin kontrol ve gözetimi altındaki filtrelenmiş bir özgürlüktür. Kaldı ki, dijitalize olmuş kapitalizm özgürlük ve gözetimin kesiştiği noktada başlamaktadır. Dijitalin egemeni veriyi tüketen ve üreten bireye her hangi bir dışsal zorlamada bulunmamaktadır. Özgürlük yanılsamasını yaratan budur. Gerçek (analog) hayatta bulamadığını ya da gerçekleştiremediğini dijital ortamda ona sunmaktadır. Neoliberal egemenliğin egemenlik ilkesi tam da burada gizlidir.
Carl Schmitt’in ünlü egemenlik önermesini burada hatırlatırsak; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra “Olağanüstü hale karar veren kişi egemendir” demişti. Ölümüne yakın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise “Uzaydaki dalgaların kullanımına karar veren kişi egemendir” şeklinde fikrini geliştirmişti. Günümüzde bu soyutlamayı ağ üzerinde enformasyona karar veren kişi egemendir şeklinde güncellemek mümkündür. (Byung-C.Han – Enfokrasi kitabı)
Hakikat ‘doğru’da yürümektir
Burjuva ideolojilerinin “hakikat libası” giydiği günümüzde insanlık en çok ne ile sınanmaktadır?
Hakikatin kum taneleri gibi her yöne saçıldığı bir dünyada “doğruda yürümenin” alabildiğine zorlaşması insanlığı hedefleri konusunda karmaşık sorunlara muhatap kılmakta, yönünü bulmasını zorlaştırmakta, nerdeyse her gün yeni sınanmalarla yüz yüze gelmesine neden olmaktadır.
Hakikat felsefi bir yapı olmanın ötesinde insanların bir arada yaşamasını kolaylaştıran sosyolojik bir yapıdır. Adeta bir çimentodur. Bu anlamda toplumların varoluşsal temellerinin başında gelir. Hakikat adaletin terazisi, eşitliğin ölçüsü, özgürlüğün bilimsel gerekçesidir. Adalet, eşitlik ve özgürlük hakikatin içeriğidir. Hakikate ulaşma mücadelesi adalete, eşitliğe ve özgürlüğe ulaşma mücadelesidir. Hakikati içinde güven duyulan istikrarlı bir durum yapan budur. Gerçek mücadelelerle elde edilmiş olması. İnsanın zihinsel sağlamlığının zaman içinde pekişmesini sağlayan şeydir hakikat.
Hakikatin enformasyondan çok farklı bir zamansallığı vardır. Dijital dünya çok kısa bir güncellik aralığına sahipken hakikatin kendine özgü bir ışığı vardır o da tarihselliğidir, geri dönülmez, tartışılması abes, dik başlı, kararlı bir tarihselliğin meyvesi olmasıdır. Böylelikle yaşama istikrar kazandırır. İnsanlığa dayanak sağlar. H. Arrent’e göre hakikat varlığın sağlamlığına sahiptir.
İnsanlık ilk çağ filozoflarından beri hakikatin peşinden koşmadı mı? İnsanı insan yapan tartışmasız en gerçek olgu bu değil mi? Tüm ilahi dinlerin, heterodoksinin ve toplumsal mücadelelerin gerekçesi hakikate ulaşmaktı. Tüm peygamberlerin ortaya çıkışında, köle ve köylü isyanlarında, modern devrimlerde ulaşılması gereken hedefin ta kendisi bu idi. İnsanlığın bugün böyle bir hedefi var mıdır? Sokaktaki insana bu soruyu sorduğunuzda günlük kısa vadeli hedefler dışında bir şey duymayacağınızdan emin olabilirsiniz. Hatta soruyu sorduğunuz o an bile akıllı telefonunu kurcalamaya devam edecektir.
Güney Afrika, Aparheid rejimi çöktükten sonra Nelson Mandela boşuna “Hakikatler Komisyonu” kurmamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın Nazi yargılamalarında H. Arrent’in Nazi ideolojisinin nasıl Alman toplumunu sarmaladığına dair gözlemleri “Kötülüğün Sıradanlığı” şeklinde hakikatin en özgül analizlerinden biriydi. Yine devrimci psikiyatrist Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” sömürgeciliğe karşı “ilk kurşun” teorisi ile sömürgeciliğin sömürge zihninde kurduğu köle bilincine vurduğu neşter ile Cezayir halkı için hakikatin yolunu açmış ve ulusal kurtuluş ancak böyle mümkün olmuştu. Ve A. Öcalan’ın da barış sürecinde aynı talebi olmuştu, önce hakikatler konuşulsun, bunun için bağımsız gözlemci heyetler kurulsun demişti. Verilen örnekler bilinçlidir, hakikat mücadelesinin ne denli meşakkatli olduğunu gösteren tarihsel olaylardır.
Islak imzanın karşısında kapitalizmin ara yüzü: Dijital dünya
Bugün kas ve sinirin karşısında dünyayı algoritmalarla düzenlemeye çalışan, üretici güçleri enformasyon teknolojisiyle donatan dijitalize olmuş bir kapitalizm vardır.
Bir yazar dijital fotoğrafçılık için “hakikat olarak olgusallığı yok eder, var olmayan yeni bir gerçeklik üretir” (Byung C.Han – Enfokrasi) derken, neyi anlatmak istemektedir? Zaman zaman eski albümlerden çıkarıp baktığımız siyah beyaz fotoğraflar ya da analog fotoğrafçılık bize gerçekten orada olanı gösterir. İnsanların oradaki varlığını tasdik eden bir görüntüdür bu. Adeta ıslak bir imzadır. Ara Güler’in ya da Brezilyalı Salgado’nun fotoğrafları gibi.
Oysa dijitalleşme yeniden biçimlendirilebilir ve maniple edilebilir özelliğiyle olgusallık ve hakikatle taban tabana zıttır. Analog fotoğraflara güveniriz. Âmâ dijitale her zaman şüphe ile yaklaşırız. Analog olgusal sağlamlığa sahiptir ama dijital oynaktır, hızla şekil değiştirebilir. Analog insanın ta kendisi ise dijital medya “profil sahibi”, “kullanıcı” ya da “içerik üreticisidir”! Analog ile dijitalin bu denli kopuşması insanın günümüzdeki ahlaki-psikolojik-kültürel hatta ideolojik çözülüşünün nedenlerinden biridir. Bu yaklaşımda elbette “hiç mi yararı yok” denilerek kaba teknoloji düşmanlığı şeklinde dijital medyanın tam karşıtı pozisyona düşmek riski var ama analog, dünya insanlığının gerçek hikâyesidir ve algoritmik kara kutunun onu yok etmesine asla izin verilmemelidir. Kas ve sinir eski değil, eskimeyen dünyaya aittir ve öyle kalmaya da devam edecektir.
Seyirciler, aktivistler ve gladyatörler
Eskiden özgürlük bastırılırdı şimdi ise enformasyon teknolojileriyle sömürülüyor! Özgürlük, “karşıtı ile” tanımlanır olmaktan çıkıyor, dışsal baskıları yok sayan, kişisel tutumlarla değişkenlik gösteren, derinliği olmayan, sadece “fikir” düzeyinde bir soyutluk halini alıyor. İlk anda belki ters gelebilir ama bastırmak özgürlük ve hakikati diri tutar, sömürmek ise ölüm döşeğine yatırır ve yavaşça öldürür.
İsyan bugün sistemden memnun olmayanların sahada mücadele edenleri takdir ederek tatmin olması ile sınırlıdır. “Like” tuşuna basmak, sosyal medyada destek grupları oluşturmak yeterli gelebiliyor. Toplumlar özgürlük seyircisi, mücadele edenler ise adeta gladyatörlerdir. Toplumsal heyecan sadece tribünlerdedir. Burada en büyük tehlike toplumların özgürlük algısının tamamen değişmesidir. Hakikat çarpıtıcılığının geldiği en can alıcı nokta burasıdır.
Toplumsal eylemlere katılan kimi “aktivistler” için bile olayın kendisi yarına kalmadan sönümlenen anlık tatmin duygusu düzeyindedir. Post Modern süreksizlik sol ideolojileri de pençesine almıştır. Solcular toplanmakta ve bir sonraki eylemde yeniden buluşmak üzere sözleşip dağılmaktadırlar. “Farkındalık” sözcüğünü en çok kullanan kesimler özgürlük mücadelesini en çok rehabilite edenlerdir. Bunlar sol aktivistlerdir. Farkındalık, örgütsel sürekliliğin yerini almıştır. Meydanlara çıkmak bir istek, deneyim ve heyecandır; kavganın hakkını vermekten uzaktır bu psikoloji. Mücadele bilinci zayıftır. Örgütsel formdan yoksundur, hatta bunu daha en baştan dışlamıştır.
Seyircilerin sahaya inmediği, aktivistlerin örgütlenmeye direndiği, gladyatörlerin devrimci öncülüğü yaratamadığı koşullardan geçtiğimizi bir an olsun unutmayalım!
Gönüllü kullukta yeni aşama: Efendisiz kölelik
Dijital medya bugün olguların ve olayların somutluğunu kaale almayan, insanların olgu ve olaylar hakkındaki kanıtlanmış, bilimsel nesnel gerçekler konusunda sorumsuzca, canlarının istediğini söyleme özgürlüğünü teşvik eden ve bu şekilde hakikatin altını oyan en büyük ideolojik güç konumuna gelmiştir. Putin’in akıl danışmanı Alexander Dugin’in dediği gibi (bazıları ona “Putin’in Rasputin’i” diyor) “hakikat bir inanç meselesidir, olgular diye bir şey yoktur”.(!)
İşte buna “post-truth” dönem deniliyor. Kamuoyunun nesnel olgulardan ziyade kişisel duygu ve inanışlar tarafından belirlenmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Olgusal veri kullanımı ve rasyonel akıl yürütmenin toplumsal yaşamdan kovulmasıdır bu.
Gerçeğin böylesine eğilip bükülebildiği ve buna en içten şekilde inanılabildiği, dahası yeni düzenin adı olarak meşrulaştırıldığı koşullarda elbette hakikatin de bir önemi kalmayacaktır. İrrasyonel olanın nesnel olgulardan daha fazla taraftar bulduğu zamanlardayız. Hakikat yerine “makul” kavramı daha tercih edilebilir olmuştur!
Hakikat ile ilgili en önemli değişiklik, “kitlelerin kendi önyargılarına, görüşlerine ya da kanaatlerine uyumlu olduğu sürece, yalanların yalan olduğunu bilse dahi, onları hakikatmiş gibi kabul etmesidir.” (Yalın Alpay – Yalanın Siyaseti) Yalanlara alıştırılmış bir toplumsal gerçekliğin içindeyiz. Goebbels’in “Yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar ederseniz, sonunda halk buna inanır” propaganda taktiği bugün dijital medyanın, burjuva siyasetçilerin, faşistlerin düsturu olmaya devam etmektedir. Sonuçta yalanlara alıştırılmış toplumlardan hakikatleri umursaması ne kadar beklenebilir? Doğruda yürümenin ideolojisi bu anlamda sadece sarsıcı sözlerden ibaret olamaz. İnsan vücudunda acı ve sıcaklık hissettirecek bir metal özelliğinde de olmalıdır ki, bu ters dönmüş zihin, aklını başına alsın, şu çarpık yürüyüşünü düzeltebilsin.
Hasan Sabbah yüzyıllar önce “Hiçbir şey gerçek değilse, her şeye izin verilmiştir” derken günümüzü de aydınlatan dâhiyane bir öngörüde bulunmuştu. Yani gerçeğin olmadığı yerde insan da gerçek değildir, sadece ruhsuz bir kütledir geriye kalan. Ya da sürü!
Bilindiği üzere “gerçek” zihinden bağımsız nesnel varlıklar iken, “hakikat ” ise, nesnel gerçeklerin zihinde yansımasıdır. Bu anlamda gerçek somut, hakikat ise soyuttur. Kant’ın deyimiyle, hakikat bilgisinin, nesnesine uygunluğudur. Özünün gerektirdiğini yerine getiren her şey hakikidir.
Post-truth çizgi gerçeği hakikat gibi hakikati de gerçekmiş gibi sunar. Böylece hem düşünceyle nesnesi arasındaki uygunluk bozularak hakikate ulaşmanın yolları kapatılır. Hem de nesnel gerçekliğin elle tutulur gözle görülür somutluğu tartışmalı hale getirilerek gerçekler bükülür.
Örneğin şu sokak röportajında AKP’li seçmen kadın, “Sonuna kadar Reis, Neler yaptı neler… 25 sene önceyi hatırlamazsınız siz. Doktorlar bizi azarlardı ama ya şimdi! Şu an biz onları beğenmiyoruz, artık doktor dövebiliyoruz, böyle bir rahatlığımız var bunun ötesi mötesi yok” derken hiçbir kamusal sorumluluk duygusu duymamakta, tüm toplum için zaruri olan sağlık hizmetinin yararlarını bildiği halde bir nefret söylemi ile karşımıza çıkmaktadır. Kendi yararına olan bir toplumsallığı aşağılamakta, çok rahat bir şekilde hakaret edebilmektedir. Bunun tekil bir olay olmadığını da biliyoruz. İşte en büyük şiddet budur. Öznenin hakikat ile bağı kopmuştur. Gerçeği büküp maniple eden sosyal medyanın ele geçirdiği bir beyindir konuşan aslında. Egemeni bile bu kadar ileri gidemezken, bu nefret söylemiyle onu bile korkutabilmektedir. Şiddetin evrensel tarihinin geldiği nokta budur! Efendisiz kölelik! Efendisini aşan, onun yüreğine bile korku salan bir şiddet arzusu. Algoritmik kara kutu şiddetin evrensel tarihinde “gönüllü kulluk” ta yeni bir aşamadır. ABD’de köleliğin kaldırılmasından sonra “Bizi azat etmeyin, halimiz nice olur, biz böyle yaşamaya razıyız” diyerek toprak sahiplerinin kapısına dayanan kimi köleler vardı. Günümüzdeki durum bunu da aşıyor. Gönüllü kulluk sahibini ısırıyor onu tehdit ediyor!
Geleceği geçmişten kurtarmak
Her şeye izin verilmiştir! Sorumsuzluk, hazcılık, “kötülüğün sıradanlaşması”, kulluğun övgüye değer bulunması, özgürlüğün her birey için “kendine göre olanının” en doğru seçenek olduğu, astronominin yerini astrolojinin alması, bedenin arzu nesnesi olarak metalaşması, nihilizmin marjinalize olmaktan çıkıp toplumsal bir karaktere yükselmesi, benlik ve kendilik kültünün yüceltilmesi, kültürel muhafazakârlığın hızla büyüyen bir tipoloji olması, mafyanın bir kesiminin “devletin yanındaki mafya” olarak tescil edilerek TV dizileri ve sosyal medya ile meşrulaştırılması… Ve en kötüsü salgınlar, doğal felaketler ve ekonomik yıkımlar karşısında devlet elitleri ve sermayedarların karlarına kar katarken kahkahalarla gülmesine izin verilmiştir!
Gerçeklik buysa hakikat mücadelesi aynı zamanda ve elbette neo-feodalizme, dünyanın yeni orta çağına karşı bir mücadele alanı olacaktır. Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak 21. yüzyıl devrimciliğinin en ayırt edici meselelerinden biri olacaktır. 20.yüzyıl devrimlerinin anti-feodal görevi toprak sorunu idi. Günümüz neo-feodalizmi kendini modern kapitalist ilişkiler içinde dijital formda yaşatan bir üst yapıdır, onun artık eski mülkiyet ilişkileri ile bağı kalmamıştır. Nihayetinde eski dünyayı, dijital formlarda yeniden üreten tekelci kapitalizm bugüne kadarki en tehlikeli biçimini almıştır.
Post-truth toplumun çelişkisidir bu: Toplum enformasyonun tutsağı olmuştur. Kendi kurduğu irrasyonel düşüncelerle kendi kendisini prangaya vurmuştur. “Dijital hapishane şeffaftır”. (Byung C. Han, age) Bu şeffaflığın arkasındaki algoritmik kara kutu ise bu şeffaflığın ne kadar saydam(!) olduğunu gösteren asıl güçtür. Bugün devrim düşüncesini zayıflatan onca neden sayılabilirse de en son akla gelen “like tuşu” belki de en üst sıralarda sayılması gerekenler arasındadır. Bağımlılık derecesindeki beğenilme arzusu en ciddi karakter aşınmalarının başında gelmektedir bugün.
Hakikatli, kanlı, canlı insanın yerinde artık enformasyon rejiminin profil sahipleri vardır. “Kullanıcılar” ya da “içerik üreticiler”, post-truth dönemin insanları bunlardır. Dijital dünya geçmişin analog dünyasını galebe çalmıştır! Eğer analog dünya bizim için vazgeçilmez ise, insanlığın ve doğanın kurtuluşu buna bağlıysa, dijital dünya sınıf savaşının en temel mücadele alanlarının başında gelmektedir.
Analog dünya: Sınanmalarla oluşan ve hiç eskimeyen dünya
Tarih bugüne kadar istisnasız toplumların büyük sınamalar karşısında kendini yeniden ve yeniden var etmesiyle maddi temsilini bulmuştur. Tarihin dinamiği budur. Tarih ve doğa daima büyük insanlık âleminin sınamalar karşısında verdiği mücadelelerin konusu olmuştur.
Sınanma yeri gelmiş her türlü iklimde ve doğa güçleri karşısında hayatta kalmanın aletlerini bulmuş, sığınaklarını inşa etmiş, yeri gelmiş hayvanları ehlileştirmiş, yeri gelmiş neolitik ve tarım devrimi olmuş, sonra barbar akınları ve köle isyanları olmuş ve nihayetinde ilk kentleri kurarak modern devletli uygarlığa geçişin sınanması olmuştur. Burada her sınanmanın doğru ve iyi olduğunu söylemiyoruz elbette. Başarı ve başarısızlıkların birbiriyle iç içe olduğu bir tarihsel oluştur bu. İlkel sınıfsız toplumlardan sınıflı toplumlara geçtikten sonra ortaya çıkan devlet ve egemen zümreler sınanmanın ilkel komünal dönemdeki doğal zekâ ve fiziksel başarılarını kendine mal ederek bu başarı öyküsünü ilerleyen dönemlerde tersine çevirmiştir. Böylece Engels’in “bu soy örgütlenmesi ne hayranlık verici bir yapı” diyerek övgüler düzdüğü ilkel komünal toplum, insanlığın ilk ve son özgür toplumu olarak kayıtlara geçmiştir. İnsanlığın sonraki hikâyesi kaybettiği özgürlüğü yeniden kazanma mücadeleleriyle doludur.
İnsanlık doğal ve özgür olduğu ilkel sınıfsız toplumlarda ekseriyetle doğal güçlerle sınandı ve insanımsı insanlıktan “insan” olmaya evirilerek bu mücadeleden başarıyla çıktı. Sınıflı toplumlardan sonra asıl sınanma alanı ise artık doğa değil, onu ezen, ona zulmeden, “artık ürüne” el koyan ve kadını esir eden, onu bir mülke dönüştüren egemen zorba sınıflar ve devletti. En büyük sınamalarını bu alanda verdi. İmparatorluklar, sultanlıklar, firavunlar, engizisyon, klasik sömürgecilik, yeni sömürgecilik, faşizmler, soykırımlar… Çok kırıma uğradı ama bu sınamaların tümünden geçti ve kendini yeniden var etmeyi bildi. Ta ki 21. yüzyılın başına kadar. Bu insanlığın ciddi bir ideolojik kırılma yaşadığı diğer yanıyla cılız da olsa yeniden harmanlandığı bir yüz yıldır. En büyük darbenin hakikatler üzerinde oynandığı bir dönemdir bu. Toplumların içsel çözülüşünün kaynaklarından biri bu hakikat krizidir. Gerçeğin sürekli büküldüğü neo-liberal dönemde hakikat, insanın bu soylu hasleti ve arayışı metalar dünyasına havale edilir olmuştur. Metalar artık hakikatin yerini almıştır! Burada inatla eskimeyen kas ve sinirden oluşan mücadele mirasına bakmaya devam edeceğiz.
Sınanma mevcut engel ve zorlukları ortadan kaldırmak için gerekli niteliklere henüz sahip olmayan doğal ve özgür insanın bunu bedensel ve zihinsel olarak aşmayı deneyerek kendi yolunu açma becerisidir. Kapasitesini ölçme edimidir. Olayları, olguları, nesneleri sınamadan, onları evirip çevirmeden doğru yol ve yöntemi bulamayacağını öğrenen insanın bu çabası ona çağları bir bir atlatan asıl itici güçlerin başında gelmiştir. Kendi bilgi ve yeteneğini toplumun o anki genel zekâ ve emek gücü ile karşılaştırıp kendini imtihan etme kabiliyeti, insanın en özgül eylemlerinin başında gelir.
Bu yeteneğin doruk noktasına çıktığı tarihsel dönemleri az çok hepimiz biliyoruz. Sınanmaya dair toplumsal mücadelelerin tarihinde o kadar çok unutulmaz kahramanlık var ki, bunları arka arkaya sıralamaya sayfalar yetmez. Biliyoruz ki herkesin bir birinden değerli kahramanları vardır. Çoğunda ortaklaşırız ve hepsi de mücadele gerekçemizdir. Bizim buraya aldığımız kişilikler an’daki eylemiyle unutulmazlar arasına girenlerin sadece küçük bir kısmıdır.
Sınanma sadece mevcut zorluk ve tehlikeler karşısında korkusuzca ileriye atılmak, yılmamak ve ya cesur davranmak değildir. Daha ötesinde insanın an ’da spritüal bir sıçrama yaparak varoluşuna yeni bir nitelik kazandırmasıdır da… Sınanma, insandan “yeni bir insan” yaratmanın an’daki eylemidir.
Bu anlamda;
Sınanma Che’nin onu vurmak için görevlendirilen askere, alnından boncuk boncuk ter aktığını, dizlerinin titrediğini gördüğünde “ne duruyorsun vur beni” diyerek haykırmasıdır.
Sınanma idamından önce postalının bağcıklarının bağlanmasını isteyen Deniz Gezmiş’tir. Ölümünün kusursuzca proleterce olmasını istemiştir.
Sınanma, Diyarbakır hapishanesinde sömürgeci faşizmin teslimiyet dayatmasına kendilerini ateşe vererek cevap olan “Dörtler”dir.
Sınanma Sabahat Karataş’ın “Varsa cesaretiniz gelin” diyen kararlılığıdır.
Sınanma İran’da idama giderken orada hazır bulunan küçük kızına gülümseyerek el sallayan Kürt yurtsever Hüseyin Kawasifar’dır.
Sınanma Orhan Yılmazkaya’nın ölüme giderken savunmada kalmayıp hücum ederek düşmanı şok etmesidir. Düşmanın telsizini ele geçirerek halklarımıza seslenişidir. Bu şehir gerillacılığında bir ilktir.
Sınanma hendek savaşlarında vahşet bodrumlarında katledilen Cizre Özyönetim Başkanı Mehmet Tunç’un gür sesidir: “Biz direndik ve halkımız bizimle gurur duysun!”
Ve sınanma ’71 devrimciliğinin Filistin, Lübnan, Kızıldere güzergâhını Rojava ’ya taşıyan Türkiye’li genç devrimcilerin unutulmaz savaşçılığıdır.
Ve hiç unutulmasın ki,
Kızıl bayrağımıza rengini veren değerlerimiz, kas ve sinirden oluşan, eskimeyen ve hiç eskimeyecek olan bir dünyaya aittir. Bu dünya bizi devrime mahkûm etmiştir!
Hakikat çarpıtıcılığı
Hakikat libasını giyen yeni burjuva ideolojileri
Tüm bir sınıflı toplumlar tarihinde direnişlerin temel motivasyonu ve gerekçesi çok sarihti. Tüm sınanmalarda karşıt sınıfların kartlarının aslında hiç de gizemli olmadığının alabildiğine açık-seçik masaya konulduğunu görürüz. Herkes kendi gerçeğini dolayımsız olarak ortaya sermiştir. Ezilenin gerçeği ile ezenin gerçeğinin çarpışması. Burada en mühim nokta hiçbir tarafın ortak bir hakikatin içinde olduğunu reddetmemesidir. Elbette entrika vardır, yalan vardır, komplo vardır, ihanet vardır. Ama tüm bunlar her iki taraf için ortak, tek bir evrensel hakikat olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Sayılanların tümü hakikatin içindedir, onun nesnel temelini değiştirecek güçte değildir. Hakikati çarpıtacak düşünsel fiziksel çabalar olsa da bunlar nafile çabalar olmuştur. 20.yüzyıla kadarki sınıflı toplumlar tarihinde hakikat çarpıtıcılığıyla çok karşılaşmıyoruz. Oysa günümüzde egemenler yüzyılların mücadeleleriyle kazanılan ve kabul etmek zorunda kaldıkları ortak hakikatleri çarpıtmaya, yok saymaya başlamışlardır
Hakikat çarpıtıcılığı daha çok 21. yüzyıla özgü, insanlıktaki büyük çözülüşün devam eden hikâyesidir. 21. yüzyıl bugüne kadar reddedilmeyen gerçekler ve hakikatlerin egemen sınıflar tarafından reddedildiği, yıkıma uğratıldığı bir yüzyıldır. Putin, Bolşevik Devrimini ve Ukrayna diye bir halk olmadığını; yeni yetme Fransız burjuvalar da 1789’u reddetmektedirler. Tayyip nerdeyse Abdülhamid’i Cumhuriyet’in kurucusu ilan etmektedir. Tarihin sonu, ideolojilerin sonu, işçi sınıfının “çalışan yoksullar”, “prekarya” şeklinde rehabilite edilerek devrimci özünün sulandırılması, aslında sınıfın yok sayılması, sanat ve edebiyatın içerikten, anlamdan soyutlanarak görsel bir şölene, albenili bir kabuğa dönüştürülmesi, temsili demokrasi ve seçimlerin enformasyon savaşları eşliğinde burjuva anlamını dahi yitirmesi, aile, okul ve dinin toplumsal yaşamdaki bağlayıcı, düzenleyici ve disipline edici sosyalitesinin nitelik değiştirmesi, bireyin sosyal medyada özel alanını kamusal alanda fütursuzca sergilemesi ile kendini metalaştırarak insan olma nitelik ve vasfını yok etmesi ve özgürlüğün yeni yaşamları inşa eden, sınırları ve duvarları yıkan mücadeleci karakterinin “like tuşu” ile toplumsal olmaktan çıkarılarak bireyin tasarrufuna indirgenmesi.
Egemen sınıflar feodal dönemden kapitalizmin şafağına kadar hakikatin sorgulanmasının önüne geçememişler ama sorgulayana en zorba yöntemleri uygulamışlardır. Atlara bağlayıp vücutları parçalamak, odun ateşinde yakmak, giyotine göndermek, kürek mahkûmu yapmak ve zindanlarda en hızlı şekilde çürütmek bunların en başlıcalarıydı. Kendi düzenlerinin meşru olduğu kesin inancı ile davranıyorlardı. Kötülüklerinden haz alıyor ama bunun teşhir edilmesini, bu kötülüğün yenilgiye uğramasını istemiyorlardı. Özgürlüğü biliyorlar, korkuyorlar ve onu bastırmayı bir görev addediyorlardı. Müthiş bir özgürlük düşmanıydılar, bu konuda canilikte sınır tanımıyorlardı.
20. yüzyılda daha modern baskı biçimleri geliştirmekle birlikte şiddetin özünde ciddi bir değişim olmadı. Hakikati reddetmeden faşizmi hayata geçirdiler. Ortaçağda vebadan sorumlu tutularak diri diri yakılan Yahudiler bu sefer insan soyunun adeta biyolojik suçluları olarak soykırıma tabi tutuldular. Savaş sonrası faşizm yenilse de çok geçmeden bu sefer soğuk savaşa özgü “gözetim ve disiplin toplumunu” hayata geçirdiler. Foucalt’ın çok ayrıntılı çözümlediği bu endüstriyel disiplin toplumunda hakikate dair burjuvazinin yine her hangi bir reddiyesi, yıkıcılığı yoktur.
Örnek olsun; ne Goebbels’in Nazi propaganda makinası ne Fordizmin fabrika rejimi, ne ABD’deki “komünist cadı avı” ne de Ulrike Meinhof ve yoldaşlarını tek kişilik hücrelerde katleden Alman emperyalizmi hakikati çarpıtma gereği duymadılar. Gerçeği gizlediler, yalan söylediler ama hakikat hakikat olarak kaldı. Devrim ve karşı devrim. Karşıt sınıfların uzlaşmaz çelişkisi. Artı değer sömürüsü. Ve emperyalizm, reddedilmeyen hakikatler olarak kaldı!
Mesela Naziler, Yahudi diye bir toplum yoktur demediler, Yahudiler biyolojik olarak insan soyu için zararlı bir ırktır dediler ve bunu emperyalist yayılmacılığın gerekçelerinden biri yaparak soykırım uyguladılar. Yine Fransızlar, Cezayir’de sömürgeciliğin en vahşi biçimlerini uygularken Arap Berberilerini etnik yapılardan dolayı değil emperyalist ve jeostratejik çıkarları için katliama uğrattılar. Ama aynı yıllarda hem Kürt diye bir ulus yoktur deyip, âmâ öte yandan Kürtleri, kimliğinden dolayı katledenler de vardı! İşte bu belki de şiddetin evrensel tarihi içinde hakikatten ciddi bir sapma idi. O güne kadar hiçbir egemen bir halkı kimliğini, dilini, kültürünü yok sayıp katletmemişti. Adı ile sanı ile katletmişti. Asimile etmeye çalışmıştı, âmâ ona mesela “Sen aslında siyah değilsin, beyazsın”(!) dememişti. Hakikatin sınırları içindeki baskı ve zulümden, hakikatin çarpıtıldığı erken faşizme geçişin ilk ve tek örneği ile tanışmış oldu böylece tüm dünya. Ne ABD’nin yerli halklara ve siyah Afro-amerikalılara yaptığı ırkçılık ne Fransızların Cezayir’de uyguladığı sömürgeci faşizm ne de İngiltere’nin Hindistan’daki sömürgeciliği hakikatin sınırlarını böylesine zorlamamış, çarpıtmamış ve yok saymamıştı. Ne Kızılderililer, ne Hintli ve Peştunlar ne de Arap Berberiler dilleri, kültürleri, etnik yapılarından dolayı katledilmiştir. Aşağılanmışlar, hor görülmüşler, asimilasyona tabi tutulmuşlar ama varoluşlarının bedensel, zihinsel, kültürel ve tarihi göstergesi olan ulusal kimlikleri yok sayılmamıştır. Bu yüzden ezilen, sömürge halklar içinde en ciddi ve eşi benzeri görülmeyen bir sınamadan geçen tek halk, Kürtlerdir. Çünkü ona uygulanan sadece evrensel bir şiddet değil gerçekten izaha muhtaç özel bir şiddettir. Kürtler dışında 1000 yıllık tarihi ve anadili yok sayılan başka hiçbir halk olmamıştır. Buna rağmen hiçbir zaman Cezayirliler için haklı bir slogan olan “Cezayir, Cezayirlilerindir” tarzında bir ulusalcılığa da düşmemişlerdir.
Son seçim sürecinde Millet İttifakı’na yönelik en büyük saldırı, “Teröristlerle ve Meclis’teki uzantılarıyla kol kola olmaları” şeklinde bir kara propaganda idi. Burada gerçek nedir, yalan nedir, hakikat nedir hiç kimse bunun üzerinde yeterince durmamıştır. Bu cevapsızlık egemenlerin bu propagandanın üzerinde insafsızca oynamasını, kamuoyunun bu şekilde yönlendirilmesini kolaylaştırmıştır. HDP’nin bu şekilde yaftalanması bir yalan mıdır? Hayır, bu kategorik olarak bir yalan değildir, bizzat olgunun kendisine, demokratik yasal Kürt siyasetine saldırıdır. Bu saldırı gerçekliğin olgusallıktan çıkarılması saldırısıdır. Bunu iyi anlamalıyız. Süleyman Soylu gibiler işine geldiği gibi hayli kaba faşist bir jargonla konuşsalar da doğruları eğip büken klasik birer yalancı değildirler. Daha ziyade olgusal hakikate karşı tahammülsüzdürler, bunu kayıtsızlık maskesi takarak gizlemeye çalışırlar. Olgulara ve gerçekliğe karşı kör olanlar, hakikat için yalancıdan çok daha büyük bir tehlike oluştururlar. Sonuçta bir yalancı ne kadar kararlı yalan söylerse hakikat o kadar doğrulanır. O yüzden mesele yalan değildir, hakikatlerin yapı söküme uğratılmasıdır. Yeniden yapılandırılmasıdır.
19. ve 20. yüzyılda hakikatlerin üzerinde oynamak istisnalar dışında mümkün değildi. Var olan mücadeleler gerçekler üzerinde idi. Burjuvazi gerçeklerle oynayabiliyordu. Âmâ onun zaman içinde insan zihninde ve toplumsal yaşamda pekişen yansımalarını yani hakikatleri reddedecek bir mücadele boşluğu bulamıyordu. Yüzyılların mücadele mirasıyla oluşan hukuk, adalet, eşitlik, demokrasi, insan hakları vb. kurumsal yapı ve olguları sürekli ensesinde hissediyordu. 21. yüzyılda reel sosyalizmin yıkılışı işte bu boşluğu ona bahşetmiştir! Kapitalizm görüp göreceği en büyük özgürlüğü ele geçirmiştir. Post-modern ideolojilerle “hakikat libasını” giyinmeye soyunmuştur. Reel sosyalizm eleştirilerinin en eksik bırakılan yanlarından birisidir bu. Hakikatlerin bir bir zemininin yok edilmesinin dayanak noktası olması.
Hakikat “herkesin herkese karşı savaşına”, toplumun topyekûn bölünmesine yol açmasını engeller. Toplumu bir arada tutan zorunlu bir uzlaşımdır. Üzerinde uğraşılan budur, soy kütüksel bir bozuma, âdeta genetik değişime uğratılmak istenen bir olgusal gerçeklik olarak hakikattir hedef tahtasına konulan.
Kurumları yok ederek, yalan siyasetini siyasetin kendisi haline getirerek, gerçeklerin ve hakikatlerin yerine bunların yeniden imal edilmiş içeriksiz formlarının konulması ile yürüyen dijitalize olmuş yeni bir kapitalizm, dünya işçi sınıfının ve emekçi halkların karşısındaki düşmanın güncel tasviri işte budur.
“SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CEHALET GÜÇTÜR!” (G.Orwell – 1984)