Halka zulmeden yargı yerlerde sürünüyor… – Gülizar Tuncer

Sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu bir düzende, hukuku belirleyen egemenler olduğuna göre anlamsız biçimde “hukuk devleti” veya “hukukun üstünlüğü” yanılsamasına kapılacak değiliz. Aynı şekilde sınıflı devlet yapısının kurumsal ayaklarından biri olan yargının “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” tartışmasına da girmeyeceğiz. Biliyoruz ki egemenler her zaman kendi hukuklarını yaratıp buna uygun işleyişe sahip yargı organlarını devreye sokarak iktidarlarını sürdürürler.

Bir üst yapı kurumu olarak hukukun rolü, tarihsel mücadelelerin akışı içinde elbette ki farklı boyutlar kazanabilir. Burjuva “demokrasi”sinin olduğu varsayılan gelişmiş ülkelerde, yüzlerce yıllık mücadele geleneğinin yarattığı demokratik haklardaki ilerlemenin, yerleşik hukuk uygulamalarında oluşturduğu standartlar nedeniyle, görece bir farklılık -en azından hükümetlere bağlılıkta azalma olsa da- devlete bağlılık noktasında değişen bir şey olmaz.

Egemenlerin egemenliklerini daha incelikli biçimde sürdürmelerine yarayan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin, göstermelik bile olsa lafının edilmediği, hatta tümüyle rafa kaldırıldığı, bütün güçlerin tek partide ve tek bir kişidetoplandığı bizdeki gibi diktatörlüklerde ise yargı tümüyle iktidarın emrindedir. Aslında adına “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen bu ucube rejim değişikliği öncesinde de Türkiye’de yargı her zaman siyasi iktidara bağlı bir organ konumundaydı ancak hiçbir dönem bu kadar büyük bir teslimiyet içinde olmamıştı.

Bu bağlamda yargının siyasallaşması süreci de bilinmedik bir konu değil. Kamu gücünü elinde bulundurarak devlet adına suç işleyenlerin, devletin idari bir birimi olarak gördükleri mahkemeleri kendi siyasi hedeflerine bağlayarak her türlü keyfiliği ve hukuksuzluğu gerçekleştirdikleri bir gerçek. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkemizde, iktidar karşısında hiçbir güvenliğimizin kalmadığı, şekli anlamda bile hukukun ortadan kaldırıldığı ve daha da önemlisi, siyasi otoritenin kendisinden ne istediğini gayet iyi anlayıp emir ve talimat almadan refleksler vermeye başlayan yargının, artık bir tehdit aracı olmaktan çıkıp doğrudan kendisinin halkın güvenliğine karşı bir tehdit haline geldiği dönemden geçiyoruz.

Eskisi gibi devleti koruyup kollamakla yükümlü olmanın da ötesinde bir işlevi vardır artık yargının; siyasi iktidarın kendilerinden olmayanların siyasal özgürlüğüne ait ne varsa hepsini yok etmeyi hedefleyen anlayışını uygulamaya koymak. Devlet kuvvetinin bütün yetkilerini elinde bulunduran iktidarın gerici-faşist zihniyetini sahiplenerek, sistematik biçimde muhalefete saldıran yargı organları artık bağımsızmış gibi de görünemez haldeler. Öyle ki sürekli biçimde hukuka tapınarak her yerde “adalet” arayışına girenler ve bunun gerçekleşebileceğine inananlar bile son gelişmeler karşısında çaresizler.

Geçmişten bugüne özel yetkili mahkemeler

Bu ülkede, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne hep olağanüstü hâl rejimleri yaşandı ve devletin konjonktürel ve siyasal ihtiyaçlarına uygun biçimde dönemsel yargılamalar yapıldı. Geçmişte İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi farklı isimlerle varlık gösteren özel yetkili mahkemeler, devletin ideolojik şiddet aygıtları olarak sistem karşıtı güçleri ezmenin, etkisizleştirmenin aracı oldular. Bütün toplumsal yapıyı ve sistemi saran diğer hukuk dışı kurumlar gibi sonraki süreçlerde de varlık göstererek, “Terör Mahkemeleri” veya “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri” gibi farklı isimlerle, olağanüstü yargı yetkisini kullanmaya devam ettiler.

Genel yargıdan ayrı olarak konumlandırılan, yapısı ve işleyişi itibariyle özel yargılama usullerine tabi olan ve hazırlık soruşturmasından infaz sürecine kadar her aşamada ayrımcı mevzuatla iş yapan Özel Yetkili Mahkemeler, muhalif güçlere yönelik bir baskı ve gözdağı mekanizmasına dönüştüler. Zorbalığı hukuk haline getirerek, resmî ideolojiye karşı gördükleri her türlü muhalefeti etkisiz hale getirmeye, toplumu cendere altına almaya çalıştılar.Devletin güvenliğini ve statükonun korunmasını her şeyin üstünde sayan özel yetkili mahkemeler, hala başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, tüm muhalif kesimlere ve halka karşı suç işlemeye devam ediyorlar.

Evet, o dönemde de bu ülkenin Yüksek Yargı organlarının temsilcileri, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, cübbelerini giyerek faşist diktatörlüğün kurmaylarının huzuruna çıkarak biat ettiler ve hâkim ve savcıların da nasıl milletle beraber “huzur ve güvene” kavuştuğunu belirtme onursuzluğunu gösterdiler. Hatta bununla yetinmeyip, “hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığının teminatı” olan cuntanın başı Kenan Evren’e şükran duygularıyla beraber özel plaketler sundular. Oysa yakın tarihlerde, bir Asya ülkesi olan Pakistan’da, kanlı bir darbeyle iktidara gelen Ziya Ül Hak’ın hazırladığı darbe Anayasası’na bağlılık yemini etmeyi reddeden Anayasa Mahkemesi üyeleri, topluca istifa ederek onurlarını kurtarmışlardı.

Ancak kabul etmeliyiz ki, 12 Eylül faşizminin devreye soktuğu askeri mahkemelerin bile, uymakla zorunlu oldukları usulleri, kurallara uygun hiyerarşik yapısı, disiplini ve kendi içinde bir tutarlılığı vardı. Hatta üzerlerindeki onca baskıya rağmen, askeri cuntanın sıkıyönetim mahkemelerinde bile iktidar gücüne teslim olmayan yargıçlar vardı ve bunlar başlarına ne geleceğini düşünmeksizin direniyorlardı.

Bugün özel yetkili mahkemeler farklı isimlerle varlığını sürdürürken,12 Eylül darbe hukukunun bile çok gerisinde uygulamalar yaşanıyor. Belki de hiçbir dönem bu ülkede bugünkü gibi kuralsızlık, keyfilikte sınır tanımayan bir hoyratlık, daha da kötüsü geleceğe dair belirsizlik, bilinmezlik hali yaşanmadı. Her an her şeyin değiştiği, neyin “suç “teşkil edip etmediğinin bilinmediği, daha doğrusu her şeyin “suç” haline geldiği, getirildiği bir dönemdeyiz.

Hala, 12 Eylül 1982 ‘de halka zorla onaylatılan darbe Anayasası ve ona bağlı yasaların yürürlükte olduğu, sürekli biçimde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’ler ile yasal mevzuattaki diğer değişikliklerin hak ve özgürlükleri sınırladığı, hatta bazen tümüyle ortadan kaldırdığı bir hukuk sisteminde, siyasi düzenin sınırlarını belirleme görevi üstlenen yargı, bütün siyasal özgürlük alanlarına hükmeder hale gelmiştir. “Milli Birlik ve beraberliğe, millete karşı suçlar” retoriği altında adeta yeni suçlar ihdas edilerek ve usulen yargılamalar yapılarak siyaseten cezalandırmalar gerçekleştiriliyor.

Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve İç Güvenlik Kanunu (İGK) başta olmak üzere, özel olarak bu alana ilişkin yasalarla ve usulen kaldırıldığı söylense de aslında süreklileştirilip kurumsallaştırılmış olan OHAL döneminin yasalarıyla “Terörle Mücadele” adı altında tam bir yargı terörü uygulanıyor. Düşmanla savaş hukukuna göre biçimlendirilen yasal düzenlemelere göre vatandaş, hatta kişi olarak bile kabul edilmeyenlerin (non person) “sanık hakları” da doğallığında olmayacaktır ve özel soruşturma ve yargılama usulleriyle, baştan “suçlu” ilan edilenlerin cezalandırılmasında “delil” aramak gibi zahmetlere de girişilmeyecektir.

Burjuva hukukuna göre, ceza yargılamasının temel ilkelerinden olan savunma hakkı, suçta kanunilik, suç ve cezanın şahsiliği, silahların eşitliği ve adil yargılanma hakkı gibi kavramların lafını etmek dahi anlamsızlaşmıştır. Gizlilik kararlarıyla sanıktan ve avukatından saklanan dosyalarda her türlü hukuk dışı bilgi ve belge, kimin ne zaman yaptığı belli olmayan “ihbar”lar, itirafçı ve gizli tanık beyanları ile dinleme, gözleme ve teknik takip kayıtları mevcuttur ve mahkûmiyet kararı vermek için bunlardan herhangi birinin varlığı yeterlidir.

Siyasi yargılamalarda artık “suç” tanımının yapılmadığı, muğlak ifadeler kullanılarak “muhtemel” suç ve suçluların üretildiği, bırakalım suçun maddi-manevi unsurlarını tartışmayı, suç tipine uygun fiilin dahi aranmadığı, hatta herhangi bir fiile dahi ihtiyaç duyulmadığı, “örgüt üyeliği” suçunun kriterlerinin olmadığı, daha da vahimi “örgüte üye olmamakla beraber örgüt üyesi olma” gibi saçma bir halin yasallaştırıldığı, kısacası hiçbir kural-kaidenin olmadığı bir dönemdeyiz.

Eskiden Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet kapsamında değerlendirilen ve esasında hiçbir suç teşkil etmeyen basın açıklaması ile gösterilere, yürüyüşlere katılmak biçimindeki fiillerin, cenaze törenlerine katılmanın, hatta taziye çadırını ziyaret etmenin bile artık “örgüt üyeliği” için yeterli sayıldığı bir yargı pratiği ile karşı karşıyayız. Artık mahkûmiyet kararlarına dayanak teşkil edecek aleyhe bir “delil” de aranmadığı için “delilden sanığa gidilmesi” diye bir kuraldan da kimse bahsedemez olmuştur. Öyle ki bugün artık kolluğun hazırladığı fezlekelere bile ihtiyaç duymadan, bilgisayar çıktısı dahi olmayan, üzerinde tahrifat yapılmış uydurma belgeler ve bilgi fişlerine dayanılarak iddianameler düzenlenmekte ve eylemi, olayı değil de yalnızca siyasi görüşlerinden ötürü kişiyi cezalandıran anlayışla mahkûmiyet kararları verilmektedir. Şüphesiz ki bütün bu yargılama-cezalandırma safhasında, bırakalım hukuk mantığını asgari mantık kurallarını bile hiçe sayar nitelikte değerlendirmeler yapılmaktadır.

Bugün “Terör Mahkemeleri” olarak da adlandırılan özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin, bazı büyük dosyaların duruşmalarını, adliyeler yerine, Silivri, Sincan gibi hapishanelerin içinde inşa edilen duruşma salonlarında yapması, 12 Eylül faşizminin uygulamalarını hatırlatmaktadır. Mahkemeler, gözlerden uzaktaki cezaevi kampüslerinde, ellerinden gelse tek celsede mahkûmiyet kararları vererek sonuçlandıracakları davaları, önlerindeki yasaları da hiçe sayarak yürütmekte, bunun için gerekirse dava avukatlarını bile tutuklayarak, olmadı salonlardan atarak mesailerini tamamlamaktadır.

Özel yetkili mahkemelerde savunmaya yönelik saldırıların son dönemde artarak devam etmesi; göstermelik olarak yargının bir unsuru oldukları iddia edilse de hep yargı dışına atılmak istenmeleri, sürekli biçimde çıkarılan yasalarla yetkilerinin kısıtlanması, daha da ötesi fiili engellemelerle adliyelerde avukatların artık iş yapamaz hale getirilmeleri de bu kapsamda özel bir yıldırma politikasıdır. Devletin karşısında halkın savunuculuğunu yapan siyasi dava avukatlarının emniyette, cezaevlerinde hatta işyerleri olan adliyelerde ve duruşma salonlarında saldırıya uğramaları, girdikleri davalardan ötürü gözaltına alınıp tutuklanmaları, işkence görmeleri, yalnızca görevlerini yapmalarını engellemek amacıyla değildir, aynı zamanda toplumsal muhalefetin bir parçası oldukları için onların politik kimliğine yönelik bir saldırıdır.

Son dönemde Baro’ların seçim süreçlerinde yaşanan gerginlikler ve özgürlükçü avukat gruplarına yapılan fiili saldırılarda avukat olmayanların genel kurul salonunda yer alması ve bazı avukatların bozkurt işaretleri yaparak silahlarla ortalıkta dolaşmaları da yeni bir boyuttur. Sürekli biçimde polisin, askerin açık saldırılarına maruz kalan, itilen, kakılan, yerlerde sürüklenerek toplumun gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılan avukatlar şahsında topluma gözdağı verilerek, haklarını koruyacak kimsenin kalmadığı, seslerini kesmeleri gerektiği mesajı verilmektedir.

Yargı-iktidar ilişkisinde yeni boyut

1200’lü yılların başında İngiltere’de imzalanan büyük anlaşma Magna Carta, dönemin kralına karşıdır ve kralın yargı üzerindeki yetkilerini sınırlamaya, kanunlara uymasını sağlamaya, hak ve özgürlükleri genişletmeye dönüktür. Yüzyıllar boyu bütün dünyada, iktidar sahiplerinin yargı üzerindeki doğrudan etkisini, yönlendirme ve denetimini sınırlamak amacıyla Magna Carta’ya başvurulmuştur.

Bu tarihten 800 yıl sonra Türkiye’de, padişahlık özlemi içindeki Erdoğan, adına “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen ucube bir yönetim biçiminidayatarak, bütün erklerin tek elde toplandığı bir rejimi yerleştirdi. Artık sözde dahi olsa yasama, yürütme, yargı ayrımı kalmamış, devletin tüm kurumsal yapısına egemen olan Reis, bütün güçleri kendisinde birleştirerek, ülkenin de mahkemelerin de tek hâkimi olmuştur. Hele de bugün, 30’lu yılların Almanya’sını andıran uygulamalarıyla, Führer çılgınlığıyla işler yürütülüyorken, biat etmeyenleri etkisizleştirmek çok daha kolay olacaktır.

Gelinen aşamada, yargı organlarının zaten objektif olarak devletten bağımsız olamayacağı; hâkim ve savcıların özlük haklarından, atama, terfi, sürgün vb. tüm işlemlerinden sorumlu olan, adına Hâkim ve Savcılar Kurulu (HSK) denilen kurulun, Cumhurbaşkanı tarafından seçilen üyeleriyle Adalet Bakanlığı ve müsteşarları aracılığıyla “yargıç güvencesi”nin tümüyle ortadan kaldırdığı bir sistem yürürlüktedir. Yerel mahkemelerin işleyişine yön veren Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organları ile Anayasal denetim yapan Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin çoğunluğunun bu ülkedeki her şeyin başı Erdoğan tarafından atandığı yargı mekanizmasının yürütmeye, mevcut haliyle Erdoğan’a bağlı ve bağımlı olduğunu söylemek gerçeğin tekrarından başka bir şey değildir.

Bütün bunların dışında ve ötesinde, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL süresince, yargıda görev yapan hâkim ve savcıların 4000’den fazlasının, yani üçte birininişten el çektirilerek açığa alındığı, gözaltına alınıp tutuklandığı bir ülkede yargı mensuplarının nasıl korku ve kaygılar içinde olabileceğini anlamak zor değil. Hele de bu yargı insanları, evleri ya da işyerleri olan adliyelerde makam odaları basılarak veya duruşma salonlarından yaka paça sürüklenerek gözaltına alınıp, emniyette işkence görmüşlerse, cezaevlerindeki tecrit uygulamalarına dayanamayıp yaşamlarına son vermişlerse, geride kalanlar için hayat çok daha zordur.

Hele de tüm yerel ve Yüksek Yargı organlarının verdiği kararların bireysel başvuru yoluyla nihai Anayasal ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygunluk denetimini yapan, ülkedeki en en Yüksek Yargı organı konumundakiAnayasa Mahkemesi’nin üyeleri “idari tasarruf”larla görevden alınıp tutuklanırken, Anayasa Mahkemesi’nin diğer üyeleri de arkadaşlarına sahip çıkmak yerine, “bu idari tasarrufun sorgulanamaz olduğuna” ilişkin hukuki kılıflar bulmaya çalışarak utanç verici kararlara imza atmışlarsa, yerel mahkemelerdeki yargı mensupları açısından söylenecek fazla bir şey kalmaz.

Geçmişte tüm devlet kurumlarında olduğu gibi yargı içinde de FETÖ yapılanmasına izin verenlerin, şimdi alakası olsun olmasın, atmak istediği tüm yargıç ve savcıları bu örgüte üye olmakla suçlayıp uydurma delillerle mahkûm ettirdiği bir yargı işleyişinde elbette kikorku, kaygı ve panik egemen olacaktır. Ancak yargı dünyasında yaşanan bütün rezilliklere, güç gösterilerine rağmen, mahkemelerde sayıları az olsa da hala iktidarın baskı ve dayatmalarına teslim olmayan savcı ve yargıçların olduğunu da unutmamak gerekir.

İktidarın gözden çıkarıp attığı bu 4000′ in üzerindeki hâkim ve savcının yerine, doğrudan AKP kadrolarını yerleştirmesi, üstelik birikim, tecrübe, liyakat ölçülerini de hiçe sayarak2 yıllık zorunlu staj süresini bir haftaya düşürüp yargıda cehaleti derinleştirerek, en militan olanlarını da insanların gelecekleri hakkında karar veren ağır ceza mahkemelerine atayarak uyguladığı kadro politikası amacına ulaşmıştır artık.

Bu konuda, yeni oluşturulan ve adına ‘Sulh Ceza Yargıçlığı’ denilen ve “süper hakimler” olarak da anılan olağanüstü yetkilere sahip mahkemelerin, nasıl “özel seçilmiş”lerden oluştuğuna bakmak yeterli olacaktır. Örneğin, milyonlarca insanın yaşadığı İstanbul şehrinde, kimin tutuklanacağına kimin hakkında arama, telefon dinleme, teknik takip vb. uygulanacağına, hangi mal varlığına el konulacağına vb.tüm önemli kararlarda tek başına yetkili konumdaki 6 sulh ceza yargıcından biri, her gün Facebook’ta Erdoğan’a hayranlığını dile getiren, diğeri 17-25 Aralık operasyonuyla gözaltına alınanları serbest bırakan, bir diğeri el konulan paralarının faiziyle iadesine karar veren, diğerleri de siyasi iktidara başka türlü iyilikler yapan yandaş hakimse, yargısal alanda gerçek adalet mücadelesi verilebileceği iddiası saflık olmanın ötesine geçmeyecektir.

Yakın tarihte Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV)’ araştırmasına katılan hakim ve savcıların büyük çoğunluğu, karar verirken “Önce devlet gelir”, “Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız”, “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem” demişlerdi… Bugün ise, Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden olan Ankara Üniversitesi’ne bağlı Hukuk Fakültesi’ne konuşmacı olarak gelen hem yüksek yargıç, hem de akedemisyen konumundaki Yargıtay üyesinin talimatıyla “hamımlara yasak” toplantılar yapılıyor. Yargıdaki mantaliteyi düşünün artık…

Bu ülkede,1934’lerden beri hâkim ve savcılarla ilgili “ahlaki gidişat” araştırması yapılıyor ve “değerlendirme” notları tutuluyor. Aile ilişkilerinden alkol kullanımına, giyim kuşamına kadar tüm özel yaşamları, Bakanlık müfettişleri tarafından izlenip not ediliyor. Şimdilerde ise aile ve güvenlik araştırmasının yanı sıra, yargı mensuplarının işe alınmalarında,yazılı ve sözlü mülakatlardaki en temel kriter, AKP’ye yakınlık ve dinle ilişki meselesidir.

Nihayetinde siyasi iktidarla yargı ilişkisinde her şey zoraki biçimlerde dayatılmıyor. Korkunun egemenliği de bir yere kadardır ve bugün için yargının tepesindekiler açısından belirleyici olan daha çok kişisel çıkarlardır. Yargının, özellikle de adına “Yüksek Yargı” denilen organların çürümüşlüğünü ve acizliğini gösteren en çarpıcı örnek Danıştay Başkanı’nın halidir.

2014 yılında, Danıştay’ın kuruluş yıldönümü töreninde, güya yargının bir unsuru olan Barolar Birliği Başkanı’nın yanında değil de onu edepsizlikle, yalancılıkla suçlayıp azarlayan Erdoğan’ın yanında yer alarak ve de karşısında el pençe divan durup utanmazca önünü ilikleyerek, onunla birlikte salonu terkettiğinde anlayamamıştık neler olup bittiğini! Meselenin özü, devletin başındaki ‘Reis’e kul köle olan bu Yüksek Yargının Yüksek Başkanı’nın,avukat olan kızından başlayarak aile efradını sarayın ve de devlet bürokrasisinin üst mevkilerine yerleştirmesiymiş. Bütün bunların karşılığı ne olacak diye sormaya hiç gerek yok, üstelik bunlar çok gözü önünde oldukları için bilinenler…

Erdoğan’la Karadeniz’de ailecek “çay toplama partisi” yapan, bunu da mutlu mesut tebessümlerle basına poz vererek gösteren, Yüksek Yüksek Yargının, Yüksek Yüksek mensuplarını herkes görmüştür. Toplumsal yaşamı dizayn etme yükümlülüğündeki yargının da Başkanlık Sistemi’ne uygun biçimde yeniden dizaynı gerekmektedir ve mümkün olduğunca sıcak, sımsıcak ilişkiler içinde olunmalıdır.

Son bir örnekle bu bahsi kapatalım… Yine yakın bir tarihte yapılan Adli Yıl açılış töreninde, diğer bir Yüksek Yargı organımız olan Yargıtay, kendi yargı yılını her zamanki gibi kendi mekânında açmak yerine, Beştepe’ deki kongre salonunu tercih etti. Yargı tarihi boyunca ilk defa bu geleneğin bozulmasının nedenini soran gazetecilere, Cumhurbaşkanlığı Külliye’sinin genişliğini gerekçe gösteren Yargıtay Başkanı; “…Sahibi devlet ve millet olan bu salonda adli yıl açılış töreni yapmamızın nasıl yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını zedeleyeceğini anlamakta zorluk çekmekteyiz…” demiş.Cumhurbaşkanlığı, yargı mekânı ve makamı değilken, yargısal hiçbir yetkisi yokken, Yüksek Yargı’nın başındaki Zat-ı Muhterem, tıpkı emrine amade olduğu Majesteleri gibi devletin ihtişamlı yüzünü göstermek ve daha rahat edebilmek için sarayı seçmişler, kendileri… 

Yargı pratiği ve toplumsal yaşama etkileri

Bu ülkede egemenlerin halka anlatırken yücelttiği, adeta kutsadığı, bilinmezliklerle dolu bir “yargı” imgesi vardır. Her sıkıştıklarında “konu bağımsız yargıya intikal etmiştir” ya da “ortada bir yargı kararı varken artık tartışamayız” derler… Ne büyük bir manalandırmadır bu; kimsenin karışmadığı, karışamayacağı, dokunulmazlığı olan bir alandan bahsedilir ve zannedilir ki yargı herkesin ve her şeyin üstündedir.

Oysa ki halka her gün söylenen büyük yalanlardan biridir bu da. Geçmişte Başbakan sıfatıyla,saray inşaatıyla ilgili olumsuz karar veren idare mahkemesi kararını tanımadığını, verilen karara da uymayacağını ilan eden Erdoğan, Cumhurbaşkanıyken de Anayasa Mahkemesi’nin MİT tırları haberleri nedeniyle casuslukla suçlanan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün serbest bırakılması kararına saygı duymadığını ve bu karara uymayacağını söylemiştir. Geçmişte işlerine gelmeyince yargı kararını tanımayanlar, artık hep istedikleri gibi kararlar verildiği için yargıyı her şeyin üstünde göstererek halkı kandırmaya devam ediyorlar.

Oysa ki bu ülkede yargının yoksullukla, sömürüyle boğuşan halka, emeğinin karşılığını almak için direnen emekçiye, iş cinayetlerine karşı çıkan işçiye yaklaşımı hiç de hakkaniyetli değildir. Herkes baklava çalan çocuklara verilen 9 yıllık ağır mahkûmiyet hikayesi geçmiş zamanlarda kaldı sanıyor. Oysa ki bu ülkede binlerce insan, karnını doyurmak için hırsızlık yapmak zorunda kaldığından ötürü hala çok ağır cezalara mahkûm ediliyor. Açlıktan ölmemek için kapıyı, pencereyi kırarak bakkaldan, marketten peynir ekmek, salam sosis çalan çocuklar, nitelikli hırsızlık vb. suçlamalarla, olayın özelliliği ve oluş biçimine göre, 8-10-15 yıla varan ağır cezalara mahkûm ediliyorlar. Bu açlık ve sömürü düzeninin bekçisi konumundaki mahkemeler ise, büyük talanların, yolsuzluk dosyalarının üstünü örterken, aç insanlar karşısında vicdanların unutulduğu yerlere dönüşüyorlar.

Bu ülkede yalnızca barış talebini içeren bir bildiriye imza attıkları için binlerce akademisyen ihraç edilmekle kalmayıp evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı, bazıları da tutuklandı. Bugüne kadar yüzlerce gazeteci ve yazarın görüşlerini ifade ettiği için veya yalnızca yaptıkları haberlerden ötürü tutuklandığı, devletin “gizli sırlarını ifşa” veya “casusluk” gibi ağır suçlamalara maruz kaldıkları, daha da ötesi bir kısmının subliminal (bilinçaltı) mesaj verme gibi uyduruk, saçma suç isnatlarıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edildikleri biliniyor. Aynı şekilde, bu ülkede yaşayan binlerce insan, herhangi bir suç unsuru içermeyen, kimseye zararı olmayan sosyal medya paylaşımları yüzünden gözaltına alınıp, yüzlercesi tutuklandı ve cezalandırıldı.

Ancak yine bu ülkede, devletin gücünü arkasına alarak AKP adına seçim mitingi yapabilen bir mafya liderinin, etrafına topladığı güruha tekbir getirterek, dışarıdaki “teröristleri ” ipte sallandırıp sıra içerdekilere gelince, onlara da tahayyül edemeyecekleri vahşeti uygulayacaklarını söyleyebilmesi, yani açıkça öldürmeye teşvikte bulunması ve barış bildirisine imza atan akademisyenleri kan banyosunda yıkamakla tehdit etmesi, yargı organlarını re’sen harekete geçiremedi. Aynı şekilde, kendisine “gazeteci” kılıfı bulmuş bir başka tetikçi, açıkça televizyonlarda İsraillilerin, Filistinlilere uyguladığı insanlık dışı uygulamaları, MOSSAD’ın işkence tekniklerini anlatarak, bizde de insanları ajanlaştırmak için aile fertlerini öldürmek gerektiğini savunup alenen suç işlemeye teşvikte bulunurken hiçbir yargısal süreç işletilmedi.

Yargı organları, verdikleri kararlarla insanları bir yandan korkuturken bir yandan da bu çürümüş sisteme daha çok bağlayarak işlevlerini yerine getiriyorlar. Mahkemelerin verdiği kararların niteliğini ve bunların toplumsal yaşama etkilerini anlamak için çok yakın tarihte verilen iki karara bakmamız dahi yeterli olacaktır;

Dava konusu olan ilk olayda, bir okulun bahçesinde buluşan iki öğrencinin öpüşmesini başka öğrenciler cep telefonuna kaydedip sosyal medyada paylaşınca, sınıf öğretmeni ve okul müdürünün “ihbarıyla” polis ve savcılık “duruma el koydu” ve olay önce soruşturmalık, akabinde de davalık oldu. Yargılama sonunda, yaşları 13-16 arası olan çocuklardan, bu paylaşımı yapanlar beraat ederken, kız arkadaşını öpen çocuğa, kız arkadaşına karşı “basit cinsel istismar” suçunu işlemekten 4,5 yıl hapis cezası verildi. Üstelik çocuğun bu “eylemini” değerlendiren bilirkişi raporunda “Çocuğun ergenliğin vermiş olduğu dürtülerle bu eylemi gerçekleştirdiği, cezaya gerek olmadığı” tespiti yapılmış olduğu halde…

Gariptir, bu son derece çarpıcı olayı, kız arkadaşını öptüğü için bu kadar ağır cezaya mahkum edilen çocuğun durumunu ve yargının gaddarlığını kimse tartışmadı… Oysa ki mevzu hiç önemsenmeyecek, kolayca geçiştirilebilecek cinsten değil… Gençlerin veya büyüklerin, isteyerek, arzuyla birbirlerine sarılmaları, öpüşüp koklaşmaları çok ağır bir “suç” olarak görülüp değerlendirilirken ve inanılmaz bir “kindarlıkla” ve “dindarlıkla” meseleye yaklaşılırken, yine çok yakın bir tarihte, Antalya’da evinden çıkıp bakkala giden 14 yaşındaki bir kız çocuğunu kaçırarak, vücuduna uyuşturucu enjekte edip tecavüz edenler, bununla yetinmeyip işkence yaparak öldürdükleri çocuğun cesedini parçalayarak arılarla dolu bir tarlaya atıyorlar ve bu alçakları da serbest bırakacak kadar yufka yürekli oluyor bu ülkenin yargısı… Basit bir öpücük olayını dava konusu yaparak bir çocuğu acımasızca cezalandıran anlı şanlı “Yüce Türk Yargısı”, küçük bir kız çocuğunun insanlıktan çıkmış adamlar tarafından tecavüz edilerek işkence yapılarak öldürülmesi karşısında aciz kalmıştır!

Çünkü yargı organlarında görev alanların mantalitesi bunu gerektirir; çocukları ve kadınları erkeğin malı olarak gören gerici, feodal zihniyet tecavüzü de gerekirse öldürmeyi de “mubah” sayar! Çünkü bunlar özgürlüğe düşman, aşka, sevgiye, insanlığa düşmandır! Bu yüzdendir ki bugüne kadar verdikleri binlerce kararda, “vicdani kanaatle” hareket ederek, kadın cinayeti sanıklarını “ağır tahrik” gerekçesiyle, alt sınırdan verdikleri cezalarla ve “iyi hal” indirimleriyle kurtardılar! Bu yüzdendir ki çocuklara tecavüz eden alçakları, saldırı sırasında korkudan ne yapacağını bilemeyen küçük çocukları “rıza göstermiş” sayarak, onlar da karşı koyarak “ses çıkarsaydı” diyerek, serbest bıraktılar! Ve yine bu yüzdendir ki tecavüze uğrayan kadınları da “üstüne başına, giyimine kuşamına dikkat etseydi” kepazeliğiyle -mağdur oldukları halde suçlayıp- tecavüzcüleri kurtararak topluma kazandırdılar!

Bu ülkede, son 10 yılda kadına yönelik şiddette %1400, çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarında %700 artış olmuşsa ve hala şiddete maruz kalan kadınlar, şikayetçi olmalarına rağmen, öldürülmesi için kocasının evine, tecavüz mağduru çocuklar, kendisine tecavüz eden üvey babanın evine gönderiliyorsa, devletin “korunaklı” yurtlarındaki çocuklar, görevliler tarafından hamile bırakılıp tecavüzcüsüyle evlendiriliyorlarsa, bütün bunlar geleneksel aile-ahlak yapısını korumak içindir.

Çocuğa ve kadına yönelik taciz ve tecavüz ile şiddet uygulamalarındaki bu yaygın ve sistematik artış bilinçli bir politikanın ürünüdür. Bu tür davalarda yargının verdiği kararların toplumda yarattığı etki, tamamıyla bu saldırganlığın devam ettirilebileceği yönünde suç işlemeye teşviktir. Evet, toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurarak bütün yaşam alanlarımıza el atan, istediği gibi biçimlendirmeye çalışan, toplumdaki yozlaşmayı, gericileşmeyi,dejenerasyonu artırarak toplumsal dokuyu, ilişkileri çürüten yalnızca siyasi iktidar değil, yargı organları da son yıllarda katlanarak artan bu şiddetin sorumlusudurlar ve bu haliyle halka karşı suç işlemektedirler

Kürtlere ayrımcılık, Kürdistan’a sömürge hukuku

Devletin hiddetli yüzünü, şiddetini, otoritesini en çok gösterdiği yer olan Kürdistan, yıllardır sömürgeci bir hukuk anlayışıyla yönetiliyor. Irkçı, şoven ve militarist bir yaklaşımla uygulamaya konulan bu ayrımcı hukuk işleyişinde, Kürtler her daim “iç düşman” olarak nitelenmekte ve buna uygun müeyyideler getirilmektedir.

Bu yüzdendir ki Türkiye’nin batısında askeri darbe dönemleri, sıkıyönetimler ve olağanüstü hâl dönemleri sona erse de Kürdistan’da hiç bitmeyen bir olağanüstü hâl rejimi vardır. Bu rejimin doğası gereği bir türlü normalleşemeyen bölgede her şey özel savaş politikalarına göre yürütülür. Kürt Özgürlük Hareketi’yle savaşın yoğunlaştığı bazı dönemlerde, bütün dünyaya açıkça “insan haklarını askıya aldığını” ilan eden Devlet, bazı dönemlerde adına “çözüm süreci” dediği aldatmacaya, oyalama sürecine uygun taktiksel adımlar atar. Ama hangi yöntemler devreye sokulursa sokulsun değişmeyen bir şey vardır; Kürtler egemen güçler açısından her daim “tehlikeli” sayılır ve bir biçimde etkisiz hale getirilerek bu tehlikenin bertaraf edilmesi gerekir.

Bazı dönemlerde kirli savaş yöntemlerini devreye sokarak işkencelerle, kayıplarla, faili meçhul cinayetlerle fiziken yok etmeye çalıştıkları Kürtleri, o hiç bitmeyen kin, nefret ve öç alma histerisiyle, bazen de siyaseten etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Bugün binlerce Kürt siyasetçinin, seçilmiş onlarca belediye başkanının ve vekilin, özellikle seçim dönemlerinde, yalnızca yasal alanda yürüttükleri faaliyetler ve düşünce açıklamaları nedeniyle tutuklanmış olması bu yüzdendir.

Kürdistan’daki yargı pratiği öylesine karanlıktır ki her şeyin üstünün itinayla örtüldüğü dosyaları açmak, aydınlatmaya çalışmak, nihayete erdirmek çok zordur. Tahir Elçi gibi halkın avukatlarının bu yönde bir çabaya girmeleri ise hayatlarına mal olur. 1990’lı yıllardan bugüne kadar Kürdistan’da asker, polis, özel harekatçı vb. konumundaki resmi görevliler tarafından gerçekleştirilen işkencelerin, gözaltında kayıpların, yargısız infazların, katliamların hesabının sorulamayışı, Türkiye’nin geneline egemen olan “cezasızlık politikası”ndan farklı bir boyut taşımaktadır. İçtihatlarıyla yerel mahkeme kararlarına yön veren Yargıtay, o dönemlerde Kürdistan’a hüküm süren OHAL yasalarıyla, mevzuatta yer alan pek çok ayrımcı yasal düzenlemeyi yetersiz bularak “bölgenin koşulları gereği” devlet görevlilerinin Kürtleri öldürmesinin “suç” olmayacağı yönünde kararlar vermiştir. “Terörle mücadelede polisin ve askerin cesareti kırılmasın” denilerek işkencecilerin, infazcıların, katliamcıların aklandıkları, mesleklerinde terfi ettirilerek ödüllendirildikleri, en basit bir disiplin işlemine dahi gerek duyulmadığı bir Türkiye gerçekliğinde bu kadar ileri gidilmiş olması elbette ki Kürtlere düşmanlık nedeniyledir.

O dönemlerde Başbakan olan Erdoğan’ın “Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” dediği ve bugüne kadar aralarında bebeklerin de olduğu yüzlerce Kürt çocuğunun kolluk güçleri tarafından acımasızca öldürülmesiyle ilgili olarak, bırakalım davayı, soruşturma dahi açılmayışı, iktidarın savaş politikalarına paralel biçimde, yargının ölümlere “bölge kriteri” getirmesi yüzündendir. Göstermelik olarak açılan davalarda ise, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz dosyasında olduğu gibi, babasıyla beraber evinin önünde, ayağında terliklerle, boyu kadar kalaşnikofu kullandığı iddia edilerek özel harekatçılar tarafından katledilen çocukların “suçlu” hale getirilmesi ve katledenlerin beraat ettirilmesi, iktidarla yargının bu hiç affedemeyeceğimiz suç ortaklığının, zulmünün sonucudur. 

Son olarak, özyönetim ilanının ardından, aylarca süren direnişler sonunda Sur, Cizre ve Nusaybin’de gerçekleştirilen katliamlarda bodrumlara gömülenlerle ilgili olarak, yargısal sürece dair hiç bir işlem yapılmadığı gibi, sokağa çıkma yasaklarının sona ermesinin ardından iş makineleriyle parçalanarak moloz yığınlarının arasına atılan cenazelerin, bugün hala ailelerine ulaştırılmamış olması ve acılarını içine gömen insanların, mezarlarına koyabilmek için hala morglarda çocuklarının kolunu bacağını bulmaya çalışıyor olmaları da asla unutulmayacaktır.

Brunson davası ve yargının yerlerde sürünen hali

Bu yazının konusu esas olarak Brunson davasıydı, fakat bu davaya gelinceye kadar anlatılması gereken çok şey vardı ve nihayetinde Brunson davası da Türkiye’deki yargı gerçekliğinin bir sonucuydu.

Dolayısıyla, son dönemdeki yargı pratiği açısından çok da şaşırtıcı olmayan bir karar vardır ortada ve nasıl bir hukuk işleyişine sahip olduğumuzun özler önüne serilmiş örneklerinden biridir yalnızca.

Aynı zamanda tek adam rejimiyle, bağımlı yargı meselesinin ve siyasi amaçlara uygun yargı pratiğinin iç içeliğinin de çarpıcı bir örneğidir.

Ardından belki şunu söyleyebiliriz; gizli tanık müessesesinin yasal düzenlemelerle geliştirilip yerleştirilmesinden sonra, bu ülkede binlerce insan, aleyhe başkaca hiçbir “delil” yokken, bir gizli tanığın beyanıyla ya da tek başına bir itirafçının beyanıyla gözaltına alınıp tutuklandı, yargılandı ve hatta cezalandırıldı.

Gizli tanığın kim olduğu, hatta var olup olmadığı dahi bilinmediği halde gizli tanık beyanları, son dönem yargılamalarının baş tacıhaline getirildi. İlhan Cihaner dosyasında bir savcının gizli tanık olduğu, Danıştay’a saldırı dosyasında bir sanığın gizli tanık olduğu, başkaca pek çok dosyada polislerin gizli tanıklık yaptığı, bazı dosyalarda ise hiç gizli tanık olmadığı halde polisin varmış gibi ifadeler yazdığı biliniyor. Gizli tanıklık yapan kişiler, mahkeme salonlarına “güvenlik” gerekçesiyle asla getirilmeyip tanınmayacak hale getirilerek, ses ve görüntüleri değiştirildikten sonra teknik donanımın hazırlandığı farklı mekanlarda dinleniyor. Bazen de sanıkların ve avukatların uzaktan da olsa sorular sorabilmesi engellenip, güvenlik açısından sakıncalı bulunarak, onların olmadığı bir günde, ama yine mahkeme heyetinin de göremediği koşullarda dinleniyorlar. Mahkeme heyetinin dahi yüzünü göremediği, verdikleri ifadelerin yasa gereği mahkemelerin kasasında saklandığı, beyanlarına çok büyük önem verilen gizli tanıklar, bu kadar sıkı koruma altında tutuluyorlar ve verdikleri bilgiler de kendileri kadar kıymetli…

Son dönemlerin kokteyl örgüt modasına uygun olarak, Amerikan vatandaşı Rahip Brunson da hem FETÖ hem de PKK örgüt üyesi olduğu ve de casusluk yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Hazırlanan iddianamede hakkında 35 yıl hapis cezası istenilen Brunson, 18 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılarak ev hapsine alınmıştı. Rahip Brunson’un tutuklanması ve yargılanıyor olması Türkiye ile Amerika ilişkilerini epeyce germişti… Amerikan vatandaşı Rahip Brunson’un Türk mahkemelerinde yargılanıyor olmasının temel gerekçesi gizli tanıklardı ve bu kişiler 12 Ekim 2018 tarihli celsede bir anda beyanlarından vazgeçtiler ve “yalancı tanık” konumuna geldiler. Yalancı tanıklık yapmak, hele de bir insana aylarca tutuklu kalmasına yol açacak biçimde ağır suçlamalar yöneltmek, bu ülkenin yasalarına göre suç teşkil etmekteydi. Ancak bazen, bazı durumlarda böyle şeyler görmezlikten gelinebilir, önemsenmeyebilir, hatta affedilebilirdi… Dolayısıyla dava dosyasını alt üst eden bu ifade değişikliği karşısında hiçbir işlem yapılmadı.

Duruşma öncesinde aylarca süren tartışmalar, görüşmeler ve nihayetinde son süreçte Amerika’yla yapılan pazarlıklar sonucu, Zarrab-Halk Bankası dosyalarına karşılık rehin tutulduğu söylenen Brunson serbest bırakıldı. Brunson’u oval Ofis’te ağırlayan Trump’ın “…Uzun süre müzakere ettik, kesinlikle fidye ödemeyeceğimizi, serbest bırakılmazsa çok kötü şeyler olacağını söyledik” diyerek, büyük Türkiye Cumhuriyeti ve onun “bağımsız yargı”sının itibarını zedeleyecek açıklamalar yapması elbette ki yenilir yutulur bir şey değil… Amerika’yla ekonomik ve siyasi ilişkilerde yaşanabilecek sorunlar, uygulanacak yaptırımlar da hiç önemli değildir… Devlet yetkililerimizin daha önce bas bas bağırarak “casusluğunu”, “kanlı terör örgütleriyle ilişkilerini” anlattıkları ve yargıya havale ettikleri bu mevzuda, yine kendilerinin her defasında önemle belirttikleri gibi “bağımsız yargı” kararını vermiştir… Gerisi lafı güzaftır…

Yine, yakın bir tarihte de Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel’in daha önce “gazeteci değil terörist olduğu” ve bırakılmasının mümkün olmadığı reis tarafından ilan edildikten sonra, Alman Başbakanı Merkel’le yapılan açık pazarlık sonucu apar topar tahliye edilmesi ve daha karar açıklanmadan uçağının hazırlanmış olması gibi bir hikâye vardı…

Sonuç olarak, bugünkü haliyle hiçbir ağırlığı ve de saygınlığı kalmayan yargı, muktedirlerin ayakları altında, yerlerde sürünmektedir.