Haluk; Ankara kadroları arasında, kendine has özellikleri olan bir yoldaşımızdı.
Bizler çeşitli sebeplerle okulu terk ettiğimizde veya mezun olduğumuzda ODTÜ’de bıraktığımız bizden daha genç olan yoldaşlarımızdan biriydi. ( Daha genç dediysek o zaman hepimizin 20’li yaşlarda olduğunu ve iki yaşlık bir farkı o çağlarda büyük bir fark saydığımızı hatırlatayım. Yıllar geçip hepimiz 60’lı yaşları bulduğumuzda aslında akran devrimciler olduğumuzu fark ettik. )
Haluk o dönemin en hareketli, eylemci SGB’lilerindendi.
Okul devrimciliği dışında; kalabalıkta bağırarak gazete satışlarında veya geceleri polislerle, faşistlerle kaçmalı kovalamalı, silahlı çatışmaların, duvar yazılamalarının olduğu eylemliliklerin vazgeçilmez kadrolarındandı.
1980 yazında yaptığımız parti konferansı kararları ile belirli tedbirler almaya başladığımız askeri faşist darbe nihayet 12 Eylül 1980’de gerçekleşti.
Parti olarak birçok ilde polis operasyonları yedik. Yanlış hatırlamıyorsam Ankara’da art arda yapılan 2 operasyonda toplamda 120 partili ve genç yoldaşımız yakalandı. Haluk da o dönemki TKP(B) operasyonunda DAL’daki işkencelerden geçti ve Mamak Cezaevi’nde kısa bir süre kaldı.
Tahliye olduktan sonra 1983’te ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler ekonomi bölümünü bitirmiş ve o dönemlerde yeni kurulmakta olan araştırma ve anket şirketlerinden birisinin yöneticisi olmuştu. Bu dönemde bazı yoldaşlar üzerinden partiyle olan ilişkileri ve partiye olan desteği hep sürdü. ODTÜ Mezunları Derneği ile aktif olarak ilgilendi.
ÖDP’nin kurulduğu ilk dönemde orada yer almıştı, sonra SEH ile birlikte hareket etti. Sonraki dönemlerde sosyalist bir birey olarak HDP’de çalışmaya başladı, HDP’nin İstanbul il ve ilçe yönetimlerinde faaliyet yürüttü.
Haluk’un 1990’lı ve 2000’li yıllardaki yaşamının temel çizgisi başta işçi eylemleri olmak üzere, nerede bir hak mücadelesi varsa bütün gücüyle bunlara katılıp güç vermek ve bir taraftan da Kürt özgürlük hareketi önderliğinde kurulan partilerde çalışmak oldu. Durgun bir yaşam ona göre değildi, illa içinde yer alacağı bir eylemlilik bulur; yoksa da kendisi yaratırdı. Gözü karalık tabiatının bir parçasıydı. Bayrampaşa cezaevinde bir keresinde TV ekranlarında onu tek başına Çiller’i protesto ederken gördük. Meğerse ÖDP üyesi olduğu o yıllarda parti ilçe yönetimini Çiller’i protesto eylemine ikna etmeye çalışmış, ancak gerçekçi bulunmadığı gibi biraz da maceracı olduğunu düşünerek kabul etmemişler. Kendisi o yıllarda İstinye’de oturuyor, Çiller’in evinin yakınında bütün kameraların önünde 80 milyon vatandaşın göreceği şekilde çok kolaylıkla bir protesto eylemi yapılabileceğini düşünüyor ve tek başına bu eylemi ortaya koyuyor. Ekranlarda polis onu yaka paça götürürken o hala “hırsız, katil Çiller” diye bağırıyordu. ( Bugün aynı sloganı memleketin en sorumlu yöneticisi hakkında bağırsanız mutlaka tutuklanır, hakaretten ceza alırsınız. O kötü ünlü 90’larda bile bu slogan Haluk’un tutuklanmasına sebep olmamıştı. )
Bu olaydan yıllar sonra, bu defa Edirne F Tipi Cezaevi’nde TV haberlerinde bir kere daha Haluk’u gördüm! Ergenekoncu faşistlerin ortalığı kasıp kavurduğu dönemdi. Boğaziçi Üniversitesinde Murat Belge ve bazı liberal aydınların “Ermeni Soykırımı” konulu konferansını gösteriyordu ekranlar. Amfi şeklindeki salon kalabalıktı, ama salonun çeşitli noktalarına yerleşen faşist Kerinçsiz ekibinin provokatörleri ayağa kalkıp konuşmacılara laf atıyor, sloganlarla bağırıyor ve onları konuşamaz duruma sokuyordu. Ayağa kalkıp sahneye doğru bağırıp çağıran orta yaşlı bir faşiste birisi yanaştı, suratına yüzünü yaklaştırarak bir şeyler söylüyor, belli ki teskin etmeye, vazgeçirmeye çalışıyor. Baktım ki bu bizim Haluk! Adam tınmıyor, bağırmaya devam ediyor. Haluk yakın çekim kameraların önünde kafayı adamın suratına öyle bir ekleştirdi ki adam kapaklandı. Salon karıştı, güvenlik kuvvetleri adamı da Haluk’u da kollarına girip salondan çıkardı, Kerinçsiz takımı salonu terk etti. Murat Belge’nin ertesi günkü açıklaması işin asıl ilginç olan tarafıydı. Mealen “düşünce ve konuşma özgürlüğünü” engelleyenleri eleştiriyor, ama onlara karşı “şiddet kullanan” kişiyi de barbarlıkla suçluyordu. Bu “barbar”, bizim Haluk oluyordu!
Haluk sanki “yaradılıştan” enternasyonalist biriydi. Herkesle çok rahat ilişki kurabildiği için her milletten insanla da çok çabuk hemhal olabilirdi. Kürtleri, Ermenileri hep kardeş belledi. Cezaevinde yıllar boyu arkadaş görüşçüm olarak beni ziyarete gelirken veya postayla, periyodik yayınların içeriye girişi yasaklanıncaya kadar AGOS’ a ulaşmamı sağladı. Batı Şeria’da İsrailli keskin nişancılar tarafından başından vurularak öldürülen Türkiye kökenli Amerikan vatandaşı sosyalist Ayşe Ezgi Eygi için de ölümünden 2 gün önce şu tweet’i atmıştı: “Bu enternasyonalist devrimci yarın Didim’de toprağa verilecek. Gidip sahip çıkacaklardan olamadığım için üzgünüm. Dilerim çevremizden gidenler olur. Gücü ile uyusun.”
Ölümünden bir hafta öncesine kadar Soma Fernas işçilerinin eylemlerine katılıyordu, onların açtığı yardım kampanyasının büyütülmesi için uğraşıyordu. O günlerde eğer İzmir’de değil İstanbul’da olsa, bu defa ya direnişteki Polonez işçilerinin ya da AS Plastik işçilerinin arasına karışacaktı. 11 Eylül gecesi Seyhun ile birlikte beni uğurladı, Dikili garajında otobüse bindiğim son saniyeye kadar bize bağımsız mücadeleci sendikaların yeni bir sendika konfederasyonu kurmalarının ne kadar doğru bir fikir olduğunu anlatıyordu.
İşte böyle, ömrünün her saniyesi, beyninin her kıvrımı mücadelenin sorunlarıyla dolu bir yoldaşımızı kaybettik.
Haluk Ağabeyoğlu’nun ismi anıldığında tanıyan herkesin unutmayacağı bir başka emeği de hileli 2016 referandumundan itibaren iktidar tarafından yapılan seçim yolsuzluklarının ayyuka çıktığı bütün seçimlerde devletten geliştirilecek hilelere karşı büyük bir inat ve ısrarla yürüttüğü “adil seçim ve seçim güvenliği” çabasıdır. İstatistik ve kamuoyu yoklamaları alanındaki mesleki birikimini iki dönem boyunca HDP’nin seçim komisyonunda görev alarak hizmete soktu. Ancak Haluk için asıl sorun ıslak imzalı tutanaklar veya seçmen kütükleri vs. değildi. Haluk’un asıl amacı seçim güvenliği konusu üzerinden, iktidara karşı en geniş muhalif seçmen kitlelerini, hayatın içinde, sokakta birleştirmekti. Hangi partiden olursa olsun, iktidarın oy çaldığına inanan milyonları, seçim sandıkları ve seçim merkezi olan okullar temelinde ekipler halinde bir araya getirmekti. İYİ Parti’nin HDP’ye boykot yapmadığı, seçim güvenliği için bütün muhalefet partilerinin bir araya geldiği İstanbul Belediyesi tekrar seçimlerinde bu birlik sağlanmış ve seçimleri muhalif aday İmamoğlu kazanmıştı. Aynı şey bütün ülkede yapıldığında farklı partilerden milyonlarca parti temsilcisi tanışacak, toplantılar yapacak, bir şekilde kitlesel bir denetimle tek adam faşizmini sıkıştıracaktı. İktidar buna rağmen kaba – zor veya ince hilelere başvurduğu takdirde halkın en meşru “adil seçim” tepkisi ile karşılaşacaktı. Yani adil seçim gibi asgarinin de asgarisi sıradan ve herkesin üzerinde birleşebileceği bir talep tek adam rejiminin belki sonunu getirecek olan, en haklı, en geniş kitle hareketinin en meşru zeminini oluşturacaktı. Yani Haluk’un seçim güvenliği için başta HDP, CHP olmak üzere bütün muhalefeti sıkıştırmak üzere yırtınıp durması sade suya tirit bir sandık demokrasiciliğinin ürünü değildi. Tam aksine, isyana ve devlet ile çatışmaya kendini hazır hissetmeyen bir halkın en hassas olduğu noktadan, “oyumu iç ediyorlar” şikayetinden yakalayıp ileriye, egemenlerle haklı bir zeminde kapışmaya doğru sürükleme çabasıydı. Çok devrimci bir iç mantığı vardı. Ne var ki kısmen HDP’nin duyarsızlığı, ama esas olarak CHP’nin gayri-ciddiliği ve İYİ Parti’nin HDP düşmanlığı yüzünden partilerin seçmenleri arasında tabandan bu kitlesel denetim örgütlenmesi hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Haluk, Gezi’nin de önderlerindendi. Taksim Dayanışması içerisinde, kumaşı diğerlerinden farklı, radikal ve onlara yabancı olan unsurdu. Mücadele hayatı boyunca defalarca kez polis şiddetine maruz kaldı. HEY-Tekstil direnişinde defalarca saldırıya uğradı. 2013 1 Mayıs’ında başından gaz mermisiyle ağır yaralanan, babası da direnişteki HEY-Tekstil işçilerinden birisi olan Dilan Alp için HEY-Tektsil işçilerinin Taksim’de düzenlediği gösteride ciddi derecede yaralandı.
İkisi de meslekten avukat olan ilerici anne ve babanın çocuğuydu. Sporcuydu Haluk. Hem de ciddi olarak sporcuydu, 50’li yaşlarda triatlon yarışlarına katılıyordu. Bir gün Edirne F Tipi Cezaevi’nde hücre mazgalından bana idare denetiminden geçmiş küçük bir paket teslim ettiler. İçinde Haluk’un mektubu ve bir madalya çıktı. Meğerse İstanbul boğazını yüzerek geçme, ardından 40 km bisiklet sürüşü ve ara vermeden 10 km koşuyu içeren triatlon yarışmalarında 50 yaş kategorisinde Türkiye üçüncüsü olup bronz madalya almış. Madalyayı içerdeki yoldaşlara gösterip Haluk’u anlattım onlara. Ancak 3- 5 yıl sonra aşırı spor yüzünden aort damarında büyük bir anevrizma teşhisi konulması üzerine doktorların tavsiyesi ile sporu bırakacaktı.
Dile kolay, 15 sene düzenli olarak her ay sadece 1 saatlik görüş için İstanbul’dan onca yol tepip Edirne’ye geldi. İzmir 2 No’lu F Tipi’ne sürgün edildiğimde, oraya da ziyaretçim olarak gelmeye devam etti. Tahliyemde onca yoldaşın gelişini organize edenlerdendi.
Tanıyan herkes onun sımsıcak yoldaşlığını bilir. Yanlış anlaşılmasın, o bu duygularını hiçbir zaman size sözlerle, jestlerle veya sarılarak falan ifade etmezdi. Hayır, o sizin bir ihtiyacınızı fark eder, çaktırmadan onu giderir veya kendine pratik bir görev edinerek onun üstesinden gelirdi. Ama her halükarda siz o sımsıcak duyguları yaşar, o yüksek yoldaşlık bilincinden etkilenirdiniz.
Örgütsel mevki, makam ve hiyerarşilerle hiç işi olmadı Haluk’un. Zorunluluk gereği bazen bir takım resmi yerlerde yer aldıysa da kimse onu o kademeler üzerinden hatırlamaz zaten.
Siyasi geleneğimiz ve devrimci hareket olarak seçkin bir insanımızı kaybettik. Birkaç ay önce böyle bir cenaze törenini Haluk’la birlikte İstanbul’da Haldun Karyol için organize etmiştik. Haldun’un üzerine örteceğimiz kırmızı bayrağı unutmuştuk, son anda Haluk yetiştirmişti bayrağı. Hayat işte, şimdi Haluk’u uğurluyoruz.
Onun idealleri ve üstlendiği işler şimdi hepimizin sırtındadır. Tıpkı onun her kaybımızı işlere daha güçlü sarılarak yaşaması gibi bizler de onu hatırladığımızda ideallerimize ve görevlerimize daha güçlü sarılmalıyız.
Anısı ve mücadelesi hep yaşayacak.