Herhalde sadece Türkiye’nin son 1 yılında yaşanan olaylar başka bir ülkede olsa her anlamda bambaşka bir tablo ile karşılaşabilirdik. Pazarcık ve Elbistan depremlerinde 200.000’i aşkın insan yaşamını yitirdi. Bir o kadarı yaralandı. Milyonlarca insan yakınlarını yitirdi, evsiz kaldı. Deprem sonrası isyan edenler kolluk-tarikat-mafya üçgeni içinde linç edildi, sindirildi. 6 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilip yıllarca istismara-tecavüze uğradığını öğrendik. Bu münferit bir durum da değildi. Biz sadece H.K.G’nin itiraz parmağını kaldırması sonucu bu hikayeyi öğrenebildik. Yetmedi… Ekonomik kriz, tüm yaşamı alt üst etmeye devam ediyor. AKP, toplumun hafızasızlığına, körlüğüne güvenerek krizin faturasını emekçilere çıkarmaya devam ediyor. Tüm ekonomi politikaları sermayenin krizini, emekçi sınıflara ödetmeye dönük. Kadın cinayetlerini, iş cinayetlerini, Kürt halkına yapılan imha saldırılarını, artan intiharları, doğa talanını, ekolojik yıkımı vs. saymıyoruz bile.
Saydığımız 3 olay dünyanın birçok ülkesinde ayaklanmayı/isyanı tetikleyecek ve uzun süre gündemi sokağın belirleyeceği, devletlerin önünü alamayacağı türden olaylar. Hemen ilk elden akla gelenlerle kısa bir panaroma yapalım. İran’da Mahsa Jina Amini’nin İran ahlak polislerince katledilmesi sonrası yaklaşık bir yıl boyunca İran sokakları savaş alanına döndü. Elbette Amini’nin katledilmesi bardağı taşıran damla oldu. Ayaklanma sona erse de İran İslam Devleti, özellikle kadınlar ve gençler üzerindeki hegemonyayı sağlamak için hala katliam, suikast, işkence, zehirleme gibi yöntemlerle toplumu sindirmeye çalışıyor. Sri Lanka’da yaşanan ekonomik kriz sonrası halk ayaklandı, devlet başkanının sarayını bastı. Devlet başkanı çareyi ülkeden kaçmakta buldu. Peru’da seçimi, sosyalist parti kazandı. Devlet, bu durumu kabul etmedi ve halkın iradesi Castillo’ya çeşitli oyunlarla darbe yaptı. İlk günden bu güne halk iradesine sahip çıktı ve hala direnişe devam ediyor. Yunanistan’da devletin bilinçli veya bilinçsiz sorumluluğunu yerine getirmemesi sonucu tren kazasında 50 kişi yaşamını yitirdi. Bunun üzerine sokaklar günlerce molotoflarla aydınlandı. Fransa’da polis kurşunu sonrası, Nael yaşamını yitirdi. Emeklilik yaşı 2 yıl yükseltildi. Her iki olay sonrasında da Fransa halkı sokakları savaş alanına döndürdü, hayatı durdurdu. Kenya’da akaryakıt fiyatlarına zam geldi. Kenyalılar, akaryakıt zamlarına karşı günlerdir isyanda…
Oysa Türkiye’de böyle olmadı. Türkiye’de; Fransa’da, Kenya’da, Yunanistan’da, İran’da yaşanan olayların kat kat fazlası son bir senede yaşandı. Fakat bir şekilde toplum değişim için seçimleri bekledi. Peki ama neden? Başka bir ülkede, Türkiye’de yaşanan toplumsal depremlerin küçük bir kısmı yaşanınca isyan oluyor da, Türkiye halkları neden sinmeye devam ediyor? Ya da sadece sinmek, ehlileşmek durumu açıklamaya yeter mi? Sadece bir nedenle durumu özetleyemeyeceğimiz aşikar. Bu sorunun bir tane cevabı yok. Fakat bu sorunun cevaplarını bulup, pratik olarak üzerine gitmeden de toplumu daha sağlıklı bir biçimde harekete geçirmenin olanaklarıyla buluşamayacağız.
Utanmazlığın ve utancın tablosu
AKP’nin ekonomi politikaları, varolan yoksulluğu iyice derinleştirdi. Krizin faturasını emekçilere, yoksulların sırtına bindirdi. Kendi çizdikleri ekonomi politikalarından bir günde caydılar ve faiz artırımına gittiler. Bu Erdoğan’ın ekonomiden anlamadığı anlamına gelmiyordu. Tersine her dönem sermayeyi kurtaran, halkı yoksullaştıran, halktan çalınanın sermayenin cebine girdiği politikaları izlediler. Deprem sonrası, devlet-hükümet yetkilileri kahkaha atarak poz verdi. Erdoğan depremde ölmeyenlere ve onlarla dayanışmak isteyenlere hakaretler yağdırdı. Deprem bölgesine giden yardımlara devlet el koydu. Deprem bölgesinde özellikle iktidara karşı olan bölgelere yardım verilmedi. Kızılay çadır ve yiyecek satışı yaptı. Deprem sonrası çimento borsası yükselişe geçti. H.K.G’nin davası basına yansıyınca tutuklamalar gerçekleşti. O güne kadar öylesine bir dava sürüyordu. Sadece bunları bile topladığımızda ortaya utanmazlığın tablosu ortaya çıkıyor. Bu durumlara gelişen tepkiler, sosyal medya yankı odalarının ötesine geçmedi. Hiçbir hesap sorulmadı.
Öyle ya her türlü utanmazlığa, aymazlığa rağmen toplumdan kayda değer bir ses çıkmıyordu. O yüzden utanmayı gerektirecek bir durum da ortada yoktu. Artık kılıf uydurmadan minareyi çalmaya başlamışlardı. Diğer yanda ise bunca olaya rağmen toplumu harekete geçirebilen devrimci hareket de ortada yoktu. Devrimci hareket büyük oranda hareket etme ve harekete geçirme kabiliyetini yitirmişti. Bu anlamda toplum ve devrimciler için ortaya çıkan tablo, utanç tablosudur. Bugün harekete geçmenin bir yanı da utanç duygusundan kurtulmak ve harekete geçirici refleksleri kazanmak olmalıdır. Fakat öncelikle utanmamız ve toplumun bu durumdan utanması gerektiği bilinci oluşturulmalıdır. Bunun için “Kadınlar katlediliyor, çocuklar tarikatlarda istismara uğruyor, gençler sindiriliyor, emek sömürüsü katmerleniyor, yeni depremler ve AKP İnşaat A.Ş’nin yeni katliamları bizi bekliyor. Siz hala seçimleri mi bekleyeceksiniz?” “itiraz parmağımızı kaldırmak için daha kaç gencimiz intihara sürüklenmeli? Kaç kadın katledilmeli? Kaç ağaç yakılıp yok edilmeli? Sıra size gelince mi ses çıkaracaksınız? Ne zaman birlikte itiraz edeceğiz?” minvalinde çıkışlar yaparak bu utanç hissini yayma ve birlikte harekete geçme bağlamında pratikler geliştirmeliyiz.
Utanmazlık ve utanç tablosunun tarihsel arka planı
Türkiye’de toplumsal çürüme hiç olmadığı kadar yükselmiştir. Toplumsal çürüme ise, devletin ve sermayenin büyümesiyle paralellik gösterir. Çalışma koşulları, son 21 yılda AKP eliyle olabildiğine esnekleşmiştir. Devlet eliyle güvenliksizleştirilen toplum, devletin “güvenlik güçlerine” daha da bağımlı hale gelmiş, toplumsal bağlar zayıflamıştır. Borca mahkum bırakılan toplumun geleceğine el konulmuş, hareketsiz kılınmıştır. Borcunu ödemezse yaşayamayacağı, hayatına el konulacağı bilinci nakşedilmiştir. Bu anlamda toplumun direngen refleksleri körelmiştir. Sadece bu kadar basit özetleyemeyeceğimiz bir mesele çürüme. Bunlar ilk elden aklımıza gelenler…
Aslolarak bu çürümenin tohumları, 24 Ocak kararları ve ‘80 darbesi -neoliberalizme geçiş- ile atılmış ancak tam anlamıyla topluma nüfuz etmesi AKP iktidarı ile olmuştur. İlk bakışta sadece sermaye odaklı politikalar gibi gözükse de, geçmişten gelen direngen refleksler yok edilmeden 24 Ocak kararlarının uygulanması mümkün olamamış ya da pek azı hayata geçebilmiştir. Özellikle 90’lı yıllardaki işçi direnişleri neoliberal politikaları yavaşlatmış veya durdurmuştur. Fakat ekonomik krizin ardından hükümete gelen AKP’ye uluslararası sermaye de yürü ya kulum deyince ve ülkeye sıcak sermaye akışı gerçekleşince; ülke sermayesi dar boğazdan kurtulmuş, emek gücü ucuzlasa da istihdam ve istikrar artmıştır. AKP’nin neoliberal politikaları hayata geçirmesinde böylesi bir süreç etkili olmuştur.
Öte yandan her yoksullaştırma-proleterleştirme dalgası beraberinde toplumsal-tarihsel bağları çözme ve makul-biat eden toplumsallığı örgütleme bağlamında inkar-sindirme politikalarını beraberinde getiriyor. AKP, ekonomik krizi sürdürebilir kılmak ve sermayenin süreci kayıp vermeden atlatması için krizin yükünü, emekçi sınıfların omzuna yüklüyor. Bunun yanında kendi tabanını konsolide etmek için tarikat-cemaat-parti örgütlenmesi denkleminde, devletin imkanları yandaş sermayeye açılmış, yandaş sermayenin imkanları ise AKP-tarikat-mafya örgütlenmesinin önünü açmak için kullanılmıştır. Bu yolla AKP tabanına, “biz olmazsak ekonomi işlemez” bilincini yerleştirmiştir. AKP-mafya-tarikat ile tabanın girdiği pragmatist ilişki, körleşmeyi ve çürümeyi de beraberinde getirmiştir. Girilen pragmatist ilişki; AKP’nin yaptığı her türlü katliama, sömürüye, işkenceye, yağmaya körleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Bir başka deyişle AKP, ağzıyla kuş tutsa da artık tabanını genişletemeyeceğini biliyor. Stratejisini, daralan tabanını kaybetmemek üzerinden belirliyor. Erdoğan, tabanının statükosunu koruyabildiği ölçüde iktidarda kalacağının bilincinde. Bunu iki açıdan söylemek mümkün. Biri ekonomik statüko, diğeri muhafazakarlığın statükosu. Bu anlamda parti-tarikat-mayfa örgütlenmesi ile devletin ve sermayenin ekonomik imkanları parti tabanının ekonomik statükosunu korumaya çalışıyor. Fakat gidişat ne sermaye ne de toplum açısından ekonomik statükonun korunamayacağını gösteriyor.
İşte bu anlamda AKP’nin yoksullaştırma-prolelerleştirme politikaları ile muhafazakar toplum yaratma bağlamında kendi tabanını konsolide etme ve kendinden olmayanı yok sayma-inkar etme-sindirme politikaları kafa kafaya işleyen süreçlerdir. Her ne kadar AKP toplumu statikleştirmeye çalışsa da tarikat, cemaat, aile kıskacına alınmış gençler, çocuklar ve kadınlardan tekil tekil de olsa isyanlar yükseliyor. Özellikle yeni kuşaklarda şekillenen bu statüko bozumunu engellemek için AKP; çocuklar, kadınlar ve gençler üzerindeki politikalarını daha da ağırlaştırıyor. Toplumun en temel iki değişim dinamiği olan kadın ve gençler üzerindeki baskıyı arttırıp toplumu taraflaştırıyor. Mayıs 2023 seçimlerinde AKP’nin YRP ve Hüda-Par ile oluşturduğu ittifak, sadece seçim kazanma stratejisi değil, siyasal hattının hangi düzeye evrildiğini de gösteriyor. AKP, hep böyleydi diyebilirsiniz. Fakat inkarı ve sindirmeyi hiçbir zaman bu boyutta dayatmamıştı. Bugün türban için gündemleştirilen anayasa tasarısı ve okullara atanmaya başlanan imamlar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve kadın haklarını sözde de olsa koruyan yasaların kaldırılması inkar ve sindirmeyi kurumsallaştırma çabası, seçim bağlamında tabanını statikleştirme yatırımı. Böylelikle Erdoğan, Erdoğan karşıtlığına da yön vermeye çalışıyor.
Örneğin 14-28 Mayıs seçimleri biter bitmez belediye seçimleri ve CHP-İYİP parti içi seçim tartışmaları başlamış oldu. Erdoğan da yeni bir anayasa tartışmasını başlattı. Belediye seçimleriyle birlikte, ya türban, aile, kadın gibi konuları kapsayan bir referandum ya da daha geniş kapsamlı bir anayasa oylaması da beraberinde gelecek. Eğer 14-28 Mayıs sürecindeki gibi her şey sandığa sığdırılmaya çalışılır da sokak boş bırakılırsa tam da Erdoğan’ın istediği yapılmış olunur. AKP, kadın üzerinden şekillendirdiği taraflaştırma politikasını türbana karşı olup olmama eksenine sıkıştırıyor. Gençlerin muhafazakarlaşmaması halinde lgbti’leşeceği korkusunu ailelere yansıtıyor. Türbana karşı olmak veya olmamak ekseninde kalınırsa, AKP’nin şekillendirdiği alanda toplumsal muhalefetin eli kolu bağlanacak, burjuva muhalefet güçlerinden medet umar hale gelecektir. Bu anlamda sosyalist-toplumsal mücadele sandığa sığmayacaktır. Bizim temel kıstasımız özgürleşme eylemi olmalıdır.
Çürümeye Karşı Harekete Geç!
Sandıkta iki seçenek vardır. Ya karşısın ya da değilsin. Fakat sandığı değil de yaşamı ve özgürlüğü kıstas alırsak, kendimizi ifade edebileceğimiz birçok seçenek mevcut. Yoksullaştırma, kadın katliamlarına, çocuk istismarına, tecavüzlere, kadınları ve gençleri sindirme politikalarına karşı birçok noktadan AKP’nin koyduğu ekseni bozan bir çalışma pekala yürütülebilir. Enes Kara’ların, H.K.G’lerın sesini sokakta yükseltmek ve hala yaşayan Enes Kara’lara, Sibel Ünliler’e.. güç vermek ve onlarla yeni bir rezonansa girmek esas olmalıdır. Bu bağlamda kıstasımız AKP’nin koyduğu eksene karşı olmak veya olmamak değil, onun eksenini bozacak özgürleşme eksenini, toplumsal bir güç olarak inşa edebilmektir. Özgürlük ise AKP-tarikat zihniyetinin istediği hayatları yaşamak değil, kendin olabilmek, kendin olmayı engelleyen koşulları ortadan kaldırmak için mücadeleden geçer.
Son yıllarda Türkiye’de intiharlar, toplumsal çürümeye paralel olarak artmıştır. Çürümeye karşı yaşamsal bir çıkış bulamayan ama bu yaşamı da kabul etmeyen insanlardır intihar edenler. Kapitalist/faşist sistemin insanlığını/toplumsallığını inkar etme dayatmasını kabul etmeyenler, çürümeyi yaşamak istemeyenlerdir ama toplumsal çürümeye karşı bir şey yapamayıp utanç içinde kıvrananlardır. Sessiz kalmayı kabul etmeyen ama ne yapacağını bilmeyenlerdir. Günün sloganlarından biri de “Diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” olmalıdır. Ama çürümek yerine yaşamına son vermek değil, yaşama büyük bir bağlılıkla bugünü değiştirip-dönüştüme, toplumsal çürümenin kaynağı olan AKP-MHP faşizmine karşı mücadele edilmelidir.
Bir diğeri “Harekete Geç”tir. Bugün toplum, toplumsal-siyasal gelişmelere hiç olmadığı kadar seyirci kalmıştır. Yukarıda seyirci kalmanın nedenlerinden birkaçını belirttik. Toplum güvenliksizleştirilmiş, borçlandırılmış; şimdisine ve geleceğine el konulmuştur. Sistemde ne tür sorun olursa olsun, güvenli hissedemeyen, kendine dahi güvenmeyen ve bir ömür boyu borçlu olan bireyin gemileri yakma seviyesi (ya da bardağın taşma seviyesi) hiç olmadığı kadar yükselmiştir. Neoliberal kapitalizmin her alana el atması, her şeyi alınır satılır meta haline dönüştürmesi-ticarileştirmesi, bunun toplum nezdinde zamanla normalleşmesi toplumu çürüten önemli etkenlerden biri olmuştur. Toplum; toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak kaybettiği değerleri kanıksayarak devam ettikçe, karakter aşınması yaşaması da kaçınılmazlaşmıştır. Depreme, çocuk istismarına, ekonomik krize tepkisizliğin bir yanını da bu kanıksama hali açığa çıkarmıştır. Devrimci mücadelenin seçenek olamadığı bir dönemde, düzen içi muhalefet, sesini sokakta çıkarmaktan imtina eden toplumu, kaybettiği refleksleri kazanma fırsatı tanımayan bir muhalefet biçimine hapsetti.
Ezilmeyle, sömürülmeyle, faşizmin biçtiği yaşam tarzıyla sorunu olan, itirazı olan insanlara doğru sorular sordurtacak yerden eylemimizi-sözümüzü kurmalıyız. Çünkü doğru sorular sorulmadığında doğru cevapların bulunması da mümkün olmuyor, “rasyonel düşünce” insanları hapsediyor. Öyle ki AKP-MHP tüm devlet imkanlarına sahip. Öte yandan toplumun tüm benliği alınmış ve devletin, resmi ideolojisinin varlığına armağan edilmiştir. Yani bir tarafta AKP-MHP faşizmi varken diğer yanda “tek gerçekçi seçenek” olan CHP’nin ideolojisi de devletlidir. Toplumsal varoluşu yadsır. Bu anlamda ulus-devletin, Türk-İslamın ve Neo-Osmanlıcılığın toplumun üzerine ördüğü ağlardan kurtulmadan insanlar kendini varedemeyecek. Bunlar sadece ideoloji de değil, aynı zamanda toplumda karşılığı olan örgütlenmeler. Kimse örgütsüz değildir, toplumun büyük bir çoğunluğu o veya bu dolayımla devlete örgütlüdür. Devletle olan örgütsel-ideolojik ağ ve bağı koparmadan mücadeleyi keskinleştirmemiz olanaksızdır. Bir şekilde eylemimizle-sözümüzle ideolojik bağı ve örgütsel ağı koparacak soruları sordurtmamız gerekiyor. Elbette mızrağın sivri ucunu AKP-MHP faşizmine doğrultarak ama mızrağın diğer tarafındaki Kemalizme, liberalizme yedeklenmeden bunu yapabilmeliyiz.
Toplum yaşananları yanlış görse de artık kanıksamış, bunların dışındaymışçasına hayata tutunma mücadelesi veriyor. Sanki üç maymunu oynayınca bunlar hiç yaşanmamış gibi toplumsal tiyatro gerçekleşiyor. Fakat her bir bireyi ve topluluğu bu toplumsal çöküş/çürüme/psikopatlaşma bir şekilde içine çekiyor. Hala kurtarılacak bir insanlık varken, toplumun vazgeçtiği doğruları ve görmezden geldiği toplumsal çöküşü hatırlatmak, devrimci eylemle mümkün olacaktır.
Sorun, sokakta olmamak, sınıfa gitmemek değildir. Sınıfı, toplumu kuşatan devletli ideoloji, örgütlenmeleri ve hegemonyayı parçalayamamaktır. Sınıfı, devletin örgütsel ağından ve ideolojik-hegemonik bağından koparamamaktır. Neden koparamıyoruz değildir, koparma eksenli bir eylemimiz, pratiğimiz yoktur. Bu konjonktürde devletten örgütsel, ideolojik veya hegemonik temelde kopamayan toplumun isyan etme eşiği yükselmiştir. Devrimci hareket ise koparma eksenli bir pratik sergilemeksizin, farkında olmaksızın kendiliğindenciliğe düşmüştür. Ki son yıllarda saydığımız ve sayamadığımız onlarca örnekte toplumsal kopuşun yaşanabileceği momentler açığa çıkmıştır.
Erdoğan’ın başarısı, kendi kitlesini devlet-millet el ele şiarıyla örgütlerken, kendinden olmayana inkarı, sindirmeyi dayatması ve onu örgütsüzleştirmesidir. Erdoğan, kindar-dindar bir nesil ve makul-makbul kadın yaratmak isterken, buna angaje olmayan çoğunluğu da biat eden, boyun eğen pozisyonda tutmak istiyor. Devrimciler, Erdoğan’ın biçtiği yaşamları yaşamak istemeyen, kendisi olmak isteyen çoğunluğun sesini birleştirmesi üzerine stratejisini kurmalı. Kendisi olamayan, baş eğdirilmeye çalışılan çoğunluk, parça parça bu mücadeleyi kazanamayacaktır. Kendisi olmak gençliğin dinamizmini açığa çıkarabilmesi, geleceğini kendi ellerine alabilmesi, ne olmak istediğine kendi karar vermesi ve kendisini gerçekleştirmek için mücadele etmesidir. Kadının, kendisi olması; işkenceyi, katliamı, tecavüzü, tacizi, ömür boyu hapsi kabul etmemesidir, onu tutsak eden koşullarla kavga etmesidir. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olması; gittikçe katmerlenen emek sömürüsüne itiraz etmesidir. Kendini gerçekleştirecek zamanı, hakları, emek gücünün karşılığını istemesi, buna engel olan sistemle kapışmasıdır. Göçmenlerin, insan onuruna yaraşır haklar için mücadele etmesidir. Köylünün doğasına sahip çıkmasıdır, doğayı talan eden devlete karşı mücadele etmesidir. Kürdün, inkarı ve imhayı kabul etmemesi, kültürüne, diline, stranına, topraklarına, insanına, tarihine daha sıkı bağlarla bağlanıp devletle mücadele etmesidir. Alevinin asimilasyon politikalarını, devlet Aleviliğini reddetmesidir…
İnsan toplumsal bir varlıktır. Buradan doğru insanın kendisi olmasını bireysel dünyaların parlatılması değil, toplumsal koşullar bakımından kendisi olmasını engelleyen AKP-MHP faşizmine ve onun sahadaki kurumlarına, yaydığı bilince, yozlaşmaya, çürümeye karşı mücadele bağlamında ele almak gerekir. Bu anlamda insan, onuruna yaraşır bir toplumsallaşma olmadan varolamaz, kendisi olamaz. İnsan sadece kendisi olmak için değil, başkasının da kendisi olmasını engelleyen koşulları ortadan kaldırma bilinci ile birlikte faşizme karşı birlikte mücadele edebilir. Bugün kendisi olmak isteyen, AKP-MHP faşizmine biat etmeyen her bir birey, topluluk; nerede bir doğum sancısı varsa, kim kendini yeniden doğurmak istiyorsa atını oraya sürmeli, birlikte mücadele etmelidir. Dört duvar arasında, devrim için sağlıksız koşullarda yapılan birlik tartışmalarından çıkıp, sokakta birliği sağlayacak olan budur. “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganının hakkı ancak bu şekilde verilebilir.