Venezuela ve devrim – Hasan Yıldız

“Sovyet devrimi bir zaman sonra sermayeyi için için besleyip en son Yeltsin’le işi resmiyete kavuşturduğunda; Çin’de Komünist Parti eliyle kapitalizm adım adım inşa edilip, sermaye semirtildiğinde, burjuva ideologları tarihin sonunun geldiğini ilan etmekte gecikmedi. Onlara göre; insanlık artık son durağa gelmişti. Kapitalizm ebedi olarak varolacaktı. Devrimler çağı bitmişti. Zaten en son devrim; büyük burjuva devrimiydi. Bir sapma olarak ortaya çıkan sosyalist devrimler bertaraf edildiğine göre insanlık serüveninin gidişatı tekrar rayına girmiştir. Sözde, bu demokrasi adı altındaki sömürü, insalığın tek kurtuluş yoluydu. Başka arayışlara girmek anlamsızdı. Yani ilk devrim dalgası savuşturulunca ortaya çıkan boşluğu (ya da meydan kendilerine kaldığında) burjuvazi kendi yöntemleriyle bu şekilde dolduruyordu.

Ne var ki buna burjuva ideologların kendileri dahi inanmıyordu. Bu söylemle amaçlanan, sermaye düzeni tarafından ezilen-sömürülen bir dünya insanın farklı bir yola sapmasını engellemek, umudunu tüketmek ve yeni arayışların önünü tıkamaktı. İnsanlığın tümünü memnun eden bir düzen kurulmadığı sürece arayışlar son bulmayacağından ve insan olduğu sürece umut da var olacağından, bu söylem başarılı ol(a)mazdı ve ol(a)madı.

Sermaye düzeninin son ulaştığı emperyal kapitalizm insanlığa, açlık, sömürü, baskı ve savaşlardan başka bir şey vaat edemeyeceğinden, buna karşı koyuşlar da dünyanın her yerinde ortaya çıkıyordu. Emperyalizm yeryüzünde önemli ölçüde denetim sağlasa da, kültürel hegomanyasını her köşeye yaysa da, askeri ve teknolojik olarak hakimiyetini en üst seviyeye çıkarsa da, ortaya çıkan güçlü direnişler ve arayışlar bu denetim mekanizmasını kırmayı başarıyordu. Her başkaldırı, egemenlerin tarihsel refleksi olan ezme yoketme ile yüzyüze kalıyordu. Ancak her bastırılan direniş bir sonrakine daha da büyüyerek birikimli ilerliyor, yeryüzünde tüm ezilenlerde sürekli büyüyen yıkıcı bir enerji birikmesine neden oluyordu. Ülkeden ülkeye hatta kıtadan kıtaya farklılık arzetse de sermaye karşıtlığıyla beslenen bu enerji birikmesini büyütmeye devam ediyor.

Günümüzde yeryüzünde devrimci enerjinin en fazla biriktiği yer Latin Amerika gibi gözüküyor. Burası aynı zamanda emperyal hegomanyanın başı olan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) arka bahçesi olması dolayısıyla ayrıca önemli. Buradan çıkan her aykırı çıkış, emperyalizmin hegomanyasını sarsıcı niteliktedir. Ayrıca diğer önemli bir nokta; Avrupa merkezli sermaye düzeninin ilk oluşmasında, kıtanın keşfinin belirleyici bir rol oynadığını ve buradan yiyeceği darbelerin sembolik değerinin olacağını da belirtmek gerekir. Kıta son 500 yıldır acımasızca yağmalanmakta ve sömürülmektedir. Bu topraklarda yaşayan halklarda nesilden nesile geçen, izleri çok derinlerde olan bir öfke birikmesi var. Kökleri derinde olduğu için yankısı da bir o kadar büyük olacaktır. Belki de Avrupa merkezli sermaye dünyası varlığını borçlu olduğu kıtadan, yok oluşunun darbesini yiyecektir.

Son günlerdeki çok konuşulan Venezuela örneğini bu minvalde değerlendirmekte fayda var. Venezuela’da devrim, gelişimini sürüdürürse, Latin Amerika devriminin anahtarı olabilir. Hem Latin Amerika’daki devrimci dinamikler ve ülkeler arasındaki etkileşim buna müsait hem de Venezuela’nın etkileme gücü…

Konunun daha iyi anlaşılması açısından, yeni dünyanın keşfinden itibaren, Latin Amerika’ya karekterini veren tarihsel etmenleri ve Venezuela’nın kendi iç tarihini kısaca incelemekte yarar var.

Amerika’nın keşfi ve sömürge süreci

15. yüzyılda Çin ve Hindistan’a giden ticaret yolları Osmanlı Devleti’nin denetimine girince, Avrupalı denizciler yeni yol arayışlarına girer. Afrika kıtasını dolanılarak hedefe ulaşılsa da başka yol arayışları bitmez. Kristof Kolomb, dünyanın yuvarlıklığından hareketle, sürekli batıya gidildiğinde Hindistan’a ulaşacağına inanarak, dönemin güçlü devletlerinden yardım ister. Kendi içinde yeni birlik kurmuş olan İspanya, büyümek ve zenginleşmek için çok hırslıdır. İspanya kraliçesi İsabella, Kolomb’un yardım talebine karşılık verir. Yardımına karşılık, bulunacak altından pay ve keşfedilecek yerlerin İspanya’ya bağlanmasını ister.

Colomb, üç gemiyle 70 gün sonra Antil Adaları’na ulaşır. Ancak ulaştığı bu toprakları Hindistan zanneder. Küba ve Hisponolia -bugünkü Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nin olduğun ada- adalarına çıkar(1492). Hisponolia adasındaki yerli halk Arawaklarla karşılaştığında sömürgeci zihniyeti, daha ilk andan itibaren kendini ele verir. Günlüğüne özetle “…ada halkının iyi besili ve sağlıklı olduğu, köle pazarında iyi para edeceği, silhalarının çok ilkel olduğundan küçük bir askeri birlikle denetim altına alınıp, boyun eğdirileceğini…” yazar. Çok geçmeden de bu düşüncesini hayata geçirir. Arawaklar üzerinde acımasız bir sömürü, katliam ve köleleştirme başlar. Adada altının varlığı anlaşılınca, altın getirmeyen yerlilerin uzuvları kesilerek öldürülür. Ada halkına yapılan caniliklerin tarifi imkansızdır. Arawaklar, katliamlardan geçirilir, köle olarak Avrupa’ya götürülür ve ağır iş koşullarında çalıştırılır. Adada yaşayan 250 bin Arawaklar, on yıl gibi bir süre içinde tüm bu yapılanlardan dolayı sadece 50 bin kişi kalır. 40-50 yıl sonra geriye kalan birkaç yüz kişidir. 17. yüzyıla gelindiğinde ise artık böyle bir halk yoktur.

Kolomb’un ardılları keşfedilen yeni kıtaya akın akın gelmeye devam eder. Kıtada bol miktarda altın ve kölenin varlığı, Avrupalıların gözünü buraya çevirir. Hristiyanlaştırma, köleleştirme, yağmalama ve katliamlar iç içe sürer. Kafir gördükleri yerlilerin Hristiyan olurlarsa, bir ihtimal yaşama şansları vardır. Fethettikleri yerlere götürdükleri rahipler, asimilasyonun ayrılmaz parçasıdır. Eski inançlarını sürdürmek isteyen yerlilere yaşama şansı tanınmaz.

Yerli halk dirense de ellerindeki basit ilkel silahlar, ilk kez karşılaştıkları topun dehşeti ve kılıcın keskinliği karşısında çaresiz kalır. Adalardan sonra anakaraya çıkan işgalciler, kıtanın her köşesine yayılır.

Hernan Cortez, İspanya kralından aldığı geniş yetkilerle bugünkü Meksika’nın bulunduğu topraklara, iyi silahlanmış 600 adamıyla çıkar. Bölgede Aztek ve Mayalar yaşamaktadır. Oldukça gelişkin bir medeniyetleri vardır. Yerleşik yaşama geçmişler, kentler kurmuşlar, tarım temel faaliyete haline gelmiş ve merkezi bir devlet yapısı oluşturmuşlardır. Ancak savaş teknolojileri gelişmemiştir. (Muhtemelen ihtiyaç duymadıkları için böyledir.) Dünyanın geri kalanından kopuk oldukları için, demiri bilmezler, ateşli silahlardan, çelik kılıçlardan bihaberdirler. En gelişkin silahları okları ve mızraklarıdır. Cortez, ülkelerine girdiğinde yaklaşık 25 milyon nüfusları vardır. Cartez geçtiği tüm kentleri yıkar, yağmalar ve yerli halkı katliamdan geçirir. Aztek kralı karşı koymaya çalışır. Büyük bir ordu toplar ama en gelişkin silahları olan oklar, Cortez ve askerlerinin zırhını delemez. İspanyolların, beraberinde getirdikleri on top Aztek ordularını dehşete düşürür. Gökgürültüsünü andıran patlamaları ve havaya savrulan insanlar, Azteklerin akıllarının alabileceği görüntüler değildir. 600 kişilik “iyi” silahlı asker, 25 milyonluk ülkeyi esir alır. Kralı tutsak eder ve Azteklere her istediklerini yaptırırlar. Avrupa’ya birbiri ardına altın, gümüş ve köle dolu gemiler gider. 100 yıl sonra Aztek ve Mayalar’ın nüfusu köle olarak satılma, katliam ve Avrupa’dan taşınan hastalıklar neticesinde 1 milyona düşer. Kurulan kentler yıkılmış ve büyük medeniyetten geriye çok fazla bir şey kalmamıştır.

Bugünkü Peru’nun olduğu bölgede İnkalar yaşar. Onlar da Aztek-Maya medeniyeti kadar gelişkin bir medeniyet kurmuşlardır. İnka medeniyetinin katili iser Francisco Pizarro’dur. İnkaların yağmasıyla Avrupa’ya taşınan altın ve gümüş nedeniyle, Avrupa’da altın ve gümüşün değeri hızla düşer. Potosi gümüş madenleri milyonlarca İnkalının mezarı olur. (Bu madenlerde 8 milyon İnkalı’nın öldüğü söyleniyor.) Zaman içinde bu bölgede yerli nüfus aynı nedenlerle hızla azalır.

Portekizliler ise bugünkü Brezilya’nın bulunduğu bölgeye çıkar. Burada yaşayan 2-3 milyon yerlinin başına gelenler farklı değildir.

1600’lerden sonra İngilizler, hemen peşinden Fransızlar Kuzey Amerika’ya çıkarlar. Burada binlerce kabileden oluşan ve yaklaşık 300 ayrı dil konuşan 25 milyon Kızılderili yaşamaktadır. Kızılderililer kahramanca direnselerde Avrupa’dan akın akın gelen ve sürekli artan hayalperest maceracı beyaz nüfusun ve İngilizlerin askeri askeri gücünün baskısı altında eriyip giderler.

Avrupalılar yeni kıtadaki geniş verimli arazilerde, köleleştirdikleri yerlilerin emek gücünü sömürürler. Ancak hastalıktan, ağır çalışma koşullarından ve katliamlardan dolayı nüfus hızla tükenince, emek gücü açığını ‘kara kıtadan’ takviye etmeye girişirler. Afrika’dan Amerika kıtasına yoğun bir siyahi köle ticareti başlar. Milyonlarca Afrikalı bu şekilde Amerika’nın değişik bölgelerine satılır. Ayrıca Avrupa’nın yoksulları ve borç yükümlülüğü olanlar da buralara taşınır ve çalıştırılır. Ama beyazlar her koşulda siyahlara ve yerlilere karşı ayrıcalıklıdır.

Amerika kıtasındaki bu üç ırk (yerliler, siyahiler ve beyazlar) zamanla kısmen birbirine karışır, kısmen ayrı kalır ve ortaya kozmopolit bir topluluk çıkar. Dilde; hangi bölgede hangi sömürgeci ülke egemense, onun dili yaygınlık kazanır. Kültürel yapı üç ırkın iç içe geçmesiyle tekleşmeye, ortaklaşmaya başlar. Ama ABD ve Kanada gibi ülkelerde, Batı kültürü kendini kopyalar, Avrupa’nın birer uzantısı haline gelirler.

Kapitalizmin gelişimi ve kıtanın bağımsızlaşması

Amerika kıtasındaki zenginliklerin Avrupa’ya taşınmasıyla muazzam bir sermaye birikimi ortaya çıkar. Bu birikim, kapitalist gelişmenin önünü açar. Kapitalist gelişmenin emekleme aşamasında büyük ihtiyaç duyduğu ilk sermaye, yeni kıtanın sömürüsüyle hızlı bir şekilde karşılanır. Ayrıca sanayinin ihtiyaç duyduğu ucuz hammadde de buralardan karşılanır.

Zamanla önemli oranda sanayileşmiş olan İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar ama özellikler İngilizler, uzantıları haline getirdikleri Kuzey Amerika’da sömürüyü daha fazla artırmak için, sanayi transferiyle üretimi Amerika’da yapmaya başlarlar. İngilizler Kuzey Amerika’nın önemli bir bölümüne hakimdir. Buradaki İngiliz kolonilerinin zamanla anavatanla olan bağları zayıflar. Bölgenin zenginliklerinin anavatana akmaktansa, artık kendilerinin de yerlisi hissettikleri bu topraklarda kalması, çıkarlarına daha uygundur. Böylece sömürünün anavatana akan kısmı da kendilerine kalacaktır. Sömürge koloniler küçük devletçikler şeklinde birleşirler ve anavatana karşı bağımsızlık savaşı başlatırlar. Temmuz 1776’ da Amerikan Kongresi ABD’nin bağımsızlığını ilan eder. Böylece koloni devletlerinin birliğinden oluşan güçlü bir devlet ortaya çıkar.

Kanada başta Fransız sömürgesidir. Daha sonra İngilizlerin eline geçer. Uzun yıllar İngilizlerin denetiminde kalır. 1900’lerin başında Kanada da bağımsızlaşır.

Kıtanın güneyinde daha çok İspanyollar hakimdir. Sadece Brezilya’da Portekiz hakimiyeti vardır. Latin Amerika’nın toplumsal yapısının kozmopolit oluşu -beyazların üstünlüğü olsa da- kaynaşmanın daha fazla olması, buraya yerel orijinalliği olan bir karakter verir. Hemen hemen tüm güneyde hakim dil İspanyolca’dır. Breziya’da ise Portekiz hakimiyeti vardır. Sömürge kolonileri bulundukları bölgelerde anavatanlarının dilini hakim kılmış olsalarda, zamanla bölgeye kök salmış ve kısmen benzeşmeye başlamıştır. Anavatanla bağları önemli oranda kopmuştur. Anavatanın sömürgeci karakteri, onların yerelde oluşturdukları sömürü çarklarıyla çelişmektedir. Anavatandan bağımsızlaşmaları çıkarlarına uygun olduğundan ilk fırsatta sırtlarından atacaklardır. Napolyon’un İber yarımadasına yayılışı İspanya’yı zayıflatır ve yerel egemen elit güçler aradığı fırsatı bulur.

Meksika İspanyollara karşı verdiği bağımsızlık savaşını 1821’de kazanır. Brezilya’da Portekiz kralının Napolyon’dan kaçarak, (halihazırda sömürgesi olan bu ülkeye kaçarak) bağımsız bir krallık kurması, özgün bir durumdur.

Latin Amerika’da ve Venezuela’da bağımsızlık mücadeleleri

Latin Amerika’da yerlilerin, siyahilerin, melezlerin ve beyazların İspanyollara karşı bağımsızlık savaşını birlikte verdikleri en özgün yer Venezuela’dır. Venezuela’da başlayan bağımsızlık savaşı başka kolonilere yayılarak genişlemiştir. Sonrasında birçok Latin Amerika ülkesinin bağımsızlık mücadelesine ilham kaynağı olmuştur. Venezuela’da başlayıp yayılan bu bağımsızlık savaşı tüm halk kesimlerinin katıldığı gerçek bir halk hareketidir.

Kıtanın kuzeyi ve güneyi iki ayrı dünya gibidir. Hem ekonomik olarak hem de kültürel olarak çok farklıdır. Güneyde sanayi yok denecek kadar azdır. Tarıma ve madenciliğe dayanan bir ekonomik yapı vardır. Kuzeyde ise durum çok farklıdır. İngiltere’nin sömürgesi olduğu dönemde kısmen başlattığı sanayileşme, ABD’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra çok hızlı bir şekilde gelişmiş, 1900’lere gelindiğinde en büyük ekonomik güç olmuştur. Ekonomik gücüne paralel olarak gelişen askeri gücüyle, tüm kıtanın sömürüsünü, Avrupa devletlerinin elinden kendi tekeline almıştır. Kanada da, ABD kadar etkinliği ve gücü olmasada önemli bir sanayi ülkesidir. Doğal zenginlikleri çok fazladır.

Latin Amerika’ya tekrar dönecek olursak, burada Venezuela’nın önemine daha önce değinmiştik. Dolayısıyla hem tarihi arka planıyla hem de güncel anlamda ekonomik politik önemiyle incelemeyi ayrıca haketmektedir.

1800’lerin başına kadar Venezuela, İspanya imparatorluğu için önemli bir askeri noktadır. Bölgeyi kontrol eden ileri bir karakol vazifesi görür. Orta Amerika, Antil adaları ve Güney Amerika’da ki sömürgelerin yönetiminde kritik bir önemi vardır. Tamda güvenli sanılan bir yerde 1810’da en ciddi antisömürgeci bağımsızlık savaşı başlar. İspanya’nın buraya uyguladığı sömürge yasalarından ve ağır vergilerden bunalan Avrupa/İspanya kökenli yerleşik elitlerin (Creole Hareketi) bir kesimi, aydınlanmacılıktan da etkilenerek bağımsızlık savaşına girişirler. Napolyon’un İspanya’yı işgali onlar için fırsat olur. İspanya’nın askeri valisini devirirler. Bir yıl sonra da tam bağımsızlık ilan edilir. Creola elitinin başlattığı hareket yenilgiler ve zaferlerle geçen 10 yılı geride bıraktığında oldukça genişlemiş ve radikalleşmiştir. Başlarda harekete öncülük eden İngiliz yanlısı Francisco de Miranda daha sonra yerini Simon Bolivar’a bırakır. Simon Bolivar tam bir halk adamıdır. Latin Amerika’nın birliğini düşleyen ve düşüncelerini hayata geçirmek için büyük çaba harcayan bir komutandır. Latin Amerika’nın İspanyollarca zalimane bir şekilde yüzyıllar boyunca sömürülüşüne, büyük bir kin ve nefret beslemektedir. Horlanmış aşağılanmış alt tabakaları -yani köleleri-, özgür siyahları, yerlileri, pardoları (siyah beyaz karışımı melezler) harekete katarak, mücadeleyi Kolombiya, Ekvator, Peru ve Bolivya gibi komşu bölgelere taşır. Venezuela, Kolombiya ve Ekvator birliğini sağlayarak tek ülke haline getirir.

Tüm Latin Amerika’nın birliği için savaşan ve  bu yolda önemli başarılar elde eden, kölelerin ve alt tabakaların kurtarıcısı olarak ortaya çıkan Bolivarcılık, büyük güçleri ürkütür. Özellikle İngiltere, Fransa ve ABD, Bolivar’a karşı çeşitli entrikalar çevirir, ona karşı savaş verirler. Bölgenin toprak sahibi elitleri de Bolivar hareketinden ürkmeye başlar. Kendi dar çıkarlarıyla hareket ettikleri için, Bolivar karşıtı güçlerin yanında yer alırlar. Bu toprak sahipleri bir anlamda büyük güçlerin içerdeki gönüllü maşalarıdır ve işbirlikçilikte sınır tanımazlar. Katolik kilisesi de karşı cephede yerini alır. Sonuç olarak yerel işbirlikçilerin ihanetinin de etkisiyle Bolivarcılık yenilir. Bolivar yakalanır ve 1830’da Avrupa’ya sürgüne gönderilirken ölür. Kolombiya ve Ekvador 1930’da birlikten ayrılır. Bolivarcılık yenilse de birçok Latin Amerika ülkesinde bağımsızlık savaşının fitilini ateşler.

Simon Bolivar’dan sonra Venezuela büyük güçler için Latin Amerika’da tehlike olmaktan çıkar. Önemsiz bir ülke olarak 100 yıldan fazla bir süre toprak sahibi elitlerin askeri tek adam diktatörlükleri altında ezilir.

Venezuela’da petrolün keşfi ve siyasi değişimler

Venezuela, büyük güçlerin dikkatini 1900’lerin başında ülkede büyük petrol yataklarının bulunmasıyla yeniden çeker. 1922’de uluslararası şirketlerin ülkeye girmesi için yasal düzenlemeler yapılınca, petrol şirketleri ülkeye doluşur. Petrol üretimi hızlı bir şekilde artmaya başlar. Petrol üretimine bağlı olarak ülkede değişim de başlar. Petrol endüstrisine bağlı işçi sınıfı da ortaya çıkar. Avrupa’dan yeni bir göç dalgası olur. Paranın kokusunu alan Avrupalılar (İspanya, Portekiz, İtalya… vb.) ülkeye doluşur. Petrolün yarattığı değişim ve göçler sonrasında kentlerde orta kesim güçlenir. Eski egemenler olan toprak sahibi elitlerin diktatörlüğü, yeni gelişmelere cevap vermekte yetersiz kalır. Yeni elitler ve orta tabakanın reform talepleri artmaya başlar. Öğrencilerin demokrasi talepli gösterileri artar. Askeri diktatörlük, sürece cevap verebilmek için reformları hızlandırmak zorunda kalır. Özellikle 1941-1945 yılları arasında askeri diktatör olan General Isaıas Medina Angorita, Komünist Parti de dahil siyasal partileri yasallaştırır. Petrol yasasını daha milli hale getirir. Böylece karın %50 si devlete kalacaktır. Bu reformist generalden sonra kimin diktatör olacağı tartışma yaratır.

Ortaya yönetim krizi çıkınca, ordudaki reform yanlısı subaylarında desteğiyle, muhalefetteki reformist parti “Demokratik Eylem Partisi” (Accion Democratico/AD) iktidara gelir. Böylece ülkenin kaderini belirleyen asker-sivil dayanışarak, siyasi süreçlere öncülük etme dönemi başlamış olur. Asker bundan böyle sık sık siyasete dahil olacaktır.

Yüzyıldan fazla süren askeri diktatörlüğün ardından iktidar olan AD, yeni Venezuela’nın temeli olan reformları hayata geçirir. Tarım, sağlık, eğitim alanında önemli reformlar yapılır. Sosyal güvenlik yaygınlaştırılır. Ancak AD iktidarının üçüncü yılında yolsuzluklar hızla artar. Ülkenin petrol kaynaklarının gelirlerinden faydalanan bir kesim hızla zenginleşirken, halk yığınlarının yaşam standartlarında bir değişiklik olmaz. Ortaya çıkan ani ve gelir eşitsizlikleri halkta büyük rahatsızlıklara neden olur. Bir süre sonra, yolsuzlukları ve gelir eşitsizliklerini düzeltmek için gelen askeri yönetim de hızla yozlaşmaya başlar. Ülkenin petrol zenginliği adeta yağmalanır.

Kötü gidişatı düzeltmek için ülkenin önde gelen tüm partileri COPEI (Hıristiyan Demokrat), URD (Radikal Milliyetçi), PCV (Venezüella Komünist Partisi) ve AD (Demokratik Eylem Partisi) Ocak 1958’de kendi aralarında anlaşarak bir koalisyon kurarlar. Ordudaki ilerici subayların desteğini de alarak bir ayklanma başlatırlar. Halk yığınları yozlaşmış askeri yığınları devirir. Asker-sivil dayanışması yine bir zafer kazanmıştır.

Koalisyon, iktidarı olmasından kısa bir süre sonra Komünist Parti’yi dışlar ve yasadışı ilan eder. İktidarı kendi aralarında paylaşmayı ve “istikrarı” sağlamak için “Punto Fijo Paktı”nı imzalarlar. “Puntofişizm” ile daha çok devrimci muhalefet bastırılmak istenir.

AD (Demokratik Eylem Partisi) ilk zamanlarda reformist ve ilerici denilebilecek bir parti iken, zamanla sermaye yanlısı, ABD taraftarı bir parti olmuş, siyasetini komünizm karşıtlığı üzerinden yapmaya başlamıştır. Partideki yozlaşma ve gericileşmeden rahatsız olan ilerici solcu kesimler ayrılarak, Devrimci Sol Hareketi (MIR) kurarlar. Kısa süre sonra MIR da yasadışı ilan edilir. İktidarı AD ve COPEI iki partili yönetim şeklinde paylaşırlar. Uzun yıllar iktidarda kalan bu iki parti, devrimci halk muhalefetini ilk zamanlarda önemli oranda bastırırlar.

Komünist Parti (PCV) ve AD’den kopan Devrimci Sol Hareket (MIR) yasadışı edilince 1962’de iki parti de ayrı ayrı gerilla mücadelesine girişir. Aynı yıl denizci askerler içinde, sol sempatizan olan askerlerde isyan başlatır ancak bastırılırlar. Sonrasında ayaklanmaya katılan askerler gerilla mücadelesine girişir. Birbirinden bağımsız bu gerilla grupları daha sonrasında bir araya gelir ve FALN (Ulusal Kurtuluş Silahlı Kuvvetler) adını alır. FLN adı altında siyasal çalışma yapılır.

Gerillanın ciddi askeri eylemleri olur ancak istenen netice alınamaz. Tersine, kitlelerde bir uzaklaşma gözlenir. Ülke gerçekliğine uygun bir yapılanma oluşturulamamıştır. Yapılanlar Küba devriminin taklidi gibidir. Komünist Parti (PCV) ve Devrimci Sol Hareket (MIR) silahlı mücadelenin başarısızlığını ilan ederek silahlı mücadeleden vazgeçerler. Kimi gerilla komutanları bu karara uymaz ve PCV’den ayrılırlar. Douglas Bravo bunların başında gelenlerdendir. Daha sonra FALN komutanlığını üstlenir. Sonuç itibariyle başarısız olsa da 70’lere kadar gerilla mücadelesi sürer.

Komünist Parti’den kopmalar olur. Yeni devrimci partiler kuırulur ancak ülkenin kaderini değiştirecek bir gelişme ortaya çıkmaz. COPEI ve AD partileri ülkeyi 30 yıla yakın bir süre, baskıcı bir şekilde yönetirler.

Bu iki partinin tekelinde geçen yönetimin ilk yıllarında, petrol üretimindeki artış ekonomik bir rahatlama getirmiştir fakat gelir dağılımında büyük adaletsizlikler olmuştur. Petrolden gelen kolay para, bir kesimi aşırı zengin etmeye devam ederken, bu paranın üretime dönüşmemesi, ülke ekonomisine kalıcı bir etki yapmamıştır. Dış alımı bağımlı bir tüketim kültürü, petrol gelirlerine bağlı olarak artmış ve gelen paranın tekrar uçmasına neden olmuştur. Petrol gelirlerinde aşırı derece zenginleşen ve varlık içinde yüzen bu kesimler, Venezuela’nın artık Batı’da ki gelişkin kapitalist ülkelerden biri olduğunu, Latin Amerika’nın makas talihini kırdığını dillendirmeye başlamışlar, yerden petrol fışkırdıkça bu zenginliğin devam edeceği sanısına kapılmışlardır. Tüm bu varlık döneminde dahi varoşları dolduran yoksul kalabalıklar, varlıklı kesime uzaktan bakmaktadır.

Petrolle semiren bu kesimlerin, gerici iki parti tarafından türlü zorbalıkla halkın muhalefetini batırarak oluşturdukları görece istikrarlı tozpembe günleri çok uzun sürmez. Petrol gelirleri tüketime anca yettiği için devlet kimi yatırımlar için dış borç almak zorunda kalmıştır. 80’lerin başında -83 gibi- petrolde aşırı fiyat düşüşleri yaşanınca ülke hızla krize girer. Petroldeki bu düşüş kısa sürede aşılacak gibi değildir. Devlet aldığı borçları ödeyemeyince IMF ile anlaşmak ve koşulları kabul etmek zorunda kalır. Petrolden köşeyi dönenler, batan gemideki fareler gibi, paralarıyla birlikte soluğu ABD’de alırlar. Ülkeyi kendi kaderiyle başbaşa bırakırlar. 90’lara kadar erime devam eder. O kadar petrol gelirine rağmen gelinen aşamada Venezuella, yoksul Latin Amerika ülkelerinden pek farklı değildir. Yoksulluk ve işsizlik devasa boyutlara ulşamıştır. AD ve COPEI’nin 30 yıllık iktidarı artık sarsılmaya başlamış, kitlelere vaat edebilecekleri bir şey kalmamıştır. Halk yeni arayışlara yönelmiştir.

Venezuela’da Chavezi’in siyaset sahnesine çıkışı

Hugo Chavez’in ortaya çıktığı koşullar tam da bu koşullardır. Venezuella ordusunda sol eğilim sürekli güçlüdür. Chavez’de orduda solcu bir subaydır. 70’li yılardan itibaren, devrimci olan kardeşi Adan üzerinden radikal solla sürekli bir teması olmuştur. Kardeşi Adan’la sık sık görüşür ve önde gelen birçok devrimciyle onun sayesinde tanışır. Douglas Bravo ile sohbetleri olur ama ortak bir anlayış yaklayamazlar. Chavez’in kafasında başka kurgular vardır. Daha çok, ordu içinde devrime yol açacak bir darbe örgütlemeye çalışmaktadır. Hayalleri çok büyüktür. Sadece Venezuella’da değil tüm Latin Amerika’da patlayacak devrimlerle Latin Amerika’yı birleştirmek, Bolivar’ın yarım kalan hayalini gerçekleştirmek ister. Bu amaçla 17 Aralık 1982’de üç yüzbaşı ile birlikte “Bolivarcı Ordu 200”ü kurar. Buradaki 200, Bolivar’ın 200. doğum gününün 1983 olmasına göndermedir. Hareket hızla gelişip siviller de katılmaya başlayıonca, isim değişikliği yapılır. Yeni ismi “Devrimci Bolivar Hareket 200” (MBR 200) olur. Hareket asker sivil etkileşimli bir devrim hedefler. Bu amaçla 1992’de ordu içinde bir ayaklanma başlatır. Girişim yenilgiyle sonuçlanır ve Chavez tutuklanır. Arkadaşlarına silah bıraktırması için televizyona çıkarılıp konuşturulur. Arkadaşlarına şimdilik silahı bırakmalarını ama bu işin burada bitmediğini, tekrar geleceklerini ima eder. Chavez hareketinin tam bitti dendiği anda, bu TV yayını onu daha da büyütür. Bir kurtarıcı arayışı içindeki yoksul yığınlar tarafından tanınmasını ve umut bağlanmasını sağlar. Kitleler artık Chavez’i biliyor, şu anda hapiste olsa bile birgün gelip onları kurtaracağın inanıyordur. Artık güven duyabilecekleri lideri bulmuşlardır.

1993 sonu yapılan başkanlık seçimlerini Caldera kazanır. Bu parlak başarısını aslında halka vaat edebileceği bir şey olmamasına rağmen, Chavez’i haklı bulan konuşmasına borçludur. Chavez’e olumlu yaklaşması kitleler tarafından ödüllendiriilmiştir. Caldera başkan olmasından kısa bir süre sonra Chavez ve yoldaşlarını affeder. 1994 baharında özgürlüğüne kavuşan Chavez’in yasal siyasal alanda önü açılmıştır. Güçlü bir halk desteğine kavuşan Chavez’in artan gücü, sistemin egemen güçlerini de korkutmaya başlar. Ekim 1998’deki başkanlık seçimlerine katılmasını engellemek için çok çaba harcanır ancak arkasındaki güçlü destekten kaynaklı engellenemez. Seçimlere katılır ve oyların yüzde 56’sını alarak başkan seçilir.

Chavez ve arkadaşlarının yasal siyasal alanda önleri açılınca durum değerlendirmesi yaparlar. Silahlı kalkışma yapmalarının artık zemini kalmamıştır. Silahlı halk ayaklanması için de halktan destek olmadığını düşünürler. MBR 200’ün önde gelen kadroları ülkeyi baştan başa dolaşarak yasal siyasal alanda örgütlenir. Kentlerde, köylerde, gecekondularda yerel örgüt ağları oluştururlar. Halkın seçimlere katılma yönündeki talebi doğrultusunda MVR (Movimiento Quinta Republica/Beşici Cumhuriyet Partisi) isminde kitle partisi kurulur. Chavez’in gecekondularda ve alt tabakalrda popülaritesi güçlü olsa da tek başına zafer zor görünmektedir. Bu nedenle sol, sosyalist, ilerici partilerle ittifak arayışına girerler. Diğer taraftan Chavez hareketinin yükselmesi solda bölünmeler yaratır. Bazı sol çevreler Chavez’i askeri şef, popülist ve ideolojik belirsizliği olduğunu ileri sürerek mesafeli dururlar, güvenmezler.

Chavez’in ittifak önerisini ilk kabul eden Venezuella Komünist Partisi (PCV) olur. Peşinden LCR (Radikal Dava) ikiye bölünür ve Paplo Medina’nın  liderliğindeki grup PPT (Patria Pora Todos/Hepimiz İçin Anayurt) ismiyle ayrı parti kurup Chavez ittifakına katılır. LCR ise daha da sağa kayar, sağ ittifaka katılır. LCR ‘70’lerin başında kurulan Venezuella Komünist Partisi ekolünden gelen, tabandan örgütlenmeyi savunan bir partidir. Chavez ve hareketi, öteden beri bu hareketle yakın ilişki içindedir. Ancak bu parti dah sonra kendi çizgisini terketmeye ve Chavez karşıtlığıyla burjuva saflara savrulur.

Yine Venezuella Komünist Partisi ekolünden gelen MAS (Sosyalizm Hareketi) da Chavez karşıtı ve Chavez yanlısı olmak üzere ikiye bölünür. Başka küçük grupların da katılımıyla ‘Pola Patriotico’ (Yurtsever Kutup) adı altında koalisyon oluşturulur. Chavez’i zafere taşıyan bu koalisyondur. Ama zaferi getiren asıl başarı Chavez ve yoldaşlarınındır. Diğer sol kesimlerin halk nezdinde pek bir itibarı yoktur. Oysa Chavez yoksullar, ötekileştirilmişler, çiftçiler, yerliler, siyahlar, gecekonduları dolduran kalabalıklar arasında çok popülerdir ve Chavez’in o insanlar içinde karizması çok yüksektir. Halk Chavez’i kendinden görür. Onların içinden çıkmıştır. Dili onların ki gibidir. Siyah ve beyaz karışımı bir melezdir. Bu kesimler içinde Chavez’e derin bir bağlılık oluşmuştur. Elbette aydın entelektüel ve orta kesimlerde de tarafları vardır ama alt tabakalardaki gibi duygusal bir bağlılıktan ziyade politik bir tercihtir. İşte elit tabakayı, oligarşik yapıları ve orta kesimleri korkutan alt tabakalardaki bu tutkulu bağlılıktır.

Chavez’in geniş halk yığınlarının desteğiyle başkan seçildiği tarihten, Venezuella’da hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Artık yeni bir dönem başlamıştır. Chavez’in başlardaki ordu ve sivillerin birlikte yapacakları darbeyle devrim yapma hayalinin yerini,  yeni koşulda halkın desteğinin yasal alanda artması dolayısıyla yumuşak geçişe bırakmıştır. Seçimler yoluyla iktidarı alma, yumuşak bir geçişle devlet kurumlarını adım adım değiştirme ona daha doğru bir yol alarak görünür. Seçildiği andan itibaren bu doğrultuda hareket eden keskin bir devrimin başarısız olacağını ve intiharla eşdeğer olacağını düşünür. Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, Batı emperyalizminin dünya üzerinde hakimiyetinin arttığı, ABD’nin burnunun dibinde ve ülkesinde azımsanmayacak kadar işbirlikçi varken bu kaygılar tamamen yersiz değildir. Ülkesinde sosyalist ilişkileri adım adım geliştirirken, Latin Amerika’nın geri kalanıyla da güçlü bağlar kurmak ve geliştirmek hem sosyalizmin daha güvenli bir iklime kavuşacağına hem de Latin Amerika birliğini geliştireceğine inanır. Başkan olunca da tüm olanaklarını bu hayalini gerçekleştirmeye harcar. Elindeki en büyük kozu ülkenin zengin petrol yataklarıdır.

Chavez iktidara geldikten sonra Venezuella’daki eski oligarşik yapıyı dağıtmaz, özel mülkiyete el koymaz. Ortada bunu yapacak keskin bir devrim yoktur. Ekonominin büyük bölümünü ve ana medyayı hala bu eski elitler elinde tutmaktadır. Chavez’in yaptığında yeni olan, sistemin meşru yollarını zorlayarak, esneterek daha halkçı ve sosyalist denebilecek bir inşaya girişmesidir. Bu anlamda halk için yapılanlar devrim niteliğindedir. Bu gerçek yadsınamaz.

Chavez başkan olduktan hemen sonra daha halkçı bir anayasanın yapılmasının koşullarını oluşturur. Okuma yazma seferberliği ‘Robinson Misyonu’ ile hayata geçirilip 1.200.000’in üzerinde insana okuma yazma öğretilir. ‘Robinson Misyonu’ ile 250.000’den fazla insan orta öğretime dahil edilir. Okul yüzü görmemiş alt tabakadaki halkın çocukları hızla okullaştırılır. Kışla binaları okullara çevrilir ve asker çocuklarıyla birlikte eğitim alırlar. Bolivarcı eğitim atağı oligarşik güçlerin imkansız görmesine rağmen hızla hayata geçmiştir. ‘Barrio Adentro Misyonu’ ile Venezuella’lı doktor ve hemşirelerin gitmediği gecekondu veya uzak yerlerde Kübalı doktor ve hemşireler aracılığıyla sağlık hizmeti götürülmüştür. Bu bölgelerde 11.000’in üzerinde sağlık merkezleri açılır. Birçoğu doktoru hayatında ilk kez görür. ‘Ev Misyonu’ ile yaklaşık 2.5 milyon yoksul Venezuelalı aileye ev sağlanır. Bu 10-15 milyon insanın barınma ihtiyacını karşılamaktadır ki nerdeyse Venezuela nüfusunun yarısına denk gelmektedir. Ülkede ki kimliksiz ve vatandaş olmayan ama uzun yıllardır bu ülkede yaşayan Kolombiya göçmeni 3 milyon insana kimlik verilir ve sosyal yardımlardan faydalanmaları sağlanır. “CLAP Kutusu” denen gıda paketleri milyonlarca yoksul ailenin evine girer. Tüm bunlar petrol gelirlerinin halklaştırılmasıyla sağlanır.

Venezuela’nın verimli ovaları olmasına rağmen tarım çok geri planda kalmıştır. Ülkenin gıda ihtiyacının %75’i dışarıdan karşılanır. Kırsal nüfus azdır. Toprak mülkiyeti ya kamu arazisidir ya da büyük toprak sahiplerinin elindedir. Toprak sahipleri tarımı karlı bulmadıklarından yönlerinin büyük paraların döndüğü kentlere çevirmişlerdir. Chavez’le birlikte tarımda büyük değişimler başlar. Tarım reformuyla çiftçiler ve tarım işçileri için kalkınma stratejisi ve sosyal adalet devreye sokulmuş olur. İlk aşamada “Ley de Tierras” (Toprak Yasası) ile kamu arazileri topraksız köylülere dağıtılır. Kooperatifler eliyle halka dağıtılan arazilerin işlenmesi için teknik yardım ve ürünün pazarlanmasında destek sağlanır. İlk yıllarda kamu arazisinden resmi olarak 116.889 aileye 2.262.467 hektar toprak dağıtılmıştır. Daha sonra özel çiftliklerde vergi beyanı üzerindeki değerinden kamulaştırılıp yoksul çiftçilere dağıtılmaya başlanmıştır. Büyük toprak sahiplerinin halk düşmanı karakteri yine ortaya çıkmış ve parayla tuttukları çeteler aracılığıyla yoksul köylüler üzerinde terör estirmeye başlamışlardır. 150’ye yakın çiftçi bu saldırılarda öldürülmüştür ancak ordunun devreye girmesiyle durmuştur. Tüm bu gelişmeler Bolivar devriminin ilk yıllarında olmuştur.

Chavez karşıtı örgütlenmeler ve gekişmeler

Bolivarcı devrim ilk anda kitlelerde büyük bir heyecan ve sahiplenme yaratmıştır. Ancak Chavez’i destekleyen sol partilerin halkın bu köklü değişim taleplerine cevabı yetersiz kalmış, halk sandıkta kendilerine oy verecek yığınlar olarak görülmüş ve kitlelerle beklenen kucaklaşma sağlanamamıştır. Yeni iktidar da hızla bürokratlaşma başlamış ayrıca eski gerici yönetimlerden Chavez iktidarına sızma çok fazla olduğundan işlerin sabote edilmesi örnekleri de yaygındır. Chavez ve yakın arkadaşları bundan çok rahatsızlık duyar ve MBR-200’ün işleri devraldığını açıklar. Halka 7 ila 15 kişiden oluşan “Bolivarcı Çevreler” kurmalarını ve yerel sorunları bu komitede ele almalarını ve çözmelerini ister. “Bolivarcı Çevrelerin” ülkenin her köşesine yayılan bir ağ oluşturmasını ister. MBR-200’ün ana gücünü bu çevrelerin oluşturmasını ister. Chavez’in bu çağrısı halkta çok geniş bir yankı bulur ve halk hızlı bir şekilde ülkesinin dört bir yanını bu ağlarla sarar. “Bolivarcı Çevreler” kurulmaya başlayınca muhalefet de saldırıya geçer. Küba’daki Devrim Savunma Komiteleri (CDR) ya da Nikaragua’daki Sandinist Savunma Komiteleri (CDS) ile kıyaslayarak halkın silahlandırılacağını ve özel mülkiyete el konulacağını belirtip, saldırılarını bu şekilde temellendirir. Ancak böyle bir şeyin olmayacağı kısa sürede anlaşılır. Chavez “İçsel gelişme” modeli dediği yumuşak geçişte ısrarını sürdürür. “Bolivarcı Çevreler” devrimin kazanımlarının korunması ve ileriye taşınması için, yerinde bir müdahale olur.

Chavez’in iktidarı aldığı andan itibaren üstten değil de alttan sosyalizme varmak için adım adım değişimi zorlaması ve halkla güçlü bağlar kurması onu bu yoldan döndürmek için yapılan girişimleri boşa çıkarması, muhalefeti başa çare arayışlarına yöneltir. 2002’de askeri darbeyle indirilmek istenir. ABD destekli ve Venezuela oligarşisinin arkasında olduğu bir darbeyle başkanlık sarayı kuşatılıp Chavez tutuklanır. Ancak darbe olunca ilerici askerler harekete geçer, milyonlarca insan sokaklara dökülür. Büyük bir ayaklanma başlamıştır. 48 saat içinde darbe yenilir ve Chavez darbecilerin elinden alınır. İlerici askerlerle sivil halkın ittifakı bir kez daha siyasal alanda etkili olmuştur. Darbeyle birlikte Chavez daha da güçlenmiş, muhalefetin askeri darbe kozu uzun bir süre gündemden çıkmıştır. Ancak Chavezi devirmeye ant içmiş ABD yanlısı bu asalak tabakanın pes etmeye niyeti yoktur. Chavez’i askeri zorla deviremeyince bu defa ekonomik zorla devirmek isterler. Askeri darbe işe yaramayınca ekonomik darbe devreye sokulur. Ekonomiyi felç etmek ve kargaşa çıkarmak için ülke çapında ve her alanda genel greve -“paro”- gidilir. (Buna – patronlar yaptığı için- belki “genel lokavt” demek daha doğru olur.) Bankalar, alışveriş mağazaları, ticari kuruluşlar, sanayi kuruluşları faaliyetlerini durdurur. Peşinden ülkenin en büyük ekonomik yapılanması olan petrol sanayinde de üretim durdurulur. Bir süre sonra ülkede tüketim malları kıtlığı yaşansa da binlerce Chavez yanlısı işportacı devreye girer ve alışverişi canlandırırlar. Diğer taraftan ordu devreye sokulur. Çiftçiden alınan ürün yine asker tarafından mahallelerde kurulan pazarlarda satılır. (Buna uygulama daha sonra da sürdürülür.) Böylece gıda sıkıntısı önüne geçilir.

“Paro”nun en etkili olduğu alan petrol sanayisidir. Petrol ülkesinde petrol kıtlığı yaşanır. Ülke ihracat gelirinin %90’ı petroldendir. Üretimin uzun süre durması ülke ekonomisini çökertebilir. Bu durumun daha fazla uzamasını engellemek için, hükümet orduyu devreye sokarak müdahale eder. Petrol bölgelerini asker denetime alır. Chavez’e karşı genel grev içinde olmak istemeyen kimi teknisyen ve işçilerin yardımıyla petrol üretimi yavaş yavaş canlandırılır. Petrol sektöründeki ihanetçi 18 bin yönetici ve teknik elemanın işine son verilir. Petrol sektöründe de saldırılar püskürtülünce, ekonomik darbe önemli oranda bertaraf edilir. Devrim karşıtları bir kez daha yenilir. Hükümet petrol sektöründe denetim kurunca ve bu sektöre çöreklenmiş ABD yanlısı yiyici kesimler önemli oranda tasfiye edilince, petrol gelirleri halkın ve ülkenin önceliklerine aktarılmaya başlanır. Daha önce gelirlerin %80’i ülke dışına çıkmaktadır.

Venezuella petrolleri üzerinde ABD’nin denetimi çok fazladır. Hem coğrafi yakınlık hem Latin Amerika üzerinde ABD’nin baskın ve belirleyici rolü hem de Venezuella’daki işbirlikçi yöneticiler eliyle petrolde iç içe geçen girift bir durum oluşmuştur. Chavez’e kadar Venezuella petrollerinin neredeyse tek alıcısı ABD’dir. Venezuella için gerekli petrol ürünleri dahi ABD’deki rafinerilerden sağlanır. Petrolün çıkarılmasından işlenmesine kadar ABD’nin denetimi vardır. Chavez geldikten sonra bunu önemli oranda değiştirmiştir. ABD’ye bağımlılığı önemli oranda kırılmış ama yine de tamamen başarılamamıştır. Kısa zamanda ABD emperyalizminin denetiminden önemli oranda kurtulması, daha önce hayal dahi edilemeyecek düzeydedir. Petrol alanında uluslararası yeni ilişkiler geliştirmiş, Çin ve Rusya yeni petrol alıcısı ülkeler olmuş, başka ülkelerle petrol anlaşmaları yapmış, Pertrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’yle (OPEC) görüşerek petrolün arz talep dengesinde söz sahibi olmuştur. Latin Amerika ülkeleriyle yoksul halkın yararına olacak şekilde petrol anlaşmaları yapmıştır. Bu yapılanlar Bolivarcı devrimin önemli sonuçlarıdır.

Venezuella’da devrim derinleştikçe ABD emperyalizminin sömürge boruları kesilmeye başlanmış, çıkarları zedelendikçe daha fazla saldırganlaşmış ve düşmanlaşmıştır. İçeride ki işbirlikçileri eliyle her fırsatta Bolivarcı devrimden kurtulmanın yollarını aramıştır.

Venezuela’da sol-devrimci gelenek ve tarihsel gelişimi

Diğer taraftan gelişen, güçlenen Bolivar devrimi tüm Latin Amerika’ya “kötü örnek” olacak, olası bir Latin Amerika devrimini patlatabilecek potansiyele sahiptir. Egemenleri asıl korkutan budur çünkü tüm Latin Amerika halklarında kültürel yapı çok yakındır. Birbirinden etkilenme çok fazladır. Ülkeler arasında ekonomik siyasal ilişkiler halkta yankısını hızlı bulmaktadır.

Latin Amerika’da sol gelenek 1900’lerin başından itibaren çok güçlüdür. Marksist-Leninist hareketler halkta büyük destek bulmuştur. Kökleri çok derinlerde olan sömürü baskı ve ezilmenin yarattığı isyan duyguları güçlü bir şekilde sosyalizm düşüncesiyle birleşmiştir. Bu isyan duyguları ilk defa aradığı doğru adresi bulmuş, onunla bütünleşmiştir. Bu nedenledir ki Latin Amerika’dan Marksist-Leninist hareketler ABD ve Batı emperyalizmi ile yerli işbirlikçilerinin çevirdiği türlü entrika ve saldırılara rağmen, bir türlü sökülüp atılamamış, her zaman güçlü olmayı başarmışlardır. Belki de 21. yüzyılın devrim dalgasını başlatabilecek en büyük potansiyeli Latin Amerika taşımaktadır.

Yazının başında da belirttiğim gibi, bu topraklarda nesilden nesile geçen bir öfke birikmesi vardır. Batı medeniyetinin acımasız sömürüsüyle oluşan bu öfke, bugün Marksist-Leninist karakterde ifadesini bularak, koşulları her oluşturduğunda, işbirlikçi egemenlerin üzerine boşalmaktadır. Kıtanın tarihsel sömürüsünün bugün vücut bulmuş hali ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizmi ve onun yereldeki uşaklarıdır. Halk yığınlarıyla, emperyalist güçler ve uşakları arasındaki kıta özgülünde süren bu savaş Kolomb’la başlayan savaşın devamıdır. Bugün sınıf karakteri kazanıp farklı bir boyutta sürse de öz itibariyle tarihsel savaşın devamıdır. Venezuela’da “Bolivar Devrimi” olduğunda, alanları dolduran kitlelerin Kolomb’un heykelini devirip sürümeleri tam da bu tarihsel öfkenin açığa çıkmış halidir. Emperyalizmin allayıp pullayıp sunduğu, Batı’nın kahramanı Kolomb bir anda bölge halkının ayakları altında parçalanmıştır. Aradan 500 yıl da geçse halkların belleğinden sömürgecilik tarihi silinmemiştir.

Batı bugünde dün olduğu gibi sömürgeci karakterini farklı biçimlerde sürdürmektedir. Latin Amerika’yı hala kendilerinin malı olarak görmektedirler. Amazon ormanları yağmalanmakta, geniş araziler kahve, kakao, palm yağı gibi tarımsal faaliyetler için ve devasa büyükbaş hayvan çiftlikleri olarak Batılılarca işgal edilmektedir. Yer altı ve yerüstü zenginlikleri yağmalanmaktadır. Ama bölge halkı artık eski, naif, ilkel kabileler değildir. Her şeyin farkındadırlar. Bu nedenle sık sık Latin Amerika’nın bir bölgesinde devrim patlarda ya da antiemperyalist iktidarlar halk tarafından seçilmektedir. Batı emperyalizminin başı olan ABD kendi arka bahçesi gördüğü bu alanı kontrol etmekte her geçen gün zorlanmaktadır.

Emperyalizmin bugün ağzının sulandığı ülke Venezuella’dır. Dünya petrollerinin dörtte biri bu ülkededir. Dünyanın en çok petrolüne sahip olan bu ülke ABD’nin yanı başında ve kontrolü dışındadır. Venezuella petrol dışında dünyanın ikinci büyük (Rusya’dan sonra) altın rezervlerine sahiptir. Önemli miktarda elmas çıkmaktadır. Demir, alüminyum, koltan, toryum gibi zengin madenler vardır. Halkıyla birlikte kendi zenginliklerine sahip çıkmak isteyen bu ülkeyi ABD emperyalizmi hazmedememektedir. Adım adım sosyalizmi inşa etmeye çalışan, Latin Amerika’nın geri kalanıyla emperyalizmin denetimi dışında alternatif ilişkiler geliştiren –ALBA “Amerikalar Bolivarcı İçin Alternatif” bunlardan en önemlisidir- Latin Amerika’nın birliğini ve devrimini savunan, bunun için tüm zenginliklerini bölge halklarıyla paylaşmaya hazır olan bu küçük ülke, ABD’yi fazlasıyla tedirgin etmektedir. Normal koşullarda defalarca askeri müdahalede bulunabilecekken, gerek Bolivarcı devrimin esnek karakteri, gerekse dünya dengeleri buna fırsat vermemiştir. Bolivarcı hükümet her adımını bu dengelere göre dikkatli atmak durumunda kalmıştır. Ne var ki bu durum Venezuella’nın iki arada bir derede kalmasını beraberinde getirmiştir.

Bolivarcı devrim, devletin eski kurumlarını dağıtıp, yeni sınıfın çıkarlarına göre yeniden inşa edilmiş bir devrim değildir. Bolivarcı devrimde sosyalizmin üstten aşağıya değil de aşağıdan yukarı bir gelişmeyle gerçekleşeceğini savunur. Bunu Bolivarcı “İçsel Gelişme” modeli diye tanımlarlar. Buna göre “İçsel Gelişme”: kamu şirketleri öncülüğündeki halk kooperatifleri ve toplumsal gelişmeler eliyle ulusal ve yerel kaynakların kullanımına dayanan bir gelişmedir. Petrol ve bazı kritik ağır sanayi dallarının kamulaştırılması savunulmakla birlikte, kapitalizmin aşağıda zorlanarak yıkılabileceğini de öne sürer.

Chavez hayattayken bu konuda ciddi adımlar hayata geçirilirken, zamanla ve özellikle Chavez’den sonra “İçsel Gelişim” modeli tavsamaya başlar. Ülkedeki kapitalist ilişkileri geriletme noktasında bir süre sonra pek ilerleme sağlanamaz. Hatta son yıllarda güç toplayan burjuvazi ABD ve Batı emperyalizminin desteğini de arkasına alarak pervasızca karşı saldırılarda bulunur. Bolivarcı devrim halen güçlüdür. Arkasında yoğun bir halk desteği vardır. En önemlisi ordu Bolivarcı iktidarı destekler. Bunda Venezuella ordusundaki eskiden beri var olan solcu devrimci unsurların çokluğu belirleyici rol oynamıştır. Belki eski kapitalist üretim ilişkileri varlığını korumaktadır ve özel mülkiyete el konulmamıştır ama diğer taraftan paralel sosyalist ilişkileri daha da ileriye taşıması gerekir. Arzu edilen elbette bir halk hareketiyle kapitalizmin yıkılıp gelecek bir halk iktidarının kurulmasıdır. Ancak Bolivarcı devrim madem “İçsel Gelişim” modelinde karar kıldı en azından bu konuda gereğini yapmalıdır. İki arada bir derede olduğu sürece devrimin geriye gideceği ve kazanımların kaybedilebileceği açıktır. Şu anda ki durum ilanihaye sürdürülemez. Ülkedeki oligarşik ve kapitalist güçlerin arkasında büyük emperyalist devletler vardır. Her türlü oyun ve kirli pazarlıklar yapacak potansiyele sahiptirler ki hali hazırda bunları yapıyorlar. Her an dengeleri değiştirebilirler ve bir an önce kapitalist ilişkiler tasfiye edilip sosyalist ilişkiler inşa edilmediği sürece, emperyalizmin içerdeki uzantıları boş durmayacaktır. Bunun koşulları mutlaka yaratılmalıdır.

Venezuela’da yaşanan son gelişmelere dair

Venezuella kritik bir coğrafyada ve büyük zenginliklere sahip bir ülkedir. Ülke şu anda emek cephesindeki bir yönetimin elindedir. Kazanımların sahiplenilmesi ve daha da geliştirilmesi tüm ezilen ve emekçilerin çıkarınadır. Eleştiriler baki olmakla birlikte enternasyonalist güçlerin mutlaka Venezuela’nın yanında olması gerekir. “21. yüzyıl devrimler çağı olacak” söylemi bir realiteyse, devrim dalgalarını yaratacak sarsıntı merkezlerine ihtiyaç vardır. Venezuella, tarihi, coğrafi konumu, zenginlikleri ve canlı halkıyla bu anlamda başat ülkelerden birisidir. Venezuella’da emperyal saldırı savuşturabilecek güçlü ve ayakları yere basan gerçek bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi, Latin Amerika devriminin de önünü açar. Latin Amerika’dan emperyalizme vurulacak güçlü bir tokat, 20. yüzyılda Sovyet Devrimi’nin yarattığı etki gibi, tüm dünyada birbiri ardına patlayacak devrimlerin önünü açabilir. Maddi koşullar buna müsaittir. Batı’nın ve ABD emperyalizminin son dönemde Venezuella’yı hedef tahtasına koyup ardı ardına saldırılar yapmalarının nedenini, bu korkuda aramak gerekir.

Venezuella tam bir abluka altına alınmış durumdadır. İçerdeki işbirlikçiler eliyle paralel bir hükümet ilan edilmiş (emperyalistler), kendi hukuklarını dahi çiğneyerek bu kukla hükümeti tanımışlardır. Ülkeye gıda, ilaç gibi ihtiyaç maddelerinin girişine ambargo uygulanmaktadır. Aynı anda emperyalizm tarafından atanan sözde başkan Juan Guaido eliyle ülkeye güya ilaç ve gıda yardımı yapılmaktadır. Sahtekarlık ve ikiyüzlülük bu kadar açık ve aleni yapılmaktadır. Diğer taraftan dışarıdaki petrol paralarına ve altınlarına el konulmaktadır. Ülkenin elektrik şebekelerine siber saldırılar yapılmakta ve ülke haftalarca karanlığa boğulmaktadır. Su şebekelerine saldırılar yapılarak halkın temiz suya ulaşması engellenmektedir. ABD’nin askeri müdahale söylemi, celladın baltası gibi ülkenin üzerinde sallanıp durmaktadır. Sınır dışı edilen ABD diplomatları ülkeyi terk etmeyerek Maduro hükümeti tarafından zorla çıkarılmaya zorlanmaktadır. Böylece askeri müdahalenin önünü açacaklarını düşünmektedirler. Çünkü daha önce Latin Amerika ülkelerine birçok kez yapılan ABD askeri müdahalelerinin gerekçesi “vatandaşlarının güvenliğini alma” bahanesidir. Bolivarcı iktidarı devirmek için emperyalizm ve yerli işbirlikçileri topyekûn saldırıya geçmiş durumdadırlar.

Venezuella’da olanlar aslında tarihin bir tekerrürü gibidir. Simon Bolivar’ın halktan aldığı destekle oluşturduğu hareket ve Latin Amerika’nın birliğine doğru gidiş, nasıl ki büyük güçler ve içerdeki işbirlikçi elitler eliyle engellendi ve yenilgiye uğratıldıysa, benzer bir durum modern Bolivar hareketi içinde yaşanmaktadır. Zamanın Bolivar hareketi de alt tabakadan, ezilenlerden aldığı destekle halkın iktidarını güçlendirmekte ve Latin Amerika’nın birliği için önemli adımlar atmaktadır. Yine yeni dönemin işbirlikçi elitleri ve büyük emperyal güçler tarafından yoğun saldırıya uğramakta ve boğulmak istenmektedir.

Bu savaşta Venezuella halkının yanında olmak, enternasyonal dayanışma göstermek, devrimin kazanımlarını korumak ve gelişimine destek olmak sadece Venezuella için değil, dünya devrimi için de önem taşımaktadır. Bu saldırıları ancak güçlü bir enternasyonal dayanışma boşa çıkarabilir. Böylesi kritik önemi ve zenginlikleri olan bir ülkeyi kazanmışken tekrar emperyalizmin sömürüsüne terk etmek bütün dünya emekçilerinin ve ezilenlerinin kaybı olacaktır.