Yaptığımız tahliller, genellikle sanki bu dünyada yaşamıyoruz hissi uyandırıyor. Sürekli önümüze, yerine getirilemeyen görevler koyuyoruz. Görev koymayalım, dünyayı değiştirmek için yorum yapmayalım demiyoruz elbette. Ancak o büyük tablonun içinin nasıl dolacağını da anlamalıyız. Devrimcilik belli örgütlülüklerin ve içinde yer alan bireylerin tarihi değildir. Kendinin dışına doğru taşanlar bu tarihi yazmıştır. Bugün için dünyada ve Türkiye’de bir kırılma anından bahsedebiliriz. İşte bu anlamda kırılganlıkları tespit edip kırılmaya çevirmek, devrimciliği bir akıma dönüştürmek en büyük görevimizdir. Emperyalist savaş, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi krizler insanlara bir zorundalık ilişkisi dayatıyor. Ancak devrimcilik, görünür ve tutarlı bir seçenek olmadığında böyle bir akım yaratmak söz konusu olamaz. Çünkü tarih gösteriyor ki zorundalık her zaman devrimci hareketin yükselişine gebe olmamış; İtalya, Almanya gibi ülkelerde faşizmi güçlendirmiştir.
Devrimciliğin varoluşsal bir tanıma dönüştüğü koşullar ile devrimciliği bir akıma dönüştürme; kendi yolunu açma cüreti arasında çıkan gerilimin orta yerindeyiz. Aşmaya çalıştığımız çıtalar çok düşük. Elbette bazı hedefleri gerçekleştirmeden daha büyük yollara revan olamayız ancak uzun zamandır aşılamayan çıtalar da yol-yöntem-tarzı sorgulatıyor.
İç savaş diyoruz ama bir yanda devletin her olanağını kullanıp kontrgerilla ve milis örgütlenmelerini örgütleyen faşist blok AKP-MHP varken diğer tarafta kim var? Savaş dediğimiz çarpışmada en az iki taraf vardır. Elbette diğer taraf da var ancak Kürtler dışında alabildiğine örgütsüz kitleler. Bir tarafta organize bir kitle varken diğer tarafta nasıl olur da örgütsüz bir kitle ile nasıl iç savaştan galip gelmeyi düşünüyoruz? Bu denklemi bozabilmek için önce kendimizi yapı yıkıma uğratmamız gerekiyor. Zira bu yolla bırakalım iç savaşın ağırlık merkezini, eksenini belirlemeyi, bir tarafı bile olamayız. Ya da en fazla taraf oluruz; uzun yıllardır olduğumuz gibi. Ancak örgütlemediğimiz, ağırlık merkezi ve eksenini belirlemediğimiz iç savaştan yenik ayrılmaya devam ederiz.
Nasıl bir yapı yıkım?
Öncelikle şunu sorgulamak gerekiyor. Eski kuşaklar 80 öncesine dair hep şunu belirtirler; “İstanbul Devrimci Sol’un, Karadeniz, Akdeniz Kurtuluş’un, Dev-Yol’un, Ankara Dev-Yol’un, Çorum TKP(B)’nin, Antep TKEP’in Malatya TDKP’nin… kaleleriydi” Peki ne oldu da bu kaleler bir bir devrildi? Devlet nasıl bir politika yürüttü? Mehmet Fatih Öktülmüş, Sinan Kukul gibi devrimcileriyle meşhur Trabzon’dan nasıl oldu da Ogün Samast gibi bir tetikçi çıktı? Sinan Kukul’u, Mehmet Fatih Öktülmüş’ü hangi toplumsallık, devrimciliğe meyil ettirdi? Tersten soracak olursak bu kaleleri yeniden nasıl inşa ederiz? Gazi Mahallesi, Okmeydanı, 1 Mayıs, Küçük Armutlu… mahalleleri hangi devrimciliğin, hangi toplumsallığın ürünüydü? ‘71 atılımı sonrası 78’lileri yaratan saikler nelerdi? Bu kadar güçlü bir tarih ve mirastan, hangi süreçler devrimcileri hangi alanlara sıkıştırdı? Soruları sordukça iş bitmeyecek elbette. Yüzleşmek de önemli. Bu soruları kendimizle birlikte etrafımıza da sormak, sordurtmak gerekiyor. Kendinle yüzleşme zeminini örgütte yakalamak gerekiyor. Bu gibi tarihi dönüm noktalarına bakıp kendimizi yaratıcı yıkıma uğratmalı ve yeniden inşa etmeliyiz.
Soruları tekrardan soralım ve cevapları arayalım. Çeşitli illerde bir sürü mahalle sayılabilir belki ama İstanbul Gazi Mahallesi en bilineni olduğu için Gazi’den başlayalım. Gazi mahallesi nasıl kurulmuştu? İstanbul’un taşı toprağı altın denilen günlerde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanından o altını aramaya gelmiş yoksullar Gazi’de birikiyor. Gaziye biriken halk bir gece de kuruyor evlerini. Ne devlete ne de başka bir kuruma gidip bir talep belirtiliyor. Mahallenin çoğunluğu Kürt ve Alevi. Elbette Kürtlerin ve Alevilerin direniş kültürü içerisinde yetişmeleri, devrimcilerle daha çabuk kaynaşmasına vesile oluyor. Buradaki halk devrimcileri daha çabuk sahiplenebiliyor ve devrimciliğe meyil ediyordu. Ancak o toplumsallık içinde yetişen Kastamonulu da, Sinoplu da, Kayserili de devrimciliğe meyil edebiliyordu. Gazi, sadece Kürt ve Alevilerin yoğun yaşadığı bir alan olduğu için farklı bir toplumsallık yaratmadı. O zamanlar kurulan devrimciliğin tarz ve yöntemi de bu toplumsallıkta etkiliydi.
90’lı yıllarda, Gazi Mahallesi’ne ziyaretlerde yaşım daha küçüktü. Ancak devrimcilerden bir farklı bahsederlerdi. Devrimcilerden bahsederken bir özenme vardı. Kafamda dev gibi güçlü ama yaklaşımda da zarif insanlar canlanırdı. Hani o insanlara arkanı yasladın mı bir daha sırtın yere gelmezdi. Gazi Mahallesi’nde devrimcilere atfedilen bu özellikler gökten inmedi, insanlara bahşedilmedi. O zamanın devrimci tarz ve yöntemiyle alakalı olan bir konu bu. Devrimciler, Gazi Mahallesi’ne o zamanlar sadece bir gazete dağıtım ağı, kadro devşirme merkezi veya bir sığınak olarak bakmıyordu. Gazi Mahallesi, Marx’ın da dediği gibi “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” şeklinde inşa olmuştu. Devrimciler, “komünizmi” sadece kurumlarda yaşamıyordu. Halka arz edilen bir durum söz konusuydu. Yani halkın, devrimciliğe iştirak etmesine mahal veriliyordu. Saydığımız ve sayabileceğimiz inşa edilen mahallelerde de aynı durum söz konusuydu. Devrimciliğe, devrimci yaşama mahal verilerek yapılan çalışma sonucu zaten mahallelerden hiç olmayacak kadar kadro çıkıyor, mahallenin her köşesi sığınak oluyordu. Bir eylem olduğunda örgütün üyesi olsun olmasın halk en önde yürüyordu. Bir örgütlenme aracı olarak kullanılan gazete ise 7’sinden 70’ine herkes tarafından okunuyordu. Son zamanlardaki gibi gazete sadece bir aldı-verdi nesnesi değildi. İnsanlar da araç düzeyine indirgenmemişti. Gazi, büyük amaca giden yolda küçük amaçtı. Tek yanlı, örgütü besleyen bir araç değildi. Karşılıklı bir ilişkiydi…
Gazi’deki toplumsallık bir anlamda kapitalizmin kirli ilişkilerinden kurtulmak için bir nefes borusuydu. Bu tarz alternatif alan inşalarının sadece Alevi ve Kürt mahallelerine sıkışması başka konudur, ki bu da zamanla bu hale gelmiştir. 70’ler, 80’ler ve 90’larda bunun örnekleri mevcuttur. Bahçelievler-Soğanlı, Reşitpaşa, Derbent, Gültepe gibi mahalleler daha heterojen mahallelerdi ve farklı bir toplumsallık inşası buralarda da mevcuttu. Ancak hem devletin iç savaş düzleminde süreci yönetmesi ve yönlendirmesi hem de devrimcilerin bu saldırı ve yönlendirme karşısında zamanla reflekslerini kaybetmesi, Gazi’de sembolleştirdiğimiz devrimci tarzı değiştirdi. Yapı çöküme uğrattı.
Elbette bir bıçak kesiği gibi, bir anda, bir tarzdan diğerine geçilmedi. Süreçle, değişen koşullar karşısında Marksizm Leninizmi güncellemeksizin savunmanın da etkisiyle yaşanan Marksizmin kriziyle, SSCB’nin çöküşü ve popülizme kayışla, devletin yasal alanları açması ve adı ÖDP olmayan örgütlerin düzey düzey ÖDP tarzına meyil etmesiyle vb. tek tek ele alırsak durumu açıklayamayabiliriz. Fakat bunların bir bütünü olarak durumu özetleyebiliriz. Bu girdilerin, zamanla örgütleri etkilemesi ile birlikte Gazi, farklı bir toplumsallığın örüldüğü alandan sadece bir sığınağa, gazete dağıtım ağına ve hatta gazete satışına, kadro çıkarma alanına dönüştü. Örgütlenme ağının parçası olan gazete bir adeta “meta”ya dönüştü.
Demek ki her şeyi Marksizmin krizi olarak açıklayamayız. Durumu “zaten dünya devrimci hareketi kriz yaşıyor. Bizim ki de ondan azade değil” gibi kolaycılıklarla anlamlandıramayız. Bu bir veri olabilir, bizim de bu durumdan etkilenmemiz söz konusu, ancak konunun bütününün çözümünü buraya atfetmek, sorunu dışsallaştırmak olur. Sihirli bir değnek bekleriz, ama daha çok bekleriz. Metalar dünyası ve bu dünyanın bizi de belirleyen ilişki biçiminden çıkmalı, devrimciliği doğru eksenlerden kurmalıyız. Bizi üreten koşulları neden tekrardan yaratmıyoruz?
İstanbul’da devrimciliğin Alevi ve Kürt mahallelerine sıkışmasının sebebi şuydu: ‘92 yılında Tansu Çiller hükümeti PKK ve yükselen devrimci hareketi bastırabilmek için topyekun savaş konseptine geçti. Tüm halka iki seçenek sundu: “Ya bizdensin ya da düşmanımızsın.” PKK bu noktada Kürt halkıyla olan bağını korumayı bildi. Ancak TDH bu bağı koruyamadı. Ve 90’lara kadar çocuklarını Kürdistan’daki savaştan kaçıran aileler, devletten yana tarafını seçti. Kirli savaşta güçlüden yana taraf oldu ve “kirlendi”. Böylelikle M. Fatih Öktülmüş’ü, Sinan Kukul’u devrimciliğe meyil ettiren toplumsallıktan, Ogün Samast gibi bir tetikçiyi yaratan toplumsallığa geçiş oldu. 80 darbesi ve o süreci göremeyip kendini ona göre konumlandırmayan örgütlerin tutumu da “kalelerin” kaybedilmesinde etkiliydi. Ancak son etkili vuruş, topyekun savaşla süreciyle gerçekleşti. O süreçte başlayan toplumsallıkla bağların zayıflaması bugün bizi çok dar alanlara itti. Ancak bunun savaşla olan bağı da görülmeli. Savaşta yanıt olamayınca beslenme alanları da zayıfladı. Bugün olan da aynı şekilde topyekun savaştır. Ancak dünkü gibi “kaleleri” yıkmak için değil, herhangi bir altüst oluşta, o kalelerin tekrar inşasına fırsat vermemek için yapılan bir topyekun savaştır.
Çocuk evden kaçtı!
Evdeki büyükler (aile) hep “daha kendi ailenizi örgütleyemiyorsunuz, dışarıdaki insanları nasıl örgütleyeceksiniz. Bizim zamanımızda önce aileden başlanırdı.” derlerdi. Aslında bunun evde gözetimde tutma ile alakalı yanı ağır basıyordu. Gözümüzün önünde olsun, ne yaptığını bize de anlatsın gibi dertler vardı elbette bu cümlelerde. Ancak gerçeklik yanı da çarpıcı. Örgütlenme alanları popülizmin kolaycılığı ile varoşlardan kopup şehir merkezlerine, “gösteri alanlarına” doğru kaydıkça ve devrimcilik, “bilinç taşıma” (hariçten gazel okuma) meselesine indirgenince anlattığımız tarz çöküşe uğradı. Taksim, Kadıköy, Bakırköy gibi merkezlerde popülizmin de etkisiyle sürekli gösteriler düzenlendi ve halk oraya çağrıldı. Kriz, “bilinç” taşıyarak ötelenmeye çalışıldı. Varoşlarda hayat akmaya devam ediyordu oysa. Ancak bu tarzın etkisi ile varoşlarda inşa edilen alternatif toplumsallık, çürümeye yüz tutuyordu bir yandan da. Varoşlarda çalışmalar devam etti, ancak şehir merkezlerinde yapılan yüzeysel çalışmalar, varoşlara taşındı. Hastalık her alana yayıldı ve devrimciliğe meyil ettiren bütünlüklü örgütlenme tarzından “bilinç taşıma”ya indirgenen üstenci bir tarz gelişti. Çünkü devrimciler toplumun bir üst seviyesiydi, devrimci olunmak isteniyorsa ajitasyon, propaganda dinlenerek, gazete ve bildiri okunarak onların seviyesine gelinmeliydi! Bu anlamda Gazi’den örgütlenen bir birey kendisinin nereden çıktığını unuttu. Aynı ihtimali, Gazi halkına çok gördü. Çok gördü, çünkü “komünist” toplumsallık, Gazi’de oluşan toplumsallıktan, üst katta bir kuruma taşındı, daha denetlenebilir bir alana büroya ve belli alanlara sıkıştı. Bilinci alan ve oraya gelenler, ancak “komünist” olmaya hak kazanacaktı. İşte bu bile, devrimciliğe meyil etme olasılığını olabildiğine azalttı. Yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarını, bu gibi meseleleri sorgulayarak ancak bulabileceğiz.
Anlatmak istediğimiz mesele, aileden kopma veya kopmamaya indirgenmemeli. Ancak o kaçışın toplumsal ve dolayısıyla mekansal yanı da görülmeli. Zaten kaçıp gidilen bürolarda da bu tarzı durduracak bir yaklaşım yoktu. Hatta “sınıf intiharı” ve “profesyonellik”, kendi sınıfından, toplumsallığından, mekanından kaçışa indirgendi. Oysa profesyonellikle açıklanan bu mesele sadece ruhu profesyonelleştiriyor, pratiği ise amatörleştiriyordu. Ve zamanla önümüze çıkan engellerle basit, bayağı pratikler geliştirdik. Bu bayağı pratik, artık bağlamından koptu. Çünkü varolmanın kanıtı bu sıradanlaşan pratikti. Kent meydanlarını terk edelim, buradaki çalışmaları bırakalım veya eski pratiklerin aynısını yapalım demiyoruz elbette. Ancak eskiye bakıp bu tarzı, bugünün koşullarında ve hatta bir üst aşamada nasıl üretiriz diye düşünmek, pratiğe dökmek ve gerekirse yanıla yanıla bulmak gerekiyor.
Sormaya devam edelim: Metris Hapishanesi’ndeki eski bir gardiyana Sinan Kukul’dan saygıyla bahsettiren nedir? Gültepeliler, Sinan Kukul’u nasıl bilir? Tarlabaşı halkı Ulaş Bayraktaroğlu’nu, Aziz Güler’i nasıl bilir? Edirneli işçiler Talat Türkoğlu’nu, Dersim halkı Atakan Mahir’i, Gazi Hasan Ocak’ı, Dev-Lis’liler Cenk Kılagöz’ü nasıl bilir? Onlardaki kendi görüşüne meyil ettiren nasıl bir yaşam, nasıl bir örgütselliktir? ‘78’de taşranın çözülüşü ile birlikte gençlik nasıl devrimci harekete aktı? Deniz’in, Mahir’in, İbo’nun sesinin yankısı neden 78’lilerde karşılık buldu? 40 yılı aşkındır Kürt halkını, PKK’ye örgütleyen, ona akıtan nasıl bir yaşam, nasıl bir örgüt, nasıl bir devrimciliktir? Zamane İstanbul’unda Cephe’ye onbinlerce insanı akıtan neydi? Sadece şiddet mi? Yoksa halkın içinde ukte kalan hesapları sorması ve yaşam alanlarında örülen devrimciliğe meyil ettiren tarz mı?
Bu saydığımız tarzın ana ekseni aslolarak; nereden çıktığını bilen ve devrimci olduktan sonra çıktığı alanla ilişkisini kesmeyen, kendini üreten, topluma devrimcilik imkanı tanıyan bir tarzdır. En küçüğünden en büyüğüne olasılık yoklamasıdır. Çürüyen tarz ise nereden çıktığını unutturur. “Devrimciliği” kurumda yaşar. Pratik; bir olasılık yoklaması değil, süregelen alışkanlıkların, rutinin devamıdır. Yeni bir toplumsallık üretmez ve hatta mirası tüketir. Bu tarzın hikayesi daha çok tüketime dairdir. Halbuki ağzımıza pelesenk olmuştur işçi sınıfının üretici güç olduğu. Onun öncüsünü, nasıl olur da tüketici güçler oluşturur?!
Gazetelerde manşetleri mümkün kılan, 3. sayfa haberleridir!
Örgütlenme deyince, aklımıza çalışma yapılan alanda bildiri, ajitasyon, propaganda gelir. Savaş deyince ise silahlı çatışma. Ancak bunlar mekanik anlayışlardır. Bizim, ikisinin de birbirini kestiği, birinin diğerini bütünlediği bir anlayışa ihtiyacımız var. Örgütlenme, savaşı hem devlete karşı hem de toplumsal eksende yürütmek biçiminde örülmeli, savaş ise hem örgütlenmenin yapısını belirlemeli hem de ön açıcısı olarak değerlendirilmelidir.
Bu şekilde hem devlete karşı konumlanışta hem de toplum içinde ağırlık noktaları ve eksenleri belirleriz. Devrimciler sadece devlete karşı mücadele etmez. Toplumu da komünist eksende kurmaya çalışır. O yüzden eylemi, sözü ve pratiği toplumu yeniden şekillendirmelidir. Çünkü kuracağımız toplumda Kürt, Alevi, kadın, LGBTİ+lar, Türk-Sunni-erkek işçi tarafından ezilimeye devam edemez. Veya Alevi bir erkek, Alevi bir kadını, Kürt bir erkek Kürt bir kadını ezmeye devam edemez. İşte iç savaş ve örgütlenme diyalektiğini, bu gibi birbirini kesenleri ve karşıtlıkları göz önünde bulundurarak doğru belirlemeliyiz. Dolayısıyla iki yönlü bir hareketlilik gerekiyor. Sınıfsızlaşma mücadelesinin bu yanları görülmezse mekanik, düz, doğrusal bir yaklaşım sergileriz ve sınıfta kalırız. Yani ezilenler içinde ezenlere karşı bir had bildirimi gerekli. Şunu iyi saptamalıyız: Ezilenlerin birlik olamamasının bir yanı da ezilenlerin birbiri arasındaki ezme-ezilme ilişkileridir. Suphi Nejat’ın deyimiyle “gazetelerde manşetleri mümkün kılan, 3. sayfa haberleridir.”
Canlı emek ve olasılıklar
‘71 bir olasılık yoklamasıydı. Sinanların Kürecik’teki NATO üssüne eyleme gitmesi bir olasılık yoklamasıdır. Mahirlerin Efraim El-Rom’u kaçırması, İbo’nun Dersim-Malatya yöresinde yaptığı faaliyet ve gerillacılık, bir olasılık yoklamasıdır. İç savaşta kendi güçlerini tahkim etmenin düzlemidir. Savaşın ağırlık noktalarını, eksenini belirleme yoklamasıdır. İşte bu, Marx’ın, Engels’in bahsettiği canlı emeğin ta kendisidir. Engels bir broşürde “insanı emeğin yarattığını” söyler. Ancak bu söylem, bugünkü anlamıyla garsonluk, bant işçiliği, ara ütücülük, döner kesmek ve paketlemek gibi bir emek değildir. Bunlar, daha çok insanı insan olmaktan çıkarıp körelten emeklerdir. Engels’in bahsettiği emekte haddini aşan bir durum söz konusudur. İnsan, doğada karşılaştığı zorluklarla başa çıkabilmek için bazı icatlar geliştirir zamanla. Farzı misal çanta veya alet edevatın olmadığı dönemden bahsediyoruz. Ancak deriye bakan insanlar, haddini aşarak elini kullanmış ve çanta yapmıştır; kemiğe bakarak alet tasarlamış ve yapmışlardır. Bu şekilde hem elinin işlevini hem de tasarım yeteneğini geliştirmiştir. Bunlar canlı emekle olabilecek had aşımlarıdır. Ve bu buluşlar tüm insanlığa bir had sunmuştur. İşte ‘71 ile ardılları arasında böyle bir had meselesi vardır. Had aştıran ‘71’in sesi ‘78’de yankısını bulmuştur.
Bugün ise had bilen bir tarz vardır. Kendine “öncü”lüğü atfeden örgütler, kitlelerin gerisindedir. Halk faturalarını ödeyemeyecek durumdayken treni raydan çıkarma yoklaması yerine ezberden “Zamlar geri alınsın” sloganını kitlelere önerir. Çünkü treni raydan çıkarma projesi olarak had aşımı yoktur. Oysa ödeyemeyen kitlelere “Ödemiyoruz” sloganının altını doldurarak gitmek, treni raydan çıkarma projesidir; iç savaş düzleminde ezilenleri aktif konuma geçirme yoklamasıdır; kapitalizm sınırları içerisinde mücadeleden,“günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” yoklaması çekmektir. Onu gündelik hayatın içerisinde, somut bir devrimcilik olarak var etmek gerekir.
Bugün için yeniden canlı emeği keşfetmeli ve nasıl ki deri çantalar, kemikten aletler insanı yarattıysa bugün keşfedeceğimiz canlı emek de insanın varoluşunu anlamlandıracak, işçileşerek körelen insanı, canlı emek yeniden canlandıracaktır. Ama bu, bir formülasyon değil, bütünlüklü bir pratik ve anlayıştır. Yani ezbere devrimcilik, bir bakıma memurlaştırır, metalaştırır. Bu ilişkilerin dışına taşan, canlı bir devrimciliğe ihtiyacımız var. Zamanında aletler bir kerede bulunmadı, denediler yanıldılar ama son kertede insanlığa sıçrayışı gerçekleştirdiler.
Devrimciliği, bir iç savaş okuması ve pratiği olarak kavrarsak başarılı oluruz. Diğer türlü zaten devletin kurduğu iç savaş düzlemindeyizdir. Ağırlık noktaları, ekseni devlet tarafından belirlenmiş bir iç savaştır bu. Her gün zor yoluyla veya normlaşan koşullarla yaşarız bunu, ama fark etmeyiz bile bazen. İlla o zoru görmek isteriz. Ama atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Zor yerini genellikle, hegemonyaya, zorunda bırakılmaya, rızaya bırakmıştır. Elbette bunların yetmediği noktalarda, zor da tüm yalınlığıyla devreye girer.
Had bilmek; hak aramak için belli bir toplulukla mahkeme kapılarında dolanmaktır, Gezi Direnişi’nde polisi alandan kovmayı göze alamayan yasal kurumsallıktır, Tekel eylemlerinde, eylemi başka bir seviyeye sıçratma yoklaması denemek yerine çorba dağıtıp işçi kafalamaya çalışmaktır. İş, ekmek, özgürlük sloganına teşne olarak işçiye, “İşçisin sen, işçi kal. Biz bu sınırların dışında oynamıyoruz” demektir. İşçinin tazminatı üzerinden avukatlık gideri hesabı yapıp işçiyi de meta talep eder birimler olarak tutmaya çalışmaktır. İşçiye işçilikten başka bir vasıf sunmayan dar kafalı reformist anlayıştır. Evet devlet kolluğuyla, oluşturduğu toplumsallıkla, mahkemesiyle, medyasıyla her gün had bildiriyor. Fakat kendine devrimci, öncü, keşif kolu diyenler bu had sınırlarının ne kadar dışına taşıyor? Değiştirmeye çalıştığımız, toplumsallığın sınırları, belirlenmişliği içinde ne kadar keşif kolu olunabilir? Zaten çerçeve bellidir. Komünist olasılık; devletin ağırlık noktalarını, sınırlarını belirlediği oyunda değil, onun dışına taşarak, bu kuralları işlevsizleştirerek yerle bir ederek mümkün olur. Sınıfsızlığı, işçi sınıfı yaratacak diyorsak onlar için bir had aşımı gerekli. Keşif kolu bu haddi taşıran olmalıdır.
Bugünün konjonktüründen bakacak olursak; emperyalistler tıkanmalarını yıkımla çözmeye ve kendilerini yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Gerçekte savaş günümüz kapitalizminin varoluş zorunluluğudur. Ancak bu savaş, aynı zamanda kapitalizmin ne menem bir şey olduğunu tüm dünya halklarına gösteriyor. Çünkü emperyalist kapitalistler güçlerini korumak için tüm dünyayı ikirciksiz ateşe atabiliyor. Bu, kapitalizmin pisliğini tüm yalınlığıyla ortaya çıkartıyor ve kapitalizmi kitleler nezdinde tartışılır kılıyor. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım savaşları da aynı şekilde kapitalizmin bunalımını çözmek için gerçekleştiğinde, kapitalist sistemin krizini çözmek bir yana egemenliğini sarsmış ve devrimler bu konjonktürde gerçekleşmişti. Şu an Türkiye’de işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin yaşadığı şartlar ve 40 yıldır süren Kürt savaşı dolayısıyla, kitlelerin kafasında, mevcut iktidar şahsında kapitalist sistem sorgulanır hale gelmiştir. Bizim örgütlenme ve iç savaş diyalektiğini doğru eksenlere oturtarak daha güçlü çıkışlar yapmaya ihtiyacımız var. Çünkü her ne kadar kitlelerde sistemden kopuş dinamikleri gelişse de alternatifi yoksa içe çöküş yaşanacak ve kapitalist sistem öyle veya böyle varlığını devam ettirecektir. Bu anlamda toplumla daha iç içe geçerek, bugün sistemden kopuş yönündeki eğilimi artırarak devrim ve sosyalizm yönelimini güçlendirmeli, iç savaşta bu yönelimi arttıracak yönde pratikler sergilemeliyiz.
Ancak ezberler, bizi kapitalizmin meta dünyasında ve devletin belirlediği iç savaş düzleminde tutmaya devam ediyor. Bugün “iş, ekmek, özgürlük” ya da “iş, ekmek yoksa barış da yok” minvalinde sloganları işçiye attırmak, kapitalistlerin krizini ötelemesini beklemek, kapitaliste “patron sensin ama bana öyle veya böyle ekmek ver” demek anlamına gelir. Bu anlamda denklemi doğru kurmamız gerekiyor. Belki güllük gülistanlık günlerde hak aranır, kazanılır ve işçiler kolektif güçlerini deneyimlerdi. Bu anlamlıdır, bir birikim sağlanır. Ancak bugün çubuğu, pisliği her gün su yüzüne biraz daha çıkan kapitalizmi yıkmaya bükmeliyiz.
Başka bir zamansallığı yaratmak
Belki de şöyle tarif edebiliriz: ‘71 Atılımı, 15-16 Haziran Direnişi, Gazi Ayaklanması, 96 1 Mayısı, Gezi Ayaklanması… kafamızda başka zamansallıkları çağrıştırıyor. Ezilenlerin muktedir olduğu günleri çağrıştırıyor. Yasaların bir önemi yoktur, çoğunluk yaklaştığı başka zamansallığın içinde hareket eder; baskılar, kurallar bir kısıt değil; deşilmek için birer engeldir o günlerde. Nostalji için değil, devrimci süreçlerin ruhunu kavramak, toplumsal yanını görmek, dünle bugünü birbirine bağlamak, o kopuk yanı tamamlamak için bir nevi hikaye anlatıcılığı yapmaya, kapitalist zamansallığın ötesine geçmeye ve kendi hikayemizi oluşturmaya ihtiyacımız var.
Yukarıda saydığımız süreçlerde, ‘sıradan insanlar’ kurşunların üstüne yürümüştür. Bugünden bakılınca anlaşılması zordur belki de. Ama o zamansallığı yaşayanlar, bazen tarif edemese de neden böyle yaptıklarını bilirler. O tarif edilemeyen şey, kapitalizmin belirlenmişliklerinden, zamansallığından kopuştur. Kendi zamansallığını yaratmanın verdiği güçtür, öz güvendir, cesarettir, yaşama hissiyatıdır, canlı emektir, emeğin yaşamla buluşmasıdır. Bugün, aynı şekilde oluşan kriz aralığıyla başka zamansallığı; dolayısıyla toplumsallığı, militanlığı, devrimciliği buluşturma zamanıdır.
Vedat Türkali’nin başka zamanlara çağıran dizeleriyle bitirelim o zaman…
“Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın”