Evrenin sırlarını az çok anladığımızda garip bir biçimde yaşama, doğaya ve kendimize dair bakış açımız değişiyor. Evrende oluş sürecini etkileyen en önemli süreç kaos süreçleridir. Evrende her şey düzenden düzensizliğe, karmaşaya, kaosa gitme eğilimindedir. O düzensizlik, insanın ölümüne yol açan en önemli doğal etkendir. Canlılar yiyerek, içerek vücudundaki düzensizliği düzene kavuşturur. Barınma ve giyim sıcaklıktaki düzensizliği düzene kavuşturur. Canlılığın mikro organizmalardan başlayarak bitkilere, hayvanlara, insanlara varması bunun yine evrende giderek karmaşıklaşan devinimin ürünüdür. Bu anlamıyla dünyada en karmaşık ve kaoslu canlı insandır. İnsanın hem doğadan gelen hem de kendi yarattığı yapılardan gelen kaosunu ve düzenini anlamak, değiştirmeyi daha da mümkün kılacaktır.
Sürekli bir kaostan bahsedemeyiz ama konu insansa düzenin dışına çıkmak istediğinde veya şartlar düzeni değiştirmeyi gerektirdiğinde kaosun yaşanması kaçınılmazlaşıyor. Kaosu yaratan etkenler elbette kapitalist sistemden bağımsız değil. Kapitalizmin yarattığı çelişkilerin yanı sıra tarihte çözülmemiş birçok çelişki de kapitalizmle birlikte şekil değiştirerek, boyut atlayarak yaşamaya devam ediyor.
Üretim biçimi gelişip karmaşıklaştıkça yaşanacak kaosun boyutu büyüyor. Bugün için konuşacak olursak; kapitalist sistem insanı, yarattığı kaosun düzenine çökertmek için çabalıyor. Kaosu aşıp bir üst aşamada düzen yaratmak için kaostaki düzeni, düzendeki kaosu kavramamız gerekiyor. Misalen nicel üstünlük ezilenler ve emekçi sınıflardadır. Ama sistem, toplumu hem düşünsel hem de yaşamsal olarak kompartımanlara ayırmış, güçsüz bırakmış ve tarihin dışına atacak şekilde kurmuştur. Kapitalizm, toplumu öyle bir düzenle sarıp sarmalamıştır ki isyan etmeye kalktığında kaosa gireceği bir düzendir bu. Toplum isyan için ayağa kalkıp sağa sola baktığında kaosu hissediyor ve yerine oturuyor. Bu anlamda düzen sürekliyken, isyan istisna halini alıyor. Kadının her türlü çileye rağmen evini terk etmemesi, işçinin sömürü şartlarının ağırlığına rağmen çalışmaya devam etmesi; düzen ve kaos arasındaki ilişkiden kaynaklanıyor. Evdeki düzen, kadının kaosunun bir parçası olduğu gibi, çocuklarıyla evi terk edince onu bekleyen koşullar onun kaosunun bir parçasıdır. Geçim derdi, toplumsal baskı, ailesi onu kabullenecek mi, eski eşi başına bela olacak mı? Eğer kadın, bu gibi sorunları aşarsa yeni bir düzene sıçrayabilecektir. Bu mücadele kadının tek başına verebileceği bir mücadele değildir. Toplumsal dayanışma ve mücadeleyle bu şartların aşılması mümkündür. Bu doğrultuda toplumsal ve bireysel kaoslar içiçe geçmiştir.
Megaralı Yunanlar şu soruyu sorar: Bir saç tanesi eksilirse kellik başlar mı? Cevap hayırdır. Ama bu süreci devam ettirirsek kellik nerede başlar? Kum yığını, kaçıncı kum tanesinden sonra heyelana uğrar? Kumun heyelana uğradığı nokta kaos eşiğidir. Fakat heyelan bitince kum taneleri yine bir düzene kavuşur. Bu anlamda kapitalist-emperyalist ülkelerin politikaları, zorlanmaları kaos aralığına işaret ediyor. Doğrudan 3. Dünya Savaşı diyebileceğimiz bir sürecin ve isyanın kural haline geldiği bir dönemin içinde değilsek bile bunun ön günlerini yaşıyoruz. Bu 3 veya 10 sene sonra yaşanır bu ayrı bir konudur. Kapitalizmin saçları dökülüyor, kelin iyice göründüğü son an’ı bekleyerek sürece hazırlanamayız. Kaos eşiğine yaklaştıracak ve kaosu güçlü, sağlıklı karşılayan, en azından var olanları çözümleyen, yeni gelişecek kaos eğilimlerini okuyan, çözüm gücü üreten bir şekilde karşılayacak kalıcı mevzilere ve hamlelere odaklanmamız gerekiyor. Böylesi bir yaklaşım örgütlenmemizi daha iri ve diri kılacaktır.
Kaotik geçiş süreçleri temelde iki özelliği içinde barındırıyor. Çatışma ve arayış… Fakat eskinin yol-yöntemleriyle, alışkanlık ve rutinleriyle ne arayışlara yanıt olabiliyoruz ne de sınıfsal, kimliksel, bireysel çatışmaları güçlü kılacak yol yöntemlerle çekim gücü oluşturabiliyoruz. Devrimci güçlerin eski yol-yöntem ve alışkanlık-rutinlerle çekim gücü oluşturamadığı, toprağı derinden süremediği dolayısıyla yüzeysel kaldığı, arayışlara yanıt olamadığı süreçte yönelim, yine düzen güçlerine oluyor. Kuantum felsefesi üzerine arayışları ve düzenin çabalarını geçen yazımızda belirtmiştik. Sistem, kendi alternatifini her alanda ve konuda oluşturuyor. Değişik düzey ve mecralarda böyle karşılık veriyor. AKP-MHP iktidarını ve varoluşsal zeminini sorgulayan toplum, MHP’den daha kökten faşist parti Zafer Partisi’ne, AKP’den daha kökten dinci YRP’ye kayıyor. Çatışma, hâkim düzen partilerinin ve alternatiflerinin belirlediği zeminde gerçekleşiyor. YRP çatışmayı kadınlara, ZP ise göçmenlere yönlendiriyor. CHP’yi dinsiz komünist olarak imleyen AKP-MHP tabanı içinde oluştuğu ön yargıları kırıp CHP’ye yöneliyor. Yine bu düzen partilerinden hiç de azımsanmayacak bir oranda TİP’e belli bir dönemliğine geçiş oldu. AKP’de boş durmuyor elbette. AKP bu arayış ve çatışmayı kendi zemininde tutmak için toplumsal mankurtlaşmanın önünü açacak hamleler yapıyor. Kadın haklarına saldırılar ve kadın kırımının önünü açacak hamleler, köpekleri uyutma adı altında katletme politikası, gençliği siyasal İslam cenderesine almak için geliştirilen eğitim modeli toplumsal mankurtlaşmanın desteğini almanın ve kaos aralığını yönetme çabalarının ürünü. Bunlar kaos aralığında, varoluşsal ön kabullerin sorgulandığı ve yeni oluşum süreçlerinin belirdiği dönemin işaretleri olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu yönelimler hakikate değil, çeşitli ideolojilerle bezenmiş popülizme varıyor. Düzen partileri boyunduruğunda kalmış arayış ve çatışmalar, ezilenler arası hiyerarşiyi daha da güçlendirecek şekilde örgütleniyor.
Sistemin kaosu yarattığı gibi kaosa yön verme araçlarını ve alternatiflerini sürekli diri ve görünür tutmaya çalışması; oluş halini yönlendirmeye, toplumu kendi düzenine oturtmaya çalışmasından kaynaklanıyor.
Dünyanın girdiği kaotik süreci, ancak güçlü bir önderlik anlayışıyla göğüsleyebiliriz. Ve bunun yanında geçmişten devreden örgütleri aynı kısır döngünün içinde, her defasında daha da içe çökerterek devindiren sorunlar yumağını da bagajımızda taşıyoruz. Daha da ötesinde her yeni fikirden zenginlik değil, ayrılıklar, “hizip ve tasfiyeler” açığa çıkıyor. Ama tasfiyeciler mi tasfiye olmuştur, tasfiyeciler mi tasfiye etmiştir orası hep muğlak kalmıştır. Bu, yeni fikrin her zaman sakat olmasıyla ilgili değil, o yeni fikri örgütün zenginliğine dönüştüremeyen kuruluş kodlarımızdan gelen bir kaos mevcut. Bu önderlik sorunu olduğu kadar, önderlik potansiyelini açığa çıkaracak paradigma sorunudur da. Örgütsel sorunlar yumağı, gelecek öngörüsüzlüğü, var olan potansiyeli ve geçmiş birikimi değerlendirememe… hepsi paradigma sorunundan kaynaklanıyor. Örgütsel, toplumsal, sistemik sorunlarımızı; kurtarıcı imama, Mesih’e, prense havale edemeyiz. Bizi kısıtlayan paradigmayı aşıp, anlayışımızı geliştirecek paradigmaya odaklanmamız ve kolektif önderlikle süreci göğüslememiz, var olan sorunlar yumağını çözmemiz gerekiyor. O vakit tüm bilgi ve deneyim, yeni paradigma havuzuna akacak, bambaşka bir dünya görüşü içinde şekillenecektir.
Bilgi ve deneyim birikimi, tek başına bir anlam ifade etmiyor. Eğer bağlantılar yanlış kuruluyorsa birikim, birikim olmaktan çıkıp yüke dönüşüyor. İnsan, taşa bakarak zamanla farklı bağlantılar geliştirmiştir. Taşı alıp atmış, taştan balta, ok yapmıştır. Bu, insanın taşla girdiği ilişki/bağlantıdır. Ya da radyo dalgaları evrenin ilk oluşumundan beri mevcut. Onu gözlemleme ve kullanma, onun üzerinden iletişimi geliştirme, bir sürü birikimin üst üste gelerek nitel sıçramaya mahal vermesi sonucu oluşmuştur. Fakat o bağlantı kurulmasa radyo dalgalarının varlığını bilmek, hayatımızda çok bir anlam ifade etmeyecekti. Yaşam/mücadele açısından bilgi ve deneyim de böyle bir yerde duruyor. Bilgi ve deneyimle gelişiyor muyuz yoksa aynı rutin, alışkanlıklar ve düzenin içinde debeleniyor muyuz?
Kurtarıcı imam, Mesih, prens tek kişilik önderliklerdir. Ve bu gibi kişilerin çözüm gücü üretme dönemi, çok eski çağlarda kalmıştır. Artık dönem kolektif önderlik çağıdır. Fakat kolektif önderlik yaratmak istiyoruz deyip onu oluşturmak mümkün olmuyor. Paradigmanın niyetle, kolektif önderlik anlayışıyla uyumlu olması gerekiyor. Örneğin mekanik Marksist anlayış, kolektif önderliğin oluşturulmasında en büyük engellerin başında geliyor. Bu anlayışa göre “dünyanın yorumlama işi bitmiş, değiştirme işi kalmıştır”. Fakat Marks, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, asıl olan onu değiştirmektir” sözünü kesinlikle bu anlamda kullanmamıştır. Mekanik Marksistler tarafından felsefenin “küçük burjuva bir uğraş” olarak damgalanması, teoriyi ve pratiği felsefesiz bir temele oturtmuştur. Marx’ın o günkü felsefecilere itirazı, “içeriden bir bakış” atarak anlaşılabilir. Marx’ın isyanı, filozofların tecahül’ü arif tutumlarınadır. Dünyayı anlama işini, dünyayı değiştirme pratiğinden kopuk ele alışlarınadır. Dünya hakikatlerinden kopuk, fildişi kulelerinde mutlu, sadece yorumlamanın verdiği dayanılmaz hafiflikle, yaşamlarına olduğu gibi sürgit devam etmelerinedir. Öyle ki Marx’a kadar filozoflar, dünyayı bazen kendilerince, bazen devlet çıkarları doğrultusunda yorumladılar. Kimileriyse “Platon’un yaptığı gibi, Sokrates’in ölümünden – ilkelerinden vazgeçmeden ölümü tercih etmesinden – ‘ders çıkararak’ devlet filozofu olmayı tercih etmişlerdir.” Ayrıca Marx ve Engels artık dünyanın anlaşılmasının diyalektik materyalist temelinin güçlendiği, felsefenin bir ayağını bilimin üzerine basması gerektiğinin kaçınılmazlığını vurgularlar. En azından artık dünya, öküzün boynuzları üzerinde değildir, evren dünya etrafında dönmüyordur. Evrim gerçeği, diyalektik materyalizmin temelini daha da güçlendirmiştir. Bilimsel gelişmeler, kilisenin reddedemeyeceği boyutlara ulaşmış ve kilisenin metafizik temelini kökten sarsmıştır.
Bilim insanları, Marks okumadan doğadaki diyalektiği keşfediyor ve kullanıyor. Çünkü diyalektik evrenin her bir zerresinde ve bütününde bulunuyor. Kuantum fiziği, bağlantısal bütünsellik, Bayes Teoremi, Gaia Hipotezi, Kaos Teoremi… gibi bilimsel araştırma ve yöntemler diyalektik materyalizmi, praksis felsefesinin temelini daha da güçlendiriyor. Çağın ihtiyacını karşılayacak diyalektik materyalist yöntem, bilimin geldiği evreyi takip ederek; felsefeyi organik bir bütünlükte sentezleyerek ve yaşamda yön gösterici bir pusulaya dönüştürerek elde edilecektir. Bilim derken sadece pozitif bilimlerden değil; tarihten de (toplum bilim) bahsediyoruz.
Marksizmi kemiren kurtlar: Pragmatist felsefe ve mekanik bilim
Marks, diyalektik maddeciliğin gelişimini bilimin gelişimiyle eşgüdümlü tutar. Buna göre felsefenin olmazsa olmazı, türlü bilim dallarındaki gelişmeleri takip ederek felsefi, siyasi yorumla onu hayatın içinde anlamlandırmaktır. Bu anlamıyla Marksist felsefe, toplumsal sağduyuyla buluştuğu ölçüde bilinçlendirme işlevi görecektir.
Günümüz Marksistlerinin önemli bir çoğunluğu ise bilimi ve felsefeyi küçük burjuva bir uğraş olarak tanımlayıp, bilimsiz ve felsefesiz Marksist siyasetten bahsediyor. Bu, Marksizmi baş aşağı çevirmekten başka bir şey değil. Zaten Marks’ın geliştirdiği hazır bir siyaset anlayışı yoktur. Onun en iyi takipçilerinden Lenin, somut koşulların somut tahlilinden bahseder fakat somut koşulları, an’ın bir ürünü olarak değil; tarihin yoğunlaşmış biçimi olarak; diyalektik bütünlük içinde alır. Bu anlamıyla bilimle, tarihle, felsefeyle bilenmemiş bir diyalektik materyalizmden ve Marksist siyasetten bahsedemeyiz.
Bilim, tarih ve felsefeyle bilenmemiş “Marksist” elbette felsefesiz kalmıyor. O, farkında veya değil, içinden çıktığı koşulların bilimi ve felsefesiyle donanıyor. Her gün havasını soluduğu kapitalist uygarlığın mekanik, cansız evren algısı içinde görüşleri şekilleniyor. Kapitalizmin temel sacayaklarından biri olan pragmatizm (faydacılık) felsefesiyle hareket ediyor. Bilime, topluma, dünyaya, evrene bakışta pragmatizmden neşet eden bir “eşitlik” görüşü temelinde şekilleniyor.
Gramsci, varlık ve yapıları anlamada organik bütünlüğü her zaman arar. Toplum ve devlet, yapı ve üstyapı, tarih ve felsefe, felsefe ve siyaset, birey ve toplum, düşünce ve pratik gibi şeylerin birbirinden ayrı anlaşılamayacağını belirtir. Örneğin tarihsel dönemlerin toplumu etkileyen felsefi görüşleri anlaşılmadan, tarihin anlaşılamayacağını vurgular. Yine pragmatizmin içinde olgunlaştığı Anglo-Sakson tarihinden ayrı düşünülemeyeceğini; onun, toplum ve devlet arasında yararcılığı esas alan bir felsefe olduğunu belirtir. Ama sosyalist hareketteki pragmatizm, üzerine düşünülerek seçilen bir felsefe değil, içinden geldiği tarihsel koşullarda zihinlere kök salmış ve çarpışılmamış bir meseledir.
Böylesine Marksizm denecekse bu mekanik-pragmatist bir Marksizmdir. Ve elbette yeni bir şey değildir. Yeni olan, dünya karmaşıklaştıkça mekanik Marksizm’in yetersizliklerinin daha da ön plana çıkmasıdır. Dünyanın karmaşasını, kaosunu çözümleyememek; ezilenleri ve emekçi sınıfları çözümleyememekle, çözüm gücü üretememekle eşgüdümlü olmuştur. Ve onları emperyalist-kapitalist sistemin oyuncağı olmaya terk eder böylesi bir anlayış. Çünkü “Marks haklıdır”. “Onun haklılığına inanmamak, inanmayanların kendi sorunudur”(!) Cemaatlerde de böyle değil midir? İslamı, Hristiyanlığı, Budizmi veya herhangi başka kadim bir dini öz kültürel değerleriyle yaşamak isteyen tarikatlar, dergahından dışarı çıktığında zurnanın zırt dediği yere gelir. Onun değerleri, yaşam biçimi, dünya görüşü dünyayı kavramaktan oldukça uzaktır. Hatta kapitalist modernitenin, müridin ahlakını bozacağını düşünen tarikat, mürid ile dış dünyanın bağlantısını kesmeye çalışır. Cemaat; dini değerler ve tarikat üyelerinin aurasında, dış dünyadan kopuk bir yaşam biçimi olarak şekillenir. Onlara göre de “hak dini İslamdır”. “İnanmamak, inanmayanların sorunudur”.
Marksist iddialı örgütlerde ise durum başka bir yanıyla benzeşiyor. Örgütlenmek bir anlamıyla verili toplumsal varoluş koşullarına itirazdır. Kendini değiştirme, toplumu değiştirme isteğidir. Bu bilinçli veya kendiliğinden de olsa kendini değiştirmek, kendini çevreleyen toplumsal koşulları değiştirmekten geçer bilinciyle hareket edilir ve örgütlenilir. Fakat pragmatist anlayışın toplumu kavraması imkansızdır ya da en iyi ihtimalle konjonktürel kavrama gerçekleşir. Toplumu kavrayamayıp değiştiremeyince, suçu toplumda bulur. O “elinden geleni yapmıştır”. Zamanla kendi-toplum gerçekliğinden kaçış cemaati olarak örgütlenme durumu oluşur. İşte bilimsiz, felsefesiz, pragmatist, mekanik Marksizm’in vardığı sonuç budur: Kafada ideal bir memleket, hayali bir cemaat kurulur ve bu memlekete uymayan topluma yargı dağıtılır. Yargı derken bir ceza söz konusu değildir. O kesimle daha baştan kafadaki sıfatlar üzerinden iletişime geçilir ve iletişim kafada bitirilir. Yani toplumu anlamaksızın, değiştirme gibi bir yöntem üzerinden hareket edilir. İletişime, anket ve haberler aracılığıyla devam edilir seçim süreçlerinde olduğu gibi. Sahanın organik bir bileşeni olmayınca, anket ve haberlerin yönlendirmesine, manipülasyona açık olunur. Bunun temel sebeplerinden biri toplumsal oluş halinin kavranamaması; paradigmanın oluş halini kavrama ve değiştirme yetersizliğidir. Sadece anlamak yetmiyor elbette ama anlamak, değiştirmenin önemli bir koşuludur.
Mekanik Marksizm’de yöntem olarak diyalektik materyalizmden bahsedilir. Fakat gerçekte olan tümdengelimdir. Doğru olduğu kabul edilen önerme üzerinden hareket edilir. Söz gelimi 2400 yıl evvel Aristoteles, bir kilo demir ile on kilo demir yüksek bir yerden bırakılırsa önce on kilo demirin yere çakılacağını söyler. Bu test edilmeden yüzlerce yıl kabul edilir. 1610 senesinde Galileo, Pisa Kulesi’ne çıkar ve bu önermeyi test eder. Sonuçta iki demir kütlesi de aynı anda yere çakılır. Galileo “Aristo yanılmış olabilir” der. Bu bağlamıyla diyalektik materyalizm salt yüzeysel bir bilgi ve “tez-antitez-sentez” gibi ezbere-indirgemeciliğe dayanıyorsa, yöntemsel açıdan devrimci dönüşüme katkısı hiçbir şeydir. Ve hatta tıpkı Aristo’nun önermesi gibi ön kabullere dayanılarak tümdengelim yöntemine dayanır. Yoksa bu kadar yanılmamıza rağmen, yanılgıyı kabullenmeme ve çağın şartlarına göre konumlanmama neyle açıklanabilir? Örgütsel açıdan değerlendirirsek; yıllardır hala aynı sorunlarla uğraşıyoruz. Bunları aşmadan daha ileriden sorunları da aşmamız mümkün olmuyor. Giderek daralan kısır döngünün içinde çabalıyoruz. Bunun mekanik Marksizm ile sıkı sıkıya bağlı olduğunu düşünüyoruz.
Mekanik Marksizm, determinist (belirlenimci) bir bakış açısına sahiptir. Ve determinist anlayış en son an’dan başa doğru bakarak tarihi, sonucu (kapitalizmi) yaratan etkenler bütünlüğü olarak anlamlandırıyor. Bu anlayış, insanı çağdaş bir kaderciliğe sürüklüyor. Söz gelimi “Big Bang”den kapitalizmin kaçınılmazlığına doğru sürüklenen bir dünya tarihi anlayışı ortaya çıkıyor. Gramsci’ye göre, “Böyle bir Marksizm algısında tarihsel özne bastırılır ve artık etkin bir fail olarak görülmez, daha ziyade tarihsel olasılığın ve iktisadi güçlerin insafına bırakılmış pasif bir nesne haline gelir.” Öznenin potansiyelini açığa çıkaracak, süreçleri kavrayacak ve aynı zamanda kendini düşmana göre konumlandıracak bir bakış açısı ve buna uygun bir pratik yoksa, istediğimiz kadar çabalayalım; o dar sınırları aşmamız mümkün olmuyor.
Organik bütünlük içinde Hazarfenleşmek
Gramsci, döneminde mekanik Marksizm sorununu görür ve şunları yazar: “Bununla birlikte, praxis felsefesini geliştirme yolundaki en yeni çalışmalarda, teori ile pratiğin birliği kavramının derinleştirilmesi işi henüz başlangıç halindedir: çünkü, mekanik düşünüşün kalıntıları hala ortada durmaktadır. Teoriden, pratiğin «tamamlayıcısı» «takıntısı», pratiğin «hizmetçisi» gibi söz edilmektedir. Bu problemin de tarihsel olarak, yani aydınlarla ilgili siyasal sorunun bir yüzü olarak ortaya konulması doğru olur gibi görünmektedir.” Gramsci’nin yaklaşık yüzyıl önce belirttiği sorun, aktarım halkasıyla günümüze kadar daha da büyüyerek gelmiştir. Gramsci, Hapishane Defterleri’nde “praksis felsefesi” terimini sadece Marksizm’i kodlamak için kullanmaz. Aynı zamanda teori ve pratiğin bütünlüğünü anlatan bir kavram olarak da praksisi kullanır. Bu teori ve pratiğin aynılaştırılması değil, birbirinden ayrılamazlığı anlamına gelir. Birinin diğerini tamamlayıcısı olduğu bir ikilikte, teori ve pratik birbirine yabancılaşır. Praksis felsefesinde ise teori ve pratik birlikte oluşur; birbirinden ayrılamaz organik bir bütünlüktür. Bu anlamıyla praksis, su ve yağ gibi birbirinden ayrışan değil; canlı bir organizmanın birlikte gelişen organları gibi bütünlük içinde anlamlıdır. Gramsci’nin Marksizmi felsefe olarak değerlendirmesi yine bilinçli bir tercihtir. Çünkü mekanik düşünce, Marksizmi felsefi temellerinden koparıp, pragmatizmin kölesi haline getirmiştir.
Felsefenin ilk oluşumundan beri şu soru çokça sorulmuş ve tartışılmıştır: Düşünce (imge) dünyası mı pratiği belirler, pratik mi düşünceyi? Düşünce ve pratiğin ayrı ele alınması daha baştan hatalıdır. Ki bu hata, mekanik Marksizm’in teori-pratik ayrışmasıyla oldukça benzerdir. Öyle ki örgütsel bağlamda düşünce ve pratik; iş birliği temelinde değil, büyük örgütsel iş bölümü temelinde keskin kompartımanlara ayrılmıştır. Aynı hata nitelik-nicelik gibi konularda da yapılır. Ve ayrıca nicelik konu insansa; insan sayısına indirgenmiştir. Örneğin kömürün, grafitin, elmasın kimyasal yapısı aynıdır. Aradaki fark doğada üzerine uygulanan basınçtır. Grafit, aşırı yüksek basınçta daha sıkı yapılı olan elmasa dönüşebilir. Basıncın artması nicel değişimken, grafitten elmasa dönüşme, nitel değişimi gösterir. O yüksek basınç, nitel değişimi sağlar. Elmas olduktan sonra artık direnç noktaları oluşmuştur. Kömürün yandığı ateşte, elmas niteliğini korumaya devam eder. Niteliği belirleyen bu bağlamıyla grafitin veya zamanın niceliği değil, basıncın niceliğidir. Niceliğin niteliğe dair kısmı, niteliği ve niceliği birbirinden ayrı düşünen dar yaklaşımla pas geçilir. Söz gelimi bir topluluğun, insanın “komünal” özellikleri olabilir. Faz geçişini yapabilmesi için belli bir yaşam felsefesi içinde daha çok mücadele etmesi, kendiyle çarpışması, toplumla-doğayla kurduğu ilişkiyi değiştirmesi ve böylelikle nicel olarak komünal-mücadeleci özelliklerini, direnç gücünü arttırması gerekir. Elbette daha çok örgütlenmeliyiz. Fakat sadece daha fazla örgütlenme bağlamında niceliği ön planda tutmak, bizi yeterince dirençli kılmayacak, daha ileriden bir mücadeleye sevk etmeyecek, mevzileri kalıcılaştırmayacak. Daha fazla örgütlenmenin yanı sıra grafiti elmasa çeviren diyalektikle de yoğrulmalıyız ki mevzilerimiz kalıcı hale gelsin, gerektiğinde bütünlüklü sıçramayı yapabilelim. Bu anlamıyla paradigma, herkesin felsefeden ve teoriden nasiplenmesine ve katkı yapabilmesine alan açan bir anlayışı içermelidir.
Tamamlayıcı yaklaşım, düşünce ve pratik alanları ayrıştırdığı gibi kaskatı uzmanlaştırır da. Şef kültünü doğuran tam da bu yaklaşımdır. Elbette uzmanlaşmalar olabilir ve olmalıdır da. Bu sınıflı toplumlarda hayatın tabiatı gereğidir. Fakat sorun olan uzmanlaşmanın, iş birliği temelinde görev ve sorumlulukların dağıtılmasından çok, ayrışmaya ve kaskatı bir hiyerarşiye de yol açması. Teori ve pratiği birbirinin tamamlayıcısı olarak ele almak, sanki ikisinin çıkış kaynağı farklıymışçasına bir mantığı doğuruyor. Teorisyen/şef kamarası ebedileşiyor, militan “avam” bir anlayışla yolunu bulmaya çalışıyor. Teori, örgütsel ve bireysel kaoslara çare olmazken, emekçi sınıfların ve ezilenlerin kaoslarına ve oluş hallerine de çare olması beklenemez.
Dünyanın karmaşasının arttığı ve buna mukabil yaşanacak kaosunun da büyüdüğü bir zamanda, bireysel ve toplumsal kaosu anlamak ve oluş halini devrimci temelde kurmak için, tek alanda uzmanlaşmak yerine Hazarfen (bin bilimli) olmak gerekiyor. Kaos aralığında, uçurumun kenarında kanatlanmak Hazarfence bir yaklaşımdan geçiyor.
Teori ve pratik ayrışması kapitalist hiyerarşiyi belirlemede de önemli bir rol oynar. Bizim saflarda ise Fordizm-Taylorizm’in örgütsel bir yansıması gibi bir durumu açığa çıkarıyor. Buna göre işçinin bütünü anlamasına gerek yok. O çalıştığı alanı bilsin, vida sıksın, bir parçayı bir parçaya eklesin, bandından geçen parçayı kontrol etsin gibi bir mantık işler. Çok düşünmesi gerekmez. Birebir aynı olmasa bile teori ve pratiğin ayrı ele alınması ve kurumların bu şekilde oluşması; şef kültünü, yaşamda karşılaşılan sorunların sadece şef-teorisyen yoluyla çözülebileceği, militanın işinin o katılığa uyması gerektiği anlayışını besler. Disiplin, irade dışsallaştığı gibi yaratıcılık, inisiyatif neredeyse sıfırlanır. İşte bu homo sapiens’i “sen düşünme, ben senin yerine düşünüyorum” derekesine düşürür. Böylesi bir mantığın düşünen insanın potansiyelini açığa çıkarması mümkün müdür? Ayrıca pratik, yaşam bütünlüğü olarak ele alınmaz, sadece tanımlı örgütlü alanlara daraltılır. Örneğin eğitim, eylem an’ı, örgütlü faaliyetin bütünü… Kapitalizmin insanın her anını örgütlemeye çalıştığını, bedenlere sızdığını düşünürsek; teoriyi, sadece örgütlü faaliyet an ve alanlarına sıkıştırmak, sosyalist hareketin önemli kriz kaynaklarındandır. Bu bağlamıyla mekanik teori, yaşamda-mücadelede yön buldurmaktan çok teorisyenin dar pragmatik bakış açısını yansıtır.
Yüzyıllar önce Mevlana evrensel bir soruna dikkat çekiyordu: “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”. Teori-pratik ikililiği, Mevlana’nın belirttiği sorunu dahi gideremiyor, hatta bu sorunu besliyor. Çünkü düşünce dışsal ve kendini buldurmuyorsa, kendinden bir parça yoksa fikir-zikir-eylem birlikteliği olması imkansızdır. Hal böyle olunca görünüş başka, öz başka bir yere savruluyor.
Öğrenen Organizasyon
Her düşünce ve örgütlenme biçiminin sınırları vardır, gerektiğinde o sınırlar aşılmazsa teori ve pratik yol açmaz; paradigmanın kölesi olarak kalır. Körün değneği vardır ve ayağını bastığı yerleri değneğiyle kontrol eder. Körlüğünün bilincindedir. Bizim sorunumuz dünyanın hızla değiştiği bir zamanda, miyopluğumuz ilerlemişken hala eski düşük dereceli gözlüklerle dünyayı bulanık görmemiz, ama kafamızdaki imgeyi net görüntü sanmamız. Bu bağlamda gözlüğümüz, körün değneği kadar dünyayı iyi tasvir etmiyor. Ayaklarımızı yere sağlam basamıyoruz.
Yine kör örneğinden devam edersek; hikâyeye göre körlerin fil tarifi yapmasını isterler. Her biri ayrı bir parçasını yokladığı için biri uzun hortumlu, diğeri büyük kulaklı, bir öteki devasa boyutlarda … vs. diye tarif eder. Fakat hepsi yapbozun parçaları gibi birleştirildiğinde filin bütünlüklü tarifi ortaya çıkar. Öğrenen organizasyon yaklaşımıyla her türlü sorundan, bireysel-toplumsal kaotik süreçlerden öğrenerek, örgütlenerek çıkmak; sorunu düşündürten dolayısıyla herkesin teoriye katkı yapabileceği ve bütünlüklü tasviri elde edebileceğimiz örgütsel düzlemi gerektiriyor.
Ayrıca teorisyen pratiğin içinde de olabilir. Fakat her halükârda bir kişinin iki gözü, bir beyni vardır. O kendi gördüğü üzerinden okur dünyayı. Eğer örgüt tüm bilgiyi, öneriyi, deneyimi bir potada eritecek örgüt aklı olarak inşa edilmemişse bir veya birkaç kişinin hayatı okuması üzerinden teorisini gerçekleştirir. Oysa pratiği ve teoriyi birleştiren praksis felsefesi temelinde, örgütü öğrenen organizasyon olarak ele alma vardır. Her üyenin praksise katkı sunmasının önü açılır. Bu, hareket halinde oluş ve niteliğe sürekli nicelik katma olarak da okunabilir. Ve ayrıca bu nitelik tekrardan organizasyonun her birimine yayılarak örgütsel gelişimin sürekliliğini sağlar. Niteliğe katılan her nicelik, bir evreden sonra örgütsel faz geçişini sağlayabilir.
Diğer yandan Marx’ın, Lenin’in döneminde “kuşak çatışması” mevcut olsa bile günümüzdeki kadar derin değildir. Teori pratik ikililiği, yaşamı uzman teorisyenlerin kuşağında dondurur. Kapitalist sömürü ve iktidar mekanizmasını ahtapota benzetirsek; dönemin gençliği eskiye göre daha çok kollu ahtapotla boğuşmaktadır. Örgüt, öğrenen organizma olarak yeni kuşaklarla bağlantı kurmazsa, yaşamına/sorunlarına içeriden bakış atıp çözümleyemez, çözüm gücü üretemez. Öğrenen organizasyonda yeni kuşaklar, praksisin parçası olur. Bu bağlamda praksis felsefesi ile öğrenen organizasyon arasında büyük bir kolerasyon mevcuttur. Öğrenen organizasyon bilmediğini, yetmediğini kabullenerek yola çıkar. Onun elinde her şeyin çözümü olmadığı gibi karşılaştığı yeni sorunlara dair veri bulmaya çalışır. Yeni veriler ışığında, yeni bağlantılar geliştirir.
Mesele sadece kuşak farkı da değil elbet. Bugün örgütleri, erkek egemen aklın yönettiğini düşünürsek; erkek egemen akıl, kadının üzerinde geliştirilen kaosu ve düzeni, çektiği acıları ne kadar anlayabilir? 3. sayfa haberlerinde bir anlığına duyumsasa da onun işi an’a yetişmektir. Kadınlar, onun pragmatist an’ına örgütlenmeyecektir.
Toplumsal ve örgütsel birlik, pragmatist anlamda bir araya gelip birleşirsek, düşmanı yeneriz gibi basit bir mantık üzerinden kurulamaz. Bu, propaganda düzeyinde geçerlidir, fakat pratikte bu anlayış üzerinden sadece konjonktürel birlikler açığa çıkar. Toplumsal açıdan çıkar ve hareketlilik bitince birlik de dağılır. Birlik, birliği oluşturan herkesin organik bütünlükte kendini bulması, kendini organik bütünlüğe katabilmesi ile gerçekleşir.
Devem edecek…