Öncelikle İstanbul birinci bölgeden bir seçmen olarak, geçmişte Ufuk Uras’ı şimdi ise Erol Katırcıoğlu’nu meclise göndermiş olmanın derin üzüntüsü ve pişmanlığıyla oy vermeye tövbe ettiğimi söyleyerek bu yazıya başlamayı uygun gördüğümü belirtmeliyim.
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) üyelerinin de bağlı olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi(AKPM) Birleşik Sol Grup girişimiyle Türkiye’de Siyasi Muhalefet Üyelerinin Ağırlaşan Durumu başlıklı bir rapor yayımlandı. Bu raporda Türkiye’de demokrasinin, hukuk devletinin ve insan haklarının büyük ölçüde gerilediği, çok sayıda parlamenterin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı ve tutukluluk hallerinin muhalefet partilerine üye olan bu vekillerin demokratik misyonlarını gerçekleştirmelerine engel olduğu belirtildi. Tutuklu olan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve HDP milletvekili Leyla Güven ile AKPM eski üyelerinden Ertuğrul Kürkçü’nün durumlarına özel olarak vurgu yapıldı. Aralarında Selin Sayek Böke’nin de yer aldığı CHP’li milletvekillerinin bu metne yönelik ret oyu kullandığı şu günlerde, HDP’nin “demokrasi lehine fedakârlık” şiarıyla İstanbul, İzmir, Ankara, Adana gibi Batı metropollerinde aday çıkarmama kararı bir ironi değildi elbette; ama bir trajedi oldu.
Öncelikle şunu hatırlayalım ki; Selin Sayek Böke CHP’ye kimlik siyasetini bırakması ve orta sınıfların siyasal temsiliyetini terk ederek sınıf eksenli bir politik hatta gerçek bir sosyal demokrat parti olmasını salık veriyor. Bu nedenle de CHP’nin en solunu temsil eden bir isim. Buna rağmen söz konusu oylamada partisinin anti-demokratik ve anti-Kürt reflekslerini diğer CHP’li vekillerle birlikte açığa çıkarmıştır.
Diğer taraftan belirtmeliyim ki Selin Sayek Böke’nin politik iddialarının benim için bir kıymeti harbiyesi yoktur. Sınıf siyaseti bilinci ve derdi olanın CHP’den bunun beklenemeyeceğini bilmemesi akıl tutulmasıdır. Ayrıca Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin(AKPM) de hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Batı’dan medet ummak, AKP iktidarından demokrasiyi işletmesini beklemekten daha abestir.
Gelelim asıl meseleye, yani HDP’nin demokrasi lehine fedakârlık trajedisine. CHP’yi ya da İYİP ile kurduğu ittifakları değerlendirerek Amerika’yı yeniden keşfetmeye girişmek yerine HDP’nin verili siyasal pozisyonunu biraz irdeleyerek meramımı izah etmeye çalışayım.
“Bizim için siyaset bu dumanlı havada, düşmanın ideolojik politik atakları, her gün değişen taktikleri, ittifakları, tehditleri, tuzakları karşısında uyanık ve hazırlıklı olmak ve halk güçlerinin tüm bunlara karşı bilinçlendirilerek eğitilmesi, örgütlenerek hazırlanmasıdır. Devrimci demokratik güçlerin gerçekten farklı bir ortamdan geçildiğini kavramaları gerekiyor. Faşist diktatörlük, dinci gerici faşizm, totaliter yönetim vb. tespitler yaparak, politika ve tarzlarında hiçbir değişiklik yapmayanların hiçbir şeyi kavradığını düşünemeyiz. Faşizm, diktatörlük vb. tespitler yapanlar faşist diktatörün insafa gelerek gerileyeceğini düşünmüyorlarsa bir şeyler yapmak zorundalar.” (İç savaşta yeni evre – Mehmet Güneş)
Mehmet Güneş’in yukarıdaki değerlendirmesini sosyalist solun önemli bir kısmı da genel hatlarıyla yapıyor. Özellikle HDP bileşeni sosyalist yapılar bu değerlendirmenin belki de tamamı üzerinde hemfikir. HDP’nin asıl unsuru olan Kürt Özgürlük Hareketi de benzer değerlendirmeler yapıyor. Peki, nasıl oluyor da HDP özellikle 2015 Haziran seçimlerinden beridir, AKP’nin bütün seçimleri faşist iktidarını kurumsallaştırmanın ve toplumsal meşruiyetini kurmanın bir aracı olarak kullandığını bile bile, göre göre ezilenlerde AKP iktidarının seçim yolu ile devrilebileceği umudunu ısrarla perçinliyor ve her seçimi kitlelere bir kurtuluş reçetesi olarak sunuyor? Her seçim sonrası giderek tahakkümünü artıran faşist AKP iktidarı karşısında bir yenilgi daha tadan ezilenleri neden faşizmle mücadelenin gerçekleri ile tanıştırmıyor? HDP’nin sosyalist bileşenleri nasıl oluyor da bu politik çılgınlığın gönüllü birer parçası oluyor?
Faşizmin iktidarını iyiden iyiye sağlamlaştırdığı, muhalefete varlık imkânı tanımadığı topyekûn bir hâkimiyet istediği, buna neredeyse bütün düzen aktörlerini (CHP dâhil) ikna ettiği ve bunu da meşru yolları göstermelik olarak koruyarak geçekleştirmek istediği görülmüyor mu?
Diyelim ki Mehmet Güneş’in tespitine katılan Kürt Hareketi de dâhil bütün HDP bileşenleri kendilerini politik–pratik olarak yeni döneme uygun biçimde pozisyonlandıramıyorlar. Bununla ilgili bir takım öznel ve nesnel çıkmazlarla karşı karşıyalar. Peki, bu durum mevzileri bu kadar geriden kurmayı gerektirir mi? Hazır olmamanın bedelini kendimize ve kitlelere bu kadar ağır ödetmeye hakkımız var mı? Bütün bu soruların cevabını yine Mehmet Güneş aynı yazısında veriyor;
“Devrimci güçler, halk güçleri hazır değil diye yürütülen savaş, savaş olmaktan çıkmaz. Ortalama solcu bilinci mevcut gerçekliği böyle kavrıyor. Düşük düzey solculuk 40 yılda yalnızca örgütsel, siyasal, pratik düzeyimizi aşındırmakla kalmamış, daha çok zihnimizi, devrimci bilincimizi öldürmüş. Sınıflar mücadelesi denilen şey bürolardan yürüyen, salon toplantıları, basın açıklamaları, izinli gösterilerden ibaret olarak kavranmış. Sınıflar savaşının tarihin gördüğü en acımasız ve kıran kırana bir mücadele olduğu unutulmuş.” (İç savaşta yeni evre – Mehmet Güneş)
Elbette yukarıdaki alıntı solun verili pozisyonunu tarif ediyor; ancak HDP’yi ve HDP’nin verili pozisyonunu salt düşük düzey solculuk ile açıklayamayız. Kürt Hareketi’nin HDP içerisinde ana gövdeyi oluşturması, bu bağlamda yutan eleman olması ve sosyalist bileşenlerin kendi öznel problemleri sebebiyle de bu denklemi değiştirememesi, Kürt hareketinin Türkiyelileşmek bağlamında Batı’da düzen içi (sol liberaller) unsurlarla HDP üzerinden ilişkilenmesi ve HDP temsiliyetini (özellikle son dönemde) sol liberallere bırakması başlıkların her birinin önemi vardır.
Ancak daha önemli olan HDP’nin her daim beklentiler içinde olma halinin kendisidir. Bu beklenti hali uzun zamandır HDP’yi giderek pasifize ediyor. HDP, etkili bir politik aktör olmanın gerektirdiği gücü ve kararlılığı hızla kaybediyor. Kitleler ve sokakla arasındaki mesafe hızla açılıyor. Eş genel başkanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının rehin alınmasına dahi neredeyse basın açıklaması düzeyinde tepki veriyor.
Ayrıca bu beklenti ve umut etme tavrı, HDP’yi düzen içi aktörlere kendisini kabul ettirmeye ve meşruiyetini buradan kurmaya doğru itiyor. Veli Saçılık’ın 30 Ocak günü attığı tweeti aslında HDP’nin bu yönelimini ve bu yöneliminin karşılık bulmadığının/bulmayacağının bariz örneği olarak buraya eklemek istiyorum; “‘HDP neden İstanbul, Ankara’da aday çıkarmıyor?’ sorusundan ziyade ‘CHP neden %1 oy aldığı Diyarbakır’dan aday çıkarıyor?’ sorusu cevaplanmaya daha muhtaç bir soru.”
Hayır! Gerçekte cevaplanmaya muhtaç olan soru şudur: HDP neden böyle bir tutum alıyor ve bunun karşılığı olarak neden CHP’den bir lütuf bekliyor? Diyelim ki bu ve benzeri konulara da küçük bir serzeniş dışında pek de takılmıyor ve demokrasi için fedakârlık yapmaya devam ediyor. Peki, fedakârlığının işe yaradığını ve yerel seçimlerde AKP’nin ağır bir yenilgiye uğradığını varsayalım. Devamı için kitlelere neyi vadediyor? Mevcut durumun sistemin küresel ve yerel krizinin, neoliberal politikaların ve bölgedeki vekâlet savaşlarının zorunlu sonucu olduğunu ve bunun salt bir kişi sorunu olmadığını bir iktidar değişikliğinde bile asla o fedakârlığına soyunduğu demokrasinin gelmeyeceğini bilmiyor mu?
Oysa HDP kurulurken, mevcut sistemi bütün biçimleri reddetme bilici ile kurulmuştu. Evet ne kurulurken ne de devamında kimse HDP’ye devrimci bir misyon yüklemedi; ama kitlelere verili düzeni ve onun bilincini reddetmenin ve ezilenlerin zihninde başka bir yaşamın mümkün olduğu fikrini filizlendirmenin bir yolu olarak tasarlandı. Ama şimdiki HDP, ezilenlere sürekli olarak “Benim hala umudum var’’ diyor. Kazanmayı ve kaybetmeyi, faşist iktidarın oyuncak sepetindeki ve pespaye haldeki burjuva demokrasisinde ve seçiminde aramaya devam ediyor.
Hatta bu seçimdeki tavrıyla birlikte, artık kendisini seçim üzerinden yürütülecek bir mücadelenin öznesi olarak dahi görmüyor. Mevziiyi tamamıyla ortadan kaldırıyor. Demokrasi için fedakârlık ettiğini söyleyerek, adeta kendi siyasal varlığını yadsıyor. Düzenin ana unsuru olan ve esasında laiklik dışında bir derdi olmayan ve çoktan faşist rejime rıza göstermiş CHP ve onun faşist ortağı İYİP üzerinden halklara yeni bir yenilgiyi tattırmaya hazırlanıyor. Küçük ortak faşist Bahçeli’nin yerel seçimleri dahi bir beka sorunu olarak gördüğü böylesi bir dönemde, “Iğdır’dan aday gösterirsek HDP seçimi kazanır. MHP veya AKP’nin kazanmasını dert etmiyoruz ve Iğdır’dan aday çıkarmıyoruz’’ diyen diğer küçük faşist Meral Akşener ve CHP üzerinden demokrasimizi kurtarmanın yenilmişleri olmamızı istiyor.
Sonuç yerine; HDP her geçen gün biraz daha ezilenlerin zihninde başka bir yaşamın var olduğu fikrini filizlendirmeyi ve ezilenlere faşizmle mücadelenin gerçek ve devrimci yollarını göstermeyi savsaklıyor ve kendisini “düzenden umut devşirenlerin” arenası haline getiriyor.