Her şey işlevini sürdürüyor, bir tek insan hariç * – Hikmet Acun

“Lanet olsun bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız, bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne Büyük Savaş’ı yaşadık ne de Büyük Buhran’ı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız”

Dövüş Kulübü

Gösteri zamanı

Görüntü tekniğinde gerçeklik yüzlerce poza bölünebilir, bu pozlar  kurgucunun amacına uygun  biçimde yeniden bir araya getirilerek bir kolaj oluşturulabilir. Ancak bir kolajın oluşturulması demek, yalnızca mekanın değil, zamanın da kurgulanabilir olması demektir.  Zaman, kolajın içine alınmasıyla hareket kesintiye uğrar, görünen her şey sekanslara bölünür ve gösteri başlar… Ancak bu durum sinema ve fotoğrafçılık gibi görüntü üretme endüstrisinin  illüzyon yaratma  becerileriyle sınırlı değilidir.

Kapitalizmin heterojen zamansallığı içinde gündelik hayat, çoğu zaman bir birinden kopuk, çok parçalı ve rastgele yan yana gelen pratiklerin ürettiği imajlardan meydana gelir. Ancak meydana gelen kesintili ve parçalı imajlar birleştirilebildiğinde sanki mevcut zamana ve mekana ayak basılabilecekmiş gibi bir yanılgı da bu duruma eşlik eder. Çünkü ‘kopukluğu’ meydana getiren  parçalı imajların görünmesiyle, gözden kaybolması arasındaki hızın ontolojik bir sonucu da var.. Gösteri toplumunda bir birinden farklı temsiller  taşıyan imajların bir araya gelme ve birbirlerinden uzaklaşma anları, gösteriyle ilişkilenen için kendi varoluşunu kurmaya en yakın andır. Ancak parçaların birleşip, ayrıldığı anın ürettiği şey; bellek oluşturmaz, bir sonraki imajın ne olacağı merakını uyandırır ve var olmanın temel ihtiyacı olan bellek ve bilinç ilişkisini ortadan kaldırarak, geriye yalnızca bir ‘sanki’ bırakır.  Dolayısıyla gösteri toplumunda imajlarla girilen her bir ilişki, imajın göstermek istedikleriyle sınırlı kalmaz, insanlar arası ilişkiyi de bir imaj ilişkisine dönüştürerek; imajın meydana getirdiği ‘sankilik hali’ni, insanlar arası ilişki haline büründürür. Böylece varlığı meydana getirecek olan ‘şimdiki zaman’ bir boşluğa dönüşür, yerini ‘sanki’ alır.

Sanki’, olan ve mevcut bir gerçeklik değil, farz edilen bir temsildir. Burada dilbilimsel sorundan çok, algı ve mâna ilişkisini ters yüz eden bir durum söz konusu; nasıl ki, ‘kırmızımsı’(mavimsi, sarımsı vb.) kırmızı olmadığı halde,(andırma, benzetme üzerinden) kırmızıyı temsil ediyorsa, imajlarda benzerlik ve andırma dışında hiç bir zaman gerçeği temsil etmez. Onlar yalnızca bizim farz etmemizi tembih eden temsillerle imgeleri meydana getirir ve kaybolur. İnsan böylece şimdiki zamanı farz ederek, gerçekliğin dışına iter ve ‘sanki’yi onun yerine koyar. Artık zaman, imajın içinde kaybolmuştur. Ama burada daha çetrefil bir durum söz konusudur;‘sanki’, kendi toplumsal işlevselliği ile kurduğu anlam arasında da bir uçurum açar.’Sanki, gibi’ kendi başına bir temsiliyete sahip değildir, hiçbir temsiliyete sahip değildir, ancak bakılan, görülen ve fikir konusu yapılan her şeye işaret oluşturur. Bir kez daha tekrar etmeli; bu işaretleme, dilbilim sorunundan öte, bilincin hangi tutarlı araçlarla, anlamsal varlığa  ulaşabildiği ile ilgili bir sorundur. Bu bakımdan bilinç sorunsalının sırrı, felsefenin kendi başına açıklayabileceği konu değildir. Çünkü kapitalist toplum bu olanağı felsefenin elinden almıştır. Bilinç-varlık sorunsalına varılabilecek tutarlılık; olsa olsa kapitalist toplumun soyutlaması olur. Ki, bu da ancak ve ancak imgelerin yarattığı sihir gösterisinden  sızan sezgisel‘şimdiki an’ı yakalamakla mümkün olur. Ama henüz iyimser düşünmemiz için sebeplerimiz olduğunu öne sürmek oldukça güç, çünkü insanların durmaksızın  ‘geleceğe’ koştuğu bir çağda yaşıyoruz. ‘Sanki’,  insanı gelecekte bekleyen ve ona “gel’ işareti yaptığı farz edilen  donmuş bir an var ve insan o an’a koştukça, bugünü kurtaracağına dair bir kabul tarafından kuşatılmıştır. Bu durum insanların ayık kafayla hayata ve ilişkilerine bakabileceği yegane olanağı olan zamansallığını yitirmesidir. Çünkü gösteri toplumunda illüzyon, fragmanlar halinde gerçekte kimsenin çözemeyeceği geleceğin suflelerinin sırrına sahip olduğu yanılgısıyla insanı bilinç dışına iter.

Aynı durum metaların görünüşleri içinde geçerlidir;metaların ve şeylerin bugünü yoktur, onlar gelecekten gelirler; hep ‘yeni’dirler. Yeni bir telefon, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir içecek; bu günün içinde olmayan, geleceğin fikrinden geldiği temsiline sahiptir. Böylece bir metaya sahip olmak, geleceğe yapılan koşuda, o geleceğin fikrini ele geçirerek “bir adım önde olma farkı”na sahip olmak gibi doyum sunar. Taa ki çok kısa sonra ‘yeni’, yeniden gelene kadar!.. Bu bakımdan geleceğe koşma, geleceği ele geçirme bir ‘fark’temsiline sahip olması nedeniyle, gösteri toplumunun yalnızca avuntusu değildir, aynı zamanda  “eksik olan”ı tamamlayanıdır. Burada İnsanlar dolaşımda olan metalara gerçekte sahip olmadan önce, onların ideolojisine sahip olurlar. Yani meta ilişkisi  gerçekte meydana gelmeden önce onların imgesinde meydana gelir, bir farkla;meta her şeyi göstermez, göstermek istediği kadarını gösterir ve her daim temsilinde geleceğe dair bir gizem bırakır. Ancak bu durum, meta- zamanın açıklanması için yeterli değildir; çünkü metalara  “iksirli varlık” görünüşünü kazandıran imajlar, geçirgen işleve sahiptir. İmajın görüntü/görünme yaratması; bir geçirgenlik olarak ‘gösterme’ye/biçime) dönüşmesi  sadece insanı görüntünün nesnesi yapmakla kalmaz; aynı zamanda ona varoluşuna dair bir “anlam”da bahşeder. Bu kez gösteriyi meydana getiren imaj, insanda tecessüm eder. Ve bir kez daha üretilerek, toplumsal ilişkilere sokulur. Reklam panoları, vitrinler, moda, siyasetçilik, tv açık oturumları, paneller, trendler,  insanın gösterisine dönüşür, endam etme bir “öznelleşme” biçimi olarak dolaşıma girer. Burada görünür olma kişide eksik olanı tamamlayan bir işleve sahipken, aynı zamanda ‘görünme/görüntülenme insanlar arası ilişki biçiminin veçhesini oluşturur. Öyle ki, bu ilişki biçimi artık herkesin, herkese ‘göründüğü’  bir nazireye dönüşür. Ama yinede bu durum bir sorunu meydana getirmeden gerçekleşemez; gösteri dünyasında  imajlar, insanı önceler, pazarlama konusu yapar. Bir  alma, satma ilişkisi kurar. Bu hem bir yoksunluk yaratır, hem de önüne geçemeyeceği “eksik arzu”nun gerçekleşme koşullarını yaratır. Ancak burada  arzunun yıkıcı estetiği önü sonu belli olmayan bir katharsis arayacaktır. Ve bu katharsise ulaşma arayışı bu kez, ters yüz bir durumun meydana gelmesini zorunlu kılar; başkaları için fotoğraf/görüntü biçimini alarak, haz nesnesine dönüşme!. Başkaları için haz nesnesi demek, alıcısını aradığı tüketim sürecine girmek demektir. Artık metanın anlamı değişmiş, yerini insan almıştır. Bu bakımdan gösteri toplumunu kapitalizmin bir aşaması olarak anlamak gerek; çünkü kapitalizmin heterojen zamansallığında insan, hızlı biçimde görünüp, kaybolan imajların içine girmiştir.

Kayıp zamanlar

Antik Yunan’da zamanı tanımlayan kelime yalnızca khronosdeğildi. ‘‘An’’ ile ‘‘zaman’’ arasındaki farkı ortaya koyan iki kelime vardı; Khronos; nicel, ölçülebilir, lineer, homojen  olan zamanı karşılar.Deneyimlenen anı, heterojenliği, ölçülemezliği ve geçirgenliği ise kairos karşılar.

Bizim deneyimlediğimiz ve paratiklerinin yanıltıcı bütün sonuçlarını yaşadığımız “iki zaman orada”dır; Ve  an, zamanın içinde sezgisel olarak anlaşılıp, kaybolan anıya dönüşürken insan, heterojen zamanın çok parçalı geçirgenliği içinde bir ‘ihtimal’ dahilinde anlaşılabilir hale gelir. Çünkü ‘şimdiki zaman’, gelecek zamanlar için gözden çıkılmıştır. Öyle ki  Khronos, (linneer zaman)ın bir çizelgeye sahip olduğuna dair kurulmuş algısal kabul; şimdiki zamanı, geleceğe gitmek için uğranıp geçilen bir  mekan-zaman olarak işaretler. Oysa çıkmazda olan ve aşılması gereken  gelecek değil, şimdiki zamandır. Gelecek belirsizdir, belirsiz olduğu için endişe ile çerçevelediği şimdiki zamanı gasp eder, onu gelecekten verilmiş bir borca dönüştürür. Böylece şimdi olan, geleceğin kefaretini öder. Oysa  şimdiki zaman, ‘dasein’dir. Burada olunandır. Burada, anın içinde öznelleşme ihitmalidir.

Zaman kavramı yalnızca insan ilişkilerini meydana getiren toplumsal zamanı içermez; sermayenin zamanını da içerir. Ama burada sermaye açısından aşılması kolay olmayan bir durum söz konusudur;zaman, sermayeyi garanti etmez, durmadan evrenselleşmeye teşebbüs etmesi de garanti etmez, bunun için ‘ilerlemek’zorundadır. Ancak zaman, ilerlemenin akamete uğramayacağını da garanti etmez. Bu bakımdan kapitalizm, gelecek  belirsizliğini şimdiki zamanı durmadan sermayeye dönüştürerek aşmaya çalışır. Ancak bunu yaparken geleceği takvime bağlanmış bir borçlanma ilişkisine dönüştürerek toplumsal alana yayar. Böylece geleceğe bağlanma her insanda mali borç bağlanması biçimini alır. Ve  insanlar kredi ve diğer borçlanmaları nedeniyle şimdi  meydana gelen borçlanmayı, geleceklerini ipotek ederek, geleceğe borçlanarak gerçekleştiriler. Bu durum aslında mali sermayenin geleceğe dair kendini bir biçimde garanti altına alması girişimidir; sermayeyi borç üzerinden toplumun koruması altına almak!. Bu durum  lineer zamanın, şimdiki heterojen zamanı biçimlendirmesi pahasına gerçekleşir; ‘saat 7’de işe gitmek, 7 saat sonra işten çıkmak; saat 9’da eve gelmek, yarın saat 4’de buluşmak, saat 9’da alış verişe gitmek, gelecek için para biriktirmek, iki yıl sonra ev almak…’  gibi zamanın hep önde olduğu bir yaşam döngüsüdür bu. Ancak bu zaman aynı zamanda mali zamandır. Yalnızca mali değil, “değer” ve yıkım üreten de zamandır. Böylece her bakımdan  lineer zaman içinde mümkün hale gelen bir gelecek zamana yetişme telaşı, şimdi olanın anlamsallığını buharlaştırır; gelecek, şimdi olanı ele geçirir.

Bu kadar değil; elbette lineer zamanın, ‘an’ı ele geçirme girişiminin  dinde ve ideolojide de karşılığı var; gelecek vaadi!.

Zamanın masallaşması

Her dinin ve ideolojinin ‘huzura ermiş’ insanı gelecek içinde tasvir edilir. Şimdiki zaman, huzursuzluk zamanıdır ve bu zaman, ancak gelecekten görülebildiği oranda anlaşılabilir hale gelir. Ancak bu ‘görme’ lineer zamanla, şimdiki  heterojen zaman arasındaki boşluğu aşamaz;çünkü gelecekten bakmak, bir belirsizlikten bakmaktır. Belirsizliği “tutarlı” kılacak yegane şey ise; onu  anlatılar ve imgeler yoluyla aşmaktır. Ancak bunun bir sınırı var; geleceğin hayal üretimine dönüşmesi!. Çünkü deneyimlenmeyen bir zaman, deneyimlenmeyen bir mekan ve olaylar ancak hayalde kurulabilir. Çünkü hayali aşabilecek gerçek, henüz gelmemiştir;gerçek, hayale girmediği için de gelecek, şimdiki zamanın acılarını ve huzursuzluğunu giderecek afyona dönüşür. Ancak burada içinden  çıkılamaz bir durum meydana gelmiştir; gelecek, tıpkı geçmiş gibi  bir masala dönüşmüştür. Bu kadar değil; gelecek, tıpkı geçmiş masal zamanları gibi, geniş bir zamana yayılmış ve heterojenleşmiştir. Heterojenleşmesi nedeniyle bu kez gelecek, geçmişini arar ve “sihirli flütle” ‘tarih meleğini’çağırmaya koyulur.

Ancak ‘masaldaki peri’nin iyi niyetli olduğunu düşünmemiz için tutarlı bir nedenimiz yok!. Çünkü masalı okuyan, şimdidedir; masal perisinin görünüp kaybolduğu anın içindedir ve bu an,  perinin değneğinden keramet beklerken masal, Adorno’nun dediği gibi “mazlumluğun yüceltilmesi”yle bezenmiştir. Ancak mazlumluğun yüceltilerek masallaşması, gerçeğin ters yüz edilmesiyle sınırlı değil. Bu durumun masalı aşan yönü var; mazlumluğun, öteki olmanın, ezilmenin, mağdurluğun siyasette dile gelişi ve ideolojinin içine yerleşmesi;şimdiki zamanın bunların açıklaması üzerine kurulması gibi daha yıkıcı sonuçları var. Bu bakımdan ideolojinin, ‘geleceği gören’ falcının fantastik kurgusu olmasının ötesinde şimdiki zamanı, geçmiş zamandan çağıracak perinin elindeki sihirli değneğin yerini alması rastlantı değil.. Ancak masallar masum değildir; peki, ya insanı gelecekten ne kurtaracak?.

Çocuğun dünyayı masallarla tanıması, gerçekte tanımasından öncedir. Çocuk, dünyayı önce masallarla anlar ve yaşadığı gerçek dünyayı onun yerine koyar. Dünyaya yabancılaşma eğitimine ilk giriş olarak çocuk; gerçekteki bütün nesneleri, masaldaki fantastik görünüşler biçiminde anlar ve zihninde sihirli varlıklara dönüştürür. Burada ‘meta fetişizmi’nin ilksel  deneyimlenmesi vardır. Bu fetişizmi üreten; çocuğun dünyayı ilksel olarak fantazyalar yoluyla anlamış olması değildir. Çocuk, fantastikleşmiş hazır bulduğu bir dünyada meydana gelmiştir ve bu dünya tarafından inşa edilmektedir. Masal bir hayalin ürünüdür ve bizatihi insan zihni tarafından yaratılmıştır;  masal anlatı olarak dolaşıma girdiğinde ise onu yaratanlar, kendi hayallerinin ürünü olan masallara inanmışlardır. Meta fetişizmi içinde aynı değil midir; metayı üretenlere, o metaların fantastik görünmesi, metaların nesne olmalarından değil, o nesneyi zihinlerinde canlandırmalarından gelmez mi?. 

Bu kadar değil;masal endüstrisi insan, masal ilişkisini radikal biçimde değiştirmiştir. Çünkü masal artık anlatılan ve okunan bir hayal kurma biçimi değil, imgede görülebilenin, seyirlik olarak yeniden canlandırılmasıdır. Bu gün büyük cirolara ve yapımlara sahip Disney gibi şirketler  ‘masal anlatıcısı’nın yerini almıştır. Disney ve diğer  üç boyutlu animasyon film üreten şirketlerin ‘masal fabrikaları’nda  Son 15 yıla kadar iki boyutlu  ‘elde çizme’ çizgi filmlerin yerini, foto realistik animasyon filmlerin alması ve artık, fotoğraf makinesinin yakalayabildiği gerçekte mekan ve kişilerin bilgisayarda oluşturulması, masalın dilde anlatımı mümkün olmayan kolaj dünyasını gerçek dünya ile örtüştürmüştür. Bu durum, görmemin inandırıcılığı ile duymanın şüpheciliği arasındaki farkı da ortadan kaldırarak; ikisinin aynı sosyal kodlarla dolaşıma girmesini sağlamıştır. Öyle ki masal, tarihin en büyük yıkımını işletmektedir. Çünkü seyredilen masal,  üç boyutlu gerçekliği ‘yeniden üretim’in içine almıştır. Ve hayat, artık görsel bir arayüzden ibarettir. Elbette bunun başka sonuçları da var; zamanın sekanslar halinde ekranda/perde de görünüp kaybolmasını yakalamaya çalışan insan zihninin, bir olayın içeriğini anlama yetilerini yitirmesi var. Artık yeni görülebilir masallarda kullanılan kolaj, ‘içeriğin’ yerini almıştır ve bunu insan zihninin yerine makineler yapmaktadır. Ve  insan, bilim kurgu dahil, görülebilen masallar sayesinde şimdiki zamanını yitirerek,  kolajlanmış bir zamanın içine atılmıştır.

Öyleki geleneksel masal anlatıcılığında masalı daha başında bilinmeyen zamana kuran “bir var mış, bir yok muş” cümlesi; modern masalın gösteri toplumunda insan ilişkilerinin imajlar halinde kesintili olarak yan yana gelmesiyle görsel bir tecrübeye dönüşür;gerçek hayat, “sanki”leşerek  mantıksal sonucuna ulaşır.

Masalları diğer edebi geleneklerden ayıran temel yapı; mekanın aşina olduğumuzun dışında olmasıdır. Masal; bize fantastik bir  mekansallık  sunarken, zaman da; deve-pire metaforu ile var olmanın prülarist fluluğunu olayın içine sokar. Bu zaman, aralığı olmayan bir zamandır. Olaylar tek bir düzlemde oluşur ve genellikle dinleyicinin/okuyucunun murad ettiği biçimde son bulur. Ama masalın altı bir “kıssadan hisse”yle çizilerek biterken, bu kez hayat masallaşmaya başlar. Şöyle ki;mülkiyetin insanı ebedi mutluluğun mabedine götürdüğüne inanılan “gerçek dünya”da,  Alaaddin’in lambasından çıkan cin, bir piyango biletinde mümkün hale gelir.

Fanilerin dünyasında metaların, “uçan halı’ ya binip yükselme hazzını yaşatan sihre sahip olmadığını ve sihrin “gerçek dünya”da bütün insan ilişkilerini ol dediği zaman oldurmadığını kim iddia edebilir ki?

Derrida gibi Post yapısalcılar, anlatıların çözümlenebilir olmasının, onların yeniden inşa edilebilmesini mümkün kıldığını iddia ediyor. Bunu da  masalların bir hesaplaşmaya dönüştürerek, tersinden yeniden kurgulanarak mümkün olacağını söylüyor. Ancak bu oldukça kuşkulu; çünkü heterojen zamansallığın insan pratiklerini durmadan kendini tekrarlayan fantastik bir boşluğa dönüştürdüğü dünyada anı yakalamanın tek olanağı, hayali olanı tersinden yeniden kurgulamak değil,‘masaldaki sihir perisi’ni öldürmekten geçiyor. Çünkü  ideoloji, masalın yerini çoktan almıştır.

 *Dadacı Alman şair, yazar, tiyatrocu Hugo Ball’ın sözü