Herkes sendikalardan bahsediyor, biz dahil…* – Sıla Çelik

Bugün 27 Ekim 2020, anma günlerinden ya da özel günlerden biri değil. Vurgulamamın nedeni Ermenekli maden işçilerinin ekonomik hak kayıp ve ihlallerine karşı başlattıkları direnişlerinin 58. günü olması. Direnişçi işçiler 12 Ekim’den beri Ankara’ya yürümeye çalışıyor. Ama yürüyüşün bir sosyal medya fenomeni olarak tecessüm etmesi tamamlandı ve Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Örgütlenme Sekreteri Kamil Kartal’ın zor unsurlarından birine “Öyle mi Alay Komutanı?!” diyen serzenişinin görüntüsü çoktan dizi ve filmlerin beğenilen sahnelerinin bulunduğu “caps” arşivlerinde yerini aldı. Dayanışma hesaplarına online bankacılıkla gönderilen paralar “benim elimden bu kadarı geliyor” diyenlerin bir süreliğine daha ruhunu kurtardı. (Daha önce direnen işçilere internet üzerinden çiçek göndereni de gördük…) Ne ki bu yazının konusu zaman zaman bu dergide rastladığımız eylemli gerçekliğin yerini görüngüsünün aldığı sosyal medya aktivizmi eleştirisi değil. Bu yazının neoliberalizmin [1] törpülemeye devam ettiği ekonomik hakların kayıp ve ihlallerinin işçiyi politikleştireceğine dair de bir savunusu yok. Bu yazıda geçtiğimiz hafta M. Güneş’in sendika/sarı sendika olarak kategorik ayrımını yaptığı sendikaların bu ayrıma tabi tutulamayacağını; sendikaların ontolojik açıdan iktidarın[2] yönetim aygıtlarından biri olarak dönüşümünü tamamladığını öne sürüyorum.

Sendikalar, sendikalara sosyalistlerin önderlik ettiği sanayi kapitalizmi koşullarında işçi sınıfına belli kazanımlar ve mücadele deneyimi sağlamıştır. Ancak bu kazanımlar da devlet kapitalizmi dönemlerinde oldukça sınırlı kalıp, yalnızca özel girişimcilik yoluyla kapitalizm dönemlerinde gerçekleşmiştir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren mali sermayenin dünya ölçeğinde hüküm sürdüğü neoliberal piyasa düzeninde sarı ya da değil; sendikalar, sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfını savunamamakta aksine sermaye/devlet karşısında daha kırılgan hale getirmektedir. Sendikaların başarısızlığının nedeni sendikaların içinde kişisel menfaatler peşinde koşan işçi düşmanı hain yöneticiler ya da basiretsiz iyi niyetli yöneticiler değildir. Dünyanın her yerinde kişisel menfaatler peşinde koşan işçi düşmanı hainlerin ya da iyi niyetli ama basiretsizlerin özellikle gelip gelip sendikalarda toplandığını iddia edemeyiz. Kısacası sendikalar sorunu basitçe bir yöneticilik sorunu değildir. Sorunu bu şekilde ortaya koymak sosyalist hareketin tarihinden hiçbir şey öğrenmemek ve işçilerin örgütlenme yordamlarını da bugün miadını doldurmuş sendikacılıktan ibaret saymaktır. Sendikaların sosyalist hareket için başarısız bir araç olmasının nedeni sınıf mücadelesini bastırma eğilimidir. Sendikalar piyasa koşullarında emek gücü için olabilecek en iyi fiyatı elde etmeye çalışır. Yani sendikaların asli amacı emek gücünün fiyatını sabitleyen, işverene bu kadar artı değer sömürebileceğini söyleyen sözleşmeler yapmak ve işverenle birlikte işçilerin bu koşullara uymasını sağlamaktır. Dolayısıyla “Sendikalar yasallığı temsil ederler”[3] ve yasallığı savunmak sınıf mücadelesine karşı olmaktır, iktidarın kullanışlı bir aparatı olmaktır. Sendikalar ile sosyalist hareket arasındaki çatışma, sendika yöneticilerinden değil; doğrudan sendikaların doğasından kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin kapitalist üretim ilişkilerini tehdit etmesi sendikacılığı da tehdit eder. Sendikacılık, sınıfı siyasi eylemlilikten geri çeker[4] ve ekonomik mücadele yoluyla elde edilen basit ve kapitalizm içinde kazanımlara yoğunlaştırır.

Marksist örgüt ve hareketler, sendikaların kapitalizm koşullarında işçilerin çıkarları için mi var olduğu yoksa politik iktidarı ele geçirmek için bir araç olarak mı var olduğu “sendika” sorununu hala çözemese de sendikalar bu sorunu çoktan çözdü. Politik iktidar taleplerini de içerecek şekilde şiddetli mücadeleler vererek kurulmuş olanlar da dahil sendikalar; işçilere burjuvazinin emirlerini dayatan, işçi sınıfını marksizme karşı örgütleyen ideolojik aygıtlar haline geldiler.[5] Beyaz yakalı yönetici kadro barındırmayan, bürokrasi bulundurmayan işçilerin öz sendikası olarak kurulmuş sendikalar da denenmeye çalışılıyor. Bu sendikalara ücretsiz örgütlenme sekreterliği yapanların samimi çabalarından elbette kuşkumuz yok ancak işçilerin mücadelesini “ceberrut” patronu “babacan” devlete şikayet eden mekanizmalara dönüştürmek işçilerin ekonomik haklarını elde edememesiyle beraber burjuvazi ile devleti birbirinden uzaklaştırarak politik mücadelelerini de sönümlendirmeye yaramaktadır.

Ekonomik-politik mücadelelerin birlikte/aynı anda yürütülemeyeceğini ileri sürenler ya da işçilerin sosyalist harekete ancak sendika ile kazanılacağını öne sürerek sendikalara siyasi kutsiyet atfedenler, Sakarya’da dövülen Kürt mevsimlik işçinin yanında olmayı kimlik siyaseti sayacaktır. İşçi sınıfının Kürt meselesi gibi “hassas” meselelerde neden hakim sınıflarla mutabakat içerisinde olduğunu anlamaya çalışmak yerine işçiler “Kürt meselesi”ne hassas diye devletin Afrin işgaline ses çıkaramayacaktır. 1 Mayıs mitinglerinde bu vatan için kim ölüyor diyerek iş cinayetlerini vatan için ölüm addedip şoven histeriyi tetikleyen sendikacıların tarafına düşeceklerdir. Bu nedenle, sanayi kapitalizmi dönemlerinde işçi sınıfının belli ekonomik kazanımlarını sağlamış ancak miadını doldurmuş sendikalarda ısrar etmek yerine işçilerin öz yönetimlerini hedefleyen ekonomik/politik örgütlenme araçlarının önü açılmalıdır. Diğer yandan, bu ve bunun gibi yazılarda yer verilen tüm görüşlerin bir eylemselliğin içinde yer bulmaması halinde yukarıdan akıl dağıtan seçkincilik handikapıyla muzdarip olacağını hatırda tutmalı; Ermenekli işçilerin direniş pratiklerinin içinde yer bulmalıyız.

* Ulrike Meinhof’un “Herkes havalardan bahsediyor, biz hariç” yazısından esinle.

Yazının görseli: Robert Koehler’in “Grev” isimli tablosu (1886) – Alman Tarih Müzesi/Berlin


[1] Geçtiğimiz haftalarda neoliberalizm mi ahbap-çavuş kapitalizmi mi hiçbiri mi diye hakim sınıfın ideolojisini meşrulaştırma üzerine eğitim almış akademisyenler tarafından başlatılan tartışmaya istinaden, neoliberalizmi muğlak, kapitalizmden bağımsız, kapitalizmin soğuk yüzü olarak değil kapitalizmin Thatcherist-Reaganist ekonomik politikalarının hayata geçirildiği dönemni belirtmek için kullandığımı hatırlatmak istiyorum.

[2] Foucaultyen anlamda bir “iktidar aşırılığı”ndan değil halis munis ekonomik/siyasi iktidardan bahsediyorum. Kamu işinden ihraç edilmiş ve tutsak bir kamu emekçisinin ihraç edildiği “sarı olmayan” iddiasındaki sendikaların iç iktidar mücadelelerini tartışmayı bu doğrultuda üyelerine bırakıyorum.

[3] “Sendikalar yasallığı temsil ederler ve üyelerinin bu yasallığa saygı duymasını sağlamayı amaçlamak zorundadırlar.” Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, Belge Yayınları, İstanbul, 1989.

[4] Örneğin 1905 yılı Mayıs ayında Köln’de toplanan sendikalar kongresi, Rosa Luxemburg’a ve SPD’ye karşı kitle grevine karşı çıktılar. Kongre, kararda işçilere, “dikkatlerinizin, bu tür düşüncelerin kabulü ve propagandası eliyle, emeğin örgütünü güçlendirmeye yönelik küçük günlük görevlerden uzaklaştırılmasına izin vermeme” uyarısını hatırlatıyordu.

[5] Türkiye’de Sendikaların Dönüşümü bknz. için Taner Akpınar, Sendikaların Dönüşümü Egemenlerin Yönetsel Aygıtları Olarak Sendikalar,h2o kitap, İstanbul, 2018.