Katalan Enternasyonalistlerinin, El Salto sitesi için Hevi Devrim’le yapmış oldukları röportajın Türkçe çevirisi Komün Gücü sitesinde yer aldı.
Rojava’da savaşan komünist bir militan olan Hevi Devrim ile röportaj. Hevi, 2014 yılında Kobane direnişinden bu yana Rojava’da bulunuyor. Bu röportajda Hevi, devrimci süreçler, kadın hareketi, silahlı mücadele, sınıf ve cins mücadelesi arasındaki ilişki hakkındaki düşüncelerini paylaşıyor.
1. Devrimci hareket içerisinde nasıl yer almaya başladınız? Bir kadın olarak, o dönemde, siyasi bir özne olmanın çevrenizdeki anlamı neydi?
Demokrat bir çevrede, Deniz Gezmişlerin hikayelerini dinleyerek, okuyarak büyüdüm. Büyüyünce ne olacaksın diye sorulur ya çocuklara; ben, devrimci olacağım, Deniz Gezmiş gibi olacağım, diyordum.
Ancak bu henüz bilinçli bir yöneliş değildi. Lise ve üniversite yıllarımda tüm ezme-ezilme ilişkilerine karşı bir başkaldırı biçiminde gelişti devrimciliğim. Henüz sınıf çelişkisini retorik olarak bilsem de somutlayabilmiş değildim. Devrimciliğimi, sonsuz, sınırsız, sınıfsız, özgür bir dünya üzerine kuruyordum. Sömürü ilişkilerinin yanısıra tüm ezme-ezilme ilişkilerinin yok olacağı bir dünyadır sonsuz, sınırsız ve özgür bir dünya. Benim kuşağım, silahlı mücadele yürüten devrimci örgütlerde kadının “yardımcı eleman” pozisyonunda olmadığı bir dönemde mücadele etti. (Bir önceki kuşağın kadınları bu anlamda oldukça zorlanmışlar.) Devrimci kadınlar silahlı eylemlerde doğrudan yer alıyor ve düşman tarafından katlediliyordu. Bu devrimcilerin hikayeleri ile beslendim. Kendimi artık çocukluğumdaki gibi salt Denizlerle ifade etmiyor, ölümsüzleşen kadın devrimcilerle özdeşlik ilişkisi kurmaya çalışıyordum. O dönem devrimci örgütlerin içerisinde henüz cins mücadelesi ve bilinci temel bir gündem değildi. Kadın sorununu örgüt içinde değil toplumsal anlamda tanımlıyorduk. Ancak varoluşumuzla, varoluşumla devrimci örgüt ortamında da inceltilmiş bir biçimde hükmünü sürdüren toplumsal cinsiyet rollerini aşan, ezberi bozan durumundaydık/durumdaydım.
2. Son on yılda Türkiye çok yoğun bir süreç yaşandı. Gezi isyanı, büyük bir popüler seferberlik dönemine işaret etti. Ancak şimdi, AKP-MHP rejiminin devrimci-demokratik güçlere karşı çok sert baskısı ve iç savaşı karşısında bu süreç biraz farklılaşmış gibi görünüyor. Bu süreci nasıl yaşadınız? Toplumsal hareketlerin bu gelişim sürecini ve devlet baskısını nasıl yaşadınız?
Son on yıl olarak ifade ettiğimiz dönem, dikkat edilirse 2008 küresel krizinin Türkiye’ye yansımaya başladığı döneme tekabül ediyor. Neoliberal sermaye birikim sürecinde yaşanan tıkanma ve bu tıkanmayı aşmak için sermayenin geliştirdiği stratejiler, dünyanın farklı farklı yerlerinde halk isyanlarına yol açmıştır. Türkiye cephesinden olan da budur. Kriz koşullarından dolayı burjuvazinin işçi ve emekçi kitleleri kapsama kapasitesi zayıflamıştır. Öte yandan işçi ve emekçilerin, kadınların, ezilen Kürt halkının artan özgürlük ihtiyacı ve arayışı ile buna karşılık veremeyecek olan AKP iktidarının çelişki ve çatışmaları artmaya başlamıştı. AKP kendi kitle tabanını konsolide ederken, ülke nüfusunun yarısı ile karşıtlaşmayı bir strateji olarak belirledi. Gezi öncesi, kürtaj yasağı, kadının etek boyu, şort giymesi tartışmaları doğrudan meclis kürsüsünden, Erdoğan tarafından dillendirilir olmuştu. Sadece bu değil, toplumun yarısı ne yiyip içeceğine, nasıl giyineceğine, yaşamının her anına tahakküm ilişkileri ile müdahale eden bir iktidar gerçeği ile karşıkarşıyaydı.
Faşist diktatörlüğün kurumsallaşmasını getiren, birbiriyle bağlantılı, iki temel etmen var: 1- Ekonomik-siyasal-toplumsal her alanı saran bir kriz sürecinde gelişebilecek olan patlama dinamiklerini daha açığa çıkmadan bastırmak; ekonomik ve siyasal mekanizmalarla rıza üretemez hale gelen devletin baskı ve zor aygıtlarına yaslanarak “rıza” üretmesini sağlamak. 2- Devrim-karşı devrim diyalektiği bağlamında, işçi ve emekçi güçlerin, Kürt halkının direnç noktalarını ortadan kaldırmak ve mücadeleyi bastırmaktır. Gezi isyanı, bu iki etmenin iç içe geçtiği bir süreçte patlak vermişti. Neoliberalizmin, her şeyi metalaştıran dünyasının yanı sıra özgürlük sorunu, en temel sorun haline geldi.
Gezi ayaklanmasından AKP ve burjuvazi gerekli dersleri çıkardı ve kentsel mücadelelere, kent savaşlarına karşı kendisini reorganize etti. Tekçi egemenlik biçimi olarak faşizmin kendisini örgütlemesi bu durumun bir sonucudur. DKP de Gezi ayaklanmasının yarattığı sarsıntının sonucu olarak açığa çıktı. Gezi’nin doğru bir analizidir bizleri bu topraklara devrimci bir savaş örgütünü inşa etmeye yönelten. Politik-askeri bir örgütün/partinin inşasını, en yakıcı gündem olarak önüne alan devrimci özneler, Türkiye devrimci hareketindeki parçalılığı ortadan kaldırmak için birlik perspektifi ile hareket ettiler. Ve ayrıca yanıbaşlarında bir devrim coğrafyasına kayıtsız kalmayıp partiyi, bu devrim savaşının içinde inşa etmeyi önlerine koydular. İşte DKP’yi oluşturan dinamikler bunlardır. Bizi bu ateş çemberinin içinde, birlik ve devrim ekseninde bir araya getiren, Gezi’nin estirmiş olduğu devrimci rüzgardır.
Kitlelerin özgürlük sorunu, artan ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel ihtiyaçları ve sistemin bunu karşılayamaz durumda olması sürekli bir toplumsal gerilim oluşturuyor. Faşist AKP rejimi bu fay hatlarını bilerek, Kürt halkına dönük şoven histeriyi yükseltecek hamlelere gitti. Efrin, son Rojava işgal saldırısı ve topyekün Kürt halkına dönük geliştirilen imha konsepti tam da buradan kaynağını alıyor. Keza 2016 Temmuz ayında yaşanan darbe girişiminden sonra geliştirilen olağan üstü hal rejimi ve bunun süreklileştirilmesi de tüm muhalefet dinamiklerini ezmeye dönüktür.
Ben bir devrimci olarak uzun yıllar hapishanede kaldım. Silahlı mücadeleyi savundum ve bunu pratikleştirecek bir hattı örmeyi hedefledim hep. Elbette yaratıcı-yıkıcı bir eylem olan devrimi hedefleyen hiçbir örgüte/bireye burjuva-faşist devlet gül bahçesi vaat etmez. Benim ve birçok devrimcinin payına düşen de baskı, gözaltı ve tutuklamalar, uzun hapislikler oldu. Bu devrimciliğin bu topraklardaki bedeliydi. Her birimiz, tüm bunlara karşı gemileri yaktık ve devrimciliğimizi daha üst bir düzlemden üretmek için yola koyuldık.
3. Birçok Türkiyeli devrimci, Rojava devrimini savunmak için Rojava’ya geldi. Siz de bunlardan biriydiniz. Neden böyle bir karar aldınız? Ülkenizi terk edip Kuzey Suriye’ye gelmek nasıl bir duygu, ne hissediyorsunuz?
2014 yılının Ekim ayında Rojava’ya geçtim. DAİŞ’in Kobane’ye saldırdığı ve birçok yerini işgal ettiği, Şengal’de çocuk ve kadınlar da dahil Kürt-Ezidi halkının katlettiği, katletmediği kadın ve çocukları ise ortaçağın köle pazarlarında sattığı bir dönemdi. O dönem benim içinde bulunduğum örgütle teorik-siyasal tartışmaların yanısıra asıl olarak örgüt sorununa yaklaşım konusunda tartışmalarımız vardı. Bu örgütün, zamanı gelen fikirlerin zamanı gelen örgütü olmadığını düşünüyordum. TDH içinde 2000’li yılların tasfiyeci rüzgarından en fazla etkilenen örgütlerden biri idi. Politik-askeri bir örgüt olmaktan oldukça uzaktı. Ve benim devrim tasavvurumdaki özne, hep o yıkıcı-yaratıcı şiddet eylemini gerçekleştirecek bir özneydi. O dönem TDH içinde bu fikre yakınsayan, sahici bir devrimciliği inşa edebilecek bir özne olmadığını düşünüyordum. Henüz DKP oluşmamıştı. Ben de devrimci bir enternasyonalist olarak yüzümü Rojava’ya döndüm ve YPJ’de savaşmak için Kobane’ye geçtim.
Rojava devrimini boğmak için saldıran DAİŞ’e karşı savaşa katılmam vicdani bir şey değildi. Kuşkusuz devrimciler vicdanlı insanlardır, vicdanları onları insan ve devrimci kılar. 70 yaşındaki kadınların ellerine keleş almak zorunda kaldığı, kadınların her türlü saldırı ile karşı karşıya kaldığı bir kesitte, bayrakları gibi kendileri de kopkoyu karanlık olan DAİŞ’e karşı Rojava devrimini savunmak kuşkusuz vicdani bir harekettir. Ama benim buraya gelişimi tetikleyen sadece bu değildi. Ben devrim topraklarında, devrimi savunma savaşı içerisinde kendi devrimciliğimi inşa etmeye geldim. Bu öyle bir duyguydu ki Kobane’ye gelmesem adeta yaşayamazdım.
Soruda, ülkenizi terk edip Kuzey Suriye’ye gelmek, diyorsun. Ben Rojava’ya geldim. Enternasyonalist bir devrimci olarak, 2011’de Arap isyanının patlak verdiği kesitte, Tahrir’de olmak isterdim. Nerede bir ayaklanma, isyan; orada olmayı isterdim. Ama Rojava benim için sadece bu değil. Ben Türkiye devrimci hareketi içerisinde yer alan Kürt bir devrimciyim. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin mücadele deneyimlerinden beslendim. Ondan öğrenmek ve ona bir şeyler katmak (elimden ne geliyorsa) istedim. Türkiye devriminin ayağındaki en büyük pranga, kitlelerin şoven duygularıdır. “Kötülüğün sıradanlığı” diyor ya Arendt, işte kötülüğün sıradanlığını ortadan kaldırmak ve Türk işçi ve emekçilerini bu çürüme ve yozlaşma girdabından kurtarmak için bile Kürt devriminin gerçekleşmesi gerekiyor. Rojava’da boy veren devrimin yayılması gerekiyor. Ben esasta bu devrimle buluşmak, bu devrimin içerisinde -o zaman sağ kalırsam diyordum-, kendimi Türkiye devrimine hazırlamak için buralara geldim. Ülkemden ayrılma olarak değil, devrim topraklarıyla buluşma olarak süreci değerlendirdim. Duygum, hissiyatım tam buydu.
4. 2014 yılında DAİŞ’e karşı Kobane Direnişi’ne katıldınız. Bu direniş içerisinde neler yaşadınız?
Her şey o kadar yoğundu ki. “No pasaran” sloganını her şeyinle duyumsuyordun. Herkes buna kilitlenmişti. Stalingrad benzetmesi ve No Pasaran o dönem en çok dillendirdiğimiz, ifade ettiğimiz sözçuklerdi. Burada bir tarih yazılıyordu. Kürt özgürlük hareketi bir kaos aralığında kendi tarihini yapıyordu. Ve bir enternasyonalist devrimci olarak burada olmak, o tarihin yapımına katkıda bulunmak, devrimin/savaşın içinde kendini inşa etmek tarifsiz bir duygu yoğunluğuna yol açıyordu. Ben uzun yıllar mücadelenin içerisindeydim, ‘90’lı yıllarda Türkiye’de silahlı eylemlerin de yoğun olduğu bir kesitte örgütlenmiş ve de bu mücadelenin içinde bulunmuştum. Ama devrim bambaşka bir şey. Halk silahlanmıştı. Baba ve kızı aynı mevzide savaşıyordu. 70 yaşında Nemir Heval vardı elinde keleşle. Ve 15 yaşında BKC’siyle çeteler karşısında kahramanlaşan Viyanlar vardı.
Teorik olarak zamanın göreliliğini biliriz. Kobane’de 2-3 güne sığan tanışıklığın yıllarla ölçülemeyecek yoğunlukta olduğunu gördüm. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşçasına her şey çok saydam, her şey çok sadeydi. Herkes kendisiydi. Hiçbir yabancılaştırma öğesi yoktu. Ölümü gözünde küçültenlerin birbirine çıplaklaşmasıydı. Her şey bir bakışa, bir gülüşe sığabiliyordu. Birbiri için hiç tereddütsüz ölümü kucaklıyordu insanlar.
Kobane, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nde bir dönüm noktasıydı. Bugüne kadar verilmiş olan mücadelelerin en özlü haliydi ve bu sefer hiçbir şey kapalı devre yaşanmıyor, dünya da bu direnişi görüyordu. Arada yapılan destek eylemlerini duyuyor, yalnız olmadığımızı, yenilmezliğimizi duyumsuyorduk.
Çok şey yazılabilir, konuşulabilir. Ben, ilk yaralanmamda yanımda olan Mazlum Hevali anlatacağım. En büyüğü 9 yaşında dört çocuğu olan Mazlum Hevali. 2011’de devrimin yapıcısı olarak başlatmış olduğu hikayesinde neler yok ki… En Nusrasından ÖSOcusuna ve en son DAİŞ çetelerine kadar birçok savaşta devrimi savundu, yaralandı, iyileşti, yeniden savaştı. Yanı başında kardeşi şehit düştü, acısını içine gömdü, savaştı. Bir kardeşi, çetelerin eline sağ geçti. Biliyordu DAİŞ’in sağ ele geçirdiği Kürt savaşçılara neler yaptıklarını, ama o yine de bir umut kardeşinin yaşadığını umdu, ummak istedi. Bu iki kardeşinin 3 ve 4 olmak üzere 7 çocuğu geride kaldı. Onlara da çocukları gibi sahip çıkmaya çalıştı. Arkadaşlar ısrarla iki kardeşi şehit olduğu ve bunca çocuğun sorumluluğunu taşıdığı için, onu cephe gerisinde tutmak istediler. Ama o durur mu, hep en öndeydi. Tehlikesiz işler yapabilirdi; arkadaşlar da hep onu, bunun için zorluyorlardı. Ama o en öndeydi. Çocuklarına ve şehit düşen diğer kardeşlerinin çocuklarına, özgür bir Kürdistan armağan etmekti tek hedefi. “Em axe xwe bernadin, em heriye xwe bernadin…” 1 diye yükselirdi sesi. Mayın patladı ve bu yoldaş şehit düştü. Geride dört çocuk ve gencecik eşi kaldı. Onun silahını götürdük çok sonra ailesine. 9 yaşındaki kızı Nesrin ile 7 yaşındaki oğlu Firaz, “Babamın silahını ben kaldıracağım”2 diye birbiriyle kavga ettiler. İşte Rojava devriminin gerçekliğini tarifleyen budur. Kobane’yi yenilmez kılan bu ruhtur. Bir devrimci olarak Kobane’de olmak, o savaşın içinde yer almak, Kürt halkının yurt ve ulus bilincinin nasıl inşa olduğunu görmek, kadın devriminin savunmasında olmak, onu büyütmek için yaşamını ortaya koymak, benim biçin büyük bir şanstı. Kendimi adeta büyülü bir dünyanın içerisinde buldum.
5. Şehit Ceren Güneş yoldaş, kadınlara yönelik cinsiyetçi şiddetin kınanmasının ötesine geçilmesi ve kadına yönelik şiddeti durdurmak için kadınların karşı şiddeti örgütlemesi gerektiğini söyledi ve kadınlara, karşı şiddeti örgütleme çağırısı yaptı. Bu konudaki pozisyonunuz (konumunuz) nedir? Bir kadın olarak, silahlı mücadele yürüten bir gerilla hareketine katılma süreciniz nasıl gelişti?
Ceren’in 2017 Aralık ayında HBDH bileşenleri ile yapılmış olan söyleşi programındaki sözleri var. Medya Haber’de çıkmıştı. Kadınlara yaşamsal tüm araç ve gereçleri öz savunmanın silahı haline getirme çağrısını yapıyor. Tavalardaki kızgın yağı silaha dönüştürmekten bahsediyor. Kadın özgürlük mücadelesini etinde kemiğinde hisseden bir yoldaştı. Teorik-politik tartışmalarımızın odağında, kadın özgürlük mücadelesi vardı. Öz savunma mücadelesi, bunun dinamikleri, en fazla tartıştığı konulardı. Pratikte nasıl bir konumlanış olmalı, öz savunma mücadelelerinin önünü açacak öncü çıkışların örgütlenmesi, erkek-devlet iktidarını doğrudan hedefleyen eylemlerin yapılması ve bu anlamda devrimci kitle şiddetinin gelişmesini sağlamak, en çok yoğunlaştığımız noktalar.
Ceren, Rojava’ya gelmeden önce şehir gerillası olarak mücadele yürütüyordu. O, toplumsal cinsiyet rollerini reddeden bir pratiğin sürdürücüsü oldu hep. Keza burjuva sistemin içerisinde, bir doktor olarak ona sunulan ayrıcalıklı konumu ve nimetleri reddetti. Sınıf bilinci ve cins bilincinin bir bileşkesi olarak, bu kavgaya atıldı.
Devrimler, şiddet içerir. Sadece devrimler mi; devrim yolunda atılacak her adım, geçilecek her eşik için kurucu bir şiddet gerekir. Patriyarkal kapitalist sistem de kendisini bu temelde inşa etmiştir. Ve onu yıkmak da yeni bir yaşamın kapısını aralamak da karşı şiddeti örgütlemekle olur. Bizim sınıfsal/toplumsal/cinsel tüm mücadele dinamiklerini tanımlarken başa yazdığımız şeydir “kurucu şiddet”in örgütlenmesi. Kadın sorununa yaklaşımımızı belirleyen tam da budur. Erkek-devlet iktidarının artan şiddet ve katliamları, onların mevcut statüyü koruma stratejisinin bir parçasıdır. Bu, patriyarkal kapitalist sistemi, toplumsal cinsiyet rejimini korumayı hedefleyen bir şiddettir. Artması ise artık kabına sığmaz özgürlük arayışından çıkışını alıyor. Henüz sınıf, cins ayrımlarının olmadığı sınırsız, sınıfsız, özgür bir dünyayı tasavvur edebilen, bunun için mücadele eden bir arayış değildir bu. Ama şu da kesin, kadınlar bedenleri, emekleri, kimlikleri üzerinde tahakküm ilişkisi kuracak bir erkek-devlet iktidarını sorguluyor, reddediyor. Artan şiddetin bir nedeni de bu reddiyedir. Biz kadın komünarlar, kendiliğinden gelişen bu arayışa bir yol açmayı önümüze koyuyoruz. Sorunu tanımlamanın yanısıra, sorunun çözümü için neler yapılması gerektiğini, örgütsel-pratik karşılığını da oluşturarak, göstermeyi hedefliyoruz. Karşı şiddetin örgütlenmesi meselesi, tam da buraya oturuyor.
6. Siz ve örgütünüz DKP/Birlik, KBDH içinde yer alıyorsunuz. Kürt ve Türkiyeli devrimci örgütler arasındaki devrimci ittifakın sonucu olarak örgütlenen HBDH’ın kadın özneleri olarak, birleşik devrim hareketinin özgün kadın örgütünü yaratma ihtiyacını niye duydunuz? Neden kadınların devrimci hareketler içerisinde otonom (özgün) bir yapı kurma ihtiyacı olduğunu düşünüyorsunuz?
KBDH, Türkiye devrimi ile Kürdistan devriminin çok daha fazla iç içe geçtiği bu dönemde, devrimci örgütlerin kadın örgütleri ve bileşenleri tarafından örgütlenmiş politik-askeri bir yapıdır. Kadın yoldaşların birbiriyle doğrudan konuşabilmesidir. Deneyimlerini paylaşabilmesi ve en önemlisi de toplumsal cinsiyet rollerinin inceltilmiş biçimde, devrimci örgütlerde de sürüyor olmasına tam karşı bir eksenden cevap oluşturmadır. Teorinin-politikanın cinsiyetlendirilmesidir. Bu ne demektir? Her sorun ve sürece kadın ekseninden bakmak ve çözüm parametrelerini oluşturma yaklaşımıdır. Hiçbir sorunumuzun genel mücadele talepleri içerisinde eritilmemesi içindir bu örgütlenme. Kadın dinamiğini es geçen bir devrim hareketinin kendisini büyütebilmesi mümkün değildir. Bugün kendiliğinden bilincin bir sonucu olarak, patriyarkal kapitalist sistemin dayattığı makbul ve makul kadın imgesi kadınlar tarafından sorgulanıyor. Bu kalıba kadınlar artık sığmıyor. Ancak bu, henüz güçlü bir cins bilinci üzerinden şekillenmiyor. Biz özgürlüğe kilitlenmiş olarak ne rıza, ne hiza diyoruz.
7. Avrupa’da heterojen ve yaygın bir feminizmin yükselişi sözkonusu. Bazı çevreler, bu hareketin işçi sınıfından kadınların ilgisini çekmeyen bir strateji ve programa hapsolduğunu düşünüyor ve bu konuda uyarıyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kadın Komünarlar olarak, kendimizi feminist kimliği üzerinden tanımlamıyoruz. Feminist hareketi gören bir yerde duruyoruz. Cins mücadelesi, gündelik hayatın içerisinde örgütleme noktasında oldukça zengin bir deneyim var. Bunu önemsiyoruz. Ancak bir kadın komünar, sınıf bilinci ile cins bilincinin bileşkesi üzerinden kendisini tarifler. Gündelik siyasetini devrim perspektifi doğrultusunda oluşturur. Kuşkusuz bu, cins mücadelesini yoksayan ve onu, devrim sonrasına havale eden bir yaklaşımı asla içermez. Patriyarkal kapitalist sistemi yıkacak bir devrimin, kadının özgürleşme yolunu açacağını savunuyoruz. Bu tarihsel deneyimlerle de sabittir ki; toplumsal işbölümünü sönümlenmediği bir dünyada, komünizmin özgürlük dünyasının sözkonusu olmadığı bir yerde, patriyarka ile mücadele devam edecektir. Bu anlamda devrim sonrası da savaşımımız ve bilinçli yürüyüşümüz devam edecektir. Cins bilinci bu anlamda da alt çizmeyi gerektiriyor.
Avrupa’daki feminist hareketlerin düzen içiliğine vurgu yapabilirim. Feminist hareketin bütününde böyle bir sorun var. Kurucu şiddeti içeren devrimi görüş alanlarında tutmamaktır asıl mesele. Ancak kadın hareketinin gelişiminde ciddi bir katkıları olmuştur. Ve biz, bunu önemsiyor, deneyimlerinden öğrenmeye çalışıyoruz. Türkiye’deki feminist hareketten de keza. Biz, feminist hareketle birbirimizi gören bir ıraklık açısında olmalıyız, diyoruz.
8. Sakine Cansız devrimci hareket içerisinde bir kadın olmanın onun için, “mücadele içerisinde mücadele” olduğunu söylüyor. Bir kadın savaşçı olarak erkek yoldaşlarla çalışmalarda nasıl zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Devrimci örgütler içerisindeki cinsiyetçilik nasıl aşılabilir? Erkek yoldaşların patriyarkal kişilik ve tutumlarını yenmeleri için ne yapmalı?
Sakine Cansız, pratik anlamda yol açıcı olmuş, kadın yoldaşlığını çok derinden duyumsatan bir arkadaş. Onu tanımayı, onun deneyimleri ile harmanlanmayı çok isterdim.
Sakine Cansız’ın yaşamış olduğu dönemi de düşündüğümüzde “mücadele içerisinde mücadele” sözü çok yerinde bir söz. ‘70’li-’80’li yıllar, kadının devrimci örgütlerde yardımcı konumunda olduğu bir dönem. Sonrasında hem yaşanan sınıfsal-toplumsal dönüşümün bir sonucu hem de Sakine Cansız gibi yoldaşların “mücadele içerisinde mücadele” ederek bir yol açmış olmalarından kaynaklı, bu durum biraz farklılaştı. Ancak toplumsal cinsiyet rollerinden bir bütün olarak azade bir bilinç durumu sözkonusu değildir erkek yoldaşlarımızda. İnceltilmiş bir biçimde (bazen kaba hali de açığa çıkıyor) sergilenen “erkeklik” halleri ile her daim savaşmak durumundayız. Ve bu, sadece bir kadın yoldaşın savaşçılığına kalmamalı bugün. Örgütsel tedbirler burada devreye girmektedir. Kadının özerk örgütlenmesi ve ayrıca kolektif ortamlarda kadının alanını gasp etmeye odaklı “erk”çi yaklaşımlara karşı net duruş, burada önemlidir. Biz kadın devrimciler, bu kavganın içerisinde, cins mücadelesi ve bilinci ile kendimize yol açıyoruz.
1 Biz toprağımızı bırakmayız.
2 Bu topraklarda şehit düşenin silahını kaldırmak, onun gibi savaşmaya karar vermektir. Onun gibi olmak, onun ölümsüzleşmesi ile doğan boşluğu doldurmaktır.