“Hiçbir kadının kirpiği yere düşmesin” diyedir her şey… – Derya Doğan

“Öldürülmüş kadınlar gülümsüyor
Piyano tuşları gibi arası kararmış dişleri ile
Çözülmemiş cinayetler oratoryosu yazıyoruz
Kadınlar öldürülmesin senfonisi
Şeker de yiyebilsinler notalarla!”

Didem Madak

Bir katil düşünün ki tasarladığı şiddet ve cinayet fantezilerini hiç korkmaksızın uygulayabilmektedir. Ve öyle bir ilişki düşünün ki birçok kadın, istese tüm yaşamsal araç ve gereçlerin aynı zamanda savaşım aracı haline gelebileceği evlerde -kimi zaman cinayet mahalline dönüşen o tımarhane evlerde- şiddetin her türlüsünü yaşar, muhtemel katilleriyle aynı çatı altında kalır. Ve şiddetin faili erkekler, bu durumdan hiçbir korku ve kaygı duymayabilir. Tıpkı kadına dönük her türlü şiddeti pervasızca uygularken, burjuva-faşist devletin yargısından korkmadıkları gibi. Bu faillerin güvendikleri şey, kadınların her zaman hayata 1-0 mağlup başlamaktan kaynağını alan öğrenilmiş çaresizlikleridir. Şiddet kültürüyle devşirdiklerini düşündükleri kadının rızası, kaderine -çoğu zaman çocuğunun geleceği için- boyun eğdirilmişliğidir. Açlık belasıdır; toplumsal gericilikten beslenen gelenektir; kadının ekonomik, sosyal, hukuksal korunmasızlığıdır.

Yanı sıra şiddet ve cinayet faili erkekler, sırtlarını dayadıkları burjuva-faşist devletin, kadını kapitalist sistemin temel direklerinden biri olan aile kurumuna hapsedip yeniden üretim sürecinin yüklenicisi olmaya yazgılı kıldığını, yasası yargısıyla bu cendereyi sıkılaştırdığını bilmenin özgüveni ile donanmıştır. Değil mi ki bu çark ilelebet sürsün istiyor burjuvazi, bu sömürü çarkına rıza göstermeyen, sorgulayan, patriyarkal kapitalist sistemin sınır çizgilerini ihlal eden kadınları, günümüzün modern cadılarını bastırıp sindirsin diye fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddet uygulayan erkeklerin sırtını sıvazlıyor, iyi hal indirimleriyle ödüllendiriyor, hapse mahkum olanları da sürekli çıkan aflar ve ceza indirimleri ile sokağa salıyor yeniden. İşte bunun güveniyle hareket ediyor kadına yönelik şiddetin faili erkekler.

Ancak kadınlar, artık bu deli gömleğini yırtıp atmak istiyor. Tüm yapı ve kurumlarıyla kadınları ikincilleştiren, cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle LGBTİ+ları kriminalize ederek toplum dışına itmeye çalışan, yok sayan bu sistem, sürgit devam edemez. Hiçbir baskı ve zor aygıtı özgürce, kendisi olarak yaşamak isteyen kadınların, LGBTİ+ların bu ihtiyaç ve özlemlerini bastıramaz. 

Hem artık, katilini kendi elleriyle beslemek istemeyen kadınlar da çıkıyor. Nevin Yıldırım, Yasemin Çakal, Çilem Doğan ve daha niceleri hayatta kalmak için tecavüzcüsü, şiddet uygulayıcısı ve harekete geçmese muhtemel katili olacak erkeği öldürdü. Binlerce kadın, evdeki tacize, tecavüze, şiddete sessiz kalmayıp aile denilen tımarhaneyi yıkmak için harekete geçti, geçiyor. Öğrenilmiş çaresizliğin etrafında ördüğü ölüm kozasını parçalıyor kadınlar. Yine binlercesi her gün evde, sokakta, işyerinde, okulda kadınlara reva görülen hayata itiraz ediyor, kavgayı örgütlüyor. 

Cinsellikleri üzerinde kimsenin söz sahibi olmasını istemiyor kadınlar. Ne aile, ne sevgili ne de başka bir erkeğin hak iddia edeceği metalar değiliz diyorlar. Bedenlerine, cinsel kimliklerine dair kararları kendileri almak istiyorlar. Emeklerinin, yeniden üretimin asli unsuru olmasına, görünmezlik perdesiyle yok sayılmasına itiraz ediyorlar. Bu, bütünlüklü bir itiraza, isyana dönüşmemiş olsa bile, artık her ev aynı zamanda yönetme kriziyle birlikte erkeklik krizinin baş gösterdiği bir alana; bir nevi iç savaş mahalline dönüşmüştür. Şiddetin bunca artmış olması, faşist AKP iktidarının aile kurumunu tüm güçlendirme stratejilerine rağmen, kadınların özgürlük arayışına ket vuramamış olmasıyla yaşanıyor bu iç savaş. Bugün yaşanmakta olan kadın kırımı, artan kadına yönelik şiddet, bu iç savaşı durdurmak, statükoyu yeniden, daha sofistike bir şekilde güçlendirip yeniden erkek egemenliğini hakim kılmak içindir. Öte yandan bir iç savaş yaşanmaktaysa, oynanmakta olan asla tek kale bir maç değildir artık. Reddeden, itiraz eden, direnen, kavgayı büyüten kadınlar her yerde!

Bu hayat, bu kavga bizim; tarih de bizim olacak

“Ferman tarihinse / Göğe doğru uzanan bu beden de bizimdir icabında.” der Didem Madak. Sınıflı toplumların tarihi, biliriz, sınıf mücadeleleri tarihidir. Ve yine biliriz, o tarih ki bugüne kadar göğe doğru uzanan her kadın bedenini ezme ve yok etmenin de tarihi olmuştur. Sınıflı toplumların oluşturduğu tarihsel dizgede bir kopuşu oluşturamadığımızda, bu, aynı zamanda kader çizgimizin zaten belli olduğu tarihtir. Oysa biz kadınlar haykırıyoruz dünyanın dört bir yanında seslerimiz birbirine karışarak: Kimse bedenimiz üzerinde söz sahibi olamaz. Fermanın ait olduğu tarih, cadı olarak yakıldığımız; acının ve işkencenin her türlüsünün üzerimizde denendiği, sürekli bir ölüm zamanına mahkum edildiğimiz tarihtir. Ama işte artık hiçbir şiddet ve cadı avının, katliam ve işkencenin, taciz ve tecavüzün durduramayacağı kadınların mücadelesi, isyan ve öfkesi ile şekillenen 21. yüzyıldayız. Tam da bu anda; Didem Madak’ın “Ferman tarihinse / Göğe doğru uzanan bu beden de bizimdir icabında” dizesini bir kez daha gür bir sesle haykırıyoruz. Bu bir meydan okuyuştur. Aileye, devlete, heteroseksist ve erkçi tüm yapılara, sınıflı toplumlara; tüm sömürü ve ezme-ezilme ilişkilerine karşı bir başkaldırı.

Cinsel saldırı ve tacizin, tecavüzün, kadın cinayetlerinin, ezcümle kadına yönelik erkek/devlet şiddetinin en temeldeki nedeni, kadınların kendilerine biçilen özel alandaki rolden başlayarak toplumsal, siyasal her alandaki rollerini sorgulamalarından kaynaklanıyor. LGBTİ+lar varoluş kavgasını vermekle, heteroseksist patriyarkal kapitalist sistemin kolonlarını çatlatmış oluyorlar. Onların sapkın, hastalıklı diye yaftalanması, kriminalize edilip yaşamdan silinmeye çalışılması tam da bunun içindir. Artık çizilen bu sınırlara sığmıyor kadınların ve LGBTİ+ların özlemleri, arayışları, hayattaki varoluşları… Bu yüzden statükoyu parçalıyor, mevcut toplumsal cinsiyet rejimini sorguluyor, orasından burasından sınır aşımlarıyla onu parçalamaya çalışıyorlar.

Aile, kadınların en korunaksız olduğu yapıdır. Çünkü patriyarkal kapitalist sistemin temel direği olan aile, bu sistem ayakta kalsın diye sürekli çatısı bacası, kapısı penceresi restore edilen ev gibidir adeta. O ev ki, gerektiğinde kadının çürüyen eti, kırılan kemiği, örselenen ruhuna rağmen yeniden üretim çarkı işlesin, kapitalist kar marjı düşmesin diye her daim ayakta tutulur.

Kadın tarihte ne zaman cadıya dönüşmüştür? Kendi emeği üzerindeki kontrol ve denetimi kaybetmek istemediğinde; gelişmekte olan kapitalist üretim tarzına yaşamıyla/varoluşuyla muhalefet ettiğinde. Onun gerekleri doğrultusunda harekete geçmediğinde. Bugün kadın ne zaman ahlaksız, iffetsiz kadın olarak damgalanmakta, yeri geldiğinde terörist veya sapkın olmaktadır? Mevcut toplumsal normları takmadığında, kendi hayatını yaşamak istediğinde, cinsel özgürlüğünü savunduğunda, sınıfsal/cinsel sömürü ve baskıya karşı mücadele ettiğinde. Kadın kırımları, dün de bugün de kadının emeği ve bedeni üzerinde tahakküm kurmanın ve bunu sürdürülebilir kılmanın yoludur. Evdeki erkin taşıyıcısı olan erkek şiddetinin de burjuva-faşist devlet şiddetinin de kaynağı budur.

Ancak tüm bunlara rağmen kadınlar, ilkin titrek adımlarla, sonra kadın dayanışmasıyla güçlenmiş olarak kendi kaderlerini değiştirmek, hayatlarını ellerine almak için yürüyorlar. Heteroseksist erkek egemenlikçi kapitalist dünyaya karşı LGBTİ+lar varoluş kavgaları için ayaktalar. Henüz dünyayı sarsacak, toplumsal cinsiyet rejimini yıkacak kadar kudretli değil bu adımlar, ama artık öfkelerini içe akıtıp sönümlendirmekten, kol kırılır yen (aile) içinde kalırcılıktan vazgeçtiler.

Tecrübeyle sabittir; savaşmaktan başka yol yok. Kadınlar, yıllardır biriktirdikleri mücadele deneyimleriyle biliyorlar; hayata tırnaklarını sımsıkı geçirmeksizin, kavgaya atılmaksızın bir kadının özgürce soluk alıp verebilmesinin, dilediği gibi yaşamasının imkanı yok. O halde dövüşülecek bu karanlık dünya ile. Tıpkı seneler önce, dünyanın öbür ucu Dominik’te, faşist diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabel kardeşler gibi.

25 Kasım; direnen, öncüleşen kadınlara ithaf!

Mirabellerin memleketi Dominik Cumhuriyeti’nde 31 yıl hüküm sürer faşist diktatör Rafael Trujillo. Zorun her türlüsünü kullanır, ancak halkın içindeki kaynamayı durduramaz. CIA destekli yönetimini ayakta tutmak için ölüm ve şiddet sarmalını bunca kullanmışken içten içe büyüyen isyanı bastıramaz. Minerva, Maria, Patria; nam-ı diğer adıyla Kelebekler, adeta Dominik halkının direnişini yüklenmiştir. Onları katlederek faşist Trujillo iktidarı, halkı boyunduruk altına almaya çalışır. İşkence, cinsel saldırı ve tecavüz, ölüm; üç kelebek şahsında, içten içe harlanan Dominik halkındaki isyan ateşini söndürmek içindir.

Bir toplum kadınlarıyla birlikte, faşist diktatörlüğe karşı ayağa dikiliyorsa önce kadınlar vurulur, böylece toplumun ayağındaki pranga ağırlaştırılmak istenirdi. Ancak tam aksi bir sonuç doğar Dominik’te. 25 Kasım 1960, üç Kelebeğin, doğanın, yaşamın tüm renkleriyle bezenmiş kanatlarıyla Dominik’in üzerinde uçmaya başladığı gün olur. Ve o gün, bir anlamda, Trujillo’nun sonu için kronometreye basılan gündür. Mirabeller katledildikten 6 ay sonra, Dominik halkının öfkesi, bu kadın ve halk düşmanı kanlı diktatörlüğü tarihte hak ettiği moloz yığınlarının içine savurur.

Faşist diktatörlüğe ve ataerkiye karşı savaşan üç kızkardeştir onlar. Yaklaşık 50 bin insanın katledilmesiyle ayakta duran faşist diktatör Trujillo’ya karşı dik duran üç kızkardeş… Mirabel Kardeşler, hem kadın hem de özgürlük savaşçısıydı. Onları, diktatörlük için iki kat daha tehlikeli yapan buydu.

“Belki bize en yakın şey ölüm ancak bu beni korkutmuyor. Haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz.” der Mirabellerin Mariası. Faşist diktatöre karşı savaşma azminin üzerinde hiçbir şey yoktur. Ölüm dediğiniz ne ki? Sonsuzca yaşamak, bir kelebeğin kanat çırpmasına bağlıyken ve onun kanatlarından çıkacak rüzgar hemcinslerinizin saçlarını savuracak, dünyayı sarsacaksa…

Faşizm, en genel ifadeyle emperyalizm çağının tekçi egemenlik biçimlerinden biridir. Türkiye’de bugün faşist rejimin karakterini belirleyen özellikleri sıralayacak olursak; tek millet, tek devlet, tek din/tek mezhep, tek dil… dizgesini elde ederiz. Bu tekçi egemenlik biçimi ister istemez büyük ulus mitine sarılır ve şovenizmi köpürtür. Tek devlet ve tek ulus (haliyle tek dil) miti, TC’nin sömürgecilik tarihine yaslanmış olarak işgalci ve yayılmacı savaşlarla körüklenen, ulusal özgürlük talebiyle ayağa kalkan Kürt halkına ölüm kusan militarizmin üzerinde yükseliyor. Bugün faşist saray iktidarının kendisini kadiri mutlak gücün/tanrının yeryüzündeki cisimleşmiş hali olarak yansıtabilmesi tek dinin/mezhebin yüceltimiyle söz konusudur. Ve tüm bunların “tekçi”liği, adeta tek cinsin/erkeğin kudreti olarak tecessüm ediyor. Faşizm hem erkek egemenliğinden besleniyor hem de erkek egemenliğini çok daha derinleştirmiş oluyor. Bu anlamda tekçiliğe kadınlardan gelecek bir itiraz, faşist devletin beka sorunu haline dönüşüveriyor. Ve yaşamın her alanında ve anında, bireysel veya örgütlü bir şekilde kadınların geliştirdiği itirazı bastırmakla mükelleftir devlet. Faşizm, bu anlamda kadın düşmanlığının da zirve noktasını ifade eder.

Faşist Saray iktidarı, kadına yönelik şiddetle doğrudan ilişkili olan İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etti. Sırada 6248 sayılı yasanın kaldırılması veya revize edilmesi planı var. Yanı sıra kadınların yılların mücadele birikimi sonucu elde etmiş oldukları hakların bir çoğu da tırpanlanmak isteniyor. Varlıklarıyla bile faşist devletin direği aile kurumunu tehdit eden LGBTİ+lara dönük saldırılar ise günden güne artıyor. Ancak hiçbir saldırı kadınların ve ezilen cinsel kimliklerin sesini kısamıyor, direnişlerini bastıramıyor.

Biz ne yapacağız?

Kadın hareketinin içinde, ona ivme kazandıracak bir örgütlenmeyi nasıl sağlayabiliriz? Kadınların, kendiliğinden gündelik hayatın içerisinde ördükleri direniş örgüsünü güçlendirmek için neler yapabiliriz? Bu sorulara, kadın dayanışmasını ve örgütlenmesini, yaşamın her alanında ve anında nasıl örebileceğimiz sorusunu da eklemeliyiz. Bugün sınıfsal ve cinsel sömürünün, baskının her türlüsüne karşı kadınları örgütleyebilme, patriyarkal kapitalist sisteme karşı mücadeleyi yükseltme sorununu merkezine almayan hiçbir parti 21. yüzyılda devrim yapamaz. O halde kadın dinamiğini örgütlemek, kadın hareketini büyütmek ve kadın kurtuluş mücadelesini yükseltmek, devrimin partisi olma iddiasındaki bir öznenin en yakıcı sorunlarından biridir.

Erkek egemenlikçi yapı, kapitalist üretim ilişkileri temelinde dönüşmüş olarak varlığını sürdürmektedir. Bu temelde erkek egemenlikçi yapı, salt cinsiyetler arası iktidar ilişkisi üzerinden açıklanabilir bir şey değildir. Cinsiyetler arasındaki iktidar ilişkisi, sadece kadınların patriyarkaya karşı göstereceği dirençle geriletilip yıkılamaz. Kadın özgürlük mücadelesi için, patriyarkanın varlığını kapitalist sistemle birlikte koşullayan tüm ilişkileri ve yapıyı da hedefe koyacak bir devrim, olmazsa olmazdır.

Ancak bu, patriyarkaya karşı mücadele vermeyeceğimiz, kadının gündelik yaşamının her alanı ve anını patriyarka ile savaşım konusu haline getirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Bugün, kadına yönelik erkek/devlet şiddetine karşı mücadeleyi büyük küçük her cephede yürütmeden, kadınların özsavunma eylemlerinin önünü açacak öncü çıkışları örgütlemeden kadın kırımını durduramayız. Protestoculuktan, teşhirden öteye geçmemiz, kadına yönelik şiddeti, karşı şiddeti örgütleyerek geçersiz hale getirmemiz gerekiyor.

Kelebeklerin özgürlük düşü, sadece Dominik’te değil tüm dünyada kadın düşmanı yapı, kişi ve kurumlara karşı ayağa kalkan, erkek/devlet şiddetine karşı mücadele eden, sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, cinsiyet özgürlükçü bir dünya için yaşamını ortaya koyan her kadının, her LGBTİ+’nın düşüdür artık. 25 Kasım, “hiçbir kadının kirpiği yere düşmesin”[1] diye erkek/devlet şiddetine karşı mücadele ettiğimiz, onu besleyen patriyarkal kapitalist sistemi, burjuva-faşist devleti yıkmak için savaşı yükselteceğimiz gündür. 


[1]Özsavunmasını gerçekleştirdiği, hayatta kaldığı için hapis cezası ile cezalandırılan Çilem Doğan’ın kadınlara gönderdiği mektuptan.