Bewusst sein’dan dasein’a; devrimcilik “kendinde şey” midir?[1]
Komün dergi: Son yaptığımız röportaj[2] yarım kaldı, onu devam ettirelim. Bunu soru cevap şeklinde ve bir tartışma düzeninde yapalım. O zaman ilk soruyu ben sorayım tabi aynı biçimde senin de soru sorma hakkın var. Geçen röportajda birçok düzey tarif ettik yapısal sorunlar, ideolojik sorunlar, varoluşsal sorunlar Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) üzerine. Ben daha çok yapısal sorunlar üzerine tartışmayı geliştirmek istedim, sen oradan eleştirel girişler yaparak varoluşsal mesele üzerinde durdun. Günümüz devrimciliğinin kendisini anlamlandırma sorunu yaşadığı çok açık ve bu boşluk başka girdilerle doldurulamaz. Şimdi girişi buradan yapalım, varoluşsal sorunlarımızı hangi bağlamlar içinde ele almalıyız?
Hikmet Acun: Biz, bu meseleyi belli düzeyde röportajın birinci bölümünde konuşmuştuk. Bence bu bölümde bir tekrara daha gerek yok. Bu konuları ilk konuşmaya çalışanlar da bizler değiliz. Bu mesele, tarihsel bir tartışma birikimine sahip ve envanteri de oldukça güçlü; Spinoza, Kant, Hegel, Marks, Lenin, Rosa Luxemburg, Lukacs, Heidegger, Frankfurt okulu, Frankfurt okulunun değişik ekolleri… Kierkegaard’dan Sartre’a; Varoluşçular. Yapısalcılar… Modern devrimci tarihin bu büyük havuzu, bizlere hala ilham vermeye devam ediyor. Bu gelenek yokmuş ve kifayetsizmiş gibi gizemci bir kibre de gerek yok. -O kibrin sahipleri daha çok post-yapısalcılardır.- Biz şöyle bir şey mi bekliyoruz; büyük teorik keşifler mi bekliyoruz? Yani düşünce dünyasında, teori dünyasında, belli bir yere kadar felsefe dünyasında, estetik dünyası içerisinde ya da siyaset dünyası içerisinde büyük keşifler mi bekliyoruz? Büyük “keşifler”le mi devrimciliği var edebiliriz? Bu böyle değil. Her şeyden önce, devrimciliğin aradığı cümleler, sihirli cümleler değil. Gerçekten sihirli cümleler değil, sihirli yaklaşımlar değil. Cümlelerden sihir yaratmak şairlerin işi. Şairlere, sözbazlık geleneğine haksızlık etmek istemem, ama eğer mesele böyle olsaydı, dünyayı şairler değiştirirdi. Devrimci varoluşun aradığı şey; durmadan hareket halinde olan, olaylar içinde meydana gelen, olayları meydana getiren; yani dünyayı bilinçli bir eyleme alanı olarak algılayan ve ilişkilenen insandan, özneye varma meselesi. Bunu da önceden söylemiştim, toplumsal hareket yasalarını biz belirlemiyoruz, bizatihi o toplumsal yasalar içindeyiz. Marks’ın çok sık kullandığı “yasa” kavramı, ‘eğilim’dir, eğilim halinde olandır. Yani mevcut, hazır halde bulduğumuz ve içinde debelendiğimiz toplum bir eğilimdir. Bir toplumsal modellenme biçimi olarak kapitalizm eğilim halinde olandır. Dolayısıyla eğilim halinde olanı değiştirmek üzere kendimizi anlamaya ve kurmaya çalışıyoruz. Varoluş da, Kant’daki “kendinde şey” değildir. Özne, verili bir durumun içerisinde, bir bağlam üzerinden gerçekleşebilen bir olma halidir. Meydana getirilen bir şeydir. Daha kavramsal söylersek; özne de bir eğilimdir. Bunun için nasıl ki kapitalizm bir eğilim olduğundan dolayı burjuva durmadan teşebbüs etmek zorundaysa (teşebbüs, yeniden üretimi karşılayan anlam olarak okunmasın) nasıl ki bu teşebbüsün zorunluluğu olarak burjuva, durmadan öznelleşmek ve eylemde bulunmak zorundaysa; burjuva toplumunda da teşebbüste bulunmak zorunda olan güçler -ki sınıflar altında var olan insandan söz ediyoruz- bir öznelleşme eğilimini meydana getirmek zorundadır. Dolayısıyla bu tartışma, “yasa”, “karşı yasa” kuruculuğunu ateşli tartışan Gramsci ve Althusser’e kadar varır. Ama bugün konumuz bu değil; konumuz, dünyanın bugünü ve yarını ile başa çıkabilecek devrimci dinamiklerin ortaya çıkma sorunu.
Komün Dergi: Devrimci dinamikler demişken; biraz mesihvari bir misyonla görevlendirilmişiz ve sadece bize hasmış gibi bir dünya oluştu, sol harekette.
Hikmet Acun: Devrimciliğin oldukça güçlü mesihyan bir yönünün olmadığını söylemek gerçekçi olmaz. Tarihte nasıl ki bir sınıf, egemen sınıf haline geldiği anda; geleceğe ait olduğunu ve geleceği temsil ettiğini iddia ederse; tarihte bunu ortadan kaldırmak üzere ortaya çıkan güçler de; kendinin geleceğe ait olduğunu ve onu temsil ettiğini iddia eder. Çünkü “bugün” içinde meydana gelen olaylar, bugünden geleceğe çıkmak üzere gerilimini kurar. Bugünün savaşı, geleceğin ele geçirilme savaşıdır çünkü. Bu tarihsel eğriden bakıldığında devrimciliğin mesihyan olmadığını kim iddia edebilir ki? Çünkü geleceği ele geçirmek istiyorsan, buna fiziksel olarak birikmiş güçler yetmez, daha güçlü, çok daha güçlü bir anlatıya, ilahiyata ihtiyacın var, demektir. Demek ki bu hareketi meydana getiren eğilimin –yasanın-, her bakımdan mesihyan bir özneyi çağırması, onun hakikatinden gelir.
Ama senin bu soruyu sorma biçimindeki gizli ima; mesihyan bir öznenin meydana gelişiyle, meslekten solculuğu üreten saik arasındaki farkı da anlamamıza olanak veriyor. “Örgüte adanmışlık” kurgusunun, geleceğe adanmışlık kurugusu altında dolaşıma girdiği bir oluşma alanında, devrimci bir öznenin ancak ve ancak bir “örgüt” altında ve onun “ideolojik envanteri” altında, tanımlanabilen bir “şey”e dönüşmesi, oldukça yaygın bir durum. Örgütün “bahşettiği” bu olma hali; yani bir araç olan örgütün, yani bir araç tarafında meydana getirilmenin, yalnızca araçtan ibaret olanın, amaç olana dönüşmesinin kökenlerini anlamak için, politik psikoloji alanına kadar uzanmak zorundayız. Burada kıskançlıkla üzerinde durulması ve boğuşulması gereken ilke; devrimci özneleri örgüt yaratmaz; örgüt, devrimci öznelerden meydana gelir. Dolaysıyla, fail ve fiil ilişkisinin mümkünlük çıtası “kendinden örgüt” değildir, yaratıcı eylemdir. Sınıfların hareketidir, eğilimidir. Bu bakımdan biz, meslekten solculuğa bakıp, mesihyan bir devrimci özne göremeyiz.
Komün Dergi: Tabi ki bu söylediklerinden, devrimciliği bireysel bir sorun olarak anlatmıyorsun. Bir örgütsel sorun, dolayısıyla yani örgütlü olmayan bir devrimciliği kabul etmiyoruz zaten. O zaman insanların kendisini bir örgütle tanımlaması normal, senin eleştirin daha geniş bir tanımı içeriyor olmalı. Burayı izah etmemiz lazım.
Hikmet Acun: Dünya, örgütsüz değişebilir mi? Bunun izahı, açık değil mi? Bunu okuyan her insan için anlaşılabilir bir şey bu. Az önce zikrettim bunları; bizi devrimci yapan nedensellik kendinde şey değil. Bu, örgütlü devrimcilik, örgütsüz bir devrimcilik gibi basitleştirilip tartışılacak bir şey değil. Bir sosyolojin var senin, geldiğin sınıfsal gerçekliğin var. Dolayısıyla biz gökten gelmedik ki. Bunu önce de söyledim. Biz toplumsal sürtünmenin ürünleriyiz. Kafamızdan devrimci değiliz. Sorun, örgütlü devrimci olur mu, olmaz mı meselesi değil. Devrimci özne meselesi, tek başına örgüte indirgenen bir mesele değil. Senin bu dünyaya itirazının maddi nedenleri var; bizim toplumsal gerçekliğimizin sınıfsal güçleri var, sosyal güçleri var. Alevi’dir; Alevi olmaktan dolayı ezilmiştir. Kürt’tür; Kürt olmaktan dolayı ezilmiştir. İşçidir; sınıfsal bir yarılmanın içindedir. İşsizdir, işçi çocuğudur, mevsimlik işçidir, köylüdür, yoksul köylüdür, kadındır… Gelmiş olduğumuz yerler, hayatımızın hikâyesinin yazıldığı alanlar. Nedensellik! Seni bu dünyaya itiraz ettiren ve arayışa iten, nedensellik! Israrla bunu anlatmaya çalışıyorum. Özneleşme hikâyesi, bir örgütün sana bir şey bahşetmesiyle alakalı değil. Bir örgüt, bir insana bir şey bahşettiği için özne olmaz. Bak daha başında söyledim. Kapitalizm bir eğilimdir, kapitalist toplum bir eğilimdir, burjuvazi bir öznedir. Bu toplumu ortadan kaldırmak zorunda olan güçler de bir eğilimdir; bu yüzden hareket halindedir, dedim. Dolayısıyla bizim tartışmaya çalıştığımız mesele, örgütlü devrimcilik mi, örgütsüz devrimcilik mi meselesi değil. Bu mesele de amiyane bir mesele değil. Bu sorunun cevabı, böyle sorulacak bir mesele değil. Örgüt bir zorunluluktan ve ihtiyaçtan ortaya çıkar; üç kafadar kendi cemaatini ve söylemlerini mümkün kılsın diye, ortaya çıkmaz. Kendine sermaye bulsun, oralarda oyalansın diye ortaya çıkmaz. İradenin rolüdür örgüt. Dünyanın yakın tarihi, bu konuda oldukça büyük deneyimlere sahip. Bu konuda en çok istismar edilmiş kişi de Lenin’dir. Tekrar edelim; örgüt, bir özgürleşme alanıdır, çünkü eylem alandır. Her devrimci özne, kendi tarihini, kendi yazar. Bunu, ortak bir eylem alanı içinde yazar. Örgüt meselesinde, bir tanım olarak, bundan yukarıya konabilecek bir çıta daha var mı?
Komün Dergi: Örgütsüz devrimcilik olmaz, devrimciliği örgütsüzlük olarak anlamıyoruz. Tartıştığımız mesele başka, istemediğimiz kadar çok örgüt var, örgütçük var, yani kendisini yasal, yasa dışı parti veya hareket olarak tarif eden ve kendince bir şeyler yapan bir yığın örgüt var. Ve bu örgütlerin bir tarihi var. Bu tarih içinde, bütün örgütler, hayat tarafından 40 yıllık bir süreçte, boşluğa düşürülmüş. Biz sorunu bu tarihsel gerçekliği içinde tartışıyoruz.
Hikmet Acun: Aslında daha ironik bir durum var! Her yapı, kendisinin “proleter devrimci” olduğunu iddia eder ve bunun ispatı olarak da programını işaret eder! İyi de soru şu; proletaryanın hangi öbeği sana, “kardeş, beni temsil et” diye vekâlet verdi? Vermedi! O zaman, işçi sınıfı gerçek değil, bazı çevrelerin tanımlamasıyla olan bir şey; yani ideolojik kurgudur. Öyle ya, neye göre “proletaryanın devrimcisisin”, ideolojik doğru”na göre! İdealizm, materyalizm karşısında nasıl da galebe çalıyor. Bu örnek, hadi deyip geçilebilecek bir örnek değil; örgütün bu kadar “ideolojik kurgular”la mümkün kılındığı bir ilişkiler alanında, biz, hangi devrimci özneden, hangi varoluştan, hangi hareket halinde olan sınıftan söz edeceğiz?
Diyordu ya Marks; “ Bay Feuerbach gerçek insandan değil, fikirlerden hareket ediyor” diye. Fikirlerden hareket edenlerin, varıp dayandığı yerin kamu tanrıcılık olduğunu da belirtelim. Bu konuda spekülatif tartışmalar yürütmenin de bir anlamı yok bana göre.
40 yılın hikâyesini yazanların büyük çoğunluğunun, artık kendilerinden bile bir örgüt çıkartamıyor olmaları ve piyasa siyasetinin içinde olmaları sana bir şeyler söylemiyor mu?
Komün Dergi: Böyle bir vekâlet kimseye verilmedi; bu verilmez, kazanılır.
Hikmet Acun: Niye? Devrimcilik, vekâleten yürütülen bir “iş” mi? Eğer bir vekâlet alan varsa, bir de vekâlet veren var demektir. Bak, vekili temsil komedisi nasıl yürüyor; proletarya sınıf olarak el mahkûm devrimcidir. Başka hiçbir olanağı yoktur. Bu dünyayı yıkmak zorundadır. Sömürüldüğü için değil (sömürü sosyal bir sorun, proletarya sınıfsal olandır) zorla işçileştirildiği için, kapitalist toplumun bir eğilimi olduğu için… Ama aynı komedi, proletaryayı “kazanılması gereken” bir toplumsal nesne olarak işliyor ve “öncü-vekâlet işi”ni buradan kuruyor! Hem nesne görüyor hem de vekâlet istiyor! Yani proletarya kendinin farkında olmadığı için, birilerinin, onu “ayıktırma” işlemine tabi tutması gerekiyor. Bu yüzden de “öncü”, ondan “doğal ve doğuştan” bir vekâlet almış oluyor! Buna gülmek mi lazım, üzülmek mi?
Lenin’in öncü partisi, öncü işçilerin partisiydi. Ve sınıf mücadelesini de vekâleten ve temsilen yürütmüyordu. Bunu, 1927’ye kadar sanayi proletaryasının içinde doğmuş olan ÇKP için de söylemek mümkün. Bu konuda 20. yüzyıl örnekleri oldukça bol.
Bir de işin doğasında meydana gelen, muazzam değişimlerin getirdiği çatallanma var; bugünün ve kısa geleceğin proleterleri, 30 sene öncesinin beyaz yakalıları. Ve bu, oluşmakta olan yeni nesil proleterler; öyle pişpirikten başka bir şey bilemeyen “nesne kümeleri” falan değil; entelektüel düzeyde de, eğilimler düzeyinde de, üretici güçlerin gelişkinliği bakımından da bizim “meslekten solcu”lardan fersahlarca ilerde. Bu değişen dinamikler karşısında kim, kimi “ayıktırıp, uyandıracak”? Kim, kimden vekâlet alacak? Biz, hangi âlemde yaşıyoruz? Yoklar âleminde mi yaşıyoruz!
Devrimcilik; örgütlere, öbeklere, solculara sorulması gereken bir soru değildir; hayata sorulması gereken bir sorudur, bir eğilim teşebbüsünde bulunacak olana sorulması gereken sorudur.
Eğilim kurma teşebbüsünde bulunacak güçler ise, bu toplumun her alanında dolaşım içinde ve hareket halinde. Soruların muhatabı, şimdilik, virtüel gibi duran bu güçlerdir, bu güçleri görebilme yetilerine sahip olanlardır. Meslekten solcular değil. Sanırım bu kadar yeter. Zaten bu konuyu ilerleyen sürede eni boyu konuşacağız.
Komün Dergi: Tarih, küçük azınlıkların cüretiyle yükselen toplumsal dönüşümlere tanıktır. Dünyada da birçok örgüt, böyle yola çıkmak zorunda kaldı. Başka türlü yola çıkmamız nasıl mümkün olabilir?
Hikmet Acun: Şimdi bunları konuşacağız, acele etme. Biz, Marksist bir ıraklık açısından bakmazsak, görünenin, göründüğü gibi olmadığını; hatta görenin de gördüğüyle paradokslarla dolu gerilimlere sahip olduğunu anlamazsak, dahası görülenin de, göreni nasıl gördüğünü anlamazsak, bunları ortaya koyarak konuşmazsak, hazır kestirme bir cevabımız yok. Sadece bunları anlama çabamıza katkı sağlayacak kavramlarımız var.
Sosyal hareketlerin karakteristik özelliklerinden biri de öngörülemez olmasıdır. Bir kıvılcımın, sıradan bir olayın, büyük hareketlere mahal vermesinin örnekleriyle dolu dünya tarihi. Dediğin gibi, bazen “küçük” hareketlerin, nasıl serpilip geliştiğine de tanık dünya. Yakınımızda ve yakın tarihimizde Kürt Özgürlük Hareketi buna en iyi örnektir.
Ama “küçük hareketler” farkında olsun ya da olmasın -ki çoğu zaman farkında değillerdir- bir kriz anında meydana gelmişlerdir. Ve o “küçük” olanı, büyütecek olan da bizatihi kesiştiği krizdir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin büyük kerameti, “Kürtlüğün krizi”nden doğmuş olması ve bizatihi bu krizi harekete geçirebilme maharetini gösterdiği için, 40 yılını büyük bir tarihe dönüştürebilmiştir. Keza Latin diyarındaki gerilla hareketleri de böyledir. Ama aynı zaman aralığında, Avrupa ve Türkiye’de ortaya çıkmış şehir gerilla hareketleri ya da “öncü”ler, neden başarılı olamamıştır? Sınıf, halkçılık iddiasında olanları saymıyorum bile. Çünkü onların habitatlarında, onların basabileceği sosyal zeminleri kriz hali de değildi. “Öncü savaşçı” olmanın saikleri içinden işaret ettikleri ve mahal vermek istedikleri vakayı meydana getirecek güçler, kriz halinde değildi. Demek ki, “her şeye rağmen” öncü olunmuyormuş, öncü savaş yürütülemiyormuş. Bir kesişen olmadığı sürece “kendinden hareketler” olarak kalma, bu kez, kendini amaçlaştırmaya dönüştü. Türkiye’nin yakın tarihi, bu konuda, oldukça zengin deneyimlerle doludur. Daha ironik örneklerimiz de mevcut; 40 yıldır “uzun yürüyüp”, kırlardan şehirlere gelecekler vardı; sahi ne oldu?
Komün Dergi: Devam edelim, şöyle bir sorum var; peki bu Türkiye’deki mücadeleyi düşünürsek, en azından öncesine gitmesek bile, ‘60’ın ikinci yarısından sonraki dönem için söylüyorum, TİP’i saymazsak, örgütler de yoktu ortada, yalnızca Dev-Genç vardı.
Hikmet Acun: Failler vardı.
Komün Dergi: Failler ve eylemlilikleri vardı ve bunun içinden, zaman içinde örgütlere varıldı. Türkiye’de bu dönem, şu veya bu biçimde, sonrasına damgasını vurdu. Burayı esas almamız şunun için önemli, bugünkü örgütlerin büyük çoğunluğu, hemen hemen hepsi, böylesi bir tarihten geliyorlar. Toplumun karşısına, daha önce görülmemiş eylemlerin failleri olarak çıktılar ve kendilerini var ettiler. 40 yıl sonra, bu süreç, tersine döndü, kendisinden önceki eleştirdiği ve reddettiği devrimciliğe benzeştiler, tamamen kupkuru yapılara dönüştüler. Bizim eleştirdiğimiz soyut örgütler değil, kabuk haline gelmiş, yani pratik eylemden düşmüş bugünkü somut örgütler. Tamamen kendisini kendi kurguları üzerine, kendi ideolojik formasyonu üzerine kuran, hayatı bu ideolojik formasyon üzerine dönüştürmek isteyen örgütsel yapılar.
Hikmet Acun: Bunun böyle olmasında şaşılacak bir durum var mı ki? İstikrarlı bir devamlılığın olabilmesi için, bir örgütün kendine bir deneyim olarak bakabilme yetilerinin olması gerekmez mi? Hayat, hareket halindeyse, bütün sosyal sınıflar birbirleriyle sürtünme ve aşındırma halindeyse; kuşaklardan kuşaklara geçen bir hayat varsa, toplumun davranma biçimini, her birinin birbirleriyle kurduğu ilişkiler, dolayımlar, algılar, sınıfsal değişimler bir formasyon olarak yürütücü bir güce sahipse, bütün bunlara vakıf olmadan, varoluş koşullarını ideolojik kurgularla oluşturduğun gerçeküstücülüğünle nereye kadar örgütü sürdürebilirsin?
Bence eşyanın tabiatına aykırı bir durum yok. Sen, olamazları oldurmak için mevcuda abanıyorsun.
Devrimcilik; senin, kabuğa dönüştüler, dediklerine sorulabilecek bir soru değil. Hayat, hayatı değiştirme eylemi ve kudreti üç solcudan da menkul değil. Bunları birazdan okkalı konuşacağız.
Dolayısıyla sen de buralardan çık. Bu körleşmeyi kurtarmaya çalışma.
Komün Dergi: Şimdi bizim mevcudu şöyle anlamamız gerekir; ‘60’ların ikinci yarısından bugünlere gelen süreçte, 1980’lere kadar bu örgütler, Türkiye denen toplumda rol oynadılar, değil mi? Eksikleriyle, yanlışlarıyla, hata veya sevaplarıyla milyonlara dokunan bir rol oynadılar ve bu milyonlar, bu örgütlerle mücadele alanlarına çıktılar. Fakat sonuçta bugüne, bütün bu süreçten düşen ve yaşamdan kopuk örgütsel duruma, geldik. Şimdi buraya örgütlü veya örgütsüz, bütün bu birikime bakışımız, bir önerimiz, bir şeyimiz olmayacak mı?
Hikmet Acun: Yok, niye olsun ki? Bunları konuşanlar, konuşuyor zaten. Kendilerini kurtarmak için alışkanlıklarının içinden ve algı dünyalarının içinden bir sürdürülebilirlik arayışları var. Kendilerini restore etme çabaları var. Hangi örgütün, hangi çevrenin tartışmalarına baksan bu restorasyon çabasını görüyorsun. Zaten sen de buradan arıyorsun “kurtuluşu”. Bu duvar sıva tutar mı? Bunun cevabı, hayat pratiklerinde.
Komün Dergi: Şimdi bütün bunlara rağmen ısrarlıyım. Bu, az bir dönem değil ve çok ağır şeyler yaşandı. ‘80’lere kadar, milyonlara varan kitleleri harekete geçiren sendikal örgütler vardı. Sadece işçi sendikaları değil, DİSK’in yanında TÖB-DER, Tüm-Der, Tüs-Der vb bütün alanlarda eylemli örgütlenmeler. Bütün liselere ve hatta ortaokullara kadar devrimcilik yayılmıştı. Daha öteye, TSK’nın genç subayları içine ve harp okullarına devrimcilik girdi. Polis bölündü, polislere, orduya varan etkiler… Yani polisin büyük bir kesimi devrimcilerden yana tavır koydu. Bu muazzam bir kitle hareketinin göstergesiydi. O polisler, Pol-Der, üyelerinin tercihlerinden önce, siyasal ortama hâkim olan devrimci dalganın etkisiyle örgütlendi, toplumsal sürecin akışının sonucu olarak ortaya çıktı. Şimdi milyonlara uzanan bu süreç, hem devlet saldırısı hem örgütlerin kendi yetersizlikleriyle büyük bir tasfiye süreciyle sonuçlandı. Çok iddialı, yüksek idealleri olan, radikal tezleri olan birçok örgüt en pespaye liberal dünyaya savruldu. Devrimcilik iddiasını sürdürenler, kabuk haline geldi. Ama tüm bu süreç, bugüne kadar devam eden ve sahicilik sorunu yaşayan örgütlerden ibaret olarak anlaşılamaz. Bu süreç, büyük bir toplumsal alt üst oluş olarak anlaşılmalıdır. Şimdi bu alt üst oluşta, örgütlerden çok daha fazla bir devrimci birikim ortaya çıktı. Bu birikimi, bugün yaşanan her kıpırdanışta görüyoruz ve toplumsal hareketlenmeler anında bir biçimde kendini gösteriyor. Dolayısıyla bizim, şu anda, sadece örgütlere değil, bütün bu sürece bakışımız nasıl olmalıdır? Bu sürecin tümünü yok sayıp yepyeni bir şey mi yapacak, yoksa bu süreçle hesaplaşarak mı yolumuzu bulacağız?
Hikmet Acun: Hiçbir şey, gökten zembille inip gelmez. Okuyarak üfleyerek olmaz. Elbette ki hayat birbirine eklenerek, deneyim aktararak meydana gelen bir şey. Bu deneyimler yokmuş gibi, bunlar olmamış gibi davranamayız. Elbette ki böyle bir şey değil. Elbette Türkiye solunun küçümsenmeyecek pratikleri ve tarihi var. Bütün mesele, bu pratiklerin bir nehre akıp, deneyime dönüşmemiş olması. Daha üst düzeyde bir deneyime mahal vermemiş olması… Dahası var; bu tarihin, bugünün makul solcularına dönüşmüş olanlarınca, anıya, eskiyi yâd etmeye dönüşmüş olması ve böyle piyasa bulmasının bir izahı olmalı.
Bence geçmişi, geleceğin içinde anlamak ve buradan bir deneyim olarak bakmak, daha değerli. Yoksa “bit pazarına nur yağar”ı bekleriz. Ayrıca bu, “geçmiş sorunsalı” oldukça şizofrenik sonuçlara açık hale de getiriyor insanları. Buradan gidelim. Geçmişe, W. Benjamin gibi bakalım; “tarih meleği” üzerinden bakalım. Bak, Sovyetler’de, taa 1960’larda fütüristler, sibernetik’i tartışıyordu. Yapay zekâ, gelişmiş bilgisayarlar dünyasında, sosyalizmin geleceğini, proletaryayı tartışıyorlardı.
Hadi, soralım; şimdilik ikili (0-1) sistemler olarak çalışan bilgisayarların, bit kümeleri üzerinden çalışan bilgisayarların, yerini kısa süre sonra kübit kümeleri ve üçlü, dörtlü belki daha fazla sistemlere bıraktığı ve muazzam öğrenme becerilerine sahip, yeni nesil bilgisayarlar ve üretim araçlarının, evreninin bir tarafını oluşturacak, yeni nesil insanların dünyasında anı anlatıcılığının ve eski devrimci modellerinin yeri neresi olabilir sence? Cevap, çok aşikâr değil mi?
Burjuvazi, dünyayı durmadan dönüştürüyor. Marks’ın diliyle, burjuva denen ‘girişimci’, tarihin gördüğü en radikal özne. İnsan aklının, yaratıcılığının, tasarımcılığının, emeğinin seti yıkılmış baraj suları gibi dünyayı alt üst ettiği bir zaman aralığında, bu sınıf, bu dünyaya öncülük ediyor. Sen neredesin? Burjuvazinin, geleceği ele geçirmek üzere harekete geçirdiği güçler, nerede? Biz hala neyi konuşuyoruz? Bu durumun kendiliğinden komünizme koşul hazırladığı fantazyasıyla avunanlar bilmiyorlar ki, burjuvazi bir öznedir ve bir sınıf olarak, egemen ve hareket halindedir. Tasarımcıdır. Gelecek tasarımcısı…
Onu, bu dünyadan derdest edip gönderebilmen için, onun harekete geçirdiği güçleri, senin harekete geçirebilecek yetilere sahip olman gerek. Yeni proleter kuşağı harekete geçirebilecek gelişkinlikte yetilere…
Komün Dergi: O zaman, bizim bütün sorunlarımız, örgütler de dâhil, bu 50 yıla yaklaşan mücadele sürecinin tüm birikimlerine dönük bir hesaplaşma olarak anlaşılmalı.
Hikmet Acun: Neden malumun ilamını konuşmaya çalışalım? Neyle hesaplaşacağız. Neden hesaplaşacağız? Bırakalım yeni kuşaklar, “ tarih meleği” olarak görsünler ve hesaplaşsınlar bizimle. Bir kuşak, tarihte ortaya çıktı, arayışlarıyla yol almaya çalıştı, bedel ödedi, dünyayı kendi doğruları içinde anlamaya çalıştı, eylemde bulundu ve mantıksal sonucuna geldi. Bu kadar yalın, senin elli yıllık hesaplaşma dediğin. Kaldı ki, istesen de sen, kendinle hesaplaşamazsın. Seni, hesap konusu yapacak olanların, farklı bir kerteriz içinden gelmiş olması gerek. Sen, istesen de kendini yeniden doğuramazsın. Doğacak olanlar var çünkü. Neden hem kendi tarihimize hem de geleceğe karşı bu kadar benciliz. Kılında siyah kalmamış, artık akciğerinin dışında başka yerlerinden soluk alır hale gelmiş; ama “yıkılmadık ayaktayız” raconu kesmekten de geri durmayanları kurtarmak için, neden olmadık geçmiş tartışmaları yapalım ki? Tamam, kabul ediyorum, emekliliği olmayan tek “meslek” , solculuk; bunu, kabul ediyorum. Ama el insaf… Hayat bizden menkul değil. Örgüt ve geleceğin örgütünü tasarlamak da bizden menkul değil. İddialı olmak, cüretkâr olmaktır, ama bu bizi bencilliğe götürecek kadar kör etmemeli. Devrimcilik de, hayat da bizimle başlamadı, bizimle bitmez. Bizi konuşmaktan gına gelmeden buradan bir çıkalım.
Komün Dergi: Tamam, burada devrimcilik nedir ve biz neredeyiz; tekrar varoluş sorunlarına gireceğiz. Fakat farklı bir şey söyleyeceğim, ben şöyle düşünüyorum: Türkiye devrim sürecine ulusal, etnik ve diğer farklılıklar üzerinden baktığımız zaman, başka bir şey görürüz ama coğrafi sınırlar içerisinde toplumsal bir süreç olarak baktığımızda daha farklı bir gerçekliği görürüz. Türkiye devrimine ulusal, etnik mezhepsel farklılıklar üzerinden değil de bir coğrafya üzerindeki toplumsal yapı üzerinden baktığımızda, Türkiye ve Kürdistan devriminin aynı devrim süreci olduğunu görürüz. Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında, 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye devrimi öndeydi, sürükleyici ve belirleyici durumdaydı. Kürt dinamiği de bu dönemlerde etkindi, kendisini her alanda hissettiriyordu, ama belirleyen değil, takipçi durumdaydı. Kürtler önce TİP içindeydiler ve birçok temel sorunu belirleyen durumdaydı. 1974’ten sonra oluşan Kürt kimlikli örgütler, kendilerini Türkiye’deki devrimci örgütlerin bir izdüşümü olarak tarif ediyordu. Kürt siyasal örgütlenmeleri, TDH içinde ideolojik politik benzer çizgilerde kuruldular, PKK hariç, Türkiye’deki örgütlerle ortak hareket ediyorlardı.
Yukarıda konuştuk, 1974’lerde yükselen devrimci dalga, Türkiye’nin batısından başladı, Kürdistan adım adım yükselerek batıyı takip etti. Bu dalga, 1980 faşist darbesiyle Türkiye tarafında kesintiye uğradı. Ama Türkiye devrimi durmadı, batıdan doğuya Kürdistan coğrafyasına kaydı. Hiç ulusal ve etnik şeylere takılmadan bakan bir göz, 1971 çıkışını başlatan üç ana eğiliminin bütün teorik ve pratik iddialarının hemen hepsini temsil eden bir hareket, 1980 sonrası coğrafya değiştirerek, Kürdistan’da devam etti. İbo’da ne varsa PKK’de hepsi vardır. Mahir Çayan’da, THKO da ne varsa, PKK’de devam etmiştir. THKP/C, TKP/ML, THKO’nun temel tezlerini; stratejik savunma, stratejik denge, stratejik saldırı dönemlerini alarak, halk savaşı tezleri dâhil, ete kemiğe büründürmüş, devam ettirmiştir.
Türkiye devrimi, ‘80’de durmadı, benim düşüncem böyle. Türkiye devrimi ‘80’den sonra Türkiye tarafında kesintiye uğradı, ama Kürdistan’da yükselerek devam etti. 1980 önce gelen bütün birikimi alan, bu birikimden dersler çıkaran, bu birikimi ileri sıçratan, İbrahim’in, Deniz’in, Mahir’in ideallerini, kendi özgünlükleri içinde, ulusal ve özgül yanlarını da katarak devam ettiren bir hareket çıktı. Dolayısıyla, ben, Türkiye devriminin ‘80’de kesintiye uğradığını düşünmüyorum, coğrafya değiştirmiştir ve PKK hareketi Türkiye devriminin bir uzantısıdır. Coğrafyanın başka bir bölümünde devam etmesi ve muazzam bir gelişmeyle bütün Ortadoğu’ya yayılması olarak düşünüyorum.
Hikmet Acun: Elbette ki durum bu. Türkiye solu, PKK’nin yıllardır var olan Kürtlüğün krizini siyasallaştırdığını anlamadı. Ona, “ulusal bir olay” olarak baktı. Biliyorsun ki Kürdistan’da 70’li yılların ikinci yarısından sonra, Türkiye’de sol hareketlerinin uzantıları olan yapılar da vardı. Ama onlar, bir aynılaştırma siyaseti içerisinde yürüdüklerinden dolayı, belli bir tabanı oluştursalar bile, Kürtlüğün krizinin derinleşmesi ve siyasallaşmasıyla beraber, bu süreçlere cevap veremez oldular. PKK’nin jargonundaki hakikat arayışçılığı kavramını önemsemek gerek. O kendisine bir hakikat arıyordu. Çünkü PKK, Kürt ulusunun krizinden doğdu, o krizi ete kemiğe büründürdü, gerçek insanın eyleminde şayan etti ve yeni bir Kürt insan tipi yarattı. Bu muazzam beceri ve cüret karşısından hangi güç, PKK’nin muazzam boyutlara varmasını, genişlemesini, dokunduğu her alana sirayet etmesini engelleyebilirdi ki? PKK’yi iyi okumak ve anlamak lazım. PKK, bir solukta görülüp, anlaşılabilecek bir olgu değil. İç dinamikleri oldukça karmaşık ve güçlü. Türkiye solunun kendi içinde bile beceremediği ne varsa, PKK, bunu kendisi için bir olanağa dönüştürdü. Elbette önemli bir yönü de lafız olarak değil, hakikati olarak kendi deneyimlerinden öğrenme becerilerini geliştirmiş olması.
Komün Dergi: Aynı zamanda, Türkiye devriminin etkileriyle de doğdu.
Hikmet Acun: Elbette bu böyle, ama o krizi siyasallaştıracak dinamikler gökyüzünde değildi. O dinamikler, bizatihi tarihin içinde vardı. Geriye onu bulup, çıkarma becerisi ve yaratıcılığı kalıyordu. Bir taraftan da TDH’nin öncüllerinde vardı. Ve bu krizi siyasallaştırmanın olanaklarını PKK gördü. Dolayısıyla Öcalan’ın, özellikle parti-cephe geleneğine bu kadar atıf yapması bir güzelleme değil, sahici bir bağlanma halidir. Şimdi suni denge! Suni denge; suni dengeyi bozdu mu, bozdu. PASS’ı (politikleşmiş askeri savaş stratejisini) aldı, bunu ete kemiğe büründürdü mü, büründürdü. Silahlı propaganda! Bunu ete kemiğe büründürdü mü, büründürdü. Parti-cephe geleneğini, kim temsil etti? PKK’de temsilini buldu! Dolayısıyla PKK kendi hakikat arayışını buradan inşa etti. Ve tabi bundan da önemlisi şu; Türkiye ‘80’li yıllarda, darbe karşısında dibe giderken, PKK, başka bir şeye cüret etti; gerilla savaşı. Dahası Kürdistan’ın yegâne halk gerçekliğinin hareketine bürünme. Halk denilen soyutluğu, gerçekliğe büründürme… Bak akademisyenler, Gramschi üzerinden hegemonya tartışması yaparlar ya; o hegemonyanın canlı pratiği, PKK tarafından Kürdistan’da inşa edilmiştir.
Türkiye’de, aynı zaman aralığında, bu düzeyde bir sınıfların krizi oldu mu, siyasallaştırabildik mi tartışması, ayrı bir mesele. Bu, birebir benzeyen bir alan değil, haksızlık etmemek lazım Türkiye sol hareketine. Kürdistan’da bu kriz derinleşirken, Türkiye’de, 70’ler sonrası, neoliberal politikalarla beraber, sınıflar değişiyordu. Gecekondular, yavaş yavaş değişmeye başlıyordu, kırsal alan değişmeye başlıyordu, sosyolojik yapı değişmeye başlamıştı. İlksel birikim oluşturmak için kentlere gelip, proleterleşmek zorunda kalan muazzam bir kitle döngüsü de oluşmuştu. Dolayısıyla bir kriz halinden söz etmek mümkündü. Ancak bu durum, başka çıkmazları da oluşturuyordu. Kent yaşamına atılmış insanların kimlik krizleri, kültürel krizler alanını daha çok tetikliyordu. Dolayısıyla bir dönem, bizim yuvalandığımız gecekonduların, geçici olarak toplumsal anlamda muazzam bir olanak yaratması; daha derin toplumsal krizlere mahal vermekten uzaktı. Çünkü kentlere gelen ve proleterleşmekte olanlar için de bir değişme ve dönüşme mevzilerinin oluşması söz konusuydu. Çok geçmeden bu naif yapı, daha çoklu oluşma biçimlerine mahal verecekti, kendi mülkiyet ve emek ilişkisinin itkisiyle farklılaşmalar yaratacaktı. Dolayısıyla şöyle bir durum yok; Türkiye’de 12 Eylül darbesi gelmeseydi bile, mevcut yapısal durum devam etseydi bile, Türkiye sol hareketi Kürdistan’daki gibi PKK’nin gerçekleştirdiği gibi bir varoluş kriziyle rastlaşıp, onu siyasallaştıracak durumda değildi. Ancak başka zeminler yoklayabilirdi ki, zaman zaman bunu da yokladı. Kabul edelim, başarılı ya da başarısız olundu, ama yoklandı. Türkiye’de parti-cephe geleneğinden gelen küçük gruplar, doğru veya yanlış şehir gerillacılığını yokladılar. Dev-Sol’un deneyimi çok önemli bir deneyimdir. Ama bütün mesele, Türkiye’de sınıf hareketlerinin hızlı değişkenlikleri görülemiyordu. Dolayısıyla, buradan baktığımızda, Kürdistan’daki durum daha stabil. Kürtlüğün krizi derinleşiyor, PKK buradan hareket edip, Fanoncu bir üslupla, mevcut Kürt kimliğiyle ilişkilenip, onu yıkmak üzere hareket etmekte tereddüt etmiyordu. Burası oldukça çarpıcı; PKK, bizatihi verili Kürtlüğün eleştirisi üzerinden inşa etti kendini. Başkan Apo’nun, Kürtleri bu kadar yerici laflar söylemesini biz didaktik bir şey olarak anlayamayız. Tam da Fanoncu bir yaklaşım… Kriz halindeki Kürtlüğün yıkılması ve yeni bir Kürtlüğün inşa edilmesi gerekiyordu. Demek ki, krizler nasıl derinleştirilip, olanağa çevrilirmiş, bunu PKK’den öğrenmek gerek.
Komün Dergi: O zaman, tam burada, şunu söyleyebilir miyiz; tam da burada bizim tartıştığımız varoluş sorununu gerçekleştirdi. Kürtlüğün kriziyle birlikte Türkiye’de sıkışan devrimciliğin krizine de bir kapı aralamış oldu. Kendi devrimciliğini inşa ediş süreci ve Kürtlüğün krizine verdiği örgütlü eylemliliklerle kendini var etti.
Hikmet Acun: Bu çok hayata dair bir şey. Bizim gibi değil Kürtler. Şimdi düşün, kapışma başlamış, 84’te köyler boşaltılmaya başlamış, Diyarbakır Cezaevi’nin adını bile koymuyorum. Ortalama 16-17 yaşına gelmiş bir kadın-erkek genç için hayat yok. Sokağa çıkıyor devletten tokat yiyor, kaçsa Batıya aynı şeyler. PKK, bunları, aldı aldı, koparttı. Varoluşun adını koydu, ona bir anlam verdi. Ona, yeni bir kişilik kattı ve onu, bir savaşçıya dönüştürdü. Onun mahareti, onun gücü, krizi siyasallaştırmasından doğru geliyordu. Şimdi Türkiye’de, aynı düzeyde bir beceriye sahip olunabilir miydi, yapılabilir miydi? Bunlar hep farazi tartışmalardır. Türkiye’de istesek de istemesek de, artık mevcut sol’un dinamiklerinden baktığımız zaman, Türkiye’de, PKK’ninki kadar yaratılacak zemin yok. Çünkü Türkiye’nin batısı, toplumsal olarak anlık virajlar, kırılganlıklar ve değişkenlere oldukça açık haldeydi.
Komün Dergi: Türkiyeli örgütler, özellikle ‘71’in 3 hareketinin devamcıları, niye coğrafya değiştirmiş, kendisinin idealleri ve geleneğinden beslenen PKK hareketi ile uyum kuramadı?
Hikmet Acun: Uyum kuramamanın ötesinde, daha kötü bir durum var. Kürdistan’da, devrimci varoluş, devrimci savaş üzerinden kendisini ortaya koyduğunda, o güne kadar teorik olarak Lenin’den devralıp kabul ettiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ancak iş PKK’nin gerçeğine geldiğinde ise hepsi, kendi burjuvazisinin saflarında yer aldı. PKK’yi provokatör mü ilan etmediler, ajan örgüt mü ilan etmediler, milliyetçi hareket mi ilan etmediler? Türklük bilinçaltı ve Kemalizm’den yadigâr, egemen ulus şovenizmi ile solculuk arıza verdi. Bu bakımdan, PKK, bir turnusol işlevi de gördü. Hani sen hep ısrar ediyorsun ya; “niye bugünlere kabuk olarak kaldık” diye. Bizim kabuğa dönüşmemizin uğrakları var; bu kabuğun oluşmasından bir tanesi 1974. İkincisi, 1984’dür. 74’de, 71’in kısa devresine sırtımız dönüp, onu tarihin dışına attık. 84’de, Kürt devrimci hareketinin diriliş döneminde, ona el uzatmak, onunla bütünleşmek, onun hakikatine saygı duyup işleri ortaklaştırmak yerine, onun hakkını ona teslim etmek yerine, kendi burjuvazimiz ile aynı safta yer aldık. Taa ki Kürtler, HDP projesini ellerine verene kadar. Ayrıca HDP meselesi de oldukça su kaldırır.
Komün Dergi: Başka önemli bir soru. PKK, Marksist-Leninist iddialı bir örgüt olarak çıktı, diyelim ki PKK saf bir milliyetçi hareket olarak çıksaydı, ezen ulus devrimcilerinin tavrı nasıl olmalıydı? Kürt halkını sömürgeci boyunduruk altında tutan TC burjuvazisi, Türk emekçi yığınlarını da faşist baskı ve zulüm altında tutuyor. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle Türkiye devrimcilerini kanlı katliamlardan geçiren aynı devlettir. Yani bizi de boğan aynı düşmana vuran bir hareket, Kürt milliyetçiliği gütse bile normal olarak aynı düşmana vuran birini düşman görmek ve biraz önce söylediğin gibi “ajan örgüt”, “Kürt MHP’si” “karşı devrimci örgüt” ve benzeri söylemlere savrulmasının temelinde ne yatıyor?
Hikmet Acun: Türkiye sol hareketi, bir zamanlar “milli burjuvazi” tartışması yapıyordu. Milli burjuvazi ile ittifak yapılır mı, yapılmaz mıyı tartışıyordu. Bu, Doğu Perinçek’in açtığı yoldu. Bu yolu, D. Perinçek’in açmış olması, işlevsiz olduğu anlamına gelmez, oldukça işlevsel olmuştur. Egemen ulus refleksinin karakteristik özelliği, “bölünme”dir. Bu “bölünme”, “birlik” meselesi, Kürtlere karşı, egemen ulus şovenizmi olmakla sınırlı değil. Solun toplumla kurmaya çalıştığı ve her girişiminde tosladığı meselede hep bir “bir olma” girişimi vardır. Bir “dirlik” hali vardır. Bu “birlik ve “dirlik”i, kim akamete uğratıyorsa, o “provokatör”dür. Bu kadar net ve anlaşılır bir ruhsal geleneğe sahip olunca, Kürt devrimci hareketinin bundan nasibini almaması beklenemezdi.
Bir de, taa TKP’den gelen, ‘71 çıkışında da kendini hissettiren “antiemperyalizm” meselesini, bilinç altında kuran saik, “milliliğin” bölünmezlik olarak şekillenmesini de oluşturdu. Dolayısıyla “vatan” kavramı tıpkı İttihatçıların formüle ettiği gibi, “herkes”i kapsayan olarak içselleştirilmiştir. (“her kes” kelimesi, Kürtçe’dir ve Kürtçe’den, Türkçe’ye geçmiştir) Bu bakımdan, Türkiye solunun PKK’ye “bölücü”lük üzerinden bakmasında ve ilişkilenmesinde şaşılacak bir durum yok. Bak Türkiye’de Hrant Dink’in katledilmesine kadar, Türkiye sol hareketinin önemli bir kısmı Ermeni soykırımı meselesinde devletiyle aynı düşünüyordu. Hrant cinayetinden sonra hikâye, biraz liberallerin estirdiği rüzgârla değişti. Ermenilere olan önyargı belli düzeyde kırıldı. Bunun içinde istisna öbeklere haksızlık etmeyelim, buna dâhil etmiyorum. Ermeni meselesi ile Yunan meselesi keza, Aleviler meselesinde ha keza. Solu anlamak için, onun toplumsal bilinçaltına bakmak gerek. Bu yetmez, toplumsal formasyonuna bakmak gerek.
Komün Dergi: PKK orak çekiç’li bayrak ve Marksizm söylemiyle çıktı.
Hikmet Acun: Elbette Marksist jargon içinde çıktı. Ve bunun arkasında durdu. Öyle olmasa bile, senin görevin, ezilen ulusun milliyetçiliği olsa bile onu anlamak, onunla yoldaş olmak. Ama biz; ta ki Kürtler, Türkiye’de siyaseti belirleyene kadar onlarla hep mesafeli olduk. Burada da ilginç bir durum var; HDP projesi içinde olan bazı sol grupların, Kürtlerle kurduğu ilişki, HDP dolayımıyladır. İlginç değil mi? Aslında HDP’nin siyasi arpalığı olmasa, Kürt Özgürlük Hareketi’nin adını bile anmayacaklar. ÖDP gibi, EMEP gibi, daha mesafeli ve koşullu duranlardan hiç söz etmiyorum. Türkiye sol hareketini kabuk haline getiren, onun varoluşuna dair bize soru sordurtan, bizi tartışmaya iten kırılma noktaları var. Bunları anlamak ve analiz etmek durumundayız.
Komün Dergi: Mevcut solun durumu hakkında biraz daha konuşalım; nasıl bir dünyanın içindeyiz biz? Bunu kendi dünyamızın içini anlamak bakımından soruyorum.
Hikmet Acun: Sana hemen söyleyeyim; hayat değişti. Solcunun hayatı değişti, yerleşik düzene geçti. Ama burada paradoksal durum şu; bu insanlar ilginç biçimde solculukla ilişkisini kesmediler. 90’lı yıllarda, bu sefer kendi hayatlarını yaşama ve algılama biçimi üzerinden siyasete “retro” yaptılar. Siyasete yeniden kurucu olarak dâhil oldular. Dikkat et; kurucu olarak dâhil oldular. Eskiden siyasetle kurdukları ilişkinin köşeleri gitti. “Ölüme nişanlı, hayata sözlü” olma günleri gitti, “aşkın heyecanlı” günleri geldi. Ee ne de olsa, 70’li yıllardan gelen “yaşanmışlıklar” var. “Hayatı değiştirmek gerek” günlerinden, “hayat yaşamaktır” günlerine gelindi. Dolayısıyla bir siyaset modellemesi olarak ÖDP’nin ve daha sonra onun rol model olduğu yapıların, patır patır ortaya çıkması rastlantı değil. Çünkü bu siyaset eyleme biçimini tüketmeye hazır, muazzam bir birikintinin içinden geldi. Muazzam bir tüketicilik. Sonu gelmeyen bir tüketicilik. Bulduğu ne varsa; ruhsal, duygusal, meta, mülkiyet, insan ilişkileri… Artık ne verdiyse her şeyi tüketime dönüştüren bir birikinti, “bir geldi, pir geldi”. Biz, ne sanıyoruz hayatı, siyaseti? Kendi kendine mi kurulduğunu, rastlantı olduğunu mu sanıyoruz. Bu güçler gökten zembille gelmedi. Bir tarihin içinden geldi. Sen, Beckett’in romanından çıkmış Wlademir gibi Godot’yu beklerken; Kafka’nın romanından gelen Gregor Samasa hikâyeyi sil baştan değiştirdi. Bu metamorfoz prototip bir sonuçtur aynı zamanda. Daha başka şeyler de oldu; feminizm gibi dinamikler giriş yaptı. Çevreci hareketler gibi hareketler giriş yaptı. Anarşist hareketler giriş yaptı. İnsan hakları gibi, hayvan hakları gibi hareketler giriş yaptı. Yeşil sol girdi. O hayatın üretebileceği acayip cümbüş, renklilik kuşattı. Dolayısıyla böyle bir insan tipine uygun siyaset alanları uç verdi. Şimdi bütün bunların, böyle yürüdüğü evrende, bizim dünyayı değiştirme gibi, devrimciliği arama gibi tartışma yapmamızın bir anlamı var mı, yok.
Bu başlıkları burada bitirelim asıl konumuza geçelim bir an.
(Devam edecek. Gelecek bölüm; varlık bağlamında neden tutarlı bir insan eleştirisine ihtiyacımız var? Geleceğin toplumu, yalnızca “emek sorunu”nu çözmekten mi ibaret? Ya da emek, her şeye yeter mi? Kapitalizmin geleceği, yalnızca akıllı teknolojilerden mi ibaret? Yoksa kapitalizm, bize bundan öte, başka bir şeyler mi söylüyor?
Öğrendiğinden
fazlasını yapabilen makineler dünyasının sınırında, bir öncülük savaş alanı
olarak, yeni nesil devrimciliği neler bekliyor?)
[1] Bewusst sein; Hegel ve Marks’da biliçli olma, bilincin varlıkta şayan olması, varlığı meydana getirmesi. Dasein; Heidigger tarafında kullanılan bu kavram, “burada olma”, “burada meydana gelme”, yani bir durumun içinde zuhur eden. Da kavramı aynı zamanda mekânı da içerir. Böylece bu kavram aynı zamanda “buradalık”, “buranın içinde olan” gibi bir anlam da yüklenir.
[2] Hikmet Acun: “Vasatın makulü; devrimciliğin imkânsızlığı” (http://komundergi2.com/hikmet-acun-vasatin-makulu-devrimciligin-imkansizligi-komun-roportaj/)