Komün Dergi: Bir önceki röportajda konuya kısmen girdik ve önemli tartışmalar yaptık. Devrimci varoluşu anlamamız için başka anlamamız gereken neler var? Mesela sen hep ısrarla insan ve emek eleştirisi üzerinde duruyorsun.
Hikmet Acun: Birincisi tarihsel olarak kapitalist dünyanın inşasında ilerlemeciliğin, modern olanı bir geçerlilik olarak inşa etmesi ve dünyaya içselleştirmesi yıkıcı bir algı kabulü yarattı. Çünkü dünya durmaksızın ilerliyordu, bu ilerleyen dünyanın başını da bir “öncü sınıf” olarak burjuvazi çekiyordu. Kuşkusuz bununla da sınırlı olamayan başka sonuçlar da var; insan ancak bir ilerleme altında tanımlanabilir olma halinden kendini anlayabilme saiklerininin anlamına varabilir kılındı. İlerlemenin tarafındaysan, daha “üst dünyanın” içindesin demektir. Değilsen “geri olanın” içindesin. Aslında bu, bir bakıma, yeni kolonyalizmin “geride olanı” fethetmesinin de göstergesine dönüştü. Kolonyalist dünyanın çekiciliği, öykünülürlüğü ilerleme üzerinden kuruldu ve bu, kabule dönüştü. Aynı kerteriz, ilksel birikime akıtılmak üzere kır dinamiklerinin çözülmesi ve kent dinamiklerine dahil edilmesi için de kullanıldı. Ama burada daha tahripkâr başka bir bağlam daha var; modernlik ya da modern durum, ancak ilerleme altında tanımlanabilir bir durumdur. Bunun ilmihali; meta fetişizminin derinlikleri içinden gelen “şey” dir; makinenin, eşyanın, yani şeyin insanı öncellemesidir. Makinenin ve şeyin insandan önce gelmesidir. Makinenin, şeyin, üretim araçlarının sanki ”kendinde varlıklar”mış gibi bir gelişme temsiline sahip olmasıdır. Dolayısıyla makine ve şeyin gelişmesiyle, insanın gelişmesinin ölçülebilir bir ölçekliğe sahip olacağı, insan olmanın da bu ölçeklenebilirlik altında karşılık bulacağı, gerçekten dünyanın temel kabulüne dönüştürüldü. Bu kadar meta-fizik sanrının dünyası içinde ilerlemeciliğin solculuğun referansı olması elbette oldukça şaşılacak bir konu. Çünkü ilerlemecilik ideolojik sufleyle başlar ve sen bu sufleyle dünyaya bakarsın. Bu solculuğun büyük paradoksudur. Sözüm ona yıkmak istediğin dünya, senin değerler sitemini ve mevcut kodlarını belirliyor. Dahası dünyadan beklentine dönüşüyor. Burjuvaziyle sağlanan bu aynılık, dünya solunu nerelerden, nerelere sürükledi; son iki yüz yıl, bu dramatik deneyimlerle dolu… Bir “ütopya”ya sahip olduğunu varsaydığın şey; distopyadan başka bir şey değildi. Trajik mi, komik mi?
Sovyetler’de, daha 1925’lerde başlayan çözülüş; bizatihi “ilerlemekte olan” dünyaya yetişebilme saplantılarıyla, “üretim araçlarını geliştirme “ve daha yıkıcı olan “kalkınma” saplantılarıyla malul değil mi? Ha keza Çin’in varıp dayandığı yer, aynı yer değil mi? Bu “ileri burjuva dünya”yı kutsama ve vaftiz olma ayini, dünya sol hareketinin hemen hepsini sürükleyip kendi konteynerine doldurdu. Biz hala kapitalizmi “yıkmak”tan söz ediyoruz. 20. yüzyıl devrimleri neden kapitalizmin dışına taşamadı ve nihai olarak, yeniden kapitalizme rücu etti, sorularının cevabının önemli bir kısmı ilerlemecilik treninde yer kapmaktan başka bir şey olmadığından kuşku yok.
Ama daha başka normatif kuruculuğa da sahiptir ilerlemecilik. Kültürel yarılma ve bu yarılmasının üst referanslarının belirleyiciliği bakımından ilerlemecilik norm düzenleyici olarak da işlev görür.
Dolayısyla burada “ileri insan” tanımlaması üzerinden bir normal kurar. Örneğin batılı demek, Anglosakson demek “üst insan” demektir. Bir medeni olma hali olarak kentli demek, kırsal karşısında kültürel tanımlama olarak yürürlüğe girer. Bu, aynı zamanda, kültürel kodlar dizilişi oluşturur. Bu diziliş bir “adap- yaşam biçimi” tanımı olarak dolaşıma girer. “Yaşam biçimine uygun” olmak, “norm”a dahil olmaktır. Bu norma dahil olamama ise “ileri vasıfları”ndan yoksun olmak demektir. Özellikle yeni kolonyalizme maruz kalmış coğrafyalarda “burjuva kültürü”ne, Avrupa kültürüne öykünmenin yaygın olması, tam da kültürel sömürgeciliğin ilerlemecilik üzerinde akılcılaştırımasıdır. Akılcılaştırma demişken; ilerleme altına alınmış “her şey” bir modernlik dolayımı ile bir akla sahip olabilir. Bugün toplumsal hayat alanında “doğru ve yanlış”, ancak modern akıl tarafından açıklanabilir varoluşa işaret eder. Böylece insan, ancak bu akıl tarafından açıklanabilir bir nesneye dönüşür.
Böylece insan denen soyutluk, ancak bir temsil olarak burjuvada mümkün olduğu bir dünyada, “insan”ın genelleştirilebilir, eşitlenebilir ve “herkes”e indirgenebilir olduğu yanılsaması; burjuva mülkiyet hukukunun veciz ruhunu oluşturur. Bu durum kuşkusuz yalnızca medeni hukukun değil aynı zamanda hukukun geri kalanını içinde varsayımsal bir referansa dönüşür. Böylece “insan ve hak” ilişkisi, ancak ve ancak bu hukukun normları içinde mümkün hale gelir.
Bu bakımdan “ilerleyen tarih trenine” doluşmuş, gittiğini sanan bir dünyada; bu trenden atlamak kimseyi kurtarmaz, trenin frenini çekebilme hayali de kurtarmaz. Bu trenin raylarını dinamitleyip, tarihi raydan çıkartmak gerek.
Komün Dergi: Marks, soyut insan yok, insan her zaman sınıflı toplumlardan bu yana somuttur; işçidir, köylüdür, burjuvadır, hamal veya para babasıdır, der…
Hikmet Acun: Marks; insan ancak emek, toprak, sermaye çelişkisi altında tanımlanabilir, diyordu. Dolayısıyla herkese indirgenebilir, genelde şayan olan, insana şiddetle karşı çıkıyordu. Yani “ezeli ve ebedi” bir insan yok. İnsan, bir dolayım, bir durum içinde, bir toplumsal ilişkiler alanında, bir anlam olarak oluşabilir. Marks’ın ‘gerçek insan’ dediği de budur. Bu tanım, materyalizmi tarihe bağlamadır. Tarihsel materyalizm değil, materyalist bir tarihe varmadır. Dinde, ideolojide, hukukta, ekonomide soyut görünüşler almış ve genelleşmiş insanın; gökyüzünden, yeryüzüne inişidir.
Ama insan sorununu daha çetrefil yerden görmek istiyorsak; insan ve anlam ilişkisini, materyalist bir tarih bağlamından, hak ettiği biçimde kurmak zorundayız. Yani materyalizmi çağırmak zorundayız.
Marks da, Engels de doğadaki insana bakarken; insan doğasını da oldukça sade, “zorunluluk” içinde zikrediyordu. Ancak insan meselesi hiç de masumane olmayan bir tarihsel hikâyeyi daha hatırlamamızı gerekli kılıyor. Bakın doğadaki canlı yaşamı meydana getiren, beslenme zincirini meydana getiren, devindiren bütün canlı oluşumlarla insan denen memeli arasında genetik olarak fark; ortalama yüzde üçten fazla değil. Bu oran bazı türlere, insan arasında nereyse yüzde bire iner. Yani insanı oluşturan “kalıntı” ortalama yüzde üç civarı. Yani biz, yüzde üçlük kalıntıdan meydana geldik. Biz insandan söz ederken, aslında bu yüzde üçlük kalıntının hikayesinden söz ediyoruz. Kabul edelim ki, aslında bir “ucube”den söz ediyoruz. Doğanın talihsiz biçimde mutasyon yoluyla oluşturduğu bir ucube… Tarihi bakımdan da tırmandığı beslenme zincirinin tepe noktasından, dünyayı ‘kendisi için şey’ haline getirmiş bir ucube…
Beslenme zincirinin en uç noktasında olmak demek, her şeyden önce ‘seçme eylemi’nde bulunabilme özgürlüğüne sahip olmak demek. Seçmek ise; bütün doğa nesnelerini yeniden üretmek demektir. Ve elbette kendine de bu “yeniden üretim” içinden bakmak demek. İnsanın ‘yaratıcı yıkıcı’lığının; mülkiyet, hukuk, devlet, din, sınıf gibi icatlarının altında yatan saik de bu ‘yeniden üretim’dir. Ama dahası var; bizim ‘insan sevgisi’ dediğimiz, ‘insan hakları’dediğimiz ve insana bahşettiğimiz bütün olumlama; doğanın ele geçirilmesi ve bu “yeniden üretim’in olumlamasından başka bir şey değil. Böylece şu soru her düzeyde karşımıza çıkar; bir devrimci hümanist/insan sevici olabilir mi? Yoksa bu insanın yıkılması ve bizatihi kurucusu olduğu dünyanın/ilişkilerin ortadan kaldırılması eyleminde bulunmak, “terör”e dahil mi? Yani insana “düşman olmak”, teröre dahil mi? Sahi nasıl bilirdik insanı? Burada soru bir adım daha ileri gider ve doğanın tarihinin içinde, geç bir dönemde ortaya çıkmış, yeryüzünü istila etmiş ve gelişmesinin belli bir aşamasında; mülkiyeti, dini, metayı, devleti, hukuku, burjuvaziyi, kapitalizmi icat etmeye ulaşmış bu insan türü, nasıl bir gelecek vaat eder? Ve biz solcular, bu insanı “başka bir üretim ilişkisi altında ehlileştirme” vaadinde bulunurken, asıl; bu insan bize ve kendine ne vaat ediyor sorusundan istesek de kaçma şansımız yok. Var mı? İnsanın yabancılaşması sorunu, en yakıcı soru ve sorun değilse, nedir? Eğer insana, doğaya ve tarihe ayık kafa ile bakacaksak, ideolojik saplantıların dışında, materyalist bir nesnellikten bakacaksak, bu insanı kendimiz için soru ve sorun etmek zorundayız.
Sahi bu “modern” insanın elli bin yıldır vaat ettikleri ortada, geldiği yıkıcılık ortada. İyi de bu insanın kendi el yapımı treniyle gitmeye çalıştığı gelecek ne vaat edecek? Bu materyalizmin sorusudur ve bugünün Marksistleri bu soruya cevap vermekle mükelleftir.
Komün Dergi: Tartıştığımız felsefi olarak insan nedir sorusundan çok, sınıflı toplumun ve o toplumda hâkim olan ideolojinin yani düzenin insanı üzerinedir. Devrimciler, burjuva hümanizminin etkisinde insana güzelleme düzüyor, o insanla kavgayı esas almamız gerekiyor diyorsun.
Hikmet Acun: İşi biraz dolandıralım öyle gelelim, gelmemiz gereken yere. Bu insan, bize ne vaat ediyor? Bütün riskleri göze alarak soruyu bir adım daha götürebiliriz. Biz, hep proleterlere vaat ettiklerimizi konuştuk, proletaryanın kendi diktatörlüğünü kuracağını hep vadettik. Bunu toplumsal bir modeli, yani kapitalizm altında modellenmiş bir “insanlık durumu”nu baz alarak, vadettik. Ama proletarya bize ne vaat ediyor? Proletarya, geleceğini bu insanla kurmayacak mı? Tamam, toplumsal ilişkilerin değişmesiyle, insanın da değişebileceği bir çıkış noktası. Marks içinde bu böyle… Ancak burada ‘insan’ meselesi hala boşlukta. Çünkü insanın tarihi bize anlatıyor ki; insan, üretim ve ilişkiden mürekkep değil. Dolayısıyla benim sorduğum sorunun provakatif soru olması gerçek olmadığı anlamına gelmiyor. Ve bizi sarsan bir soru bu. Bütün ideolojik olarak bizi kurgulayan her şeyi çatır çatır buz gibi dağıtan bir sorudur; proletarya bize ne vaat ediyor, insan bize ne vaat ediyor sorusu. Bugün devrimcilik yapacaksak, bugün geleceği ele geçirmek istiyorsak, bizim tutarlı bir insan eleştirisine sahip olmamız gerekiyor. Bu “ilerleyen” insandan nasıl kurtulacağımızı ve bu dünyayı nasıl anlayacağımızı kurcalamak zorundayız. Çünkü proletarya da her şeyden önce “insan” olarak bu dünyanın mamulüdür. İnsanın hikayesinden azade değildir. Ve bu mamullük meselesi görmezden gelinebilecek bir mesele de değildir. Yani insan proleteri de bu dünya inşa etti; ruhsal, duygusal, toplumsal bilinçaltı, uhdesi, zevkleri, beklentileri vb… Dolayısıyla “ilerleyen tarih treni”ndeki insan-proletaryaya iyi bakmak zorundayız. Ben yine bir oyun bozanlık yapıp şunu söyleyeyim; biz, insan proleterle, sınıfsal olan proleteri birbirinden ayırmak zorundayız. Sınıfsal olan proleter, kendini de yıkıp bu şeyler dünyasını terk-i diyar etmek zorunda. Ama onun en büyük handikabı, peşini bir türlü bırakmayacak olan insan proleterdir. Dolayısıyla proletaryanın, kendini inşa eden toplumsal gerçeği ile bir sorunu yokmuş, bizatihi kendiyle bir gerilimi yokmuş gibi, fantastik kurgularla dünyayı anlayamayız. İnsan kutsalımız değil, sorunumuzdur. Yalnızca sınıfsal olanı değil; yüzde birlik bir genetik fark artığından ortaya çıkmış mutasyon olarak da sorunumuzdur. Hem de oldukça çetrefil sorunumuz. Bizi kafa kırdırtan sorular sormaya zorlayan sorunumuz…
Komün Dergi: Bugünkü insanla kavgayı esas almamız gerekiyor.
Hikmet Acun: Bugünkü insan değil sadece, bugünkü insan gökten gelmedi. Şöyle bir tarihi var; 2 milyon yıl önceki öncüllerimizi saymazsak, son 50 bin yıl önceki modern insanla, aynı insanız. Bu devlet, bu din, bu mistik alem, metalar, mülkiyetin özel karakteri, din, faşizm, ekonomi, sınıflar. Bütün bizim hayatımızı hem kavramsal olarak hem gerçeklik olarak “var eden” durumların hiçbiri gökyüzünden, başka alemden gelip insanlara sufle edilmedi. Bunların hepsi, bir ağaç faresinden gelen insan denen ucubenin öz hikayesidir. Biz, öz hikâyeye bakmak zorundayız. Kurgularımıza değil. Yani bütün yaşamış olduğumuz acılarımız, bütün yaşamış olduğumuz hayatın yıkıcı güçleri, bizatihi insan denenin öz hikayesinden geliyor. Bunlar insandan azade gelişmedi. İnsanüstü güçlerden oluşmadı. İnsan dışındaki güçlerden gelip, insanlarda cismanileşmedi. Hepsi insanın evriminin öz hikayesinin bir parçası. Şimdi gerçek buysa; biz ayık kafayla insan denen türe bakmak zorundayız. İnsan denen türü kurtarmak değil, insan denen türün hikayesini yıkmakla mükellefiz. Onu karşımıza almakla mükellefiz. Sınıflar dediğimiz olay, insan gerçekliğinin dışında değil, onun gerçekliğini inşa eden dinamiklerinden biri. Ha keza burjuvazi dediğimiz egemen insan kümesi, bu gerçekliğinin dışında değil. Kölecilik, feodalizm onun bir gerçekliği. Dolayısıyla biz dünyaya sınıfsal olarak bakarken, sınıfsal hikâyeyi oluşturan kaynağı bir “öz hikâye” içinde anlamazsak ve onun farkına varamazsak; bilinçli olma halimizi, varlık olma halimizi buradan anlamazsak ve buradan sorgulamazsak; daha işimiz çok demektir. Yani materyalizmi tarihe çağırmak zorundayız.
Komün Dergi: Binlerce yıl geçmiş, bütün uzayı fethetmiş, en küçüğünden uzay sonsuzluğunda muazzam sonuçlara ulaşmış, gen teknolojisiyle yeni türler yaratmaya soyunmuş veya türü bozmaya soyunmuş; bütün bunları yapan milyarlarca insan hala dinlerden kurtuluş bekliyor. Bu ne anlama gelir? İnsan dediğimiz türün naifliği, daha da ötesi hala kendisi olamadığı, çok zayıf olduğu, dinler olmadan yapamadığı vb. tespitini yapabiliriz pekala.
Hikmet Acun: “Kendi olmak” ne demek? İnsandan öte bir insan mı var ki, olma ya da olmama üzerinden bir kıyaslamaya tabi tutulsun. İnsan neyse, o. İnsanın, insan olmadan başka bir deneyimi yok. Biz, her daim kendimize bakarak, dışımızı anlamaya çalıştık. Bunun için de oldukça meşakkatli zamanlardan geçtik. Şöyle olsaydı insanın hikayesi değişebilirdi; örneğin tarihin erken zamanlarında, başka gezegenlerde yaşayan daha gelişmiş türlerle tanışsaydık, kendimizi kıyaslama şansımız olurdu. Yani birileri bize “ne olduğumuzu” söylemiş olsaydı, hikayemiz değişebilirdi. Kendimize ne olduğumuz sorusunu sormanın bedeli ağırdı. Bu yüzden bir tekeri yapmak için binlerce yıl debelenmek durumunda kaldık. Ayrıca biz neyiz, sorusunun cevabını aramanın başlangıcının tanrılara müracaat etmek olması rastlantı değil. Bizi, biz yapan nedir sorusu, bu dünya necidir sorusundan daha karmaşık bir soru çünkü. Tarihte felsefenin çıkmasının bir nedeni var! Ama kendimizi arayışımız elbette ilginç şeylere de vesile oldu. Mesela estetikte; yüce olana, ideal olana varma. İdeal bir dünya yaratma, kusurlu halimizden, kusursuzluğumuza varma arzusu. İdeolojilerdeki “idea” olan. Ama buna rağmen biz neyiz sorusuna hala cevap verebilmiş değiliz. Çünkü insana dair sorumuz, tarihin her momentinde farklılaşıyor. Mesela sende dinsel bir arzunun kuruculuğundan gelmiyor musun? Niye ideal insan, ideal toplum arıyorsun? Hem de bunu insan için arıyorsun. Bunun iki nedeni var; birincisi pragmatizmi çağırandır, yani bu mevcut insandan kurtulmak için, onu ideada, ilahi olanda yeniden kuruyorsun. Yani hayalinde kuruyorsun!
İkincisi hakikati çağırandır; insanın bir doğa nesnesi olarak çekirgeden fazla bir kıymeti harbiyesinin olamadığı ve onu bu dünyanın başına dert eden “farklışma”yı ortadan kaldırıp, eşitleyecek “insan düşmanlığı”. İşte burada insana dair kurulmuş ve yakıştırılmış dinsel olan, ideolojik olan, yüce olan, yani kıymetli olan ne varsa yıkılır, yerine tam da Engels’te ifadesini bulan doğal insan kalır -ki o da sorulacak başka sorulardan azade değil-. Şimdi bütün fazlalıkları atıp, “insan düşmanı” olmaya hazır mısınız? İnsanı nasıl bilirdiniz sorusuna; “kötü bilirdik” demeye hazır mısınız? Proletarya, insanlığından çık, diyebilmeye hazır mısınız?
Komün Dergi: Marks bir yerde “insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözünü söyler. Başka söyledikleriyle birlikte, Marksizm’i yüksek bir hümanizm olarak anlayanlar çok. Marksizm’de insan meselesi nerede duruyor?
Hikmet Acun: Marks’ın çok ciddi bir insan eleştirisi vardır. Marks’ın ideolojiyi olumsuzlaması da bizatihi insan eleştirisinden gelir. Marks, bunu ‘toplumsal yaşam süreçleri’ üzerinden yapar. Alman İdeolojisi, bunun üzerine yazılmış bir eserdir. Bir insan tartışmasıdır. Eksiktir, ama oldukça önemli bir yekündür.
Hümanizm, burjuva çağına has bir insan tercümesidir. Hiçbir sınıf, insanı burjuvaziden çok sevemez. Burjuvazi, insan sever. Çünkü sermayenin ve mülkiyetin yeniden üretimi için insan bir “değer”dir. Çünkü harekete geçireceği güçler içinde insan oldukça önemli bir yekündür ve bu insan durmadan eyleyen ve üretim saiklerini hem geliştiren hem de devindirendir. Kaldı ki bir “öncü sınıf” olarak insan, ancak burjuvazide temsilini bulabilir. Bunun için kimse burjuvaziyle insan seviciliği yarışına girmesin, çünkü eline su dökemez.
Burada elimizde iki lens var. Birincisi; aydınlanmadan gelen insan var. Bu aydınlanmanın insanı, liberaller, sosyal demokratlar, piyasa solcularının, hepsinin çıkış noktasını oluşturur. Bu bakımdan insana atıf yapmakla, siyasi karşılıklarını oluşturur. İkincisi; Aydınlanma geleneğinin dışından gelen Marksizm, daha çok da Rus Marksizmi. Avrupa Marksizmi ile Rus Marksizmini ayıran temel meselelerden biri insan/cılıktır.
Buradaki esas çatlak, bir ‘görme biçimi’ meselesidir de. İnsanı tarihten kurtarmakla, tarihi insandan kurtarmak arasındaki çatlak. Ve bu görme sorunu oldukça çalkantılı yılları almıştır. Mesela Frankfurt Okulu, özellikle Habermas ekolü, insanı “geri döndürme” girişimi olarak da okunabilir.
Kaldı ki, insan ile insanlık aynı şey değil. Bu tekil-çoğul şivesi meselesi değil. İnsanlık; bir durumdur. Durumu açıklayandır. İnsan ise soyutluktur. Bağlamsızdır. Marks’ın insanı bir durum içinde anması manidardır. Çünkü durum, meydana gelmiş olandır. Yürürlükte olan ne varsa hatırlatandır. Bir anın içinde zuhur edendir, nazire yapılandır. Nazire meselesini önemsemek lazım. Marks, tam da bir durum içinde olana nazire yapar. Ama bir durum içinde olana… Şimdi anlıyoruz ki insanlık, insan gerilimini yeniden okumak zorundayız. Dolayısıyla Marks’ı hümaniter bir kulvara sokup, oradan koşturma çabasında olan aydınlanmacı geleneğe sıkı bir yumruk atma sırası çoktan geldi bile. Eğer biz, Marks’ı insan eleştirisi üzerinden okuyabilirsek, lensimizi değiştirebilirsek, başka bir görme biçimine ulaşmış olacağız. Ve bugün iddia edilen teorinin sıkıntılı haline son vermede önemli adımlar atmış olacağız. Ama bu yalnızca birikimi değil, cesaret de isteyen bir “kalkışma” dır. “İnsan düşmanı” bir Marksizm okuması ve onun kendi çağından gelen gediklerinin kapatılması, kolay mı? Bu sorunun cevabı yeni nesil devrimcilerde!..
Komün Dergi: Saydığın bütün bu kavramları -modernliği, ilerlemeciliği, hümanistliği- sol baş tacı yapmış durumda ve bütün bu kavramlar bizi sistemin içine çekiyor.
Hikmet Acun: Dediğin kadar masumane değil. Sistemin değil, bu dünyanın içine çekiyor ve bu “insan” üzerinden bir politik algı ve anlam kuruyor. Bak daha somut bir hatırlatma yapayım. Sovyetler’in yıkılışından sonra, iki kavram çok hızlı dolaşıma sokuldu. Yirminci yüzyıl anlatılarını kurmuş olan devrim kavramı, terör kavramıyla karşılandı. Terör, her şeye indirgenebilir, her çatışmalı durumun içinde yeniden üretilebilir bir göstergeye dönüştürüldü. Bu dünyayı değiştirmek isteyen her şey teröre dahil edildi. Bunu muhaliflerin eline de verdi. Bir yerde silahlı girişim varsa, düşmanın elindeki patlayıcıyı, kendine yöneltmek varsa; muhaliflerin literatürüne terör olarak girdi. İkincisi; sosyalizme karşı demokrasi kavramı hızlı biçimde dolaşıma sokuldu. Bir de baktık ki, herkes demokrat olmuş. Muhalefet ve piyasa sosyalistleri demokrasiyle cümlesine başlar olmuş. Devrimler, devrimcilik gitmiş; post-devrimcilik döneminin envanteri oluşmuş. Bunları akılcı kılmanın, dahası piyasa değeri haline getirmenin yolu ne? İnsan seviciliği. Hep “insan hakkı”na, insan olmaya atıf yapmak. Ee ne de olsa metalar aleminde insanın bir “değer”i var. Değer yasası yürürlükte. Bu piyasada siyaset yapmak, bir makbul de oluşturuyor. Çıkıp da kimse demiyor ki; ahali nereden geldik, nereye gideriz, diye. Birileri “insan olmaya geldik” diyecektir. Devrimciler insandan çıkmaya geldi…
Komün Dergi: Kapitalist sistemler toplumları saran dev birer ahtapottur. Bugünkü sistemler bir ahtapotsa, bu ahtapotun vantuzlarını bu insanlar oluşturuyor. Bu insan hem bu ahtapotun kendisi hem onun kurbanı durumunda.
Hikmet Acun: Kapitalizm de bir insan icadı. Ancak bu türün tarihsel seyri nereye kadar gider, bunun için kehanetlerde bulunmak oldukça zor. Elimizdeki verili envanter, bu insanın gidişini durdurmayı emrediyor. İnsan evriminin nelere kadir olacağını bilmiyoruz. Kaldı ki artık evrimin doğal yoldan devamını da kesintiye uğratacak genetik bilgilerine sahip olduk. Önümüzdeki elli yıl içinde, bugün insan için kullanılan pek çok kavram artık olmayabilir. İnsandan kastedilen değişebilir. Eğer bu ilerleme treninin rayını patlatmazsak, biz de o “ilerleyen trene” doluşursak; artık bırakalım dünyayı dert edinmeyi.
Komün Dergi: Burjuvazi ile kavga etmek için önce burjuva toplumunun insanıyla kavga etmemiz gerekir.
Hikmet Acun: Bu insanla zihnimizde hesabımızı kitabımızı bitirmemiz gerekiyor. Bu insanla hesabımızı kitabımızı bitirelim ki öznelleşmeyi buradan kuralım. Kaç defadır röportaj yapıyoruz en büyük sorunumuz, zihnimizde kopuşu yaşayamamış olmamız; arıyoruz ama iş zihnimize geldiğinde orada sıkıntı yaşıyoruz. İş zihnimizdeki kopuşta. Bu dünyayla arandaki ilişkinin adını koyman gerekiyor. Henüz bu adı koyamıyoruz.
Komün Dergi: Varoluş sorununun birinci meselesi, bugünkü dünya ve bugünkü insan eleştirisi olmalıdır, diyorsun.
Hikmet Acun: Bakın biz geliştikçe, yeryüzünde türler yok oldu. Hiç değilse yeryüzünde bizim ortaya çıktığımız şu kısa dönemde, önemli oranda tür yok oldu. Yeniden üretim yapabilmek ve yeryüzünü kemirmek için durmadan çevreyi değiştirip, tüketiyoruz. Bir beslenme zinciri var, bir ekosistem var. Bu ekosistemin bir yerinde zincir koptu mu, bütün ekosistem duman oluyor. Biz tarımsal üretim yapacağız diye böcekleri öldürmekle, bazı yerlerde fareleri öldürmekle, zinciri koparıyoruz; o koptu mu başka türün sayısı çoğalıyor. Ya da başka türlerin de yok oluşunu tetikliyor. Kentleşme ha keza… Özellikle gıda sağlayan türlere uygulanan mutasyon teknikleri, sadece insan türünü değil, başka türlerin de canına okuyor. Bu gezegende hayatın bir sınırı var. Bu gezegenin bir ömrü var. Galaksimiz, en yakın galaksiyle çarpışmaya doğru gidiyor. Yani süre belli. En kötü ihtimalle, yarın komünizm gelse, bu dünya’nın ayakta kalabilmesi, sürdürülebilir olmasıyla sınırlı değil. Yani biz, her şey yok olacak. “Yıldız tozu”ndan geldik, toz olacağız. Elbette başka gezegenler keşfedip, istila etmezsek; insan “evrende hoş sada” kalacak. Buraya kadar zikredilenler gerçek mi, gerçek!.. Ee ne demeye, bu ucubeye olmadık anlamlar yükleyip, “bir umudum sende, anlıyor musun” güzellemeleri yapıyoruz? Devrimcilerin işi, güzelleme yapmak değil, anlamaktır. Anladığını, bir soruna dönüştürebilmektir.
Gerçek karşında irkilmeyin hemen. Bakın hayat aslında şudur; bile bile lades etmektir. Çünkü bu evrende hiçbir şey entropiden -termodinamiğin ikinci yasasından- kurtulamaz. Öyle mi, öyle!.. Bile bile lades ediyoruz, çünkü varoluşumuz sınırlı ve sonlu. Bir sonluluk içindeysen, ne eylersen, sonluluk içinde eylediğini bilirsin. Bu kadar!.. Yani bizim arzularımız, şimdiki zamandır. Şimdi olandır. Devrimciliğimiz, komünizm, dünyayı ve insanı düşünce konusu yapmamız, ‘şimdi’ dir.
İnsan ne zaman ortaya çıktı? Öncülerimizi dahil edersek, araştırmalara göre 2-2,5 milyon yıl önce! Modern insan ne zamandır var? Son elli bin yıldır, bilemedin yetmiş bin yıl. Dünyada hayat ne zaman başladı? 4 milyar yıl önce. Dünya denen çocuk gezegen kaç yaşında? 7 milyar yaşında. Bir tuhaflık yok mu sence? Bu kadar geç, uzaklardan gelmiş bir türün, kısa zamanda dünyayı istila etmesinde bir tuhaflık yok mu? Bir ağaç faresinin mutasyonunda söz ediyoruz; insandan…
Kaldı ki SETI diye bir uzay araştırma projesi var. Uzaydan gelen “yapay sesleri” arıyor. Bunların kullandığı modele göre, 6-7 milyar gezegen var bizim galaksimizde. Bütün ihtimaller çıktıktan sonra, yüz binlerce, hatta milyonlarca gezegende hayat olması gerekiyor. Bu sadece bizim Samanyolu galaksimizde. Demek ki neymiş; insan denen mutant evrende biricik değilmiş. Uykunuz kaçsın! Dahası var; ihtimaldir ki, holografik bir evrendeyiz. Öyle ya, parçacıklar aynı anda evrenin her yerinde olabiliyorsa, biz de aynı anda evrenin her tarafında olabiliriz! Buyur sana ‘paralel evrenler’. Buna “sol”dan bakışın bir cevabı var mı, yok. Olması da gerekli değil zaten. Bunları bilmek demek, kendimizi bilmek demektir. Ne ettiğimiz ne eylediğimizi, neyle iştigal ettiğimizi bilmek ve farkına varmak demektir. Kendimizi bir sorun haline getirebilme yetilerimizi geliştirmemiz demektir.
Komün Dergi: İnsan varoluşunu devam ettirebilecek mi veya nasıl devam ettirecek?
Hikmet Acun: Büyük ihtimalle başka gezegenlerde koloni kuracaklar. Biz tarih trenini devirmezsek, bunu kapitalizm kuşağı altında yapacak. Yani başka gezegenleri kemirmek ve sömürgeleştirmek üzere, uzayı fethe çıkacak.
Elbette insan genlerine müdahale ederek yapacak bunu. Böyle giderse ihtimaldir, genetik olarak planlanmış “üst insan” ve “doğal yolla döllenerek oluşmuş alt insan” bölünmesine maruz kalmış insanların dünyasına hükmeden bir kapitalizmden söz edilecek. Bir de robotlar ve yapay zekaya sahip makinelerin ne haltlar yiyebilme yetilerine sahip olabileceklerini henüz bilmiyoruz. İnsan denen ucubenin kendisi yetmedi, kendi gibi, hatta kendinden daha radikal becerilere sahip makinelerle bir tarih oluşturmaya gidecek. Emek tanımı değişecek. Emeğin rolü değişecek. Şimdi bu konuştuklarımız fantastik sayıklamalar mı; değil. Yakın bir gelecekte kapımızı çalacak gerçekliğimiz! Bütün bunlar insanın “eseri” mi, eseri!..
Sahici konuşacaksak, bu insanın bindiği ilerleme trenini raydan çıkarmak zorundayız. Radikal bir dünya eleştirisine ve eylemine sahip olmak zorundayız. Bu dünyanın içinden konuşulan, bu dünyanın tamiridir. Bu dünyadan çıkış için cüret ve düşünceye ulaşmak zorundayız. Geçelim kıytırıktan siyasetçiliği.
(Devam edecek)