Hikmet Acun, yaklaşık 4 yıldır Rojava’da bulunuyor. Rojava Savaşı’nın değişik cephelerini deneyimledi, tanıklık etti, savaşı içeriden gördü. Halen Rojava’nın demokratik inşasında yer alıyor, farklı alanlarda demokratik inşanın sorunlarıyla ilgileniyor. Genel ekonomi, planlama, kooperatifçilik, işçi örgütlenmeleri ve meclisleri, sosyal politikalar alanında çalışmalar yürütüyor.
Hikmet Acun’la yapılan röportajın ilk bölümü için tıklayınız
Merhaba, tekrar Rojava’yı konuşmak için bir aradayız. Rojava’ya daha doğrusu buradaki askeri ve siyasi gelişmelere yönelik bütün değerlendirmeler, buraya dışarıdan bakılarak yapılan değerlendirmelerdir. Rojava’ya emperyalistler ve bütün bölge gerici güçleri, faşist devletler esas alınarak bakıldı. ABD çekiliyor ama şunları hedefliyor, ABD-Rusya arası görüşmeler şöyle sonuçlanabilir, Türkiye-ABD, Rusya-Türkiye görüşmeleri şöyle sonuçlar doğurabilir. İran’ın rolü öbür devletlerin rolü ve ne yapacakları tartışılıyor ve bu güçlerin politikaları üzerinden Rojava’ya bir rol biçiliyor. Burada muktedirler var ve onlar ne isterse o oluyor. Buradaki halkların iradesi yok sayılıyor. Rojava hep kendi dışındaki güçler üzerinden değerlendiriliyor. Siz buradaki tüm gelişmelerin içindesiniz, buradan bakınca neler görebiliyoruz? Rojava’ya nasıl bakmalıyız, önce buradan başlayalım.
Rojava’nın aktüel durumuna ilişkin emperyalist devlet diplomasisinden, gazetecilere, köşe yazarlarına, solcu camiaya kadar yaygın değerlendirmeler var. Bölgeyi dizayn etmeye ve paylaşmaya çalışan ilhakçı güçler diplomasisinin aldatıcı oyunlarını saymazsak, Rojava’ya gerçek anlamda bakan doğru dürüst kimsenin olmadığını söyleyebiliriz. Rojava’ya dönük aktüel yoğunlaşmanın şöyle bir “olumlu” yanı da var; demek ki Rojava bölgede artık bir merkezdir. Rojava, DAİŞ’le savaş dönemlerinde, aynı zamanda toplumsal alanda demokratik inşanın başladığı ve yol aldığı dönemlerde fiili bir olguydu. Gelinen yerde görülüyor ki Rojava artık bir merkezdir. Bu merkezin belirleyiciliği öne çıktıkça, bu merkez dengeleri değiştirdikçe, hesapları alt-üst ettikçe Rojava’ya dönük hesaplar da değişiyor. Bunun önemli nedenleri var; birincisi, Rojava’nın bir istisnayı yaratabileceği beklenmiyordu. İstisnanın savaş içinde kendini kalıcılaştırabilecek düzeyde örgütleyebileceği düşünülmüyordu. Toplumsal, politik iradenin kendi meşruluğunu bu düzeyde tasarlayabileceği düşünülmüyordu. Dahası demokratik projenin bu kadar geniş toplumsal kesimlerde karşılık bulup, oturacağı beklenmiyordu. Buraya bakanlar hep bir kaos aralığından baktıkları için bu ‘olağanüstü’ durumla karşılaştıklarında gerçek niyetlerini oynamaya başladılar. Şimdi buraya dönük sözüm ona bir post-statü arayışına girmelerini ve bunu AKP’nin işgal teraneleriyle devreye sokmalarını ABD’nin, Rusya’nın, İran ve Suriye rejiminin şaşkınlıklarına bağlamak gerek. Demek ki Rojava şaşırtıyor, herkesi şaşırtıyor. Dolayısıyla Rojava’yı anlamak için uluslararası diplomasi oyunları üzerine kurulan dezenformasyona, gazeteci edalarıyla makro “değerlendirmeler” yapan köşe yazarlarına ve aynı minvalde yorum yazan solculara itibar edilmemeli. Çünkü Rojava artık bir deneyim biriktirdi. Zihnini nasıl kullanacağını öğrendi, kendini anlayabilir hale geldi. Bu bakımdan Rojava aktüel durumda da nerede ne adımı atacağını, kimden ne alacağını, nasıl ilişki kuracağını da öğrendi. ABD ile yapılan görüşmelerin de, Suriye rejimi ile yapılan görüşmelerin de bu anlayış üzerinden sürdüğünü düşünüyorum. Bunu şöyle de anlayabiliriz; Artık Rojava kendini birilerinin atmaya çalıştığı ipe bağımlı görmüyor. Birilerine muhtaçlık üzerinden ilişki kurmuyor. Birilerinden lütuf da beklemiyor. Rojava, Rojava olarak var olmaya çalışıyor. Ayrıca burada AKP’nin saldırganlığını da iyi okumalı. DAİŞ Deyr-i Zor’da neredeyse bitti, yakında tüm toprakların özgürleştirildiği zaferi ilan edilebilir. DAİŞ’in yenilgisi, AKP’nin ve Türk Devleti’nin yenilgisidir. Bu ne anlama geliyor? Rojava’da DAİŞ üzerinden yaptığı bütün yatırımlar ve planlar iflas etti demektir. Hoş, sadece Rojava’da değil, İdlip’te de iflas edecek. Bunun yarattığı ve yaratacağı sonuç nedir? İşte bunun sonucu, bugünkü aktüel durumu meydana getiriyor. Nedir bu? Rojava artık ciddi anlamda siyasi bir sorundur! Dolayısıyla AKP’nin Menbic’ten başlayarak Rojava’yı işgal etme teranesi buradan gelmektedir. Çünkü Rojava’nın siyasi sorun olmasının sonuçları AKP için daha yıkıcı olacaktır. Türk Devleti ve AKP artık Rojava diye anılan demokratik toplumsal pratiğin sonuçlarıyla cebelleşmek durumda kalacak ve bu durum onlar açısından kolay altından kalkılabilir bir gelişme değil. Rusya’nın kurnazlık hesapları bunun üzerinedir, ABD’nin şaşkınlığı ise, tamamıyla ezberinin bozulması ve ne yapacağını bilmemesi nedeniyledir. Düşünün Rojava’ya kadar dünyada, Latin Amerika’da devrimci güçlere karşı kontraları örgütlemiş, paramiliter güçler devşirmiş, cinayetler işlemiş Amerika, Rojava’da devrimci güçlerle rastlaşmak zorunda kaldı, dahası onlara eli mahkûm “muhtaç” oldu ve bugüne kadar uluslararası alanda yürüttüğü politikalarda kırılma meydana geldi. Şimdi sırtını dönse dönemiyor; gitse gidemiyor. Rusya, İran fırsat kolluyor. Türkiye ile “kötü karı koca” ilişkisini aşamıyor. Demek ki neymiş; artık Rojava siyasi bir sorunmuş ve bir merkezmiş! Dolayısıyla sorunuzun cevabına buradan bakmak gerek.
2- Suriye’ye açık bir emperyalist müdahale yapıldı, insanlık tarihinin tanıdığı en büyük suçlardan biri işlendi. Buradaki süreci, yaşananları başından bugüne ana hatlarıyla değerlendirir misiniz? Bir tarihten sonra zaten savaş dâhil Rojava’daki tüm gelişmelerin içindesiniz.
Şuradan bakarsak, aslında Rojava’daki devrimci savaş, Kobane şehir direnişi ve savaşına kadar fazla ilgi çekmedi. Oysa 2011-2012 sürecine gelindiğinde, Qamışlı ayaklanması gerçekleşmişti ve neredeyse rejim Qamışlı’dan büyük oranda çıkartılmıştı. Yine Qamışlı o tarihlerde Nusra/DAİŞ’in insan rezervi bakımından önemli kaynaklarından biriydi. Süreç içinde Haseke bölgesi, Dırbesiye, Serkaniye Nusra çetelerinin elindeydi. Tel Abyad ha keza… O zaman aralığında Türk devleti bu topraklara yüzlerce çete mensubunu silahlandırıp, sınırdan sokuyordu, lojistik destek sağlıyordu. Bu topraklar işgal altındaydı. Suriye Rejimi zaten güçten düşmüş, asker bile bulmakta zorlanıyor ve Şam-Halep bölgesini tutmaya çalışıyor. Rejim bir süre sonra Halep bölgesini de tutmaz hale geldi. Çöl bölgesi denilen Fırat’ın aşağı tarafı tamamıyla çetelerin kontrolünde. Yani Suriye fiili olarak çoktan paylaşılmıştı ve bölünmüştü. Sadece Halep’ten 4 milyon insan göç etti. Halep tam bir harabe. Sadece Halep’in doğusunda Kürt semtleri direndi ve çetelerin girişine izin vermedi. Kısmen de Ermeni Mahallesi direndi. Öyle bir durum oluşmuş ki, Baas rejiminin baskısından ve mağdurluğundan dolayı Araplar’ın bir kısmı çetelere açık destek sunmuştu. Uluslararası kontra güçler bu durumun önünü açmış, çetelere yol vermişti. Suriye’de bölge olarak sadece Afrin’e çeteler girememişti. Orada halk örgütlü ve kısmen silahlı olduğu için Afrin daha özgür bölge olarak kalmıştı. Dolayısıyla Rojava direnişi aslında Serekaniye’de gizli birkaç devrimci savaşçının, Dırbesiye’de de bir elin parmağı kadar savaşçıyla büyük savaşın ilk ateşini yakmasıyla başlar. Sonrası ise Kobane Direnişiyle dünya, Rojava’daki devrimci güçlerle tanışır.
3- Kürt Özgürlük Hareketi hangi koşullarda ve nasıl bu savaşın içine girdi? Bu konuda ikili bir şaşı bakış var. Bir, ilk soruda bu konuya cevap verdiniz, Kürdistan devrimcileri önce kendilerini bir özne olarak gerçekleştirdi ve emperyalist ve bölge gericilerinin koalisyonuna karşı alternatif olarak çıktılar. Sonra adım adım bu coğrafyada yaşayan halkları özneleştirerek yeni bir kuruculuğa soyundular. Burada tek taraflı emperyalistlerin kurduğu bir sahne yok, halklar da bu coğrafyanın öznesi olarak sahadalar. İkinci şaşılık bu gerçek kavranmadığı için sanki emperyalistleri bu topraklara Kürtler davet etmiş ve ortaklaşmış gibi bilinçli bilinçsiz hamaset yapılıyor. Şimdi burada 60 tane devletin eli var. Türkiye’nin İran’ın, Rusya’nın eli var. Yani buradaki gelişmeleri kimse hediye etmedi, Rojava nasıl ortaya çıktı, bir de buradan bakalım.
Bunu anlamak için hikâyeyi bilmek gerekir. Bakın çetelerle -ki o zaman adları Nusra idi- ilk çatışma Dırbesiye’de başlar, daha sonra bu alanlarda halk silahlandırılır, Dırbesiye özgürleştirilir, böylece savaşçılar Serekaniye’ye kayar, Serekaniye ele geçirilir ve esas savaş o zaman başlar. Savaş böyle başlar. Bu savaşın içerisinde Kürt devrimci güçleri oldukça hızlı ve maharetli şekilde insanları silahlandırdı. YPG’nin ilk oluşumu buradaki yerel insanları silahlandırılmasıyla başlar. Dolayısıyla adının Halk Savunma Birlikleri olmasının sebebi siyasi bir algı falan değil, gerçeği budur. Kuruluşu halkın silahlandırılmasıyla başlayan bir süreçtir. Buradaki savaşın seyri içinde bizzat buradaki varoluş sürecinin, bizatihi o savaşın içerisinde var edildiğiyle dolu bir hikâyedir. Buranın gerçeği bu. Yani sıradan insanlardan failin yaratılması ve tarihe girişidir. Özneyi inşa etme işidir. YPG sadece bir halkın kendi kaderine yapmak üzere yola koyulması değil, bir özne inşa sürecidir aynı zamanda. Daha sonra toplumsal alanlara sıçrayacak olan ilişkiler ağı, bu toplumsal öznenin inşa sürecidir. Özneler sadece savaşçılar değil. Bu toplumun dinamiklerini özneleştirme sürecidir. Savaş böyle başladı, daha sonra Kobane’ye DAİŞ’in gelmesiyle Kobane Direnişi başlar, orada çok ciddi kayıplar verilir. O direniş daha sonra zaferle sonuçlanır. Ve oranın yaratmış olduğu varoluş gücüyle halk daha fazla çocuğunun YPG’ye katılmasını sağlar. Kobane’nin yaratmış olduğu atmosferle buradaki yerel halktan yerel gençlerden çok hızlı bir şekilde YPG’ye katılım başlar. Bir halkın var olmasını yaratan hikâye budur.
-YPG başlangıçta tümüyle Kürtler’den mi oluştu?
Kısmen Süryaniler’den ve daha çok Kürtler’den oluştu. İlk bölgelerde sınır hattında Araplar o kadar yoğun değildi. Olanlar da kendilerini biraz egemen ulus gördükleri için daha çekimser kaldılar. Ya da bir kısmı çetelere destek vardı. Demek ki şimdi ortaya çıkmış olan meclislerin, siyasal yapının kendine has kurumsallaşmanın tarihi var bu kendi kendine oluşmadı, bunun bir tarihi var. Şimdi bunun adı nedir? Bunun adı bizim Marksizm geleneği içerisinde savaşların devrime yol açmasıdır. Savaşın ve devrimin bir öznenin inşası olmasıdır. Devindirici güçlere dönüşmesidir. Sıradan bir ayakkabı boyacısının bir meclis eş genel başkanı haline gelmesinin hikâyesidir bu. O güne kadar 10 tane çocuğuna bakmaktan başka hiçbir hayatı olmayan bir kadını bir meclisin eş başkanı haline gelmesinin hikâyesidir bu. Sıradan bir insanın belediyeleri, komünleri yönetir hale gelmesinin hikâyesidir. Gerçek budur. Bu bakımdan Rojava bir halk “iktidarı”, YPG de bir halk ordusudur.
Artık orta sınıf dünyası içerisinde eğlenen bir sol zihniyetin, öznenin mümkün olduğuna dair kendi tarihinin içerisinden gelen bütün anlatıları unutmuş olanlar için, bunları anlamalarını istemek gerçekten güç. Zaten bunu anlamıyorlar da, anlamak istemiyorlar da. Dolayısıyla Rojava’da, YPG sanki Amerika ile doğmuş gibi, sadece ABD silahları tarafından tanımlanabilirmiş gibi, sanki YPG bu topraklarda büyük fedakârlıklarla yaratılmamış gibi, sadece ABD ile bir ilişki sorunuymuş gibi; ABD silah veriyor, işte İran şunu yapıyor, Rusya şunu yapıyor, üzerinden psikolojik savaş aygıtlarının tetikçisi olan bir sol jargon var. İyi de kardeşim Rojava diye bir yer ortaya çıkmışsa, burası Kadıköy, Beyoğlu, Beşiktaş kafelerinden çıkmadı. Burada bir savaş olmuşsa; birileri bu savaşı verdi, hayatlarını kattı, kopan bacaklarını, kollarını, bedenlerini, umutlarını kattı. Bir hayat inşa ettiler burada. Burayı bir akıl yarattı. Bakın çok somut; son dönemde burada çok somut şeyler yaşıyoruz. Raqqa’daki aşiretler çıkıp ortaklaşa bir açıklama yaptılar. Bizim hiçbir etkimiz olmadı. Öyle bir duyum almışlar. Dediler ki burayı rejime devir etmeyin. Çünkü eski günleri yaşamak istemiyorlar. Ha keza Menbic’ten aynı açıklamalar geldi. Neden Suriye rejimi altında yaşamak istemiyorlar? Bu Arap toplumuna ne oldu da Rojava iradesinin parçası olarak yaşamak istiyor? Cevap çok basit; Rojava Devrimi onlara yeni ve büyük bir hayat verdi, özgürlük verdi. Kendileri olma değerini verdi.
-Peki, bunun biraz üstünde duralım, Raqqa’nın çoğunluğu Arap. Meclisler Araplardan oluşuyor. Raqqa uzun süre DAİŞ’in merkezi olmuş ve yıllarca DAİŞ’le yaşamışlar. Ve şu anda Arap halkı diyor ki biz bu biçimi şu anki idari biçimi sürdürmek istiyoruz.
Evet, Arap halkı böyle diyor. Bakın bunun açıklaması çok evrensel bir şeydir aslında. Sadece Raqqa’ya ya da Rojava’ya has bir şey değil. Demek ki neymiş; 1- Bir insana bir hayat verirsin. 2- O insana bir anlam ve gelecek verirsin. Daha da önemlisi sadece ekmek, aş ve hayati ihtiyaçlarını karşılayacak bir pozisyon vermek yetmiyormuş, neymiş, kendisini gerçekleştirebileceği bir özneleşme vermen gerekiyormuş. Yani o güne kadar sokakta El Muharebat’tan, polisten dayak yiyen insanın kendisini birden mahkeme başkanlığında bulmasını vermen gerekiyormuş. Bakın bu çok evrensel bir mesele. Ona kendisini gerçekleştirebileceği bir hayat verme meselesi. İsterseniz tarihe bir bakın; bütün devrimler insanların varoluş krizlerinden doğmuştur. Çünkü insan var olmak ister. İnsan ideolojinin soyut âleminde gezmez; şu ya da bu sömürülen sınıfın, şu ya da bu cinsin, şu ya da bu etnik kimliğin, kültürel kalıbın içinde bir varoluş sorunu olarak dünyaya gelir ve bir varoluş inşası olarak hayatla cebelleşir, baş etmeye çalışır. Cebelleşmesini krize dönüştürdüğü anda ise devrimler tarihe girer. Rojava’ya bakanlar Raqqa’da, başka kentlerde bunu görmüyorlarsa; bakanın şaşılığına bakmak gerekir!
Üçüncü Yol politikası nasıl bir eksene oturuyor ve KÖH bu stratejide ne kadar başarılı oldu?
Formel anlamda Üçüncü Yol, bağımsız ve Suriye’deki mevcut güçlerden azade bir savaş güzergâhının ve politikasının yürütülmesidir. Ama bu tanımlama eksiktir. Üçüncü Yol demek, ABD, Rusya dışında üçüncü taraf olmak demektir. Taraf kavramı oldukça önemli. Bir taraf olma hem bir güç olmayı tanımlar, hem de politik bir irade olmayı tanımlar. Ama bu meseleyi anlamak için bu tanımlamalar da eksik. Üçüncü taraf, Rojava için her şeyden önce bir yıkılış ve kuruluş anının açıklamasıdır. Rojava’da devrimci güçler, savaşlardan bir savaş yapmadılar… Bakın burası oldukça önemli. Rojava’da devrimci güçler; savaşı, devrime dönüştürdü. Yani? Öngörülemez olanı gerçekleştirdiler. Ayrı bir eğri oluşturdular, istisnayı meydana getirdiler. Olağan savaşı, olağanüstüleştirdiler. Bakın burada derinlerde daha başka bir mesele daha var; Savaşlar, ha dediğin zaman devrimlere yol açmaz, açsa da o devrime sokacak güçler mevcut değilse, sadece savaşın bir tarafı olursun. Rojava’da Üçüncü Yolu ya da tarafı meydana getiren toplumsal arka plan var. Rojava’da Kürtler yakın tarihe kadar buradaki toplumun en dibe vurmuş, en yoksul hatta bir kısmı kimliksiz insanlarıydılar, yani en alttakilerdi. Rojava’daki devrimci savaşın sınıfsal bir karakteri var. Bu görülmediği için, Rojava’ya hep bir savaş aralığından bakıldı. Suriye’de Üçüncü Yol, artık sadece Kürtler’in değil, tüm toplumun en mağdur edilmiş kesimlerinin bir varoluş, bir kendilerini kurma durumudur. Dolayısıyla sınıfsaldır, sınıfsal bir karakteri açıklayandır.
Burada Rojava tanımlamasını aşan gelişmeler yaşandı. Zaten işin sahipleri de artık buradaki yönetimlerinin vb… Kuzey Suriye Güçleri gibi isimlerle adlandırıyorlar. Yani bu Rojava yalnız Kürtler’i gösteren bir şeydi ama artık Kürtler’den öteye burada yaşayan herkesi ve üstelik birçok etnik, inançsal ezilmişlerin ve çoğunluk olan Araplar’ın davasını da omuzlayan bir mücadele yaşandı. O zaman burayı Kuzey Suriye olarak anlamak gerekmez mi?
Bana göre burası hala fiili olarak Rojava. Coğrafik tanım, bazen siyasi tanım olarak da kullanılabilir. Kullanılıyor da. Ama Rojava’yı anlamak için, Rojava’nın içinde ne oluyorsa ona bakmak gerekir. Rojava gelecekte coğrafik olarak Suriye’nin içinde bir yerde olabilir. Ancak, Suriye’de demokratik bir durumun parçası olarak olabilir. Şu açık ki bugün Rojava hiç bir bakımdan Suriye’nin bir parçası değil, özellikle politik ve idari bakımdan Suriye topraklarının dışında bir yer. Rojava, Suriye’nin geri kalan bölgeleri gibi yönetilmiyor. Bizde olan toplumsal kurumların hiçbiri rejimin uhdesinde olan alanlarda yok! Kişisel özgürlüklerden, mahkemelere, belediyelere, kent yönetim biçimlerine kadar ayrı bir siyasal alan Rojava. Bu bakımdan Rojava, bir isimden ve sıfattan fazla temsiliyete sahip. Bir özgürlük temsiliyetine sahip.
Yılların biriktirdiği boğazlaşmalar sonucu halklar ve mezhepler arasında gündeme gelen bir toplumsal çatışmalardan hiç söz açılmadı, böyle şeyler yaşanmıyor mu? Ya da değişik kesimler arasında alttan alta büyüyen gerginlik var mı? Özellikle Kürtler’in vatandaşlık hakları bile yokken, yönetici konuma gelmeleri, yeni durumda sorunlar yaratmıyor mu?
Toplumsal barış bakımından Rojava, Suriye’nin en sakin ve istikrarlı bölgesi. Savaş sürecinde özgürleştirilen her yere, adil ve adaletli ölçüler içinde gidildi. Önce halkın yaraları sarıldı, ihtiyaçları karşılandı, sonra kent meclisleri ve kurumlar oluşturuldu, alan halkın iradesine bırakıldı. Burada adil, eşit, tarafsız ve hiç bir aşireti, gücü kayırmayan ilkesel politikalar yürütüldü. Topluma devrimci giriş ve ilişki biçimi, sonraki süreçleri belirliyor. Arap olan bölgeler tamamıyla Araplar’ın yönetimine bırakıldı. Kürt bölgelerinden yönetici atanmadı. Demografinin karışık olduğu yerlerde her inanç, etnik kesim kendisini temsil etti. Bunun yanında Hristiyan azınlıklar, Türkmenler, Çerkezler kendi meclislerini oluşturdu. Kürtler’in yoğun yaşadığı alanlarda, diğer azınlıklara pozitif ayrımcılık uygulandı. Komünlerde, Belediyelerde, Halk Evlerinde her daim temsil edildiler. Bakanlıklarda ve Federal Parlamento’da da öyle. Kimsenin inancına, yaşamına müdahale edilmedi. Kişisel hürriyetler güvence altına alındı. Dolayısıyla toplumsal barış sağlandı. Bu büyük bir başarıdır. Muazzam başarı.
-Buraya kadar önemli şeyler söylediniz. Peki, baştaki soruya dönersek, evet buradan bu savaş ve bundan sonraki süreç Rojava’dan bakınca nasıl görünüyor?
Evet tekrar aynı yere geldik ve burayı konuşalım. Daha önceki röportajda bunlarla ilgili konuşmuştuk ama bir daha bunların altını çizelim. Şimdi hani şişede durdurduğu gibi durmaz derler ya, devrim de kitaplarda durduğu gibi falan durmuyor. Öyle bir hayat yok. Romanlarda yazıldığı gibi olmuyor. Hayat asimetrik bir seyir, yani sınıflar arasındaki ilişkiler, toplumsal ilişkiler, kuruluş ve yıkılış anları kitaplardaki gibi değil. Şimdi Tunus’ta bir insanın kendisini yakmasının Arap isyanlarını başlatacağını kim tahmin edebilirdi ki, kimse tarif dahi edemezdi. Bir kriz ortaya çıktığı anda hazırlığı olan, olaya taraf olan, müdahil olan, olayı derinleştiren, siyasileştiren belirler ve tarihi o yazar. Yoksa o krizin arasına başka ve egemen güçler girer ve onların tarihine yazılır. Biz bunu dünyada onlarca değil, yüzlerce kez gördük. Bu durum hayatın diyalektiğinden gelen bir şey. Kurgusal değil. Devrimci bir insan zihni bir yönteme sahipse bunları anlayabilecek yetileri geliştirmiş demektir. Dolayısıyla bu yeti yoksa Rojava’yı anlama yetisi de yoktur. Demek ki aslında Rojava diye bir sorun yok, Rojava’yı anlama yetisiyle ilgili bir sorun var. Dolayısıyla yeti diye bir problemimiz var. Yani şimdi Suriye’ye ABD’yi, İran’ı, Rusya’yı buradaki devrimci güçler mi çağırdı ki, bu güçlerin pozisyonunu devrimci güçler mi belirledi? Türkiye’nin pozisyonunu Rojava devrimci güçleri mi belirledi? Burada bir savaş vardı, devrimci güçler de savaşın içerisine bir özgürleştirici güç olarak girdi. Çok büyük kayıplar verildi, anormal kayıplar verildi. Halk büyük acılar yaşadı. Buradaki savaş, başka hiçbir savaşlara benzemiyor. Çünkü klasik orduların karşılıklı savaşması gibi bir savaş değil. Karşıda DAİŞ gibi bir yıkıcı bir güç vardı. Çekirge sürüsü gibi ve oldukça gelişmiş silahlara ve savaş bilgisine sahip bir güç vardı. Ve bu güçlerle savaşıldı. Zorunlu ve paralı asker zoru görünce sonuçta kaçar, parayla savaş bir yere kadar; ama DAİŞ’in bir ilahiyatı vardı. Dünyaya manifestosunu yaymak için gelmiş, ben bu toprakları alacağım, bu topraklar benimle anılacak demiş. Rojava’da böyle bir güçle savaşın içerisinde başka bir manifestoyla gelen devrimci güçlerin dünyaya önerdiği şey, bir solukta bakılıp geçilecek şey değil. Bir gazete köşesinde yazan bir şey değil. Bizzat kendi pratiklerini örgütleyerek toplumu yoklaya yoklaya; tabi toplumun da bir sürü imkânsızlığına toslayarak, kendi varoluş koşullarını inşa etmeye çalışmış bir iradeleşme sürecinden bahsediyoruz.
-Bütün bu atılımlara rağmen tabi ki, burada her şey güllük gülistanlık demek değil, peki biraz bu boyutuyla meseleye bakabilirsek?
Elbette güllük gülistanlık bir durum yok. Hayat kendi ıslığını çalıyor. Bazen teorik konuşmak çok romantik çok entelektüel bir şey olarak keyif verebilir. Ama biz devrimciyiz ve sorunumuz şu; benim kurgulamış olduğum geleceğin gerçekle, hayatla bir zemini var mı, yok mu? Yani kafamdaki mevzu ile ben bir gün hayatın içinde karşılaşabilir miyim sorusu senin her şeyini belirleyen bir sorudur. Senin kendi başına ne düşündüğünün bir önemi yok. Düşündüğün senin ve hakikatin bir olasılığı mı? Bu olasılıkla karşılaştığın zaman bu olasılıkla gerçekte nasıl ilişki kuracaksın? Yöntemin ne olacak meselesi yaşamımızdaki temel meseleler olması gerekirken, bütün bunları atlayıp, soyut bir düzlemde devrim üzerinden konuşmak, Rojava’yı tanımlamak olsa olsa ahmaklık olur. Yani Marksizmin diyalektiğine ve dünyayı anlama biçimlerine uymayan bir şey yapmış olursun. Rojava’ya soruyu şöyle sorsunlar; Kürt devrimci güçlerinin yerine siz olsaydınız ne yapardınız? Ben topu şu an bunu okuyanların kucağına atayım; bizim entelektüel, teorisyen, Batı kavramlarına hâkim, modern-yarı modern, bu iddiada olanlara soralım, siz olsaydınız Rojava’da ne yapardınız? İyi de kardeşim senin bir mahalle, sokak yönetme deneyimin bile yok. Gelelim sorunun kırıldığı yere. Rojava topraklarında bizim bu alanımızda 4 milyona yakın insan yaşıyor. Günlük 850 ton gıda ihtiyacı var. 850 tonun içine ilaç, medikal ihtiyaçlar, ekipmanlar dâhil değil. Ve hayat devam ediyor. Sağlığı örgütlemek zorundasın. Eğitimi örgütlemek zorundasın. Gıda ihtiyaç ve blokaj var. Barzani kapıyı kapatmış, Türkiye bloke etmiş, rejim kapatmış ve sen savaş içinde günde 850 ton gıda tedarik etmek zorundasın. Bırakalım başka bir şeyi bunun ancak yüzde 20’sini biz kendi alanlarımızdaki üretimden karşılayabiliyoruz. Tamam da gıdayı nereden bulacağız? Bu gıdayı tedarik edecek ekonomik birimi nereden bulacağız? Çok teknik görünebilir ama toplum hayatında çok önemli bir mesele. Şimdi sorumuzu soralım. Asayiş teşkilatı kurmasan her gün bombalar patlıyor şehirde. Şimdi bir takım tartışmalar var ya bir devlet mi olacağız vesaire… İstihbarat birimi kurmayalım. Tamam hadi kurma, suikast eylemlerini engelleyemiyorsun, istihbarat alamayınca sabotaj eylemlerini engelleyemiyorsun. E belediye de kurmak zorundasın, hatta dönüp belediyeciliğin ne olduğunu da anlamak zorundasın. Doğru bir belediyecilik yapmak zorundasın ve aşağıdan yapmak zorundasın. Sanayi alanlarını geliştirmek zorundasın, tarım ve hayvancılık ha keza. Şimdi sorunumuz şu; mesele bunların cevabını bulma meselesidir, bunları yazsınlar tartışalım. Gelin siz olsaydınız Rojava’da ne yapardınız? Sizler söyleyin. Mesela ABD’yi nasıl kovardınız? Onlar bize sürekli ABD üzerinden yükleniyorlar ya, çok gerçek bir soru soruyorum. Bize somut akıl versinler desinler ki şöyle kovun. Gelsinler buraya beraber kovalım. ABD’yi buradan nasıl kovacaktık? İran’la biz nasıl kapışacaktık? Rusya bizim topraklarımızda değil ama Türkiye bizim topraklarımızda. Dolayısıyla kendileri bu projenin içinde olsalardı ne yaparlardı? Ya da Türkiye’de böyle bir durumla karşı karşıya gelseler ne yapacaklar? Toplumu tanımıyorsan, toplumun içinden gelmiyorsan, hayata Kadıköy’de içmiş olduğun bir kadeh rakının bardaktaki izleri üzerinden bakıyorsan, Rojava’ya da böyle bakarsın. Solcu kafan her daim çakır keyfe düşkün olduğundan atar tutarsın. Ne devrimlere ne hayata hiçbir sorumluluk taşımadan atar tutarsın. Bakın hep hayat başka dedim; bir cıvata bizim için hayati derecede öneme sahip. Basit bir kapı kolu hayati derecede öneme sahip. Bunlar devrimlerin nelerle cebelleşerek yürümek durumunda olduğunu göstermesi bakımından önemli. Mesele sadece savaş meselesi değil, üretici güçler meselesi, üretim meselesi, üretim ilişkileri meselesi, insan meselesi, eğitilmiş emek ve kültür meselesi… Ortada eski bir toplum var ve sen bu toplumdan bir çıkış yapacaksın. Dolayısıyla eski toplumu değiştirecek dinamiklere sahip olmak zorundasın. Rojava’ya üstten bakanlar devrimle temas etmenin ne demek olduğundan bir haberler. Biz hiç değilse burada bir deneyim kazandık. Bir laboratuvar olarak yaşadık. Peki, bizim o solcularımızın neyi var? Rojava Devrimi falan derken bizim takiye yaptığımızı düşünüyorlar, bu böyle bir şey değil. Bir kooperatif kurmak için ne kadar zorlandığımızı göremiyorlar. Bakın size bir örnek vereyim, bunların hepsi önemli. Biz bir köye gittik ve kadınlarla bir toplantı yaptık. Ekmek sorunları vardı. Kadınlara dedim ki, biz buraya 6 tane tandır yapalım, getirip bu köy meydanına koyalım. Gerekli malzemeyi de verelim imece usulü bu tandırlarda ekmek yapın. Köy kendi ekmeğini kendisi yapsın. Kadınlar bana güldü ve benimle dalga geçtiler. Çünkü Baas rejiminin onlara sürekli ekmek vermesi üzerinden edindikleri bir yaşam biçimleri var. Sürekli vermiş rejim. Biz mi yapacağız ekmeği diye dalga geçiyorlar. Bu toplumun emek-ekmek ilişkisine ne kadar yabancılaştırıldığına dair böyle küçük ama çok önemli örnekler var bizim deneyimlerimizde. Eski bir toplumla cebelleşmek çok ciddi bir iş. Bir de konuşmuş olduğum kadınların da çoğu da şehit aileleri. Yani çocuklarını vermişler bu topraklara. Toplumu dayanışmacı bir yaşama getirebilmek öyle kitaplarda olduğu gibi falan olmuyor. Bu çok uzun erimli gelgitli bir kriz hali.
-Şöyle bir toparlama mı yapalım. Şimdi burada sonuç olarak hiç kimsenin bahşetmediği bölge emperyalist güçlerin kan deryasına çevirdiği bu topraklarda birileri farklı bir özne olarak bu topraklardaki kitleyle buluşup bu kadarını yapabildi. Ama muazzam bir şey yaptı. Peki şu anda eksikleri nelerdir?
Bazı şeyleri konuşurken şimdi çok formel bir şey, normatif bir şey söylemek istemiyorum ama devrimci zihin aynı zamanda ahlaklı bir zihindir. Bir şeye bakışın da temizliği vardır. Yani hakkını verme vardır. Çok önemli bir noktada bu soruyu soralım okuyanlara; 20. yüzyıldaki bütün devrimler yenilmiş, Paris Mezarlığı’na gömülmüş. Yenilmiş devrimler çok büyük bir yıkım bırakmış; bürokratik kast, karşı devrimcileşme bir yığın şey. Bütün devrimci emeğe rağmen 20. yüzyıl yenilgilere yazılmış. Dünyanın devrimci yılları geride kalmış, Türkiye’de 12 Eylül darbesi gelmiş, sol yere serilmiş ve belini doğrultamamış. Devrimcilik bir akım olmaktan çıkmış, furya halinde liberalizme kayış olmuş. Artık Balkanlar’da devrimci rüzgârların esamesi okunmuyor. Sovyetler çökmüş, ulusal hareketler gerilemiş, sınıf hareketleri sendikal hareketler düzeyinin bile altına düşmüş, bambaşka bir duruma gelmiş. Şimdi böyle bir girdabın ortasında Kürt dağlarında gerillalar var. Ve bu Kürt gerillaları her şeyden tecritler. Arkalarında alabilecekleri hiç bir rüzgâr yok. Hatta Türkiye’de birazcık solculuk ayakta kalmışsa bunun sayesinde kalmış. Şimdi Türkiye’de devrimci rüzgâr vardı; küçüklü-büyüklü devrimci hareketler vardı ve rejimi bir biçimde sarsıyordu da ve dahası Rojava Devrimi’nin arkasında böyle rüzgârlar vardı da Kürt Özgürlük Hareketi’nin arkasında Lübnan’dan, Kuzey Afrika’dan, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan gelen devrimci ve dayanışmacı rüzgâr vardı da almadı mı? Eğer bunlar olsaydı bölgeyi, Türkiye’yi ve Rojava’yı başka şekilde konuşuyor olacaktık. Bugün Rojava’da Kuzey Afrika’dan bu tarafa doğru gelen Arap devrimcilerden, onların tugaylarından karargâhlarından bahsedecektik. Sadece İspanya’dan, İtalya’dan, Avrupa’dan gelen bir avuç enternasyonallerden bahsetmeyecektik. Balkanlar’dan akan insanlardan bahsedecektik belki. Türkiye’den, Yunanistan’dan gelen binlerce devrimciden bahsedecektik ve bunların sadece savaş alanından değil, toplumsal inşa alanında da katacakları değeri, dinamiği düşünebiliyor musunuz? Bambaşka bir Rojava inşa edebilme şansımız vardı. Şimdi bunlar vardı da, Rojava gitti ABD’ye mi boyun eğdi? Biz bunların hakkını vermek zorundayız. Bakın Menbic Savaşı, şehir savaşıydı. Şehir savaşı demek zırhlı araç demektir, başka türlü şehre giremezsin. Her taraf mayın ve hangi binadan hangi kurşunun geleceğini bilemiyorsun. Çok katlı binalarla dolu şehir. Menbic’te başta 2 tane greyderden bozma zırhlı araç vardı. Sonra ikisini de DAİŞ vuruyor. Ben gözümle gördüm; biri delik deşikti. Diğeri kanala yuvarlanmış. Sen böyle bir koşulda savaş veriyorsun. ABD buraya eli mahkûm gelmiş, İran var, Rusya var, rejim var, elbette bir de Tayyip var. Böyle bir defacto durum var. Ve ABD sana silah vermiş. İyi de kardeşim, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD, Stalin’e silah vermedi mi? İngilizlerle, Fransızlarla Naziler’e karşı savaşmadı mı? Savaşlar, birbirine karşılıklı nane şekeri atarak yapılmıyor. Savaşlar gerçek bir şey, ne bilgisayar oyunu, ne de film sahnesi. Makineler savaşıyor ve insanlar ölüyor. Teknoloji savaşıyor. Böyle bir handikap üzerinden ABD’nin bir biçimde pozisyon elde etmesi ve YPG’nin silah desteği ilişkisi kurması üzerinden, devrimci güçleri Amerikancı olarak ilan etmek ve bunun cazgırlığını yapmak, alçakça bir şey, ahlaki bir sorun.
Şunları da eklemek gerekir mi, tartışmak gerekir mi? Şimdi tabi ki kafamızdaki ideallerle yaşam arasında her zaman bir açı farkı vardır. Bu biraz bazen çok daralır, bazen de anormal bir biçimde genişleyebilir. Buradan kendimize baktığımızda bizim tarafta eksiklikler neler oldu, neler söyleyebiliriz?
Bir şeyin ne olduğuna bakma bize başka bir sonuç verir, bir şeye bir deneyim olarak bakmak bize başka bir sonuç verir. Şimdi biz 20. yüzyıla böyle bir deneyim olarak bakmadık. Meselelere terminolojik olarak baktık ve 20. yüzyıl deneyimleri nerede arıza verdi? O deneyimler nerede heba oldu? Onu bugüne çağırırken nereden bakacağız diye meseleye bakmadık ya, hep böyle fenomenler üzerinden baktık. Şimdi bir deneyim olarak baktığımız zaman burası başka bir şey. 20. Yüzyıl deneyimlerinin yaşamış olduğu bir sürü handikabı Rojava’da da yaşıyor. Hayatın bize gelip boynumuza vura vura hatırlattığı bir meseleydi; insan eyler, insan değiştirendir, insan değişendir, insan edendir. Ama bunu ne koşullar altında yapacağından çok bunun bilincinde olup olmaması daha önemli bir meseledir. Dolayısıyla devrimci kriz süreçleri, bütün devrimlerde yarattığı gibi Rojava’da da büyük handikaplar yaratıyor. Devlet olmayalım derken tırnak içerisinde zorunluluklardan dolayı süreç devlet olmaya itiyor. Devletleşmeye doğru itiyor mikro-devlet ya da değil, fark etmez ama kırılma kadroyu dönüştürüyor, halkçı kimliğini yitirmesine neden oluyor. Halkı savaştıran kadrodan halkı yöneten kadroya doğru bir geçişe zorluyor. Bürokratik kast dediğimiz yığılma ve piramit oluşturma tehdit ediyor. Ama durumun arka planı da var; kadro üretim alanlarından gelmiyor, kadronun savaş deneyiminden başka hiçbir deneyimi yok. Savaş alanlarında ve dağlarda hep steril bir hayat yaşamış. Toplumun içerisine düştüğü andan itibaren bambaşka özellikler istediğini görüyor. Halk pragmatiktir, o senin ne yaptığına hayatını ne kadar değiştirdiğine bakıyor. Yani sen hep söyleyen olursan ve bir de yapanlar başka olursa bu bir yabancılaşmayı getirir. Bu Kürt hareketinin çok iyi okuması gereken bir mesele. Rojava’daki sıkıntılardan bir tanesi de bu. İkincisi ise yaygın olarak şu var; “Biz bu Rojava’yı bir yere kadar getirdik, mevcut duruma başarıyla getirdik; ama bundan sonrasında daha ileri götürebilecek durumda değiliz.” Sebep? “Maddi hayatın yeniden üretimine tosladık.” Yani bir ekonomi planlamak zorundasın. Üretimi gerçekleştirebilecek yatırımlar yapmak zorundasın. Su sorununu çözmek zorundasın. Elektrik, sağlık, kanalizasyon sorunlarını çözmek zorundasın. Yani sokaklarda protestoculuk içerisinde istediğimiz her şeyi burada sen yapmak durumundasın. Bu başka bir insan istiyor. Eğitimli ve kalifiye insan istiyor. Dolayısıyla başka yetenekler ile donanmış kadro gerekiyor. Ben bir arkadaşla konuşurken ona aynen şöyle dedim; “Hep NEP’çiliği savunur gibi konuşuyorsun, biraz daha ileri gitsen teknokratları getireceksin Rusya’daki gibi. Sanki Rojava’yı teknokratlar yönetsine getireceksin işi” dedim. Aynı Rusya’dakinin bir tekrarına düşmüş gibi. Ancak bakın bu hepimizin sorunu. Biz Türkiye’de olsak nasıl yöneteceğiz orayı? Hele üretici güçlerin daha gelişkin olduğu bir yerde… Devrimler göründüğü kadar da kolay bir şey değil. Bir toplumsal hayatın radikal dönüşümünden söz ediyoruz. Yeni kurucu süreçlerden söz ediyoruz.
-Devrim konulardan bahsettin. Ve toplumun imkânsızlığından söz ettin ve kadro sorunudur dedin. Bu güzel ama buradaki kadro 40 yıldır sadece savaşan bir kadro, en iyi dağları ve savaşmayı biliyor.
Biz burada şu sorunu çok sık yaşıyoruz; benim zihin yürütme biçimimle karşımdaki bir arkadaşın zihin yürütme biçimi arasında neredeyse 180 derece açı farkı var. O kendi gördüğü yerden bakıyor, ben ise farklı bir yerden bakıyorum. Bunu çok somut olarak yaşıyoruz. Arkadaşlarda buradaki inşaya, örgüt inşası ve sürdürülmesi gibi bakma normu var, alışkanlıkları var. Belli düzeyde aşılsa da hala var. Hayat başka bir şey ama. Bazı şeyler var ki sen çok ince bir zekayla çözebilirsin. İncitmeden dokunmadan bir yerleri bozmadan, kırmadan yapman gereken bazı işler var. Stratejik düşünmenin zorunluluğu var. Her bir yaptığın işin, başka alanlarda yansıması var. Örgütü yaşamakla, toplumu yaşamak aynı değil. Örgüt de toplum değil, ya da tersi de geçerlidir. Kadronun toplumu idrak etmesindeki sorunlar sancılı ve zaman alacak gibi görünüyor. Bir deneyim biriktirmeye ihtiyaç var henüz.
-Tüccarlar konusu nedir? Hem bunlar sömürücü unsurlardır diyorsun, hem de bunlara mecburuz diyorsun.
Bunlar buranın da kendi burjuvazisi. Savaş üzerinden geçiniyorlar, sömürüyor. Çünkü sorun şu; Barzani bize mal satmıyor. Şu tüccardan git al diyor. Mesela Türkiye’den Cerablus üzerinden bize mal geliyor. Biz doğrudan alamıyoruz. Bu sadece Türkiye ile Rojava arasındaki savaş ilişkisinden dolayı değil, büyük tüccarlar var burada. Buradaki tüccarlar işlerini Ankara’dan bağlamışlar, o tüccar getiriyor, ondan alıyorsun. Ancak çok kısmi kapılar bulunca kendin alabiliyorsun. Daha da ilginç bir örnek; bazen Cerablus’tan Menbic Gümrüğü’ne gelmekte olan araçları ÖSO çeteleri bize ait olduğu kuşkusuyla yakıyor. Ya da tüccardan almış olduğu verginin 20 katı vergi alıyor. Düşünün ÖSO çetelerinin bulunduğu yerlerden şimdi gıda geliyor. Bunlar kolay şeyler değil. Bu sorunun temelini aşmak buradaki üretimi geliştirmekle mümkün. Bu da bir zaman sorunu. Bilindiği üzere savaş demek, yeni sınıfların semirmesi, tüccarların fırsatı paraya çevirmesi demek. Rojava’da bir gerçeğimiz de bu. Şimdilik.
-Peki, son dönemde Türkiye’nin işgal tehditleriyle başlayan durum nedir?
Türkiye burayı işgal etmek istiyor. Tayyip Erdoğan bir ittifaktır. Kendisi bir ‘şey’ değil, bir ittifaktır. CHP bu işin içerisindedir, faşist partiler bu işin içerisindedir. Herkes bu işin içerisinde. Tayyip artık bunları temsil ediyor. Dolayısıyla Tayyip sadece şahıs değil, bir temsiliyeti yürütüyor. Bakın Türkiye’deki siyasi kriz, ekonomik krizden daha baskın. Bu yeni değil, 2000’lerin başından beri derinleşen bir durum bu. İttihat ve Terakki tarihsel sınırlarına dayandı artık. Ya demokratikleşecekti ya da daha koyu faşist bir biçim alacaktı. Devlet çeteleri ikincisini tercih etti. Bütün bunları temsil edebilecek kullanışlı bir muhterise ihtiyaç vardı, Tayip Erdoğan icat edildi. Bakın gölge oyunu nasıl oynanıyor; ABD’nin Tayyip üzerinden Türkiye ile ilişkilerini bozdum, bozacağım ve Rojava’nın çaresine bakacağım demesi. Rusya’nın “Aman Suriye rejimine boyun eğin” demesi, Tayyip’in yüksek volümlü tehdit etmesi, sıkıştıklarında ABD ve Rusya’nın hatta İran’ın Rojava’yı Türkiye ile tehdit etmesi… Aslında bu pozisyon savaş denklemi meselesi değil; mesele siyasi bir mesele. Rojava’yı dönüştürme meselesi. İlginç geliyor ama Rojava’ya post-statü önermelerinin içinde, Rojava’da şimdi yürütülmekte olan modele benzer “solcu” bir model önermeleri de bu güçlerin siyasi arayışlarının ve çıkmazlarının dile gelişidir. Ve rastlantı değildir. Bu durum bize gösteriyor ki, büyük salvoların altında Rojava’daki demokratik inşanın dönüştürülmesi, akamete uğratılması ve sömürgeleştirilmesi var. Mesele bu kadardır. Rojava topraklarında okun yaydan çıktığını biliyorlar. Rojava’da demokratik bir toplum yaratma sürecinin sonuçlarını kestiremedikleri için onu dönüştürmeye doğru bir tezgâh var. Bu danışıklı bir dövüşün içerisinde Rusya’nın, İran’ın, ABD’nin ve Suriye rejiminin kolektif, danışıklı zımni anlaşması var. ABD Kürt devrimcileri İran’la savaşmaya ikna edemeyince, bu kumpası örgütleyerek ve önünü açarak Rojava’yı sözüm ona yalnızlaştırma ile tehdit etmiş oldu. Tutarsa tabi.
-Bu çok samut bir teklif mi? Yani İran’ı kuşatmada yanımızda durun mu dediler?
Evet, bu çok açık bir şey, KCK’nin açıklaması var bu konuda. Çok açık bir açıklama var. Örtülü ya da açık Kürt Özgürlük Hareketi’ne İran’la savaş dediler, Kürt devrimciler yüz vermeyince ABD alelacele yöneticilerinden üçünü terör listesine aldı. ABD şu mesajı vermek istedi; sizin arkanızı boşaltırız Türkiye’nin Rojava’nın tepesine binmesine göz yumarıza getirdi. Ama mesele göremedikleri şuydu: Rojava’nın bir meşruiyeti var. ABD bu meşruiyetin yaratacağı sonuçları kestirince de vites değiştirmeye başladı.
-Şimdiye kadar savaş vardı burada. Biz bir cepheden savaşıyorduk ama İran, Rusya, Suriye yönetimi, Türkiye, ABD bunlar arasında rekabet vardı. Şimdi bunların hepsi burayı bastırmak için anlaştı mı?
Uluslararası güçler arasındaki konsensüsün Türkiye’yi kullanarak Rojava’yı dönüştürmeye ve akamete uğratmaya dönük olduğunu düşünüyorum. Çok politik bir mesele olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye buraya girmeye kalkarsa, burası Afrin değil. Yani Türkiye’nin ummadığı sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu ummadığı sonuçlardan bir tanesi de şu olur; en yakın ihtimal, bu savaş Türkiye’ye sıçrar.
-Hangi anlamda sıçrayabilir? Buradan bir takım güçler Türkiye’ye mi geçer, yoksa Kürdistan’ın göbeğinden Türkiye’nin içinden mi bir şeyler olur?
Her ikisi de, çünkü buradakilerin Afrin deneyimi var. Burada bir savunma pozisyonu almaz kimse. Bu savaş Türkiye’nin içine sıçrar. Türkiye’nin içine sıçradığı andan itibaren Rojava sadece Rojava olmakla kalmaz. Türkiye pirince giderken evdeki bulgurdan da olur. O andan itibaren Kürt illerinin çoğunda ne olacağını kimse kestiremez. İşte o zaman Türkiye’nin bütün hesapları elinde patlar. Recep’in atıp tuttuğuna bakmayın. Buradaki olası bir savaşın Türkiye açısından ciddi handikapları var. Ciddi çıkmazları var.
-Yani bu gelişmelerin, Türkiye’nin atıp tutulduğu gibi topyekûn bir işgale dönüşme olasılığı kolay değil diyorsunuz?
Tabi çok farklı ayakları var bu işin. Tayyip böyle tribüne konuşuyor ama içeride bambaşka şeylerin konuşulduğu kesin. Bunlar tartıyorlar biçiyorlar. Yarın şehirleri vurduğu zaman Hristiyanlar ölecek. Hristiyanlar öldüğünde Avrupa’nın tavrı ne olacak? Araplar öldüğünde bölge devletlerinin tavrı ne olacak? Kürtler öldüğünde Türkiye’deki İran’daki başka yerlerdeki Kürtler’in tavrı ne olacak? Yani onların attığı tuttuğu gibi değil burası, bunun sonuçları Türkiye’yi uluslararası bambaşka sorunların içine sokabilir. Türkiye’yi yönetenlerin risk analizlerini yapmamaları mümkün değil. Biz Recep’e bakarak Türkiye politikalarının bu şekilde yönetildiğini düşünür, bunun üzerine konuşursak hayal âleminde gezmiş oluruz. Recep’in ne dediğinin hiçbir önemi yok. Önemli olan Recep’in ne demediği, neyi diyemediği. Mesele burada düğümleniyor. Yani Türkiye’nin fiziki olarak Rojava’ya yönelme salvosu bir yana, buraya yöneldiği andan itibaren savaşın bütün sonuçlarının ve bütün şeklinin değişmesinin uçları açık. Onun için şuna fit olmaya çalışıyorlar; ABD’ye bana bir küçük bir zafer bahşet ve biz şu Tel Abyad’a biraz girelim. O kadar attık tuttuk şimdi kamuoyunu yatıştırmamız lazım diyorlar. Türkiye’nin çıkmazını Rusya, Türkiye’ye karşı kullanıyor, ABD Türkiye’ye karşı kullanıyor. İran da Türkiye’ye karşı kullanıyor. Yani gerçekten işin şekli şemaili her an değişebilir. Suriye’de Şii milisler var. Bunları bir süre sonra İran kontrol edemeyebilir. Aslında çıkmaz sokak Rojava’dan daha çok Türkiye üzerindedir. O anlamıyla burada çok serin bakmak lazım. Türkiye ve diğer güçler nasıl hareket ederlerse etsinler, defactoyu Rojava’daki siyasi güçler sağlıyor. Rusya bir adım atmak isterse gelip buraya tosluyor, Amerika adım atmak istediğinde yine buraya tosluyor, İran da öyle. Pozisyon itibariyle Rojava’daki siyasi irade 2-0 öndedir. Onun için bu mesele Türkiye’nin tehditleri üzerinden konuşulabilecek bir mesele değil, çok siyasi bir mesele. Tehditle Rojava’daki devrimci süreci akamete uğratma meselesi. Bu çok açık.
-Yani şunları da söyleyebilir miyiz bu dediklerine ek olarak; bu sadece Türkiye’nin meselesi değil, Rusya ne diyor, ABD ne yapar, ABD-Rusya-İran ilişkileri nedir? Bunları görmeyelim değil, bunları bilelim ama bir de buradan baktığımızda bütün bu güçler bir anlamda Rojava’daki iradeye muhtaçlar.
Evet, bu böyle. Şu anlamda; Rojava’da fiili ve meşru durumu siyasi irade ve toplumsal direniş oluşturdu. Bunu burada özneler oluşturdu. Bu meşruiyet bir savaşın içerisinde elde edildi. Bu güçlere rağmen elde edildi. Muktedirler her zaman hayatı belirlemiyor. Eğer öyle olsaydı bu savaş, bu kadar uzun sürmezdi. DAİŞ de Irak’tan İdlib’e kadar bütün bu alanları çekirge sürüsü gibi kaplayamazdı. Yok muydu o zaman Rusya ve ABD? Hayat böyle yürümüyor. Hayat ve irade sadece muktedirlerin uhdesinde değildir.
-İlginç bir şey söylediniz, bir de şöyle bir durum var. Trump DAİŞ’i biz yendik diyor. Türkiye ben yendim diyor. Bu DAİŞ’le savaşın zaferi kimin?
Trump’ın savaşa harcamış olduğu paralar var. ABD’deki seçimlerde senatör adayları, başkanlık adayları hiçbiri yurttaşlar diye konuşmaz. Vergi mükellefleri diye konuşur. Çünkü orada vatandaşlık Avrupa’daki gibi değildir, vergi mükellefliğidir. Bu çok ayırt edici bir mesele, dolayısıyla bu harcanan parayı bir şeyle açıklaması gerekiyor. Buraya geldi başka hesaplar peşindeydi. Suriye üzerinden İran’ı tepelemek istedi işin sonra şekli şemaili değişti. Ama buraya ciddi para akıttı. İddiasına göre 600 milyar civarında bir paradan söz ediyor. Durum bu olunca ABD’nin vergi mükelleflerine bir şeyler açıklaması gerekiyor. Bunu da şu şekilde yapıyor; biz gittik DAİŞ’i orada yendik. Oysa DAİŞ çetesi ve diğer çeteler uzaydan paraşütle atlayıp Suriye’ye gelmedi. Ürdün hattından gelenlerin sayısını biliyoruz. THY’nin uçaklarla Türkiye’den binlerce çete taşıdığı bilinen bir mesele. Bunların lojistiklerinin ve mühimmatlarının sağlandığı bilinen mesele. DAİŞ Kobane’ye geldiğinde düştü düşecek diyen, Emevi Camii’sinde namaz kılacağız diyen de Recep’ti. Dolayısıyla Recep ve Trump’ın “kazandık” komikliklerine gülmek gerek. DAİŞ, Deyr-i Zor’da son nefesini vermeye başlayınca Recep’in hırçınlaşması da manidardı. Çünkü yenilen Recep’te temsilini bulan Türkiye’nin bizatihi kendisiydi. Burada kargaları bile güldüren bir durum daha var; Trump, Recep’i anladı ve teselli babından Deyr-i Zor’da azıcık DAİŞ kaldı, ben sana yol veririm merak etme gider oraya 3-5 bomba atarsın vaziyeti kurtarırsın deyip dalga geçti. Komik mi, trajik mi?
Bu bize burjuva politikacılığının ne kadar hamaset içinde, ne kadar bayağı, ne kadar ikiyüzlü olduğunu gösteriyor.
-Peki, tam şu anda bunca yıldır kapalıyken yapılmış olan İmralı’daki görüş hakkında ne diyorsun?
Onun için söyleyebileceğim tek şey, Türkiye devletinin zor durumda olduğunun bir göstergesi olmasıdır. Bu bir çıkmazın göstergesi, açık ki ABD de orayı işaret etti ve bu iş böyle olmaz, gidin bu işi çözebilecek yerle görüşün dediler, bunlar da İmralı’nın kapısını çalıp bize bir yol göster dediler. Şu görünüyor ki, Recep ve saz arkadaşları çok zor durumdalar.
-Peki, sizce ne istiyorlardır?
Devletin başkan Öcalan’la ne görüştüğünü bilemiyorum, bunun içeriğini önümüzdeki zamanlarda belki öğrenebiliriz. Ama onların İmralı’nın kapısını çaldıkları çok aşikâr. Bu bir tahmin elbette.
-Genel olarak kamuoyuna yansıtılan ve muhalefete de benimsettirilen şöyle bir şey var: Güney’den kuşattık, duvarları ördük, Şengal’e de gireriz, Rojava’nın da altından girip üstünden çıkacağız. Ve bu zokayı muhalif bir kesime de yutturmuşlar. Peki, gerçeklik nedir?
Kesinlikle gerçeklik böyle değil. Gazeteci edalarıyla böyle hep komplo üzerinden düşündüğün zaman, hep bu tarz sonuçlara varırsın. Burayı kartondan ya da elini vurduğun an yıkılacak bir domino taşı olarak görmenin getirdiği bir ahmaklık var. Buranın mevcut pozisyonu öyle basit değil, burası aman gitti, gidecek aman yıkıldı, yıkılacak deyip mağdurlaştırılabilecek bir yer olarak görmek doğru değil. Buranın gerçeği başka bir gerçek. Rojava iki tehdide, kumpasa, dalavereye pabuç bırakacak yer değil.
Teşekkür ederiz.