Hikmet Acun: “Vasatın makulü; devrimciliğin imkânsızlığı” – Komün Röportaj

Komün: Merhaba, görünüşe bakılırsa, sol siyaset kulvarında hep bir arayıştan söz edildiği söylenebilir. Ancak bu arayışlar, bir çıkış arayışından çok mevcudu sürdürmeye, mevcudu restore etmeye dönük olmaktan öte bir dinamik içermiyor gibi. Nasıl bir dönemdeyiz ki, her arayış kendi çıkmazında sona eriyor?

Hikmet Acun: Bir kere çok şeyler söylemek mümkün ama bu meseleleri konuşmanın bir karşılığının olup, olmayacağı burada da kuşkulu. Yani öyle bir dönemden geçiyoruz, öyle bir dönem yaşıyoruz ki; bir içsizlik dönemindeyiz. Öznenin kendi varoluş hikâyesini yazmadığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu çok çarpıcı ve yıkıcı bir şey. Eğer varoluşun yıkılış ve kuruluş anlarında olduğu dönemde bu tür konuları konuşuyor olsaydık, bambaşka sonuçlara varmamız mümkündü, belki de buradaki yaptığımız konuşma belli bir yere çarpabilirdi. Ama bugün, içinde bulunduğumuz konumda bütün konuşmaların tartışmaların karambole gitme ihtimali yüzde, yüz. Dolayısıyla daha başında söylemek gerekir ki, umutsuz bir vaka içinde değiliz ama biraz suya, havaya söylemiş olduğumuzu bilmekte fayda var. Dolaysıyla bir boşlukta olduğumuzu bilerek konuşmakta fayda var. Bir varoluş hikâyesi sorunumuz var bizim. Varoluşumuzun kendisine bakma ve kendisine dönük konuşamama sorunumuz var. Daha doğrusu, bir varoluş sorusu yok elimizde. Bugünkü Türkiye sosyalist hareketine, düşünme biçimlerine baktığımız zaman, teorik düzeydeki şekillenme biçimine baktığımız zaman, bu düşünme biçimlerini siyaset diline tercüme etme biçimlerine baktığımız zaman çok sıkıntılı bir yerdeyiz.

Her şeyden önce hayat, toplumsal güçler arasında bir sürtünme, bir cebelleşme, bir kavga sorunu. Yıkma ve kurma sorunu. Hayatı gerçek kılan saik yalnızca üretim değil, belki daha çok toplumsal güçlerin her biriyle girdiği ilişkiyi kuran karşıtlığın bizatihi kendisidir. Bu güçlere sınıf güçleri diyebilirsin, başka bir şey diyebilirsin, konjonktürel güçlerin bir anını açıklama dersin. Ama sonuçta şu hayat karşıtlık güçler ilişkisi. Ve bu karşıtlık güçler, birbirleriyle sadece şiddet araçlarıyla mücadele etmezler. Sadece şiddet araçlarıyla birbirleriyle müzakere etmezler. Bu karşıtlık güçler, aynı zamanda birbirlerini aşma ve yıkma teşebbüsünde de bulunurlar. Hatta birbirlerini kurma teşebbüsünde bulunurlar. Dolayısıyla devletin bir şiddet aracı olma meselesinin ötesinde aynı zamanda hukukun, ahlakın toplumsal değer sistemlerini, hatta algıları kuran bir işleve sahip olduğu aşikâr ve biliniyor. Kaldı ki kapitalist dinamiklerin dolaşımda olan güçleri, piyasa fenomenleri olarak bizim hayatımız içinde yalnızca bir meta değeri taşımaz; aynı zamanda bizim varoluşumuzu, varoluşumuzun anlamını yıkar ve yeniden kurar. Dolayısıyla insan denen soyutluk, bir somutluk anlamı kazanabilmek için, verili toplumsal ilişkileri meydana getiren devindirici güçler tarafından inşa edilmek zorundadır. Bugün, farkında olsun ya da olmasın, insanın gündeliğindeki soyutluk, bir somutluk anına ancak bu dolayımlar aracılığıyla varabiliyor. Ancak burada bir varoluş sorunuyla ve sorusuyla karşı karşıyayız. Bu aşikâr duruma girdiğimiz anda, bir özneden söz ediyorsak, bir öznenin kendisini inşa edebileceği araçlardan söz ediyorsak, karşılıklı sürtünmenin devindirici güçlerinden söz ediyoruz, demektir. Dolayısıyla gündelik hayatın içindeki insan istese de bu güçlerden azade olamaz. İstese de bu devindirici güçlere kendisini ıskalatamaz. Hayatı içeren bütün devindirici güçler seni de içerir.

Dolayısıyla bunlardan biri; varoluşun mana ve anlamını kuran kapitalist döngü, diğeri hukuki, ahlaki, toplumsal tüm normatif varoluşu tanımlayan devlet. Birincisi kapitalizmin devindirici güçleri, ikincisi devletin devindirici güçleri. Bugünkü gücü, anlamak zorundayız. Öyleyse bizim var olma, olmama hikâyemiz, bugünkü siyasi jargonla tek başına açıklanabilecek ve aşılabilecek bir şey değil. Devlet faşist midir, faşizm kurumsallaşıyor mudur, Bonapartist midir, böyle abuk sabuk tartışmaların içerisinde solun varoluş meselesini anlayamayız. Bu “aşırı siyasileşme”, bize olsa olsa, solun kendine dair bir varoluş meselesinin olmadığını söyler. Solun sorununun, bir konjonktürel sorun olduğundan hareketle, siyasi terminoloji içinde ve onun sözde pratik “örgütlenme/örgütlenememe sorunu” üzerinden konuşma aralığına düşmek ve o aralıktan bakmak, zaten başında edilmiş bir ladestir. Soru şu; neden sol, kendi anlamını yitirdiği anlarda, “aşırı ideolojik”leşir? Çünkü kendini inşa eden toplumsal güçlerle baş edebilme kabiliyetinden ve saiklerinden yoksundur. Peki, sol; kendi anlamını kurmadığı anlarda neden “aşırı politik”leşir? Çünkü toplumsal hayatı devindiren güçlerle sürtünmeye girebileceği güçlerden yoksundur. Ona yalnızca siyasetin soyut görünüşleri içinde muhaliflik kalmıştır. Öyle ki bu muhaliflik, bir itiraz da değildir. Bu muhaliflik, kapitalizmin kurucusu olduğu alanlarda kendine bir yer açmadan ibarettir. Bir temsil sorundur. Mevcudu bir tekrar, bir yeniden üretimidir. Eğer muhaliflik, itiraz etmenin bile gerisinde bir temsil meselesi olarak işliyorsa; biz neyin varoluşundan, biz neyin özneleşme sürecinden bahsedeceğiz? Devrimciliğin, solculaştırılıp iktidar partisine karşı sistemi restore eden bir yerden kurgulanıştan, ikameci bir solculuğun makulünün kurulduğu yerde; hangi devrimci varoluştan konuşacağız? Bu bir siyaset tellallığıdır ve bizim uzak durmamız gereken hileli “arayış”tır. Dolayısıyla önce bir mana sorunumuz var. Daha kötüsü, vasatlaşmış olana dair daha ciddi bir sorunumuz var.

Bunun için, mevcut vasat’ın nasıl inşa edildiğini, bu vasat’ın nasıl makule dönüştüğünü, makul’ün nasıl hegemonya ürettiğini ve burada kurucu bir işlev üstlendiğine bakmak zorundayız. Mana bir anlam arayışıdır değil mi? Anlam arayışıdır! Bu vasatın anlamı nasıl kuruluyor? Türkiye sol hareketi, gündeliğe dair onlarca mecrada AKP’ye dair muhalefetlik gramerini kullanarak bunun üzerinde bir jargon kullanarak siyaset yapıyor, taraf olduğuna dair bir işaretlemenin içerisine giriyor. Devlete şusun, demekle; AKP şu, demekle kendi koordinatını işaretlemiş oluyor.

Bu siyasi işaretleme, ona bir siyasi mana veriyor. Bu, en fazla nedir? Bu, en fazla muhaliflik manasının yeniden, yeniden üretimidir. Bu bize, bir gerçeklik envanterini de sunar. Mana olan bir şey değildir; tasarlanabilen, üretilebilen, kurulabilen, hatta kurgulanabilen bir saiktir. Daha basit haliyle tercih edenin, tercih ettiği ile girdiği soyut ilişkiyi, bir somutluk algısı içine çekme ve kendini orada anlayabilme girişimidir. Mana, bir iman değildir. Elbette bir yere kadar, iman olanını da içerir. Ama mana, esas olarak, varoluşu işaretler. Şusun, der. Dolayısıyla solda, daha çok göstergeden, gösteriye dönüştürülmüş olan, bir pop algı sorunu içinde anlaşılabilir hale getirilmiş olan mana arayışı ve kuruluşu sorunu var. Bir gösteri sorunu… Dolayısıyla bu bayağılaşmış fenomenolojik durumun bir tarihi var. Vasatın tarihi…

Dolaysıyla bu görünüşler âlemi, metaların görüşleri içinden gelen bir form inşasıdır. Bunun siyaset envanteri, kimlik envanteri, cinse dair envanterle inşa edilmiş olmasının renkliliği de metaların hayatımıza girme ve ele geçirme biçimlerinin bir parçasıdır. Siyasete dâhil olmak da bu inşanın, tercümesidir. Şimdi, sorunumuz ne? Sorunumuz şu; bir vasat kendinden oluşmaz. Vasat’ın bir tarihi var. Türkiye sol hareketinin de bir tarihi var. Vasat’ın temeli iki şeye dayanır; bir meşruiyet arayışıdır, belli bir toplumsal düzlemde belli bir devlet şiddetinin durmadan çalıştığı koşullarda siyaset güçlerinin devrede olduğu koşullarda bir meşruiyet arar ve kendisini meşruiyet üzerinden var etmeye çalışır. Devletin sınrlarını belirlediği makul aralığıdır bu. Dolayısıyla İster istemez, mevcut siyasal görüngüler ve her birinin bunlar arasındaki ilişki biçimleri, doğal olarak devlet ve piyasa tarafından kurulduğundan vasattır zaten. Kapitalizm, hiç bir zaman vasatın ötesinde bir eylemde bulunmaz, tarihsel olarak bulunmamıştır. Bugün de bulunmamıştır. İkincisi, devlet ve devlet siyasetini üreten saikler, vasat ötesinde bulunmaz, çünkü devletin varoluş koşuludur vasat.

Vasat’ı geçerli kılma ve hatta vasatı bütün zamanlar için, toplumsal alanlar için, ikame etmek devletin zaten temel işlevsel görevidir. Bunun karşılığı şudur; bu vasat’ın içinde olmak istiyorsan, bir meşruluğun olmak zorunda. Eğer durum buysa, şöyle bir dizilişten söz ediyoruz demektir; vasattan, meşruiyet çıkartan bir sol, tasarlanmış, kurulmuş, biçimlendirilmiş ve anlamın dışında bir mana üstlenmiş bir soldan söz ediyoruz demektir. Bakın, bunu bir örneklemeye bakarak anlatalım; Türkiye solunun, Soma maden cinayeti gündeme geldiğinde, esas referansı madendeki katledilen insanların sonunu getiren ilksel birikimin, o maden havzasında nasıl oluşturulduğu meselesi değildi. Bölgede tarımsal üretimin imha edilip, tarım üreticilerinin önce işsizlere, sonra maden işçiliğine mahkûm eden kapitalist kuşatma sorun değildi. Onların zorla işçilerştirilmiş olmaları değildi. Devletin, madendeki insanların sözde “hukuksuz”, güvencesiz çalıştırılmasına göz yumması meselesiydi. Soma maden sorununun, bir hukuk-hukuksuzluk meselesi üzerinden ilişkilenmesi üzerineydi. Dolayısıyla, orada devletin gerçekleştirdiği imha koşulları altında bile kendisini ararken, kendisini bir biçimde orayla kurarken bile, meseleyi bir meşru-meşru olmama üzerinden, devletin meşru işler yapmadığı üzerinden tercüme ediyordu. Soma olayı üzerinden gidersek, devlet eleştirisi nereden geliyor? Devletin meşru işler yapmadığı üzerinden geliyor. Çünkü daha önce, seksenli yıllar boyunca, doksanlı yıllar boyunca, onun zihnini inşa eden piyasa ve devletin dinamiklerinin bir makul önermesinin bir tarihi var. O makul ki; solun bir daha asla geri gelmeyecek varoluşunu elinden alıp, boş gösterene dönüştüren makuldür. Vasatın makulü…

Komün: Devlet gereken denetimleri yapsa, patron tedbirleri alsa bunlar yaşanmazdı; sistemin kendisine değil, işleyişe itiraz. Yani belli tedbirler alınmadı, iş hukuku uygulanmadı. Sol kendini karşıtlık değil ancak muhaliflik üzerinden var edebiliyor.

Hikmet Acun: Yok bunlarla ilgili bir şey değil. Bu mesele, tedbirleri almamasıyla ilgili yaptığı bir eleştiri meselesi değil; bu mesele var oluşuyla tarihsel olarak kendi arasında nasıl bir ilişki kurduğu ile alakalı bir mesele. Bu, konjonktürel bir durum değil, ya da siyasal jargon içerisindeki bir mesele değil. Bu, varoluşa dair bir mesele. Yani varoluşu konuşuyoruz burada. İkincisi neydi? Özellikle Türkiye’de Özal ile başlayan piyasa saiklerinin, daha görünür olduğu tüketim duygusunun, çok daha görünür olduğu, bunun çok yaygınlaştığı dönemde, liberalizmin inşa edildiği dönemde, Türkiye’deki sol hareket, kendi varoluşunu nereden kurdu? Mağduriyetten, masumiyet üretme üzerinden kurdu. Biz, bunu nerede gördük? Özalist dönemden sonra, Türkiye’de gelişen sivil toplumculukta gördük, kimlik hareketlerinde gördük. Bütün kimlik hareketlerinden başlayıp, ezilen söylemleri üzerine dizayn edilen süreçlerde gördük. Mağdurluktan masumiyete, oradan da meşruiyete varma çabası üzerinden, varoluş koşullarını örgütlemeye çalışan solun, reel siyasete dâhil oluşunu gördük. Oysaki gündelik hayatta ne var? Gündelik hayatta devindirici güçler, birbirlerini aşındırıyor. Bütün hikâye, günün sonunda varıp, bu devindirici güçlerde şayan oluyor. Bizim garip solculuğumuz, bunlar yokmuş gibi, bunların dışında görüngüler alemi varmış gibi, o hayali gerçeklik üzerinden kendisini anlamaya yöneldi. Bana sorarsan bir tercih miydi? Evet, bana sorarsan bir tercihti, bayağı bir tercihti. Dolayısıyla, başlangıçta sorduğumuz soruya gelirsek, vasat Türkiye’de inşa edilmiş bir tercihtir. Ve bunun iki ayağı vardır, ikisi de tasfiyecidir. Jargon, siyasi olarak yürüse de, ne kadar politik olarak işleme konsa da, tamamen tasfiyeciliktir. Birincisi, meşruiyet arayışı. Biz, bunu eylemlerde molotof atan gençlere bir “şiddet eleştirisi” üzerinden konumlanan meşruiyet aklının nasıl yürütüldüğünde gördük. Bu hilekâr akıl ve konumlanma biçimini; devletin şiddetine yaptığı “meşru siyaset” dalaveresinde de gördük. Oysa ne devlet, ne devrimci güçler şiddetle kurdukları ilişkiyi “kendinden şiddet” olarak kurmazlar. Aslında “meşru siyaset” denilen delik, bizatihi devletin hukuk dâhil, bütün şiddet araçlarıyla oluşturduğu ve solu oraya düşürdüğü bir kurma işidir. Yani solun, “meşru siyaset”inin peşinde olanların kendisinin de, algısının da, politikayla kurduğu ilişki biçiminin de bu devlet şiddeti tarafından kurulduğunu bilmek durumundayız.

Bakın, İstanbul seçimlerinde, bizim solcularımızın alayı, Ekremci oluyor. Bırakalım yancılığını, eleştirel bir mesafeyi de koyamıyor. Ekrem’in onu kurtarabileceğine dair bilinçaltında bir ön kabulü var, onu bilelim. Yani Ekrem’le kurduğu ilişki, aslında onun kendini kuran saiklerle kurduğu bir ilişki. Bu, seçimle, Ekremcilik dalgasıyla kurulmuş bir saik değil, çok daha önce inşa edilmiş zihninin tezahürü. Ekrem’in ona nefes aldıracağı, orayı kazanmasıyla bir zafer bahşedeceği, AKP’nin de gerileyeceği ve buradan da kendi meşruiyetine dair, bir sonuç çıkabileceğine dair, inşa edilmiş içgüdüsüyle Ekrem’le kurulmuş bir ilişki. Çok açık, aşikar değil mi; buna bir yalan bulmakta da gecikilmiyor; ve bunu da taktik bir mesele olarak konuştuğunu iddia ediyor. Daha da garip olan, aslında algısıyla, zihninde inşa edilmiş olayı konuşma biçimi de aynı değil. Ekrem üzerinden, siyasal olandan beklentisi, ‘kapitalist hürriyetler’e özlemden başka bir şey değildir.

Burada derinlemesine bir handikap, çıkmaz ve cıfıt var. Ciddi bir gönüllü iltica var. Ama bir sorun daha var! Sermaye hareketinin, meta dolaşımının, sermaye birikimin, mülkiyet dolaşımının değişime uğrattığı sınıf hareketleri de söz konusu. Soldaki bir yıkımdan ve vasattan söz ediyorsak, onun da değişmekte olan bir sınıfı var. Henüz kapitalist değişim süreci içinde, doygunluğuna varamamış, henüz daha oluşma aşamasında olan bir orta sınıfı var. Bütün hikâyenin kurucusu bu sınıftır. Bu sınıfın değişkenlerine bakmadan, hareket biçimlerine bakmadan vasatı anlamamız mümkün değil. Dolayısıyla, gerçekte devrimciliğin nerelere tosladığını da anlamak durumundayız.

Komün: Biraz önce Özal döneminde piyasanın ve tüketim alışkanlıklarının solu da içine çektiğini söylediniz. Solda genel kabul; gerileme 12 Eylül’le açıklanır. 12 Eylül öncesinde güçlü, etkili ve radikal iddiaları olan örgütler vardı. Başardılar veya başaramadılar; “Tek yol devrim”, “Yaşasın halk savaşı” benzeri sloganlarla bir devrim istemini dillendiriyorlardı. ‘90’lı yıllarda, bütün bunlar unutuldu. Piyasanın egemenliğine teslim olarak, mağduriyet üzerinden meşruiyet üretmeye fit oldular. Bu dönüşümün saikleri nelerdir?

Hikmet Acun:12 Eylül’ün, bu olayın önünü açtığı iddiasının hiçbir gerçeği yok, onu söyleyeyim. Soruyu tersten soralım, 12 Eylül darbesi olmasaydı seksenli yıllardan sonra hızlı gelişen Özal dönemiyle olgunlaşma sürecine giren, çok hızlı kapitalist dinamiklerin gelişmesinin ilmihali şu; kapitalist dinamiklerin gelişmesi sadece tüketim alışkanlıklarının gelişmesi değil, tüketici güçlerin daha fazla yığılması değil. Bunun getirdiği hayat algısının herhangi bir insanın birbirleriyle ilişkisini belirlemeden, bunları değişime uğratmadan gerçekleşmeyeceği hepimizin bildiği bir şey. Az çok kapitalizm bilgisine sahip olan her insan, Türkiye’deki hızlı süreci bilir. Mülkiyet dönüşümüyle gelen gecekonduların tasfiyesi, çok hızlı anlık virajların oluşması, Türkiye’de metropollerin çok hızlı oluşması, kırsal alandaki yoğunluğun durgunluk noktasına gelmesi, kentlerdeki yarı kent soylu sınıfların değişime uğraması. Şimdi sol hareket dediğin kitle hareketlerinin bir tabanı var. Bir sınıfsal gerçekliği var. Bu sınıflar, durmaksızın hareket halinde, devindirici güçler hareket halinde. Hareket halinde olan her güç, insan, örgüt, birey, toplum, ilişkiler sistemini yeniden, yeniden üretiyor. Soru neydi? 12 Eylül darbesi… 12 Eylül darbesi olmasaydı, değişen dinamiklere uygun olarak, Türkiye solu önemli oranda kitle halinde liberalleşecekti.

Komün: Tam burada şunu sormak gerekiyor; kapitalizmin massetme gücünü biliyoruz, sosyalist iktidarları bile içeriden fethetti, kendi içine çekti. Dolayısıyla, kapitalizm daha çok muhaliflerini terbiye etmeyi esas alır ve zaten sorun buna direnmektir, ‘90’larda örgütler niye direnemedi?

Hikmet Acun: Bakın, solu zaaf üzerinden konuşmaktan çıkmalıyız. Mesele solun zaafı meselesi değil, yani solu şöyle anlamamak lazım; bir kurulu saat bu; bu saat’in kuruluşundaki arıza, toplam arızayı meydana getiriyor. Sol, böyle bir şey değil, solu böyle görmemek gerekiyor. Sol, gerçek insanlardan meydana geliyor. Ve değişen insanlardan meydana geliyor. Değişen sınıflardan meydana geliyor. Senin, benim gibi etten kemikten, duygudan algıdan ibaret insanlardan meydana geliyor. Ve bunun bir tarihi var, bir sınıfı var. Sınıfların dünyasını anlamak zorundayız. Yani sınıflar dünyası kartezyen bir mesele değil. Bak sorun şu; solda kurucu öznelerde, bizatihi değişmekte olan sınıfların parçası. Bundan azade bir durumun ortaya çıkabilmesi için, iki şeye ihtiyacı vardır. Biri, çok değerli ve derin bir tarihsel deneyim. Yani, çok güçlü sınıfın tarihsel deneyimi olması gerekirdi ya da Türkiye’de, gerilla hareketlerinin, 1970’lerde kısmi olanı saymazsak, 1984’te değil 1930’larda çıkmış olması gerekirdi. Yani, güçlü dayanabileceği tarihsel deneyimlerin olması gerekiyordu. Sen kendine bir ayna tutmak istediğin zaman, elindeki aynanın seni göstermesi gerekiyor. Dolayısıyla solu, solun kendi ürettiği dinamiklerinin içerisinden bakarak anlamamız mümkün. Kapitalizm vurgusundan çok, emperyalizm, yurtseverlik vurgusuyla kendini inşa eden, kısa paslaşmalı alanda oluşmuş solun; devlete karşı restleşme arayışını yoklaması ve yıkılışı, çok hızlı bir biçimde yıkılışı onun tarihinden geliyor. Biz, bunun sosyolojisini anlamak durumundayız; buradan bir determinizm çıkmaz. Kastettiğim olay, determinize etme meselesi değil ama bizim bahsettiğimiz şeyi anlamamız için bir anahtar işlevi görebilir. Biz, Türkiye devrimciliğinin kısa mevsimini anlamakla mükellefiz. Kaldı ki, ‘71 kopuşunun ardılı olduğunu iddia eden öbeklerin hiçbiri, o kısa devreyi sürdürebilecek dinamiklere de sahip olmadılar. Muazzam bir kitle, taban akışına rağmen olmadılar. Dolayısıyla, ‘70’lerde değişmekte olan kapitalist dinamikler içinde “halkçı”lığa, “işçici”liğe kaçış da manidardır. Şunu açık koymak gerekir; Türkiye’de soldaki liberalizasyon aslında ‘74’le başlar, 12 Eylül’le kısmen akamete uğrar, Özal dönemiyle mantıksal sonucuna ulaşır. ‘90’larda zayıf da olsa ortaya çıkan genç dinamiklerin bizahati bu örgütlerin esnaf yöneticileri, şefleri tarafından tasfiye edilmesi bir rastlantı mı?.. 19 Aralık operasyonu, bu ‘90 kuşağının hazin sonunu getirmedi mi? Biz neyden konuşuyoruz.

Komün: Benim sorum, açıklamaların mevcut durumu meşrulaştıran bir anlama geliyor ama devam ediyorsun, kesmeyeyim.

Hikmet Acun: Bizim bir soru sorduğumuz zaman, bu soruyu anlayacağımız bir anahtarın olması gerekiyor. Bir anahtar olmadan ve bunu anlayabilecek yönteme sahip olmadan, meseleyi anlayamayız. Bir anahtar üzerinden yürümemiz gerekiyor. Soruyu şuradan çıkaracaksak; Türkiye devrimciliğinin imkânsızlığı, neye tosluyor? Devrimcilik, neye tosladı? Bu vasat, bu kadar geniş bir zamana nasıl egemen hale geldi, sorusunun cevabını anlamazsak, devrimciliğin nasıl yeniden çağıracağımızı da anlayamayız. Sorunumuz bu. Temel sorunumuz bu. Biz, kendimizi sol hareketin üzerinde ciddi deneyimlemiş insanlar olarak, burada yaptığımız konuşmanın bize katabileceği çok bir şey olmayabilir. Ama 20 yaşındaki bir insanın, ne oldu da böyle oluyor, sorusunun cevabına bir şey katabilir. Dolayısıyla bu konuşma; biz, kendi üzerimizden kendimize nereden orijinal bir cıvata bulup, bir türlü çalışmayan motoru çalıştıracağız arayışımız değil. Bu arayış, kendimize dair bir mesele değil, bizim dışımızdaki arayışı olan ve gelmekte olan üzerinden yapabileceğimiz bir konuşmadır. Mevcudu kurtarma arayışına girdik mi, biz kendimizi gelecek olan yerine koyduk mu, geleceği esir almada ısrar ettik mi, bu abesle iştigale girdik mi; her türlü yalan ortalıkta dolanır, istemesek de dolanır. Dolayısıyla, bu mevzuları konuşmak için, bir anahtar ve yöntem sorununun önemli olduğunu düşünüyorum ben.

Yani biz mevzuya dönecek olursak; bir de Türkiye’de şunlar yaşandı; ‘90 sürecini de iyi anlamamız gerekir. Buna ‘90 konsepti demek daha doğru olur. ‘90’larda devletle yapılan pazarlıkların, yurt dışında Avrupa’da elçilerle yapılan anlaşmaların ve örgütlerin devlet ajandasına göre yeniden şekillendirilmiş olmasının hiçbir rolünün olmadığını iddia etmek, kuşkusuz mümkün değil. ‘90’lı yıllarda, Türkiye sol hareketinde, ciddi bir hile örgütlendi: Dev-Yol şeflerine daha sonra soldaki her kesimin liberal ilhamına dönüşecek rol model parti kurduruldu. Yeraltındaki örgütler, toprağın dışına çıkartıldı. Solda milliyetçilikle, liberallik aynı alanda paslaşarak ikame edildi. Daha sonra projeler, arka arkasına geldi. Sivil toplumculuk; eski devrimcinin yerini makul siyasetçi tipolojinin alması, bunlar üzerinden solda giderek egemen hale gelecek “makul siyaset”in, kapanın elinde kalması ve orada yeniden üretilmesi. İyi de ama sorun şu; Türkiye devrimciliği böyle bir tuzakla karşılaştığı zaman, bu tuzağı aşamamışsa, bu tuzağı hazırlayanları aşamamışsa, başka bir yerden köstebek gibi çıkamamışsa; burada anlamamız gereken başka bir şey var demektir. Demek ki Türkiye, devrimci dinamiklerden henüz yoksundur. Henüz bir akım olarak güçlü bir zemine sahip olamamıştır. Bir geleneğe dönüşememiştir. Örgütlerin bir kısmının cemaat ruhuyla isimlerinin sürmesi, onun bir geleneği temsil ettiği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bu mevzu, çok uçlu bir mevzu olarak karşımızda duruyor.

Komün: Önemli iki olaydan bahsediyorsun; ikisi aynı veya yakın dönemde mi tam tarihlerini hatırlamıyorum. Özal, iki şey yaptı; bir, cezaevlerini boşalttı; iki, yurt dışındakilerini içeri çağırdı. Bir kampanya halinde. Bu devrimcileri düzene davetti ve kabul gördü diyorsunuz, niye direnemediler?

Hikmet Acun: Hayır direnemedi değil, sorun şu; bir tuzak kuruldu ve bunda başarılı da oldular. Ama bizim konuştuğumuz yer, işin burası değil, konuştuğumuz yer şurası; bu örgütlerde mevcut dinamiklerin, bu çetrefil anlarını aşabilecek bir birikime sahip olmadığı meselesidir. Dinamiklerin belli doygunluğa sahip olduğu ortamda, başka bir şey gelir bunu aşar, en azından aşmaya yeltenir. Ha diyeceksin ki, Türkiye’de küçük küçük parçaların olduğu şeyler var. Her örgütten küçük küçük gruplar çıktı ve bu dediklerimizi karşılamıyor. Türkiye’de temel sorun, konuşmuş olduğumuz şeylerin altında yatan sınıfsal karakter sorunu. Solun kurucusu olan yarı köylü sınıfsal karakter ve yarı kentli dinamiklere sahip karakter, ‘90’lara geldiğimiz zaman, bunlar patır patır değişiyordu. Kapitalist dinamikler, bunu alıp harmanlayıp, harmanlayıp değiştiriyordu. Özlemlerini değiştiriyordu, hayatla girdikleri ilişkinin yerlerini değiştiriyordu, ruhu değiştiriyordu; kent soylu sınıf olmanın arzusu, baştan çıkarıcılığı, onun hazzı… Her şeyini değiştiriyordu ve dolayısıyla aslında meselenin pratikleri buradan şekillendi. Özal, solu piyasaya havale etti. Solu, piyasanın çözebileceğini gördü. Nitekim böyle oldu. Çıkan herkes, ticaretle uğraşmaya başladı. Bireysel arayışların içerisine girdiler. Kalan küçük gruplara ise devlet daha yönetilebilir bir örgüt verdi ellerine. Onlara da iyilik etti. Örgütler, küçüldü ama o ekiplerin siyaset sınıfı tarafından daha kontrol edilebilir bir form vermiş oldu. Şimdi üzerine saatlerce konuşabileceğimiz soldaki çözülme sürecinin içinden, yeniden bir devrimci varoluş mümkün mü? Mümkün değil. Bu, ben irade eliyle bütün toplumsal kurucu göstergelere rağmen, iradi olarak sınıf yaratırım, demek gibi mantıksız bir şeydir. Sen istesen de, sınıf yaratamazsın ama sınıf seni, değişen dinamiklerine göre defalarca yıkar ve yeniden kurar. Doğru soru şu; devrimciler, onları devrimci kılabilecek, devrimciliğini mümkün kılabilecek sınıfsal ayrışma yaşayabilir mi? Devrimciliği hiç değilse teorinin emrettiği şekilde devrimci bir sınıfla buluşturabilir mi? Ya da daha yakıcı soru şu; dünyada bu kadar derinliğine yaşanan çöküş döneminde, devrimci bir sınıf hayata göz kırpmaya başlayabilir mi? Bunları konuşmamız gerekiyor.

Bunları konuşmanın sorunsalı, teorinin sorunsalı da değildir. Bir çağa, döneme bakabilme; dinamiklerine, zihinsel envanterine, anahtar kavramlarına sahip olup olamama sorunudur. Gerisi, esnaflıktan başka bir şey değildir. Kaldı ki bu da kendi başına sorunludur; dünya üç-beş insanın zihninde dolaşan fenomenlerden, duygusal anaforlardan ya da ezberlerden ibaret bir yer de değil. Dünya durmadan hareket halinde olan bir yer. Dünya hala burjuva denilen tarihin en radikal güçleri tarafından devindirilen bir yer. O burjuva ki, mahareti; bütün insan hikâyelerini kendi sınıfının kurduğu maddi üretimde ve bu üretimin saiklerini kuran ilişkilerinde tecessüm ettiren sınıftır. Bu bakımdan kendimize hayali don biçmek yerine, kendimizi anlayabilecek bir zihni kurmaya ihtiyacımız var. Burjuva dünya, ancak onu yıkıma götürebilecek gelişkinlikte bir dinamiğin ortaya çıkmasıyla son bulabilir. Şimdi geldik asıl soruya; bu dinamikler bizim neremizde gizli? Ya da biz, bu dinamiklere hükmedebilecek kudrete ve maharete sahip miyiz? Bu kadar devasa üretici güçlerin içinde bizim yerimiz neresidir? Demek ki neymiş; sorunumuz yalnızca vasatlaşma, liberalleşme sorunu değil; aynı zamanda, daha önemlisi ‘kendinden devrimci’liğin de mümkün olup olamayacağı sorunuymuş.

Komün: Eleştirdiğiniz dünyanın dışında, kendisini yasa dışı veya şiddeti esas alan temelde örgütleyen ve mücadele yürüttüğünü iddia eden örgütler var, onlar bu eleştirinin dışında mı, onların durumunu nasıl açıklıyorsun?

Hikmet Acun: O mesele kendi içinde bile oldukça sorunlu bir mesele. Zikrettiğin ‘mücadeleyi esas alanlar’ da bu meseleyi nereye, nasıl oturtacaklarıyla sorun yaşıyor. Şiddetin kendisi üzerine bina edilmiş; şiddet-kabul ilişkisini anlamadan bu meseleyi anlayamayız. “Devrimci şiddet”i savunmanın bile kendisinin bir itibar devşirmeye dönüştüğü bir gösteri toplumunda, şiddet pekâlâ bir “eğlenece”ye dönüşebilir. Amerikan filmlerinde, şiddetin eğlenceleştirilmesi tesadüf olmamalı. Bilgisayar sektöründe yazılan oyunların şiddeti eğlenceye dönüştürüyor olması da rastlantı olmamalı. Reklamların bir şiddet estetiği olarak, milyonlarca insanın hazzını ve arzusunu yönetiyor olması rastlantı olmamalı. Sözde radikal bir solcunun, “ben silahlı mücadeleyi savunuyorum” cümlesinin kurucusu nedir?. Neden bunu zikretmeye, diğer olanla “ayrışma”nın keseni olarak kullanmaya çaba sarf eder? Şiddeti toplumun kabulü haline getiren devlet hukukunun, ahlakının, kültürünün ve pratiklerinin bu denli gündeliğe sirayet ettiği yaşam ilişkileri içinde şiddetle kurulan ilişkilerin anlamı nedir? Sorun şu; devletin ve piyasanın şiddet pratikleri her daim bir anlam içinde yürürlükte olur. Peki sen, şiddetini yürürlüğe sokabilmen için nasıl bir anlama sahipsin? Bu anlam, devlet şiddetine karşı; karşı bir şiddeti, pratik bir şiddeti önererek ya da ifa ederek kuruyorsan ya da bunu anlıyorsan zaten bu konu üzerine konuşulmaya değmez. Devrimciler, şiddet meselesini yıkıcı ve kurucu olarak ele alır. Bu bakımdan devrimcilik; şiddetin pratiklerine değil, sonuçları üzerinden, işlevi üzerinden ama daha önemlisi estetiği üzerinden ele alıp, bağlamını kurar. Onu, “kendisi için” olan olarak görmez, amaç edinmez. O hem bir zorunluluktur, hem de bir müzakere biçimidir. Devrimden söz etmek demek; sınıflar arası bir savaştan söz etmektir. Devrimci bir örgütten söz etmek; karşı gücü devirmek ve geleceği ele geçirmek üzere konumlanmış bir örgüt demektir. Bu tanımın kapsayıcılığını anlamsızlaştırıp, şiddeti bir göstergeye dönüştürmekte oldukça sorunlu. Dolaysıyla devrimciliği, devrimci yapan saikleri ıskalayıp “şiddet”i bir toplam halinde getirmek, bir var olma-yok olma sorunu olarak kurmak oldukça sorunu. Bu meseleyi bir “pazarlama stratejisi”ne düşürmeden, bir anlam ve bağlam üzerinden tasarlanabilir bir hareket biçimi olarak düşünmek gerek. Bu bakımdan, ham bir şiddet tartışması yapmak, devrimcilerin işi değildir. Ayrıca gövdesiyle liberal siyaset panayırında olup, o dünyanın içinde siyaset endam edip; ben” silahlı mücadeleyi esas alıyorum” diyenlere de gülümsemek gerek. Kaldı ki; devletle şiddet mübadelesini acemice yoklayıp, devletten tokadı yiyince; liberal limana sığınmaktan, dergi çevresi olmaya savrulan örgüt pratikleri de aşikâr. Konuşacaksak, bir kurucu saik olarak devrimci şiddet ve estetik ilişkisini ayrı ve uzun konuşalım.

Sorunumuz şu; başından beri konuşmaya çalıştığımız sorunumuz, solun vehçeleri üzerinden konuşulup aşılabilecek bir sorun değil. Bu sorun, hepsini içine alan bir sorun. Bugün, Türkiye’nin mevcut solu içinde, “silahlı mücadele” ya da “devrimci şiddeti “ savunmak bir ayırt edici işleve sahip değil. Bizim sorunumuz, Türkiye’yi ve dünyayı anlama ve buna karşı failliği yeniden kurabilme sorunu. Eğer sorunumuz biçime dair bir sorun olsaydı, hatta kısmen yönetme dair bir sorun olsaydı, konuyu buralardan konuşabilirdik. Konumuz; varoluşa dair bir sorun. Türkiye solunun hikâyesinin, nerelerden ve nasıl sürüklenip geldiği, hangi mantıksal sonuçlara ulaştığı sorunu. Bir vasatın makulünden söz ediyoruz. Bir kuruluş meselesinden söz ediyoruz. Vasat kendi, kendine oluşmaz. Bu, birincisi; vasat, vasat olanlar tarafından inşa edilir. Çünkü vasat sadece bir nitelik açıklaması değil, aynı zamanda sınırdır. Eğer gerçek buysa bunun için insan manzaralarına bakmamız gerekiyor. Siyasette vasatlık ise, örgütlerdeki vasatlıktan farklı; siyasi vasatlık, var olan içinde kendine sürdürülebilir bir form ve gramer arayışıdır. Var olanda, var olma çabasıdır.

Makullüğe gelince; mevcudu en hızlı eleştirenlere sormak gerekir; iyi de sen niye aynı gemidesin. Bu bakımdan “yalan dünya” herkesin ortak dünyası, ortak yalanı ve suç otaklığıdır. Şekli, şemali bir geçelim. Bugünün Türkiye’sinde devrimciler, topraklarından çıkartılmış ve o topraklar devlet, piyasa ve liberaller tarafından işgal edilmiştir. Bu bakımdan devrimcilik yapacaksan, Türkiye’nin mültecisi konumuna getirildiğini bileceksin. Devrimcilik yapmak isteyen o toprakları dövüşe dövüşe geri almakla karşı karşıya. Bunu da bileceksin.

Komün: Evet, buraya kadar olanı şöyle bir toparlarsak; Türkiye’de muhalif sol eğilimler kapitalizmin geliştiği alanlarda, şehirlerde eğitim görmüş orta sınıflar içinde ve belli bir iklimde Kemalizm’le barışık bir iklimde doğdu. Bu dünyanın muhalefetini, geliştiği o sınıflar üzerinden muhalefetini yürüttü ve belli bir etkide bulundu. Hem reformist hem radikal kanadıyla bu alanlar içinde gelişti. Seksen sonrasında ve Özal döneminde, bu bizim güzel tarlalarımızda bambaşka otlar açmaya başladı. Devrimciliğin ve muhalefetin çıktığı bu alanlar değişti. Biz de başka bir dünyada kendimizi var edemediğimiz için, bu alanda kaldığımız için ve bu alanda devrimciliği sürdürmekte inat edip, bu orta sınıf dünyasının dışında bir varoluş geliştiremediğimiz için, bu koşullar kaçınılmaz bir sonuç, diyorsunuz.

Hikmet Acun: Sen zaten o cennetten kovulalı çok oldu. Senin haberin yok. Ama kötü ördek gibi, gözünü hala o sulardan bir türlü ayıramıyorsun. Eleştirsen de aklın fikrin hala orada. Bir kere artık bilelim; bu liberal sol piyasasında hiçbir devrimci sevilmiyor. Saygı görmüyor. Dahası vebalı muamelesi görüyor. Sen hala neyi, hangi solu, kimi kurtarmaya çalışıyorsun. Bu biraz “kötü yola düşmüş” kadını mahallenin hala delikanlılık raconunda olan abisinin, namım yürüsün diye kurtarmak istemesi gibi. Biraz “yıkılmadık, delikanlıyız” hallerinde olmak gibi. Bu tirplerden çıkalım. Gerçekçi olalım. Sen lanetlisin bir kere. İyi ki de lanetliyiz. Bunu da bir şans saymak lazım. Bizi kurtabilecek yegâne şey de bu lanetlenmişliğimiz. Bunu yerli yerine koyalım.

Bakın biraz şöyle bir olay var. Türkiye’deki devrimciliğin, bir kısa mevsimi var. Biz, kısa mevsimin çocuklarıyız. Şimdi bunlar böyle konuşulduğu zaman, sen az önceki sorduğun soruyu tekrar soracaksın. Biz olayın çok sosyolojik derinliğine bakmak zorundayız. Yani konuşmanın içinde söylediğim gibi, bizim anormal bir megalomanlığımız var. Biz, bir taraftan kendimizi anormal şekilde önemsiyoruz. Bir kibrimiz de var bizim. Bir gerçeküstücülüğümüz var bizim. Sen, necisin?. Kısa bir mevsimsin. Hikâyen uzak bir derinliklerden gelmiyor. Bu kısa mevsim insanları, hafif fırtınalara dayandı ama dolu geldiğinde ise mevsim değişti, biz değiştik. Mevsimler değişir, hayat değişir, sen de değişirsin. Bunun böyle olmaması için Türkiye’de devrimciliğin, uzun bir mevsimi olması gerekiyor. Bunu anlamamız gerekiyor. Artık tüketim toplumunda doygunluğa varmış ve arayışlarını başkalaştırmış insan manzaralarına ihtiyaç var. Yeni kuşaklar, yeni devrimci insanlar göklerden ve öteki âlemlerden gelmeyecek, bu toplumdan çıkacak. Kendi hikâyesini, buradan oluşturacak. Bir olanak olarak devrimciliği, gelgitleri muazzam olan bu toplumdan çıkartacak. Biz, ne sanıyoruz? Devrimciliği, kendimizden mi menkul sanıyoruz? Kim veriyor bu esnafca hakkı bize?

Marks, tarihin devindirici güçlerinden bahseder. Devindirici güçler, kendi kendine ortaya çıkmaz, üç beş insanla ortaya çıkmaz. Toplumun kendi deneyimleri var, kolektif hafızası var. Toplum kendini deneyimlemeyi soyut âlemde yapmaz; verili bir ilişki içinde, verili bir tarih içinde, verili bir hareket yasası içinde yapar. Bütün bunları kuşaklardan kuşaklara taşır. Ve bir an içinde, şu ya da bu görünüşler üzerinden, şu ya da bu olaylar üzerinden kendini yoklar. Mevcut olandan kopmak ve onu değiştirmek üzere yoklar. Bunun çoğu da trajedi ile son bulur. Ama toplum kendini deneyimlemeyi yine de bırakmaz. Yeniden, yeniden bu deneyimleri bilince çıkartmak üzere yoklamalar yapar. Ta ki devrimler bir varoluş sorunu olarak kapıyı çalana kadar. Türkiye toplumu dediğin şey nedir ki; Türkiye’de kapitalizm dediğin olay bir şirket ömrü kadar. Modern kapitalizm altında tanımlanabilecek bir toplum olmaya girişi ne kadarlık bir zaman aralığı? Modern sınıflar, ne zamandır var bu topraklarda? Modern sınıflar, henüz yok demesek bile, olgunlaşmış bile değil. Biz, devrimciliğimizi anlamak için toplumun sosyolojik derinliklerine bakmayacağız da nereye bakacağız. Türkiye modern bir toplum değil. Ama modernliğin sonuçlarını tüketerek yaşayan bir toplum. Türkiye toplumu burjuva toplumu değil, bir Fransız toplumu değil. Türkiye modern de değil, modern saikleri tarihsel havuzundan üretip gelen, üretim ilişkilerinden üretip gelen, üretici güçleri de bunun içerisine katarak gelen bir hikayeye sahip değil. Edindiği ve henüz edinmekte olduğu, varsayılan alışkanlıklarında modern olarak yürürlükte olduğu bir yerden söz ediyoruz. Sadece modernliğin sonuçlarıyla, modern dünyasına dâhil olduğu, varsayımsal bir toplumsal durumdan söz ediyoruz. Biz, insanların duygularının, davranış biçimlerinin, siyasetle kurdukları ilişkilerin, kendileriyle kurdukları ilişkileri hatta nesnelerle kurdukları ilişkileri toplumun kurucu saiklerinden azade olduğunu mu düşünüyoruz? Dolayısıyla bizim hikâyemizi anlayabilmemiz için, aynı zamanda gelmiş olduğumuz toplumun krizlerini anlamamız gerekiyor. Toplumun krizi; solcularla, devlet arasındaki bir kriz değil. Bununla açıklanabilir bir mesele değil. Yani Karadeniz’de bir Pontus’un hala ebelerin, ninelerin Rumca konuştuğu 25 yaşındaki bir çocuğun, ben Türküm diye, Türk bayrağı ile sokaklara dalıyorsa burada bir kriz var. O da bu krizin farkında değil. O krizin patlatabileceği bambaşka toplumsal dinamikler devreye girdiği koşullarda, o, Pontus olduğunu hatırlayacaktır. İşte o, Pontus olduğunu hatırladığı andan itibaren, o, kendisinin de farkında olmadığı krizini nasıl çözebileceği arayışına girecektir. Bu vermiş olduğum örnekle bir solcunun bir siyasal kriz tanımlaması oturan bir şey mi, oturan bir şey değil. Çünkü biz o krizin dünyasının içinde değiliz. Çok ciddi bir şekilde krizi var bu toplumun. Batılı olamama, Doğulu olamama, tam kapitalist toplum olamamanın getirdiği bilinçaltıyla bir sürü kırılmaların toplumu. Müslüman desen tam müslüman değil, sünni desen tam sünni değil, alevisi tam alevi eğil. Bu toplumun gündelik hayatındaki kriz “hep ekonomik kriz” olarak açıklanabilir bir kriz değil. Buraya bakmalıyız. Gümbürtü buralardan kopacak. Ve belki de büyük depremlerle kopacak.

Oysa Türkiye’de bir krizden söz edilmeye başlandığı zaman, sendika.org dahil olmak üzere, veriyorlar ekonomik krizin gözüne… Ekonomik krizin devrimci bir krize olanak yaratacağına dair çıkarsamalar arka arkaya getirip siyaset yapılıyor. Ama bir türlü onların söylediği şey, Türkiye’de olmuyor. Çünkü esas kriz, derinlerde olgunlaşmayı bekliyor. Dolayısıyla sınıf hareketleri sorununu, devrimci iradeyi, ekonomik krizler üzerinden okuyan bir geri siyasetçi özneler güruhu var. Kapitalist krizlerin aynı zamanda anestezi ürettiğinin farkında olmayan bir güruh var. Dolayısıyla aslında Türkiye solunda, krizlere bakma diye bir lens de yok. Lens yok ki, toplumsal fay hatlarının nerede çatlayabileceğini görsün, hazırlığını ona göre yapsın. Odağını ona göre ayarlasın. Kaldı ki egemen siyaset havuzu, kriz anlarında toplumu yekleştirme maharetine de sahip. Beka, vatan, laiklik, Türklük gibi anahtar sufleler oldukça işlevsel. Ancak bunların işlevsel olması, bunların bizahati kriz unsurları olduğu anlamına da geliyor. Bu bakımdan devlet kriz halkasını, en zayıf yerini, en güçlü yer haline getirmeye çalışarak kendini ikame etmeye çalışıyor. Bunu bu kadar konuşmak da eksik! Devlet, sürdürülebilir bir güzergâh kurmak istediği anda, muhalifin de nasıl bir muhalif olacağının formunu oluşturuyor. Ona bir makul veriyor. Bunu yalnızca şiddet araçlarını göstererek yapmıyor. Kapitalist pazardaki alma ve satma özgürlüğünün bir yansıması olarak, ona bir makul veriyor. Bu, makul sol ve muhalefetin formunu ve eyleyişini oluşturuyor. Demek ki devlet- kriz ilişkisi yalnızca ekonomik bağlamdan ibaret değil. Bunun başka bağlamları da var. Mesela bir ikame aracı olarak solun, yeniden bu krizin aşılmasında fonksiyonel bir aparat olarak yürürlüğe konması gibi.

Komün: Tamam şöyle devam edelim; buraya kadar söylenenlere katılan olur, eleştiren olur bir analiz sınıfsal, sosyolojik mevcut devrimciliğe başka bir ıraklık açısından bakma çabası diyelim. Ve sol, bir anlamda sistem tarafından massedildi, kuşatıldı. Belli biçimde elindeki araçlarla ve diğer yöntemlerle bunu kıramayacağı çok açık. O zaman biz, bunu nereden kırarız, bir devrimciliği bu koşullarda nasıl gündemleştiririz? Bu söylenenler bir imkansızlığı mutlaklaştırmıyorsa, o zaman bu devrimci çıkışı nereden arayabiliriz; sınıfsal, teorik, hangi araçlarla hangi yöntemlerle ve nasıl bir arka plana yaslanarak yürünebilir?

Hikmet Acun: Bu söylemiş olduğun soruda acayip bir kendi içinde tuzak var. Daha doğrusu hinlik var. Şöyle bir hinlik var; biz mevcut solu kurtarmak zorunda mıyız? Biz mevcut meslekten solcu siyasetçi öznelerini kurtarmak zorundamıyız?. Biz sabahtan beri neyi konuştuk. Konuştuklarımız seni düşündürmüyorsa, kimi düşündürecek? Soruyu buradan soralım. Niye her şeyi, hayatı, devrimciliği, bütün zamanları, gelmekte olan ve gelecekte olan kuşakları bir kenara atıp, hayatı kendimizden menkul görüyoruz ki? Bu hakkı, nereden buluyoruz? Devrimciliğin şimdiki zamanını bile kendimizi kurtarmaktan mürekkep görme aymazlığını nereden alıyoruz? Bir, biz neciyiz? Biz, tarihsel olarak, sosyolojik olarak bir mevsimin insanlarıyız. Biz, kendi kendimize ortaya çıkmadık. TKP sürecini saymazsak, ‘60’lardaki TİP meselesi, ‘71 kopuşu; üç tane kafadarın biz bu devletle hesaplaşmaya girelim, hadi koparalım diyerek koptuğu bir şey değil. Her bilinçaltının bir kolektif havuzu vardır, geçmişi vardır. Biz kendi kendimize ortaya çıkmadık. ‘70’li yıllar, Türkiye’nin artık değişme eşiğine girdiği yıllardı. Bu, ne erken ne geçti. Her insanın bir sosyolojisi var. Bizim duygularımızın bir tarihi var. Algılarımızın bir tarihi var. Bir şeyin adını koyma biçimimizin bir tarihi var. Biz, bir şey içinden çıktık geldik. Sorun şu; sen bir şeyin içinden çıkıp gelmişsen, birileri de senin içinden çıkıp gelecek. Öyle ya, şimdi biz bu akışı kesintiye uğratıyoruz, bütün konuşmalarımız, bizim kendimizin şimdiki zamanından ve bütün meseleyi şimdiki zaman halinde kurgulayarak, gramerini kurarak buradan kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz. Oysa belki de mesele kendimizi kurtarma arayışlarında değil, belki de yıkma arayışlarında gizlidir. Neden kendimizi nasıl yıkıp, yeni bir arayışın ortaya çıkmasını konuşmuyoruz?.. Biz kendimizi kurtarmakla mükellef değiliz ki… Bu bir hinlik… Bir kaçış… Bir yalan… Belki de kendimizi kurtarma hikâyeleri, bizim en büyük yalanımızı oluşturuyor. Sen, kendi kendini bu hale getirmedin mi? Bu geldiğin yer, senin tercihin değil miydi? Niye buradan konuşmuyoruz? Boşluğa konuşuyoruz. Bundan çıkalım. Yalandan kimse ölmemiştir ama biz öldük. Sözüm ona kendimize dair arayışlarımız, ‘90’lı yıllardan beri konuşulan bir mesele bu. Hiç kimse şunu demiyor; neden battıkça battık ve geldik piyasanın haz âleminde kendimizi arar olduk? Sen, niye hala sola dönük konuşuyorsun? Çünkü muadilin orada. Başka bir yer, başka bir zaman, başka bir özne ile karşılaşabilecek saiklerden mahrumsun. Sen, sana benzeyenlere bakmakdan ve oraya bir iki “radikal” kelam etmekten haz alarak, kendi ayrıksılığına sahip olduğun sanrısına kapılıyorsun. Bu böyleyse niye biz tarihsel olarak miadını doldurmuş bir modeli; bir dönem tarihsel olarak ortaya çıkmış gelişmesini tamamlamış, yapacağını yapmış, yapamayacağını yapamamış onun mantıksal sonuçlarına varmış, dolayısıyla miadını doldurmuş olan bir formu; restore etmek için, onu ayakta tutmak için, onun bugününü kurtarmaya çabalayalım ki? Meseleye tersinden bakmak, bize yeni ufuklar, yeni zihni araçlar verebilir. Tersinden bakalım!

Komün: Soruna kendi durduğumuz yerden bakabiliriz ama cevap, var olan ve yaşanmış tarih içinden verilmelidir. Yukarda söylediğin gibi bu solun bir tarihi ve bugünü var. Var olan yaşanmış olanı tümden silip yeniden doğuşçuluk bir ütopyadır, yeniden doğuş yoktur. Tarihte bu kopuş ve süreklilik diyalektiği içinde gelişmiş. Bizim bugüne gelen devrimciliğe çok ciddi eleştirimiz var. Asıl mesele neyi alacağız, buradan neleri alabiliriz, reddeceğimiz şeyler neler, yeniden doğuş değil, neyi alacağız ve yöntemi nereden kuracağız?

Hikmet Acun: Her tarihsel dönem, kendi insan tipini yaratır. Bu tarihin şaşmaz bir deneyimidir. Çağlardan, çağlara diye kavramlar kullanır Marks. Her toplumsal ayağa kalkış, kendi öncüllerini ve kendi insan tipini yaratır. Bu toplumsal hayatın işleme yasalarıdır. Çöküş dönemleri de ha keza kendi insan tipini yaratır. Yani onun için hiç bir zaman devrimci öncüller, “kendinden şey” den meydana gelmezler. Onlar, toplumun artık var olandan kopma teşebbüsünde bulunduğu anda, toplumun ayağa kalkma döneminde, öne fırlatıp attığı sıradan insanlardan meydana gelirler. Onların arkasında, muazzam devindirici güçler vardır ve o güçler onlardan tecessüm edip, dile gelirler. Onun için dört tane isyancı, isyancı olayım diye ortaya çıkmaz. Şunu kabul edersek kendimizle yüzleşebileceğimiz menteşeyi tutmuş oluruz. Biz, bugünün insan tipleriyiz. Bütün arayışımızda bugüne dâhil olduğumuz verilerimizdir. Bu dönem hangi dönemdir; bu dönem 20. yüzyılın yenilmiş devrimlerinin hala esen rüzgârlarının geldiği bir dönemdir. Yani biz, kendi kendimize bu durumda değiliz, onun da altını çizelim. 20. yüzyılın yenilmiş devrimleri, Paris Komünarlar mezarlığına gömüldü. Bu yıkılışın, bu yenilginin gelen rüzgârları hala üzerimizde. Dolayısıyla dünya sosyalist hareketinin bu kadar gerilemesinin nedeni, proleter devrimler çağı diye anılan çağın, yenilgiler çağına dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca her şeyin bir tüketim nesnesi olarak hızlı tüketime sokulduğu bir dönemdeyiz. Kim söyleyebilir ki; mevcut solculuğunda bir tüketim biçimi olmadığını?!. Biz köpükten şeyler konuşacaksak, kendimizi bu kadar heder etmemize gerek yok. Solculuğun derdine ilacı olan, önce keline sürüsün… Kaldı ki bizim kendimize söyleyeceğimiz ninnilere biz bile inanmıyoruz. Bu hamasi reçete beklentisinden bir çıkalım. Pragmatizme gark olduğumuz yeter. Bakın, bugünü anlayabilecek güçlerin, geleceğin içinden gelmesi gerekiyor. Ancak gelecekten gelenler bugünü aşabilirler. Bizim tıpkı yüzyıllık tarihe, bugünden bakmamız gibi. Bizim bu günden baktığımız yerde, Sovyetler tarihi bir deneyim olarak aşılmıştır. Dolayısıyla bizi aşabilecek güçlerin gelecekten gelmesi gerekiyor. Bizim geleceğe doğru gidişimiz, metafizik bir şey; bu diyalektiğin yasalarına aykırı, toplumun yasalarına aykırı, duyguların diyalektiğine aykırı, her şeyin diyalektiğine aykırı bir şey bu. Dolayısıyla sorun şu; bizi, bizden alıp, bizi bizden çıkarabilecek ve bizi tarihte ayağımızın üzerine dikebilecek geleceğin içindeki güçler nerede gizli, sorusunu sormak lazım. Bu geleceğin içindeki güçler var mı, bunların işaretleri var mı? Varsa biz bunların arayışına nasıl gireceğiz, ona bakalım. Dolayısıyla bizim, bütün bunlar yokmuş gibi her şeyi bütün sonuçlarıyla kendimizden menkul görmemizin; “yıkılmadım ayaktayım abi” gibi teranelerle kendimizi kandırmamızın anlamı yok. Sürekli kendimizi eleştiriyoruz, o mazoşizim üretiyor. Bir hedonizm üretiyor. Dikkat edin, sol eleştiri böyle bir hedonizmden gelmiyor mu? Müslüm dinleyen birisinin kendisine jilet atıp haz alması, nasıl patolojiye işaret ediyorsa, patolojik bir durumsa; sol eleştiriciliğin hazcılığı da aynı patolojiyi, duygu bozukluğunu üretmiyor mu? Jiletçilikle, sol eleştiriciliğinin arasındaki fark ne ki?.. Bir patolojik durum var, bunu anlayalım. Kendini bir haz nesnesi haline getirmiş bir solculuk dünyası var. Ciddi olalım, ciddi, konuşalım ve dünyayı sahici anlamaya çalışalım. Şu hazcılık anomalisinden bir çıkalım. Kendimizle uğraşmaktan çıkalım. Geleceğe ve geleceğin dinamikleri olan kuşaklara haksızlık etmekten bir çıkalım. Esnaf kurnazlığından ve işlemeyen dükkâna müşteri aramaktan çıkalım. Bizi bir deneyime dönüştürecek güçleri anlayalım.

Komün: Bütün eleştirilerle birlikte, mevcut sol, gökten zembille gelmediği gibi, yapamadıklarıyla somut hayatın içinde, Türkiye’de bulunuyor. İsteyelim istemeyelim, bir durum karşısındayız, tüm muhalefeti hatta toplumun çoğunluğunun üstüne gelen faşizm, gericilik, savaş dalgası var, geri çekilemeyiz. Her tarihsel dönem, kendi yeni kuşaklarını doğurur, yeni devrimciler kuşağı ortaya çıkar. Bu ortaya çıkışta bugünkü var olandan tümüyle azade, kendiliğinden oluşmaz; gelecek kuşakları gelecek içinde değil şimdiyi ve gelecek kuşakları da bu şimdi içinden konuşmalıyız.

Hikmet Acun: Bak bu düğümü çözmek o kadar zor ki, öyle ha deyince olmuyor. Bir; senin mevcudun içinde oluşunla, senin temsil etmiş olduğun deneyim aynı şey değil. Ha bizi yok mu sayıyorsun, bugünün devrimcilerini yok mu sayıyorsun, diye sorabilirsin. Tekrar edeyim; senin kendini temsilinle, senin deneyiminin temsili aynı şey değil. Senin bir siyasetçi, bir solcu olarak temsilinle senin deneyiminin temsili aynı değil. Bir kere buradan bir kopalım. Dolayısıyla bunu ayırmadan hiçbir şey konuşamayız. Bu işi anlamanın yolu ne? Sen ne zaman bir deneyime dönüşürsün; sen olmaktan çıkarsın, hikâyen bir deneyime dönüşür, o gider bir yerlere toslar, orada yeniden bir olaya dönüşürsün. O kuşağın kendini deneyimlemek üzere kuruluşunun içinde, kendini kurma biçiminin içinde yeniden algılarsın. Bu her bakımdan böyledir, felsefe olarak da böyledir. Hayatın işleyişi bu. Sen, bugününü ısrarla bir temsilde anmaya ve tutmaya çalışıyorsun. Senin temsilinde olan, deneyimi de yok ediyor. Bir biçim sorunu haline getiriyor. Neden devrimciliğin sorununu, bir temsil olarak zikretmekte ısrar ediyorsun? Şunun için ediyorsun; mevcut solu domine eden unsurların, meslekten solculuktan başka yapabileceği hiçbir şey yok, hayatla aralarında bundan başka bir menteşe yok. Dolayısıyla temsili olanın kendine doğru araçsallaştırmaya ihitiyacı var; bu araçsallaşmış olan ilişkilerden yoksun olmak, kendi varoluş koşullarından yoksun olmaktır. Bunun için mevcudu bir şans olarak tanımlarken, farkında olmadan bu şansın kimin şansı olduğunu da söylemiş oluyorsun. Soru şu; 20 yaşındaki genç bir devrimci insan, neden seni kurtarsın ki, neden senin varoluşunu sürdürmen için sana payanda olsun ki? O, kendi tarihini, kendi yapamaz mı? Kendi doğruları içinde bir tarihi yapamaz mı; kendini bir deneyime dönüştüremez mi?

Dahası var! Bütün sorduğun sorular, varoluşsal sorular değil, yapısal sorular. Soruları yapısal olan üzerinden kuruyorsun. Ayrıca bunu konuşan, yalnızca sen değilsin. Türkiye solu, bütün meseleyi yapısal bir mesele olarak konuşuyor. İş yapısal olarak konuşulduğunda, bozulan yeri nasıl tamir edip, bir müddet daha motoru çalıştırabiliriz arayışına girersin. Nitekim de zikir fikir ilişkisi böyle işletiliyor. Bu hile-hurda işlerinden bir çıkalım. Her kuşak, kendi tarihini, kendisi yapar. Bu tarihi, kendi doğruları içinde yapar. Geçmişe bir deneyim olarak bakar, bundan bir sonuca varır. O, geçmişi yeniden kurar. Yasa böyle işliyor. Bu yasaya direnme şansın var mı?

Komün: Tabi ki, haklısın yapısal sorunları tartışıyoruz, varoluşsal dediğin soruna gelmedik ki; teorik, politik açıdan yapısal ve yöntemsel çıkış arıyoruz; ayrıştırabiliriz ama yapısal ve varoluş sorunlar iç içedir. Soruyu tüm bu anlamları içeren yerden, devrimciliğin sistem içine çekildiği yerden soruyorum ama bir iddia da var. Bu bağlamda devrimciliğin imkânsızlığı ve imkânlarını tartışıyoruz. Buradan çıkış yolu nedir, yapılacaklar nelerdir diye bu bağlamda sordum.

Hikmet Acun: Bizim bunu ayırmadan konuşma şansımız yok ki. Tekrar edeyim; senin deneyiminde temsilini bulan işaretleyicilerle, sende ve formunda temsilini bulan işaretçiler aynı işaretçiler değil. Sen kendini bir deneyime dönüştürebildiğin oranda, kendini dönüştürebilirsin aynı zamanda. Sen kendini bir deneyime dönüştürebildiğin oranda, gelecek kuşaklara mahal verebilisin, yol açarsın. Bir akış diyalektiği işletirsin. Biz tartışmaya buradan değil, elimizde formel bir yapıyı örgütü, grubu, çevreyi nasıl kurtaracağız, nasıl devrimci yapmaya çalışacağız diye tartıştığımız zaman işin altından kalkamıyoruz. Bunun için elimizde bir simya olması lazım. Sabah kalktığımızda vay be biz devrimci örgütmüşüz deyip çıkalım. Burada bir tehlike var. Bak senin anlamadığın soru şu; devrimciliği yapısal bir sorun olarak andığımız sürece, çok bariz derecede eleştirel bir soruna dönüştürmüş oluyoruz. Bu daha da bir çıkmazın kapısını aralıyor. Bütün meselemiz şu değil; meselemiz solculuğu eleştiriyle kurtarmak değil. Bu eleştiricilik işinden bir şey çıkmaz. Bu, boktan ve önü alınamaz hazcılığın önünü açar ve bir piyasa oluşturur. Zaten eleştiriciliğin de bir piyasası oluşmuş durumda. Biz becerebilirsek; çapımız, kapasitemiz yetiyorsa, mecalimiz varsa; hayatın eleştirisine bakalım. Gelecek ve gelmekte olan orada zamanını bekliyor çünkü!

Komün: Ben soruyu bu cevaplarla çakışmayan bir yerden sordum, sen genel eleştirisi üzerinden benim soruma cevap verdin. Komün, tüm dünya devrimci hareketinde vasatın hâkimiyetini, karşı devrim olarak gören bir yerde duruyor. Mana yitimini, sahiciliğimizin sorgulandığı bugünkü mevcut varoluş biçimimiz, eyleyiş biçimimiz, örgütlenme biçimimiz radikal iddiası olanlara daha fazla yükleyerek soruyor. Devrimci faaliyet olarak yaptığımız her iş, güç kazandığında da bizi biraz daha düzenin içine çekiyor. Sorunumuz bu koşullarda çıkış yolu nedir. Geleceğe mi yönelik, öbür tarafa mı yönelik ama buradan çıkışın koşulları geleceği de ilgilendiren ama gelecekte çözülecek bir sorun değil. Dolayısıyla senin verdiğin cevap benim soruma değil genel ortama dair.

Hikmet Acun: Niye sen tüm bu konuşulanlardan azade misin? Sen başka deneyimlere mahal verdin de, başka bir varoluşun imkanlarını ortaya koydun da, mevcudun dışında başka bir görme biçimi inşa ettin de, ve bunların pratiklerini deneyimlemeye koyuldun da bizim mi haberimiz olmadı. Neden “dışarda”ymış gibi cümle kuruyorsun? Bayağı içerdesin… Sen bu konuşulanların hangisinden azadesin? Seni, mevcuttan ayıran saikler, hangi saikler? Ayrıca hangi pratikler?

Yine aynı yere geldik, bizi ayıran temel mesele şu; senin ısrarla durduğun bir yer var, benim ısrarla durduğum bir yer var. Ve bu iki farklı niteliğe dair bir sorun. Bu bakımdan, bir ortak payanımızın da olması mümkün değil. Sorduğun her soruyu siyasi olarak soruyorsun bana. Yapısal olarak soruyorsun. Ben de konuşmamın başında ısrarla söylüyorum ki, siyaset envanterleriyle konuşmak başka, devrimci varoluşa dair konuşmak başka. Bu sorun, siyaset envanterleriyle anlayabileceğimiz bir mesele değil. Siyaseten çözebileceğimiz mesele değil. Bir doktor gibi eline reçeteyi alacaksın, yazacaksın a,b,c bunu yaparsak düzeliriz, bunu yaparsak, bundan günde üç defa alırsak iyileşiriz. Böyle bir şey mi bekliyoruz, devrimcilik böyle bir şey değil. Devrimcilik kendini inşa etme süreci bitmeyen bir süreç, eni sonu belli olmayan ucu açık bir süreç. Şimdi biz, bunlar yokmuş gibi kalkıp bir siyaset jargonu ile konuşup bizim durumumuz bu, bu duruma nasıl çözüm bulacağız diye mi konuşacağız. Bunun çözümü kendini bir deneyime dönüştürebilme becerisi ve yeteneğini, cüretini gösterdiğin anda, kendinden çıkışı gerçekleştirip dışına doğru taşmada. Buna teşebbüs ettiğin anda; hayat sana neleri yoklayıp yoklamayacağını söyleyecektir. Senin kendinden çıkış yapman gerekiyor. Yani mevcut formdaki dükkânı kapatman gerekiyor. Arayışını muhtemel müşterilerin ya da bir ihtimal müşteri adayların üzerinde değil; sen, sen olmaktan çıktığın anda devrimcilik, sana selamını çakacaktır. Tarih göz kırpacaktır. Bana siyaset içinde konuşalım diyorsun; iyi de siyaset envanteriyle konuşmaya başladığımızda; boş atıp tutup hazır reçeteleri havalarda uçuracağız. Hep herkesin konuştuklarının tekrar edeceğiz. Ne diyeceğiz, hamaset yapacağız; işte düzenden bağlarını kopart diyeceğiz, radikal ol diyeceğiz. İyi de herkes düzenin içerisinde. Sen de düzenin içindesin. Sen de bir dolaşım nesnesisin. Siyaset piyasasında dolaşımda olmak, siyasetçiliğin şanından sayılabilir ama bu seni devrimci yapmaz ki. Rota değiştirmek yetmez, âlemi değiştirmek gerek.

Komün: Röpotaj senin görüşlerini almak için yapılıyor, tek yanlı değil bir tartışma ortamında yürümesi daha açıklayıcı olabilir. Bazı cevaplar, eleştiriler direk kişi olarak röportajı yapana yöneldiği için cevap vermek durumu doğuyor. Röportaj sahibi sen olduğun için konuyu dağıtmamak ve konuşmanın bütünlüğünü bozmamak için kısa açıklama ve zorunlu cevaplarla yetiniyorum. Komün, mevcut devrimciliği çok sert eleştiriyor ama bu soruları başkalarının da sorduğunu düşünüyor ve çıkışı devrimci hareketin birikiminin eleştirel aşılmasıyla kopuş ve süreklilik içinde arıyor.

Hikmet Acun: Keşke bu konuşmayı röportaj olarak değil, diskuyson olarak yapsaydık. Bunu teklif de ettim sana. Bak tekrar aynı şeye geliyoruz. Dönüp, dönüp geliyoruz. Hiçbir soru oturmuyor, tam oturmuyor, şundan oturmuyor. Sen siyaset araçlarının, bir örgütü, tırnak içerisinde devrimcileştirmek için yeterli bir envanter olduğunda ısrar ediyorsun. Buradan soruyorsun. Ve işi siyasi jargondan konuşuyorsun. Ben de diyorum ki; siyasal jargonla devrimcilik inşa edilmez. Siyasetçi öznelerine dönüşerek de devrimcilik yapılmaz. Bu, siyasetin dışında olunur anlamına gelmez. Daha anlatmama gerek var mı? Şimdi senin durduğun yerden Türkiye solunu soralım, siyaseten soralım. Türkiye solu, siyaset yapmıyor mu? Yapıyor. Hatta bu anlamda belli bir gücü de oluşturabiliyor mu, oluşturuyor. Bunda bir sıkıntı var mı, yok. İnsanlar iyi ya da kötü sokağa çıkıyor mu, çıkıyor. Peki, insanlar, şöyle ya da böyle örgütlü mü, örgütlü. Sendikalar var mı, belli düzeyde var. Kısmen de olsa işçi hareketleri var mı, var. O zaman sorun şu; bit yeniği nerde?.. Bunlar varsa niye devrimcilik yok? Buna bir cevap var mı, o da yok. Peki, biz neyi konuşuyoruz, neyi sorguluyoruz? Biz sorunlar yumağını oluşturan bağlamları anlamaya çalışıyoruz. Başından beri psikolojik arka planlarla anlamaya çalıştık, sosyolojik derinliklerle anlamaya çalıştık, tarihsel derinliklerle anlamaya çalıştık. Sınıfsal derinliğine bakmaya çalıştık, yani hiçbir durum kendi, kendine meydana gelmiyor ki. İnsanlar, etten kemikten ve hayatın içerisinde varlar. Ve biz de bütün konuşmalarımızı havadan yapmıyoruz. Gerçek bir âlemden yapıyoruz. Beni, ben yapan bir sürü devindirici güçlerin içinde yapıyoruz. Benim, bu sorunlarla cebelleşebilmem için, başa çıkabilmem için, önce onları anlayabilecek anahtarlara ihtiyacım var. Anahtar kavramlara, kerterizlere.

Şimdi yeri gelmişken mevzuyu kırılacağı yere doğru bükelim; resim tekniğinde bir desenin resim olarak meydana gelebilmesi için, resmin bir “olay ufku”nun olması gerekir. Bir de ışığın kaçış noktası. Bir hareket yani. Bu iki durum olmaksızın resimde perspektif oluşmaz. Dolayısıyla resim, resim olamaz. Bir devrimciliğin meydana gelebilmesi için, bir olayın olması gerekir. Devrimcilik, ideada değil, ancak bir olay içinde açıklanabilir var olma halidir. Bu olaya giriş yapabilmemiz için, bir “olay ufku”muzun olması gerekir. Çünkü bir “olay ufku”na sahip olmaksızın, olayı değiştirme şansın yok. Elbette bir de çıkış/kaçış noktası… Yoksa olayın içinde olursun ama mesela resimde arka planda duran bir mürekkep şişesi gibi olursun. Işığın kaçış noktasını belirleyemezsin. Yani bir hareketi meydana getirmezsin. Öyleyse, yukarda saydığım gibi, Türkiye’de, iyi kötü olaylar silsilesi var. İyi de sen bu silsile içinde neden yoksun. Olsan da mürekkep şişesi gibi varsın. Bunca radikal eleştiriyi nereye yapıyorsun o zaman?

Olayın dışında, imgede bir devrimcilik arayışı olabilir mi? Olamaz. Demek ki, devrimciliği var edebilmek için ya olanların akışını değiştirmelisin ya da olayları meydana getirmelisin. Bu cümleden sonra bir cümle kurmaya da daha gerek yok. Ayrıca devrimciliğin başka bir yönü de vardır. Devrimcilik bir ilahiyata işaret eder. Sadece şimdiki zamana değil, gelecek zamana işaret eder. Hep gelecek zamana konuşur devrimcilik. Çünkü “olay ufku”nu bir yöne doğru değiştirmesi gerekir. Bir bağlam kurması gerekir, anlam oluşturması gerekir. Manayı çağırması gerekir. Çünkü hareket yasasının işlediği fizik âleminde, bağlamsız hareketin oluşması yasaya aykırı. İnsanların, örgütlerinin isimlerine komünist ön ekinin konması propaganda olarak algılanmamışsa, şimdiki zamandan aşkın başka çağlara bir çağrı yapmak içindir. Yani zaman, hareket diyalektiğini ete kemiğe büründüren bir mana âlemine çağrı yapmak içindir. Bu tartışma Lenin’le Lukacs arasında 20 yüzyılın başında yapılmış bir tartışmadır. Tarih bilinci ve sınıf bilinci hikâyesi. Bunları konuşabiliriz. Eğer devrimci varoluş, bir olay ve irade ilişkisi değilse, nedir? Sorumuz bu…

Komün: Vasat her yere hükmediyorsa, yaptıklarımız ve varlığımız sahicilik sorunu taşıyorsa, mana yok olmuş ve anlamsızlık ortamı boğuyorsa bu durumun kendisini varlık yokluk boyutunu aşan bir varoluş sorunu olarak koyuyoruz. Komün, kendisini bunları gündemleştiren bir yerden kurdu, tam da bunları işaret ederek soruyor; niye buraya geldi, varoluş sorununa bir türlü gelemedik.

Hikmet Acun: Türkiye’de devrimciliğin varoluş sorunu dergiyi de aşan çetrefil bir sorun.

Sorunu şöyle konuşalım! Devrimci varoluş arayışında olanlar, mahallenin yaramaz çocuğu olma arayışında mı, değil mi?.. Bunları konuşmadan bizim devrimciliği konuşmamız mümkün değil. Mana sorunumuz var. Sen mana’nı yitirmişsin, Türkiye solunda bir mana var mı? Mananın en tılsımlı yönü adanmışlık değil mi? Adanmışlık… Kişi olmaktan çıkıp, fail olamaya varıştır. Burada artık kişi, kişi değildir, fail- fiil diyalektiğinin tecessüm ettiği bir hareket halidir. Verili tüm ilişkileri devindirmek üzere tarihe ve topluma girme eylemidir. Olaylar silsilesini kurandır. Değiştirendir. İyi de; bütün bunları yitirmiş, bütün kendine dair taşıyabileceği anlamları ve manaları yitirmiş ve bu manalarını, piyasanın oluşturduğu mana üzerinden algılayan bir durumla karşı karşıyayız. Bunları konuşamazsak devrimciliği varoluş sorunu hale getiren çözülmeyi konuşamazsak, neyi konuşacağız? Temel sorunumuz bu mana yitimi, değil mi? Niye mana yitimi oluyor? Çünkü ‘90’lı yıllarda devrimciliğin tasfiyesi, mananın tasfiyesiyle başladı. Devrimci anlamın tasfiyesiyle başladı. Bu o kadar yıkıcı işlev gördü ki; sen bir şeyi değer olarak kuran manasını, anlamını ortadan kaldırdığında geriye nesneden başka bir şey kalmaz. Türkiye solu, neden yıkıcı düzeyde nesneleşti ki..

Sen, devrimciyim dediğin zaman, bir değerden söz ediyorsun. Bu değer, yalnızca normatif saiklerden oluşmaz. Ahlaka indirgenemez, boş inanca indirgenemez. Değer inşası, yalnızca mülkiyet dünyasına karşı; karşı bir değer inşası değildir, aynı zamanda gelecek inşasıdır. Bir kerteriz inşasıdır. Neden komünistim diyorsun? Niye komünistsin, komünizmle bunun ne alakası var! Komünizm bir ilahiyat. Dinler âleminin söylemiş olduğu cennetin, başka maddi yansıması olan cennetten bahsediyorsun. Bir tahayyül, bir ilahiyat bu. O ilahiyat ki, kabul edelim etmeyelim, bizim devrimciliğimizin hem zamanını hem geleceğini inşa eden bir saikler silsilesidir. Bu, kabul edelim bir kere… Dolayısıyla şöyle bir şey olabilir mi? Devrimcilik, entelektüel sorun olarak konuşulabilir mi? Ama bugün Marksizm, bir epistemoloji sorunu haline geldi. Türkiye solu, Marksizm’i epistemoloji üzerinden tartışır hale geldi, entelektüel bir sorun üzerinden zikreder hale geldi. Bırakalım dünyayı değiştirmeyi, dünyayı anlamak sadece entelektüel sorun mu? Dünyayı bir yere kadar entelektüel olarak anlayabilirsin, bunda bir sorun yok. Ama bu, sana dünyayı ‘olay ufku’ndan anlamanın araçlarını, anahtarlarını vermez.

Estetik ilkedir; bir bilginin oluşabilmesi için, o bilgiyi ortaya çıkarabilecek bir olayın kurulması gerekir. Yetmez, bir estetik şiddet gerekir. Bir taştan heykel yapmak için, taşın bilgisine sahip olmak gerek. Taşı, doğa nesnesi olmaktan çıkartıp, toplum nesnesi haline getirmek için ona estetik bir şiddetle müdahale etmen gerek, yani yontman gerekir yani taşın mevcut zamanına iradeyi bir eylemle sokman lazım. Yontma eylemi demek; taşa bir mana oluşturmak demek. Bir anlam, bir bağlam… Bir form… Sen ona eylemde bulunduğun anda, o taş artık eski taş değildir. Ama sen de, sen değilsindir. Çünkü taş da seni değiştirmektedir. Heykelde meydana getirilmiş olay, bir hareket inşa etmiştir; ama heykelde başka bir şey daha vardır; anlam, mana, gösterge!.. İşte buna, aynı zamanda, ‘yaratıcı yıkıcılık’ deniyor. Yaratıcı yıkıcılık ne oluyor; işte o bir taş parçasından, heykele varan eylemin sonuçlarının heykeli zamandan, çağından aşkın kılması gerekiyor. Ona bir anlam katması gerekeiyor.. İşte bir olay ufkudur bu. Demek ki bir “şey”, bir kez oluştuktan sonra, çevresinde verili ne varsa, onlarla girdiği ilişkide, önce kendini anlayabilmek için, sonra verili durumda kendini yeniden yeniden üretebilmek için; kendine her daim bir mana kurmadan edemez. İnsan gezegeninde diğer hareket halinde olan şeyleri, nesnelerden ayıran saik nedir? Manadır. Bu bakımdan kapitalist meta âleminin durmadan bir mana ve anlam peşinde koşması raslantı olmasa gerek. Bu da yetmez. Burada başka bir şeye daha gelelim; bir heykeltraş, heykelini kendisi yapabilir. O heykelde kendini yeniden, yeniden üretebilir. Bir mana inşa edebilir. Ancak devrimcilik bir heykeltraşlık değildir. Devrimci, manayı, topluma kurar; anomimleştirir ve mananın yeniden yeniden üretimine mahal verir. Dolayısıyla, devrimciliğin varoluşu, ‘olan’ ve ‘kendinden bir şey’ değildir. Tasarlanan ve kurulan bir hareket halidir. Bir süreçtir, yaratma süreci…

Komün: Bütün buraya kadar olan eleştiriler, değerlendirmeler ve tartışmalardan sonra, anın pratik örgütsel görevlerini daha önemlisi, eleştirilerimizi bir kurucu görevlerle bütünleştirmezsek evrimci bir anlayışa kapıyı açık bırakırız. Ben gene ısrar ediyorum, eleştirilerle birlikte ve imkânsızlıklar çemberinde mümkün bir devrimciliği hangi eksenler üzerinden, hangi temeller üzerinde ve nasıl kurabiliriz?

Hikmet acun; Mümkün bir devrimcilik yoktur. İmkânlı bir devrimcilik de yoktur. Devrimcilik halkın imkânsızlığından çıkar. Çünkü halk, bir imkânsızlıktır. Bunun için bir insan, devrimci olabilmek için önce ‘evden kaçar’. O evin kurulmuş eski halini yıkmak üzere, o eve tekrar döner. Devrimci öznelerin tarihi ‘evden kaçma’nın tarihi değilmidir?. Ev bir halktır, ev toplumdur, ev imkânsızlıktır. Ama ev, aynı zamanda sürdürülebilir olmayan çelişkileri de durmadan üretmek zorunda olan bir inşa edilmişliktir. Ama aynı zamanda bizihati imkansızlığı yüzünden devrimci istisnanın ortaya çıkmasına yataklık edendir.

Devrimlerde böyle değil midir Devrimler de halkın imkânsız krizlerinden çıkıp, tekrar o imkânsızlıklara toslayan bir alt-üst oluş değil midir? Halk imkansızdır, bir istikrarsızlıktır. Durmadan entropiye mehil edendir; çünkü bir iç savaş alanıdır. Devrimcilik de bu kısa devrelere mahal veren istikrarsızdan çıkmaz mı? Ha keza işçi sınıfı dediğimiz şey de; bir imkânsızlık değil midir? İşçi sınıfı dediğimiz canlı emek; bir sözde ilksel birikim sorunu değil midir? Canlı emek; feodalizmin imkânsızlığından doğan, kapitalizmin baharında yoksulların, boşta gezerlerin, işsizlerin, haydutların, dilencilerin zorla işçileştirilmesiyle işçi olmamış mıdır? İşçi sınıfı, bu bakımdan hiçbir kutsallık taşımaz. O, zorla işçileştirilmiş olmasından kurtulmak zorunda olduğu için ‘sınıf mücadelesi’ vermek zorundadır. Yani kendisini toplumun daha daha imkânsızı haline getirmek zorundadır. Eğer işçi sınıfı, bir varoluş sorunu değil, yalnızca bir sömürü sorunu olsaydı; onun devrimciliğinden söz etmemiz de mümkün olmazdı. Demek ki devrimciliğin hikâyesi nedir, diye sorduğumuzda; devrimcilik, halkı ikame eden değildir, bölendir. Demokratikleşme, adalet, eşitlik, hukuk gibi numaralara yatıp imkânsız toplumu ikame eden değildir. Tersine o toplumun krizlerini derinleştirme iradesini ve pratiklerini örgütleme basireti gösterendir. Toplumun gebe olmak zorunda olduğu yıkıcı istisna anlarına odaklanandır. İşçi sınıfına kutsal anlamlar katarak, ideolojik âlemde yarı tanrısal yakıştırmalar lütfederek, işçici olmak değildir. İşçi sınıfının lanetli olduğunu bilmektir, o lanetlenmişliğini anlamaktır. Buradan ilişki kurmaktır. İşçi sınıfını kurtarmak değil, işçi sınıfının bu toplumu yarıp, kaçışına yardım ve yataklık etmektir… Bu kaçışın suçuna ortak olmaktır. İşçici olmak, işçi dalkavukluğu yapmak değildir. İşten atıldığı için çadır kuran işçilere, iki paket çay götürüp, iki halay çekip, bunu sosyal medyada paylaşıp, gösteri dünyasında itibar devşirmek değildir. Onlardan biri olmayı göze almaktır, onların hattının içinde olmaktır. Dışardan ‘ecnebi’ olmak değildir. Üretici güçlerin içinde olmaktır.

Ne sormuştunuz? Devrimciliğin imkânı?!. Devrimcilik için bir imkân aramak demek; dükkâna kaç müşteri bulacam demek değilse; bu, caf caflı renkli metalar âleminde, kendini alıcısı ve cazibesi olan bir ürüne dönüştürmenin ötesinde bir devrimcilik arayışından söz etmek durumundayız. Devrimcilik, bir imkânsızlık olduğu için, devrimcilik olur. Ama yapısal bir sorundan söz ediyorsanız, ima buradan kuruluyorsa; devrimciliğin en büyük sorunu; devrimcilik iddiasında olanlardır. Çünkü bugün devrimcilik, devrimci olmayanlar tarafından teslim alınmıştır. Marksizm, Marksist olmayan Post-yapısalcılar tarafından ele geçirilmiştir. Devrimciliği geri çağırmak istiyorsak; devrimciliği, “solcu”lardan kurtarmak gerek. Solculuğa sırtını dönmek gerek. Bu piyasadan exodus’unu gerekleştirebilme cüretini göstermektir. Solculuğu yarıp, geçmektir.. Tıpkı İbrahim Kaypakkaya’yı, “İbocu”lardan; Deniz Gezmiş’i, “Deniz”cilerden; Mahir Çayan’ı, “Mahirci”lerden kurtarmak durumunda olduğumuz gibi… Yani bizi, bizden kurtarmamız gerek. “Biz”i ikame ederek sürdürülebilir bir devrimciliğin dönemi kapanmıştır. Cümle normatiftir ama namuslu olmak zorundayız. Hayat bizden menkul değil, devrimcilik de bizden menkul değil. Devrimcilik bir akış ve arayış diyalektiğidir. Kim ki, kendinden vazgeçme cüretini göstermiyorsa, kasaba kurnazlıklarıyla kendine bir sürdürebilirlik arıyorsa; orada her şeyden önce ahlaki bir sorun var demektir.

Ama bunlardan ötesi; devrimcilik bir ‘olay ufku’nda bulunma basiretidir. Bir olaylar örgüsüne giriştir. Bir olay, vaka yaratma işidir. Kısa devredir. Dolayısıyla devrimcilik, imgede değil, hayatı ve o hayatın imkânsızlığını tercüme etme işindedir…

Komün: Burada ropörtajı bitirdik, ama tartışma tam bam teli denilen noktada kaldı. Daha fazla uzatarak okuyucunun sabrını zorlamayalım. Dediğin gibi karşılıklı bir tartışma olarak devam edelim. Bu ropörtaj için teşekkür ediyoruz.