Gerçeğe karşı görevimiz, bize ne kadar acı verse de sorunları, eksikleri teşhis etmek ve bu teşhis ışığında çözüm üretmektir. Herhangi bir partinin ya da örgütün ideolojik argümanlarına sığınmadan şunu söyleyebiliriz ki Türkiye’de egemen sisteme karşı muhalefetin devrimci-sosyalist cephesi bir kitleselleşememe, toplumsal tabana yayılamama sorunu yaşamaktadır. Kürdistan’da KÖH’ü kısmen dışında tutarsak hem ahlaki açıdan hem siyasi açıdan hem de sol-sosyalist siyasetin o kadar önem verdiği ekonomik açıdan krizin ve kaosun bu kadar derinleşmiş ve devrimci hareket için objektif şartların bu kadar olgunlaşmış olmasına rağmen neden kitlesel bir harekete dönüşemediği ciddi bir şekilde sorgulanmalıdır. Bunun birçok farklı sebebi vardır elbet; ancak en önemli sebeplerden birinin devrimci sosyalist hareketlerin toplumsal kültürlerle, daha da özelinde din ile kurdukları (kuramadıkları) ilişki olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında günümüz koşullarında din ve sosyalizmin beraber anılması oldukça netameli bir konu… Zira bir yanda dindarların (daha doğrusu egemenlerin oluşturmaya çalıştığı dindarlığın) bilinçaltına sızmış düzeyde, sosyalizmi; dinsizlik, allahsızlık ve en genel içerimiyle ahlaki değerlerden kopuklukla değerlendiren bir anlayış hâkimdir. Diğer yandan sosyalistlerin (buna da bir kısım hâkim klasik sosyalizm diyelim) dini her bakımdan gerici, çağ dışı, akıl dışı tutum, insanların çocukluk korkularının toplamı bir hurafeler yığını olarak ele alan tutumlarıdır. Bir taraf “din için mücadeleyi sosyalizme karşı mücadele” düzeyinde ele alırken (Türkiye’de Komünizmle Mücadele Dernekleri) diğer tarafta da benzer şekilde “dine karşı mücadele sosyalizm için mücadeledir” mottosundan hareket ederek iki taraflı bir düşmanlık mekanizması kurulmuştur.
Bu şartlarda iki soruya cevap vermek gerekmektedir; Din ve sosyalizm arasında düşmanlık üretmeyen, karşıtlaştırmayan daha da ötesinde devrimci demokratik muhalefeti besleyecek düzeyde bir ilişki kurulabilir mi? Bu soruya zor ama imkânsız değil, kimi bariyerler aşılırsa neden olmasın cevabını verebiliriz. Peki, kurulmalı mıdır? Bu sorunun cevabı belki Batı-Avrupa kültür coğrafyası için “canımız isterse” rahatlığında olabilir. Ama Ortadoğu kültür coğrafyasında özellikle Kürdistan ve Anadolu sathında bu sorunun cevabı bir tercih değil zorunluluk düzeyinde olumu olmalıdır. Bu zorunluluk devrimci-sosyalist hareketler için toplumsallaşmanın ön şartlarından biridir. Zira ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın İslam bu coğrafyada temel bir kültür ögesidir. Toplumun duyguları, zihni ve ruhsal şekillenmesinin damarlarında İslam dolaşmaktadır. Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük ve Ezidilik ve diğer dinler de buna dâhildir, lakin hâkim unsur İslam olduğu ve Kıvılcımlı İslam’ı inceleme konusu yaptığı için sadece İslam diyeceğiz, diğerleri de benzer şekilde ele alınıp kabul edilmelidir.
Şu hususa ek bir vurgu yapalım; burada sosyalizm ve din ilişkisinden kastımız, en kırılgan noktalardan olan Allah’ın varlığının/yokluğunun ontolojik ve felsefi tartışması değildir. Bir sosyalist birey ve hareket, felsefi ateizmi sonuna kadar ideolojik hattı olarak da benimseyebilir. Din ile ilişki kurmaya çalıştığında bu durum felsefi tutumdan vazgeçme çağrısı değildir. Sosyalizmi salt ateizme indirgeyip felsefi tutumu sosyolojiyi reddeden konuma getirmek hata olduğu gibi dini de salt teolojiye indirgeyip sosyoloji gerçekliğini görmezden gelmek aynı derecede hatadır. Daha doğrusu bu ikisi zaten birbirini üretmektedir. Bu hatadan kurtulmanın yolu ise her teolojinin aynı zamanda bir sosyoloji olduğu, sosyolojik bir gerçekleşmeye tekabül ettiğinden hareketle tarihsel toplumsal bir geçekleşme olarak dinin özünü anlamaya dönük çaba içinde olmaktır.
Yıllar önce Kıvılcımlı’nın ‘Allah-Peygamber-Kitap’ eserini okuduğumda kendisini materyalist olarak tanımlayan bir şahsın ‘dine’, onun tarihsel arka planına ve özellikle onun sosyolojik duygu dünyasına vukufiyeti bende bir şaşkınlık oluşturmuştu. Fakat galiba daha büyük şaşkınlık, hemen her tespitinde materyalizme vurgu yapan bir sosyalist düşünürün dinin nasıl yanlış bilinç, afyon, insanların çocukluk korkularının ürünü bir saçmalık olduğunu anlatmasını beklerken tam tersine incelediği İslam özelinde din meselesini ele alırken sergilediği anlamaya ve özünü kavramaya yönelik tutuma karşıydı. Bu basitçe ‘namuslu bir bilimsel dürüstlük ya da ciddi bir düşünürün doğru tutumu’ olarak da hafife alınmamalıdır. Elbette Kıvılcımlı dini bir dindarın duygu ve inanç kodlarıyla ele almamıştır. Birçok konuda bir dindarın dini tanımlamasının dışına çıkmış olabilir ve hatta her belirlemeyi tarihsel determinizme ve bilimin olgularına bağlayarak yöntemsel olarak kaba pozitivist bilimciliği benimsediği de söylenebilir. Ancak Kıvılcımlı’nın halen takdir edilmemiş kıymeti, belki de klasik sosyalist hareketin kamburlarından olan ve Türkiye’deki devrimci sosyalist hareketin gerçek manada toplumsallaşmasını engelleyen çıkmazlarından birini oluşturan din ve sosyalim ilişkisini büyük bir ciddiyetle ele alması ve devrimci öncülük iddiasında bulunduğu kendi toplumsal gerçekliğiyle ilişki kurmaya çalışmasıydı. Toplumsal gerçeklikle ilişki kurmak sanıldığı kadar kolay değildir ve masa başında üretilen soyut teorilerle ve tercüme ideolojik tutumlarla gerçekleşmez. Bu ancak tahakküm kurmayı değil anlamayı; mahkûm etmeyi değil asıl bir özne olarak kabul etmeyi gerektiren bir tutumla olabilir. Bu ilişkiyi din ve sosyalizm üzerinden tanımlamak sorununun tümünü kapsamasa da önemli oranda ortaya koymaktadır. Bu yönüyle Kıvılcımlı Türkiye’de devrimci sosyalist hareketlerin gerçek bir sosyolojik harekete dönüşmesinin politik programını ortaya koymaya çalışmıştır denebilir.
Kıvılcımlı’nın en temel özelliklerinden biri mensubu olduğu geleneğin özellikle TKP’nin ideolojik bagajlarına ve kamburlarına rağmen devrimci sosyalist hareketi kitleselleştirme çabasıydı, bunun için çeşitli örgütsel, ideolojik ve teorik hamleler geliştirdi. Kurduğu Vatan Partisi, yazdığı Komün Gücü, Osmanlı Tarihinin Maddesi ve Allah-Peygamber-Kitap gibi eserleri aslında mevcut sosyalist-Marksist anlayışların ötesine geçerek Anadolu ve Kürdistan halklarının duygu dünyasıyla doğru bir ilişki kurma çabasıdır. Bunu ne derece başardığı ayrı bir tartışma konusudur ama bu çaba halen kendi davadaşlarının çok ilerisinde bir tutum olarak takdire şayandır.
Kıvılcımlı’nın ilk tespiti hemen her bir ideolojik harekette ortaya çıkan dogmatizmin Türkiye’deki Marksist hareketin içindeki yansımalarına karşıdır. Marksizmi-sosyalizmi sadece Marx ve Lenin’in söylediklerinin ibaret sayan yeni bir şey söylemeyi ‘kâfirlik’ addeden tutumu söyle eleştirir: “Hele su yüzüne çıkalı beri bir ‘Kolay Marksizm’ türedi. Herhangi bir sosyal, politik, kültürel bir problem mi önümüze çıktı? Onun çözümü için: ‘Ekonomiktir!’ dedik mi, akan sular duruverir sananlar çoğaldıkça çoğalıyor. ‘Ekonomik’ nedir? Kimse onu sormak veya açmak zahmetine katlanmaz. Nasıl? Marksizme ve de Bilimcil Sosyalizme karşı mı geliyorsun, yani? Her şey Marks’ta, bilemedin Lenin’de söylenmiştir. Bize düşen o güzelim doğru söylemişleri az çok eksiksiz tekrarlayıp, dünyayı ışığa boğmaktır! Kim uğraşacak, hem ne haddine, Marks-Engels-Lenin metinleri dururken orada yazılmamış bir gerçeklik aramaya?” (Osmanlı Tarihinin Maddesi, Önsöz)
Kıvılcımlı Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabının özsözünde dinin özünü özel mülkiyeti reddeden ‘ilkel sosyalist ve komüncü’ tutum olarak tanımlıyor. “Hepsi de öldükleri gün, tıpkı koca Hazreti Muhammed gibi, bir karış toprağa bile Özel Kişi Mülkiyeti ile sahip çıkmamışlardı. Demek Müslümanlık da, tam atalarımız gibi düşünüyordu. Ne mutlu gerçek Müslümanım diyene! İlk Müslüman uluları gibi Kur’an’ı Kerim de ne demişti bu noktada: “Mülk Tanrınındır” demişti. Bu noktada Atalarımızdan daha Müslüman kimse çıkamaz. Onlar da güzel, altın harflerle levhalar yazıp yüksek yerlere astılar: “Yâ Mâlik’ül Mülk!” (Ey Mülkün Sahibi!)” Bu belirlemeyi yaptıktan sonra Osmanlı’da hâkim olan bu ruhu anlamayan tutumları “sol yanı da sosyalizmi de kapsayan bir burjuva katırlığı”, “düpedüz burjuva sosyalizmi” ve “işçinin köylünün anlamadığı, soğanlı-sarımsaklı ‘slogan’ atmasyonlarıyla hareketi yığınlara yabancılaştırmakla” suçluyor. İstediği ise çok basittir; bu ruhu anlayarak “maskeli haydut burjuva sosyalizmin” Türkiye halkının gelenek ve göreneklerini-dinlerini sosyalizme aykırı gösteren tutumları reddetmek, kitleyle doğru bağ kurmaktır.
Kıvılcımlı ilk dönem Türklerin ve Anadolu halklarının yaşamına yön veren kültürel-dinsel geleneği anlamaya çalışmaktadır. Klasik solculuğu ise Osmanlı’nın ruhunu anlamamakla, bunun yerine Osmanlı’nın sosyalist-Marksist teorinin klasik derebeyi modellerine uymamasına hayıflanmakla eleştiriyor. Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabınıngirişinde Osmanlı’nın ilk dönemlerinin neden ilkel sosyalist olduğunu izah etmeye çalışıyor. Kıvılcımlı’ya göre Osmanlının toprak rejimi bir tür ilkel sosyalizmdi. Toprak kimsenin malı değildi, işleyene aitti. Büyük toprak sahipleri ortadan kaldırılmıştı çünkü İslam’ın özüne inanan Osmanlı Gazileri, Allah’ın arzını Allah’ın kullarına Kuran’ın emrettiği gibi eşitçe dağıtmayı gerçekleştirmişlerdi.
İslam’ın ilk dört Halifesi Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den sonra toprakları özel mülkiyet haline getirmediklerine özel vurgu yapar ve “Hepsi de öldükleri gün, tıpkı koca Hazreti Muhammed gibi, bir karış toprağa bile Özel Kişi Mülkiyeti ile sahip çıkmamışlardı. Demek Müslümanlık da, Atalarımız gibi düşünüyordu. Ne mutlu gerçek Müslüman’ım diyene!” (Osmanlı Tarihinin Maddesi) Zira Kuran’da da “Mülk Allah’ındır!” denmiştir. Kıvılcımlı Türklük ve Müslümanlık geleneğini daha da geçmişe dayandırır. Ona göre Türklerin Müslüman Araplarla kurdukları güçlü ilişkinin temelinde her ikisinin de ilkel sosyalist geleneğe sahip olması vardır. “Ortak düşman Fars İmparatorluğu yıkılır yıkılmaz, Arap dini ile Türk dini birbirlerine dost ve müttefik ellerini uzatmış durumda idiler. İki taraf da, insanlığın, temiz, güçlü ilkel sosyalist gelenek ve göreneklerini yaşıyorlardı.” (Dinin Türk Toplumuna Etkileri)
Sadece bu birkaç alıntıda bile paradoksla karşılaşıyoruz; Kıvılcımlı’nın din tanımı ile klasik Marksizmin tutumu. Eğer din gerçekten klasik Marksizmin tanımladığı gibi özünde egemen sınıfın halkı kandırmak için oluşturduğu bir tahakküm ideolojisi, yanlış bilinç ise o zaman dinile diyalog kurmak değil mücadele etmek gerekir. Kitlede de bu inanç hâkim olduğundan, gerekirse kitleyle mücadele etmek gerekir. Fakat bu tanımları açık yüreklilikle Batıcı pozitivist aydınlanmacılığın kaba bir sapması olarak tanımlayıp hem bilime hem de kültür coğrafyamızın özüne uygun tanım geliştirmek gerekiyor.
Aslında sorun sadece dinin spesifik tanımlanması sorunu olmasının ötesinde tarihsel materyalizm adına ileri sürülen düz çizgisel ve Avrupamerkezci tarih anlayışıdır. Bu tarih tezinde toplumsal ilerleme mottosu ekonomik yapısalcı bir karakterle ele alınmakta ve ilerleme hattı katı kaderci bir tutumla bir nevi egemen sınıflı toplum biçimlerini kutsamaktadır. Ali Fırat konuya dair şu belirlemeyi yapmaktadır. “Bizleri etkileyen Marksizmin, kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini tarihin zorunlu hattı olarak ilan etmesi, farkında olmayarak inanç ve umutlarının hilafına, karşısında çok savaştığı kapitalizme en büyük katkıları olmuştur.” (BHS – Ali Fırat) Bu tarih anlayışının sorunları sadece teorik değil pratik manada da sapmaya yol açmıştır. TKP’nin ve III. Enternasyonal’in 1925 Şeyh Said ve 1937 Dersim İsyanı’nda, Kemalizmin Kürtler üstündeki katliamlarını açıkça destekleyen tutumları tam da bu tarih anlayışının sonucudur. Marx’ın Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu gibi burjuvazi karşısında köylülük ve feodalizm gerici ise –ki öyledir- o halde Kemalist burjuvaziye karşı hala direnen ve kapitalistleşmemiş olan Kürt halkı da gericidir; öyleyse gericiye karşı ilerici Kemalizm safında yer almalıdır. TKP, 1925’teki Kürt isyanları için “Yobazların sarıkları yobaz zümresine kefen olmalı?” (Genç’teki Şeyh Said’i kastediyor) Ayaklanmanın gerisinde Kürdistan derebeyi vardır. Arkadaş! Kara kuvvet Şeyh Said öncülüğündeki Kürtler bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz.” (Orak-Çekiç’in Manşeti, 5 Mart 1925, Mete Tuncay, Türkiye Sol Akımları) demektedir.
III. Enternasyonal de Dersim İsyanı’nı ‘Kürt’ aşiretlerin yeni bir gerici isyanı olarak tanımlıyor ve Kemalizmin katliamlarını “Halk Partisi bu gerici durumu sonlandırmaya karar verdi” (İsmail Bilen TKP Genel Sekreterinin III. Enternasyonal’in resmi yayınında çıkan makalesi- Aktaran M. Perinçek, Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları, İstanbul, 2011, Kaynak Yayınları) diyerek meşrulaştırmaktadır. Engels Cezayir’deki Fransız işgalini desteklerken aynı tezin tezahürü olarak bu sonuca ulaşmaktadır. Sorun şudur ki Marx’ın ve Marksizmin ortaya koyduğu tarih-toplum tezi 19. Yüzyıl Batı pozitivist düşünce sistematiği içinde şekillenmiştir ve toplum tarihini özellikle Batılı olmayan toplumları hatta kapitalizm öncesi toplumları incelemede yetersiz verileri nedeniyle çok eksik kalmaktadır. Marx dahi tarihsel modelinin Doğu toplumlarına uymadığını fark etmiş, bu nedenle onları klasik ilkel köleci-feodal-kapitalist çizgisellikle değerlendirmek yerine Asya Tipi Üretim Tarzı(ATÜT) tanımlamalarıyla özgünlüğünü ortaya koymuştur. George Lukacs da tarihsel materyalist modelin diğer topluluklara özellikle kapitalist olmayan topluluklara uygulanmasında ciddi zorluklarla karşılaşıldığını söyler. “Medeniyet çağı ile ondan önceki çağlar arasındaki yapısal farklılıklarla ilgili bir zorunluluktur.” (Tarih ve Sınıf Bilinci) Kıvılcımlı da Marx’ın kendi dönemindeki yetersiz arkeolojik ve tarihsel veriler nedeniyle uygarlığın ve devletin çıkış koşullarını yeterince tahlil edemediğini özellikle Komün’ü hakkıyla inceleyemediğini belirtir. Komüne (Komün Gücü) bu kadar yönelmesi tarihsel materyalist Tarih Tezi’nin yaşadığı sıkıntıları aşmaya dönüktür.
Kıvılcımlı Tarih Tezi’nde komüne özel bir önem verir. Ona göre komün insan toplumsallığının temeli, kök hücresidir ki aynı tanımı Ali Fırat da yapar. Komün hem sosyal bilimdir hem de zihniyet oluşumudur der. İnsanlık yüz binlerce yıl klan kabile gibi komün formunda yaşamıştır. Paylaşım, dayanışma, toplumcu eşitlik, kolektivizm gibi sınıfsızlık içeren özelliklere sahiptir. Toplumun doğal halidir. Uygarlık ise sınıf, eşitsizlik, cinsiyetçilik, bireycilik ve özel mülkiyettir. Esas çatışma da bu iki değerler sistemi arasındadır; altında yatan saik ekonomik de olsa. Tabi temel çelişki komün gücü ile uygarlık gücü arasındadır. Ona göre kabileler, aşiretler –komün- uygarlıkla karşılaştıkça bu çatışma yaşanır ve bu bir ‘motor’dur. Böylece komün tarih skalasında ilkel dönemde yok olup giden bir üretim biçimi değil; toplumun sınıflaşma, devletleşme yani uygarlık olmak isteyen kolektivizmi ortaklığı, toplumculuğu, mülksüzlüğü esas alan ve tarihin tüm aşamalarında var olan çalışan doğal formudur.
Kıvılcımlı’nın komün eksenindeki toplum tezine atıf yapmamızın nedeni, dini tanımlamadaki kritik yönü nedeniyledir. Kıvılcımlı komün gücü vasıtasıyla toplumsallığın işleyişini daha derinden çözümlemeye çalışırken, buna dayanarak ekonomizm eleştirisinin nüvelerini de geliştirdiği söylenebilir. Aynı zamanda komün zihniyetinin dinle bağlantısını kurarak dinin iktidar tarafından bozulmamış halinin komünün doğal karakterlerini yansıttığı sonucuna ulaşır. Şimdi yazımızın girişinde vurguladığımız Türklerin dini ile Arapların dininin kolektivizm ve komünal değerler eksenindeki buluşmasının mantığı daha iyi anlaşılır. Kıvılcımlı burada Ortodoks Marksizmin ‘din egemenlerin ürettiği bir yalandır’ tezinden oldukça uzaklaşır. Ona göre din ve peygamberler, komünün soy değerlerinin savunucularıdır. Kıvılcımlı’nın tanımları bu eksende gelişir; “…din hiçbir zaman bu denli tek yanlı medeniyet yansımalı olmadı, olamazdı çünkü dinlerin ortaya çıktığı süreç; daima barbarlar (komünler) ile medeniyetlerin çarpışmasından, daima komünün kan kardeşlik-sevgi-saygı-kolektivizm prensiplerinin korunarak medeniyete aşılanmasından; dolayısıyla doğanın ve toplumun kanunlarına uyum yapma zorunlularından ve sezilerinden doğmuştur-gelişmiştir… Derebeylerin, Firavunların, Fağfurların eline geçtikten sonra din, medeniyet bataklıklarında insanı ezenlerin zulüm silahı olmuş, evrimi başaramayan köle ve serflerin ise çaresizlik afyonu: cefette sığınış olmuştur.” (Allah- Peygamber-Kitap) Ona göre doğal din mülkiyete karşı komünal değerlerin öz savunucusuydu. “Hz. Muhammed komünün kolektif aksiyon ruhunu iliklerine dek yaşayan berrak zekâlı aşiret çocuğuydu”… “Hz. Muhammed’in tek istediği doğru yol, Allah yolu dediği kolektivizm, toplumculuk yolundan sapılmaması kişi mülkünün azgınlaşmamasıdır.” (Allah-Peygamber-Kitap) Ayrıca bunun da ötesinde bir çözümlemeye girer ve evrenin bilimsel kavranış sorununu Batı merkezli paradigmadan koparak anlamaya çalışır. Comte’un Üç Hal Yasası maalesef tüm modern dönem devrimcilerin zihin dünyasına sızmış bir virüs gibi bilimsel düşünüşü ve kavrayışı modern Avrupai döneme hasreder. Örtük ve hatta çoğu zaman açıkça modern öncesi dönemin durumunu bilimden, hakikatten yoksun yanlış bilinç olarak mahkûm eder. Bu algılamada peygamberlerin vahiy olarak tanımladıkları şeyler bir tür şarlatanlıktır ya da en azıdan ters düşmüş bilinçtir. Oysa Kıvılcımlı peygamberleri kendi dönemlerinin bilgi birikim düzeyini oldukça derinden yakalamış ve bilimsel gerçekleri dönemin hâkim anlatı biçimi olan dinsel kavramlarla anlatan insanlar olarak tanımlar. Kıvılcımlı oldukça şaşırtıcı bir tespitle peygamberlerin vahiylerini ‘Allah sistemi’, bilimsel determinizmin dönem anlağındaki yansıması olarak tarif eder.
Klasik materyalist düşüncede din=antibilim iken Kıvılcımlı tersi bir özdeşlik kurar. Allah’ı tarihsel bilimsel determinizmin doğa ve toplum yasalarının ifade ediliş biçimi olarak ele alır. Ona göre peygamberleri doğanın ve toplumun gidiş kanunlarını en derinden sevmişleridir. “Beğenmediğimiz Peygamberler veya her namuslu düşünür bilerek bilmeyerek daima O’nu aramıştır ve arar, arayacaktır…”, “Ayetler, dikkat edilsin hep bu merkezde döner durur; demek Peygamberlerin gerçek aşkı, doğrucu başılığı, yalan bilmezliği, doğru iffetleri kuşku götürmez. Onlar gerçekten çağlarının elçileridirler.”, “Antik insanların bilhassa onların en bilinçli gerçek önderleri olan Peygamberlerin Allah’a karşı olan bu duyguları, bugünkü tarihsel determinizmi bilince çıkarmış insanların veya önderlerin, tarihsel determinizme karşı olan duygularına paraleldir ve benzerdir.” (Allah-Peygamber-Kitap)
Bu tutum sadece teorik ya da akademik kaygılarla yapılan bir tespit değildir. Tarihsel materyalizmin ilerlemeci, aydınlamacı paradigmasının oluşturduğu bir yanılsamayı yani gerçek manada gerçek bilinci ayakları üstüne dikme çabasıdır. İlerlemeci aydınlanmacı tarih paradigması benimsediği ilkelerle modern öncesi tüm toplumları ve onların zihniyetlerini ‘gerici’ ‘yanlış bilinç’ ve ‘yalan ve afyon’ diye nitelendirirken aslında kendini hem tarihsel toplumdan hem de güncel toplumsal gerçeklikten tam manasıyla tecrit etmiştir. Bu durum, devrimci hareket ile hitap ettiği, öncülük etmeye çalıştığı toplumsal gerçeklik arasındaki ideolojik bariyerdir. İdeoloji, hareketi toplumsal gerçekliğe ulaştırmaktan ziyade onunla toplum arasında bariyer oluşturup yabancılaştırıyorsa sorun var demektir. Kaldı ki bu tespit günümüz devrimci hareketinin temel sorunlarına da işaret eder.
Kıvılcımlı bu tanımlamaları paradigmatik bir bütünlük oluşturmaya çalışırcasına sürekli geliştirmeye devam eder. Dini öz olarak komünal (ilkel) toplumun sınıflı uygarlıkla yaşadığı/yaşayacağı ahlaki, siyasi, sosyal bunalımlara karşı komünal değerlerin medeniyete taşınması olarak ele alır. İlkel komünal topluluk uygarlığa doğru çözünürken ahlaki değerlerini yitirme, bireyselleşme, köleleşip hayvanlaşma riskiyle karşı karşıyadır; Mekke paganlığında olduğu gibi. Din bu bireycileşme, köleleşip hayvanlaşma riskine karşı komünal toplumun sağlıklı bir şekilde medeniyete geçiş yapmasını sağlamaya çalışmaktadır. Din, kaos yaşayan toplumun ezilenlerinin sesidir.
Biz dini gerçekten de böyle devrimci bir rolle tanımlayabilir miyiz? Zira günümüz sosyalist hareketlerinin çoğunluğu dini; afyon, karşı devrimci bir öğe olarak tanımlıyor hem de bazı boyutlarıyla değil doğuş anından itibaren külliyen… Kıvılcımlı bu soruya Hz. İbrahim’den başlayarak peygamberlerin ortaya çıkışını örnek verir: Hz. İbrahim, Babil’de Nemrud denen, köleci Tanrı-kralının saldırılarına karşı özgür kabilelerin direniş öncülüğüdür. Nemrud ismindeki o dönemin süper emperyal gücüne karşı direnmiştir. Hz. Musa Mısır köleciliğine; Hz. İsa Roma köleciliğine, Hz. Muhammed de Mekke paganlığına ve Sasani-Bizans köleciliklerine karşı halkın sesi olmuşlardır. Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarında bunun çok bariz örnekleri vardır; Nuh Peygamber’in yanında alt tabaka toplanmıştır, egemenler ondan fakirleri kovmasının ezilenler lehine olan duruşunu değiştirmesini istemişlerdir. Hz. Nuh’un cevabı nettir. “Ben yanımdaki fakirleri, ezilenleri kovacak değilim.” Hz. Şuayb’ın kavmiyle sorunu tam da liberal kapitalizmin yaşadığı sorundur. Kavmi olan ezilenlere, yoksullara refahtan pay isteyen Şuayb’a “Ne yani, mallarımız üzerinde istediğimiz gibi harcama yapma hakkımız yok mu?” der. Peki, Kureyş aristokratları ve Hz. Muhammed’in sorunu nedir? Soyut bir Allah mı, Lat mı, Uzza mı? Hayır, tam tersten Kuran’ın anlatımına göre de aslında Mekkeli Müşrikler Allah’ı tanımakta, ona inanmaktadır. “And olsun onlara (müşrik takımına): “Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim musahhar (emre âmade ve hizmetkâr) kıldı?” diye soracak olursan kesinlikle “Allah” diyeceklerdir.” (Ankebût Suresi 61. Ayet) Peki çatışma ve sorun nerededir? Burada Kuran’ın din tanımına bakalım; Kuran, dini, bilinenin aksine soyut bir inanış teorik-teolojik bir konu olmanın ötesinde sosyal, siyasal, ahlaki bir tutum olarak tanımlar. Maun suresinde anlatılan din çok somut bir eylemdir, din ezileni savunmaktır. “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez (yanaşmaz); Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yaparlar, en ufak bir yardımı engeller, esirgerler.” (Maun Suresi) Benzer tema Taha Suresi’nde de vardır. Bakara’da da erdem tanımı çarpıcıdır: “İyilik yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Ancak iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere iman eden, O’nun sevgisi ile malı yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmış olana, dilenenlere ve kölelere veren, namazı kılan, zekâtı veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, darlıkta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anda sabreden kimselerin yaptıklarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır. Takva sahibi olanlar da bunlardır.” (Bakara, 177. Ayet) Araf 157. Ayet’te inananları kölelik zincirinden kurtarmak peygamberin temel misyonu olarak ifade edilir. Öyleyse Mekke Aristokrasisinin Hz. Muhammed’e ölümüne düşmanlığı basit bir panteon Tanrıları meselesi değildir: “Gerçekte tefeci bezirgânlıkta azgınlaşmış, daha pek zenginlik isteyen, gözlem dönmüş babahanların bozuldukları şey, Allah meselesi değil Muhammed’in fakir fukarayı tutuşu ve kolektivizm isteyişidir.” (Allah Peygamber-Kitap-236)
Peki, Kuran’ın Allah’ı devrimci midir yoksa liberal burjuva veya sosyal demokrat reformist midir? Kuran’ın Kıvılcımlı’nın değimiyle fakir fukarayı tutuşu yani ezilenlerin safında yer alışı açık ve çarpıcıdır. Kavramsal düzeyde günümüz devrimci Hareketlerinin kullandığı çerçeveyi neredeyse birebir kullanmaktadır. Ezen-Ezilen, Zayıflar-güçlüler kavramları mustazaf-müstekbir (zaif bırakılmış olanlar ile büyüklük üstünlük taslayanlar) yoksulluk açlıkla boğuşanlar, ezilenler için devrim, yeniden yerinden yurdundan göçertilen nülteciler, toplumsal korumadan yoksun olanlar, yetimler ve cinsiyet ayrımcılığı, öldürülen kız çocukları ve kadınlar, etnik ve sınıfsal ayrımcılığa uğrayanlar. Şuayb peygamber açlık bir sınıf devrimcisidir. “Çalışanları ücretlerinden yoksun bırakmayın.” (Araf 85) Nuh alt tabakayı terk etmeyi ölümüne reddeder. Allah Müslümanları, “Size ne oluyor ki Allah yolunda zayıf bırakılmış ezilen kadın erkek ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (Nisa 75) diyerek çok açıkça ezilenler için mücadeleye çağırmaktadır. Zira Allah yeryüzünün egemenliğini (mirasını) yeryüzünün ezilenlerine zayıf bırakılmışlarına (mustazaflara) vermek istediğini açıkça haykırmaktadır. “Fakat biz zayıf bırakılmış olanları öncü güç haline getirmek ve yeryüzüne mirasçı (egemenliği onlara vermek) yapmak ve yeryüzünü onlar için güvenli hale getirelim istiyorduk. Bunun için firavunu, Haman’ı ve ordularını bozguna uğrattık.” (Kasas 5-6) Zalimlerin sonu ise nereden geldiğini dahi kestiremedikleri bir devrimle alaşağı edilmektir. “Zulmeden zalimler, yakında nasıl bir devrimle alaşağı edilecekeklerini mutlaka göreceklerdir.” (Şuara 227)
Dine karşı din
Buraya kadar Kıvılcımlı’nın da görüşleri ekseninde dile getirdiklerimiz Marx’ın meşhur “din halkların afyonudur” sözüne karşı bir itiraz olarak algılanabilir. Öyledir de. Ancak İslami çevrenin önemli ideologlarından olan Ali Şeriati ilginç bir şekilde bu sözü sahiplenir. “Evet, Marx doğru söylemiştir. Din halkların afyonudur.” der ve devam eder ama hangi din? Bu soru pek sormaya alışık olmadığımız bir sorudur. Zira tarihsel ve toplumsal gerçekleşmelere hep tek boyutlu bakmaya alışmışızdır. Tarihte ‘din şöyledir’ gibi genellemeci bir yaklaşımla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tespitte bulunmak kolayımıza gelir. Oysa diyalektiğin doğru bir uygulaması dahi tarihte hiçbir olgunun tek boyutlu işlemediğini bize gösterir. Şeriati bu noktadan bakmaktadır. Ona göre tarihte hiçbir zaman din ile dinsizlik çatışması olmamıştır; çatışan din ile dindir, bu İslam ve Hıristiyanlık gibi iki ayrı din manasında değil aynı dinin iki ayrı gerçekleşmesinin çatışmasıdır, yani İslam ile İslam’ın Hıristiyanlık ile Hıristiyanlığın…
Bu dinlerden biri halkın eşitlikçi, adil özgürlük dini iken, diğeri ayni dinin egemenler tarafından saptırılan eşitsizlikçi, sömürücü sistemi halklara kabul ettirmek için bir afyona dönüştürülen egemen dindir. Ona göre Muhammedi İslam’ın karşısında bir Yezidici-Emevici İslam oluşmuştur. Yezidi İslam gerçekten ‘afyon’dur. Ali Fırat da tarih tezinde tarihsel akışın bir yanda halkların devlet olmayan demokratik uygarlık değerleri ekseninde, diğer yanda da tahakkümcü sınıflı uygarlık ekseninde iki ayrı nehir olarak gerçekleştiğini savunur. Buna göre tarihte her oluşum bu diyalektiksel ayrışmayı yaşar. Din de benzer şekilde ilk çıkışında demokratik uygarlığın ve komünal değerlerin bir savunucusu olarak çıkar fakat devletle uygarlık bulultuğunda karşıtlaşır. Ali Fırat İslam’ı, Demokratik İslam (özellikle Hz. Muhammed dönemi) ve karşı İslam ya da saltanatçı İslam olarak ayrıştırır. Ona göre “Nasıl ki diğer dinlerin ya da ideolojilerin sağı ve solu varsa bu manada Müslümanlığın da sağı ve solundan söz edebiliriz (…) Antikapitalist olunması oldukça değerlidir ve ifade ettiğimiz manada Müslümanlığın solunu temsil eder.” “İslam’ı iktidarcı-devletçi ve toplumcu olarak iki temel kategoriye bölmek tarihsel toplum gereğine uygundur. İslamiyet’in bir bütün olarak demokratik, özgürlükçü ve eşitliğe yakın bir hareket olarak nitelendirilmesi mümkündür. (Ancak) Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanî, Safevi, Babüri dönemlerdeki İslam’a Muhammetçi İslam demek mümkün değildir.” (Ali Fırat)
Kıvılcımlı’nın da İslam’a bakışı aslında aynı yaklaşımla şekillenir. Kıvılcımlı İslam’ın komünal kolektif ve ‘devrimci’ değişimci ve özünü ortaya koyar ancak diğer yandan İslam adına yapılan sömürücü baskıcı eşitsizlikçi uygulamaları da doğru tahlil etmeye çalışır; “Uygulamada daima azgın bezirgânlığa ve tefecilere karşı sıkı durulmuştur. İslamiyet’in bu prensibi sonradan tersine çevrildi. Zenginlerin fakirlere karşı zılgıtı biçiminde uygulandı. İşte o zaman din bir afyondur kalitesine büründü. Allah; padişah ve firavun veya Nemrud veya tiran oldu. Yoksa özünde din hiçbir zaman bu denli tek yanlı medeniyet uygarlık yansımalı olmadı, olmazdı ve kutsallaştırma gidişinin son halkası İslam medeniyetinin tefeci bezirgân saltanatını bütün kalleşliği ve korkunçluğuyla hatırlatan Emeviye çağı peygamberin Allah sistemini hayattan koparıp rafa kaldırdı. Evrencil bezirgânlık sömürüsüne kılıf yaptı. Kuran ve peygamber, İslamiyet’in ilk savaşçıl devrim yıllarında böyle keskin sosyalizm yanlısıydı. (ganimetleri eşit paylaşma ve özellikler yoksullar lehine dağıtımına vurgu yapmaktadır.) Çünkü kişi mülkiyeti hırsının medeniyetleri batırdığını görüyordu, seziyordu ve peygamber ilkel komünün saf tertemiz kolektivizmini insan doğa sezgisini saygısını (ülküsünü) yaşıyordu. Kuran’ın hemen bütün ayetleri kolektivizmi her türlü insan değerlerini korumak öğütleriyle, buyruklarıyla örülmüştür (…) Kuran-ı ören şey peygamberin ölümünden sonraki halifeler (dört halife) çağında da sürer bezirgân Emeviye saltanatı tüm kancıklığı ve zulmüyle üstün gelir gelmez o öz zorla, hileyle eritilir. İslam’ın tarihsel gerçekleşmesinde bu iki zıt din damarını bulduğumuzda, tarihsel ve güncel birçok yaklaşım sorunu ortadan kalkar. İslam’ın devrimci boyutu sadece teorik düzlemde kalmamış. Çıkış yaptığı 7. yüzyıldan günümüze 21. yüzyıla değin halkların ulusal kurtuluşçu ve bizzat ezilen sınıfların sınıfsal kurtuluşçu özlemlerinin pratikleşmesinin bayrağını oluşturmuştur. Batılı oryantalist gözlükten kurtulduğumuzda Abbasilere karşı büyük bir başarıyla başkaldıran ve kantla kuran zenci kölelerinin Paris Komüncülerinden hiç de aşağı olmadıkları görülecektir. Zenc ayaklanmasının bayrağında “Mülk Allah’ındır” yazmaktadır. Karmatilerin 300 yıla varan büyük mirasları İslam’ın Asr-ı Saadet özleminden beslenmiş ve yaşanmıştır. Karmati liderlerinde Ebu-l Feravis’in “Siz sarayınızda rahat yaşayınız halk ise sefaletten ve açlıktan ölsün! Bu mu adalet? Biz haklarımızı almak için ayaklandık.” sözü 19. yy devrimcilerinden daha az devrimci değildir. Peki ya Şeyh Bedrettin’in “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Erzak giyim eşyaları, arazi, davar ve bütün toprak mahsulleri genelin ortak hakkıdır. İnsanlar yaratılış ve doğa olarak eşittirler. Ben senin evinde kendi evimde gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyanı eşyan gibi kullanabilmelisin.” (Varidat)
Bu damar sadece tarihsel bir antika değildir, günümüzde zayıf kalmış da olsa tam örgütlü olmasa da bu damar sadece tarihsel bir antika değildir. Özellikle halk tabanında, Anadolu ve Kürdistan’da devrimci demokratik İslam yaşamaktadır. 20. yy boyunca kendilerini İslam sosyalistleri olarak adlandıran birçok hareketi çıktı. İran’da Ali Şeriati, Suriye’de Mustafa Sıbai, Mısır’da Hasan Hanefi, Libya’da Yeşil Sosyalizm deneyimi, Sudan’da Mahmut M. Taha, Türkiye’de Nureddin Topçu ve daha birçokları İslam ile sosyalizmi güçlü teorik temellerle buluşturmaya da çalıştırmışlardı. Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi’nde din konusunda güçlü açılımları vardır ve sosyalist hareket için ilhan verici düzeydedir. Ali Fırat’ın da önerileriyle 2014’te oluşan Demokratik İslam Kongresi, yine Türkiye sathında kendilerini Antikapitalist Müslümanlar olarak tanımlayan çeşitli oluşumlar kendi cephelerinden teorik ve pratik açılımlar geliştirmişlerdir. Bu durum sosyalist devrimci hareketlere bu yönlü bir yaklaşım zorunluluğu getirmektedir. Özgürlüğü, eşitliği, adaleti yaşaması için uğruna mücadele edilen halkların devrimci inanç değerlerine doğru temelde sahip çıkmayarak onu iktidarların sahte afyon din uygulamalarına terk etmek kabul edilebilir bir durum değildir. Kıvılcımlı’nın dediği gibi, eğer devrimci sosyalist hareket Doğu’nun kültür geleneğinin çok uzağında “ateist afur tafurlarla konunun üzerinden atlayıp geçiyor ve geçtiklerini sanıyorlarsa” (Allah Peygamber Kitap) bu devrimci hareketin buluşmak istediği kitleyi kendi elleriyle devletin, faşist iktidarların manipülasyonuna terk etmeleri anlamına gelir. Şu hususu da söylemek gerekir tabi, günümüzde özellikle Türkiye’de İslamcı olduğu iddiasıyla son yirmi yıla damgasını vuran iktidarın yaratığı çok tahribat vardır: Dinbaz söylemlerle dindar kitleyi manüpile etmiş hatta dindar kitleleri bile dinden soğutur noktaya getirmiştir. DAEŞ ve AKP türü sapmalara karşı İslami camianın devrimci ve halkçı yorumu daha güçlü öne çıkaramaması da çok ciddi bir eleştiri konusudur. Bu durum İslam’ın özünün DAEŞ ve AKP türü karşı İslamcılar tarafından temsil edildiği kanaatinin doğmasına yol açmaktadır. Her şeye rağmen devrimci–halkçı İslam ile saltanatçı karşı devrimci “sahte İslam” arasında ayrımı iyi yapmalı ve sosyalist sol, islamla ve dinle etkileşime girmekten kaçınmamalıdır. Sosyalizm kavramının gerçek anlamını, yani vahşi bireyciliğe ve sermayedarlığa karşı cemaatin ve toplumun savunulması, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit ve kardeş olduğu idealiyle herkesin ihtiyacından fazlasını etrafıyla paylaştığı (Bkz. Kuran/Bakara: “Sana mallarından ne kadarını etrafıyla paylaşacaklarını soruyorlar. Ey Muhammed de ki ihtiyacınızdan fazlasını paylaşın!”) ortaklaşacı toplum idealinin en güçlü tarihsel köklerini bulacağı yer Doğu toplumlarıdır. İktidarcı baskıcı bir devlet aygıtı üreten Batı sosyalizminden kopup bu topraklara özgü bir sosyalizm anlayışı, ancak bu toprakların kültürünü sahiplenerek ve bu kültürü daha da devrimcileştirerek başarılı olabilecektir. Bu toprakların insanlarının kültürel inanç değerleriyle iletişime geçip zihniyet birlikteliğini yakalamak en doğrusudur.
Vesselam….