Hikmet Kıvılcımlı üzerine bir yazıda derli toplu değerlendirme yapabilmek zordur. Zordur çünkü Kıvılcımlı hem Marksist teoriyi bütün insanlık tarihine yayarak üreten bir derinliğe, hem de pek çok konuda özgün çalışmalara imza atan bir genişliğe sahiptir. Bu yüzden bizim burada yaptığımız belki eleştirel notlar şeklinde anlaşılabilir. Hakkını ne kadar vererek yaptığımız da tartışılır.
Hikmet Kıvılcımlı, 20. yüzyılın sosyalistidir. Yaşadığı dönemde değeri yeterince anlaşılmamış, o derin ve geniş birikimi de layıkıyla değerlendirilmemiştir. Bugün de durum pek değişmemiştir.
Hiç kuşkusuz Türkiye’nin en önde gelen Marksist teorisyenidir. 20. yüzyılda onunla hesaplaşma gücü gösterebilen olmadığı gibi, günümüzde de o derinliği gösteren, o genişliği ele alıp değerlendiren ya da eleştirel hesaplaşmayı yapabilen cesaret sahiplerine henüz rastlanmamıştır. Eleştiriler birkaç politik değerlendirmenin ötesine taşmaz ki bu “kitap” olacak boyutta yapılsa bile bu böyledir. Diğer yandan Kıvılcımlı’nın keşfedilmesi ve gündeme daha fazla gelmesi gibi bir durum da mevcuttur. Elbette her yeni keşif geç kalmış olmanın ahları vahları arasında yapılmaktadır. Özellikle yeni kuşaklar Kıvılcımlı ile tanışınca onun düşüncelerinin neden arka plana itildiğine şaşırmaktadır.
Kıvılcımlı’ya ölü muamelesi yapan sosyalist hareket ise o birikimden yoksun kalmanın bedelini ödemiş, teorik olarak gelişmeyen güdük bir ağaca dönüşmüştür. Oysa yeni kuşaklar yasaklı bölgelere girerek Kıvılcımlı külliyatı ile buluşmaktadır. Geleneklerin basıncını kırarak bu külliyattan yeni teorik cephaneler yaratmanın yollarını aramaktadır. Sosyalist hareketteki kısırlık, Kıvılcımlı’daki derinlik ve ufuk açıcılıkla karşılaştırılınca kaybedilenin ne olduğu bariz olarak ortaya çıkar.
20. yüzyılda ve yüzyılımızda yapılan eleştirilerle Kıvılcımlı’yı hakladığını düşünenler ne yazık ki ciddi bir eleştiriden bile yoksundurlar. Eleştirmek için eleştirmek niyetiyle yola çıkılınca üstünkörü okumalar, hızlı göz atmalar ile yazılmış değerlendirmelerin hiç kimseye faydası da olmamıştır. Bunlar Kıvılcımlı’yı anlamamış, mücadeleye yol gösterecek değerlendirmelere de girişemememişlerdir. Kıvılcımlı yaşadığı dönemde Marksizm külliyatına ve neredeyse bütün bilimsel felsefi disiplinlere vakıf olarak teori yapacak bir kapsayıcılık gösterirken, onu “haklayanlar” bir iki bilimsel-felsefi disipline bile hâkim değillerdir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın derinliği dünya çapındadır. Dünyadaki Marksistler arasında en ön saflarda kendine yer bulur. Bu nedenle salt bir siyasi geleneğin ya da Türkiye sosyalist hareketinin liderlerinden biri konumuna indirgenemez. ‘Kıvılcımcı Geleneğin’ başarısızlıkları üzerinden bir eleştiri de çok anlamsız olur. Kıvılcımlı salt bir geleneğe sığmaz, sığdığı tek gelenek ‘Komünizm’ geleneğidir. Orada da Marksist teoriyi genişletir, yeni fikir ve kategorilerle zenginleştirir. Yani mecaz bir söylemle Marksizme de sığmaz!
Kıvılcımlı hemen her konuda Marksist teoriyi derinleştirmek, onu bütün tarihe yaymak ve tarihsel gelişmenin kanunlarını ortaya koymak istemiştir. Buradan çok verimli olarak tezler geliştirir. Bugün hangi konuya el atacak olsak Kıvılcımlı’nın o konuda bir fikri ile karşılaşırız. Hepsi de son derece esaslı konular ve meselelerdir. Marksizmin boşlukları vardır, o boşlukları yakalar ve yeni yollar açar. Marx’ın ‘Tarih Bilimi’ dediğine Kıvılcımlı “diyalektik sosyoloji” der. Konuyu hakkını vererek ele alır. ‘Tarih Tezi’ bağlamında dünya devrimcilerine çok temel kökler ve geleceğe yol gösterecek fikirler bırakmıştır. “Genel geçerlilik” oluşturan bilimsel yasaları keşfetmenin yanı sıra, her toplumun orijinal-geleneksel devrimciliği üzerine bilgiler malzemesi de sunar. Big Bang, doğanın evrimi, ilk ‘komün’ün oluşumu ve kanunsal temelleri, mitoloji dinler, uygarlığın ortaya çıkışı, uygarlıktaki devrimsel gelişmenin yasaları, -sosyalist- komünist dünyaya gidecek stratejik yol haritası… Yani yok yok Kıvılcımlı’da.
Üretici güçler kombinasyonunu yorumlayışı, adeta din sosyolojisi yaparak ilk kutsallaştırmalardan günümüze dek gelişecek yolu göstermesi; kişinin ve toplumun psikolojik analizlerini yaparak sunması ve daha özelde ise Ortadoğu, Mezopotamya ve Anadolu’nun orijinal gelişim tarihini ele alması onun ne denli derinlere daldığının göstergesidir. Bir Sovyetik olmasına rağmen onun aynı zamanda Çinci ve Kübacı olduğunu da görebiliriz. Kalıpçı yaklaşmaz. Sosyalist dünyanın tümünü sahiplenir, olan biteni “sosyalistler arası tartışmalar” diye niteler. Stalin’i tapınç konusu yapmaz, Mao’yu “karşı devrimci” görenlerin gafletine düşmez, Castro ve Che’ye “küçük burjuva devrimciliği” diyenlerin basitliğini paylaşmaz. Avrupa merkezli yaklaşımlara pabuç bırakmaz.
Hikmet Kıvılcımlı çoğunlukla “yalnız adam”dır. Bu yalnızlık onun politika yaparken başarısızlığına da yol açar. Diğer yandan etrafında politik bir güç yok iken, bu örgütsüzlük ve yalnızlık ortamında olmayacak taktikler ileri sürer. Politika toplumsal güç ile en azından belirli bir niteliği taşıyacak öncü kuvvetlerle yapılır. Kıvılcımlı ise o politik-pratik kuvvetlerden yoksundur ve dövüştürmek istediği taktikler bu nedenle bir karşılık bulamaz.
Bazen teorik derinliklerde yüzmenin de kaderi yalnızlığa çıkar, 22 yıl hapiste tecrit kalmanın da! En yakınındakilerle bile makas açılır. Hele hele kimsenin kafa yormaya cesaret edemediği alanlara daldıkça, yüzeysel değerlendirmelerin muhatabı olan bir yalnız adama dönüşmek kaçınılmaz olur. Kıvılcımlı o denli yalnız adamdır ki, kendisini TİP’e daha “çocuk” denecek yaştaki Deniz Gezmiş üye yapacaktır ama yalnız dava adamıdır ve yoğun üretir. Mesele sadece çok çalışıp çok üretmek değildir; çalıştığı ürettiği konular esaslı konulardır ve sorun gördüğü yerde tutarlı-sistematik cevaplar üretmesidir.
Hikmet Kıvılcımlı soyadını Bolşevik yayın organı İskra’dan alır. İskra’nın Türkçe karşılığı Kıvılcım’dır. Hikmet de ben de İskracı’yım ben de Bolşevik’im dercesine “Kıvımcımlı” olur. Onun bir ömür ‘komün’ ile uğraştığı, ‘komün’ ile yatıp ‘komün’ ile kalktığı düşünülürse aklıyla ruhuyla bir komüncü olan Hikmet’in Hikmet’in soyadının komün olmalıydı diyesi geliyor insanın.
Kıvılcımlı derin meseleler ile uğraşırken politikada pek çok başarısızlıklar yaşamıştır. Eleştirenler onun derinliğinin kıyısından bile geçemediler, politik başarısızlıklara çattılar.
Anlamak isteyenler ise yeterli sorumluluğu gösteremediler. Onun teorik zemininden yola çıkarak politika yapan ardılları da Kıvılcımlı’nın Avrupamerkezciliğe (Aydınlanmacı-Ekonomist-Teknolojist-Sendikalist) karşı açtığı patikalardan yürüyemedi. Onun açtığı orijinalite patikasını yola dönüştüremedi. Hatta Kıvılcımlı eleştiricileri farkında olmadan daha fazla orijinalite kanalından yürürken, Kıvılcımlı ardıllarının pratiği orijinaliteden daha fazla kopuk yürümüştür!
Hikmet Kıvılcımlı eleştiricileri genelde hasmane tutum takındıkları için eleştirinin ölçütleri kişiden kişiye değişiklik göstermiştir. Herkese farklı ölçütler ile yaklaşmak devrimci tutarlılığı bozar, mantıksal tutarlılık oluşmaz ve eleştirinin de bir kıymeti kalmaz. Örneğin; Kıvılcımlı’nın ordu düşüncesi ve 71 darbesine -sıcağı sıcağına- yaptığı değerlendirme nedeniyle rahatlıkla “darbeci” denirken, 12 Eylül darbesine kutlama mesajı düzen Enver Hoca’ya komünist diyenler tutarlı olabilir mi?
Herhangi bir sorunda Kıvılcımlı’yı rahatlıkla “oportünist” ilan ederken Marx-Engels’in Hindistan, Cezayir, Meksika vb. yerlerin işgallerini uygarlaştırma-modernleştirme adına onaylamalarına sessiz kalmak nasıl tutarlılık olabilir? Tartımız, terazimiz, ölçümüz, tarifemiz keyfi olamaz. Kıvılcımlı “Kemalizm faşizmdir” derken onu Kemalist ilan edenler, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunmasına rağmen Kemalizmle yan yana koymaya çalışanların tutarlılığı nerededir? Tutarsızlık eleştirenlerin ölçütlerinde ve niyetlerindedir.
Oysa Kıvılcımlı çok verimlidir ve komünist hareketin merkezindedir. Politik-taktik başarısızlıklar buna gölge düşürmez. Anlamak için çaba sarf edecek, sorumluluk sahibi devrimcilere tarih ve toplumu kavramada geniş bir cephane bırakmıştır. O cephanenin günümüz gerçekliğinde değerlendirilmesi ufkumuzu açacaktır. Bu nedenle Kıvılcımlı külliyatını başucunda tutmak gerekir.
Bizim derdimiz Kıvılcımlı’nın eleştirisine değildir. Zaten eleştirilmeyen şeyler komünist teori dünyasına ait değildir. Tersine, eleştirilerin yüzeyselliğine, hasmane tutumlarına pragmatizm boyutlarına dönük bir itirazdır bizimki!
Eleştiri-özeleştiri meselesine Mehmet Güneş’in yaklaşımı örnek bir tavırdır. “Doktor’un görüşlerine yeniden yönelmenin Doktor’a kazandıracağı bir şey yok. Ama bu kriz ve çöküş içindeki devrimci harekete çok şey kazandıracaktır… Devrimci hareket Doktor’u kabul etmek için değil, reddetmek için bile yeterli çabayı gösterebilseydi, teorik birikim olarak bugünkünden çok ileri bir yerde dururdu.”
Eğer biz bugün geniş bir perspektife sahip olduğumuzu iddia edebiliyorsak, onun da Kıvılcımlı ile olan geleneksel bağımızdan kaynaklandığını belirtebiliriz. Hareketimizin adı Paris Komünarlarını da çağrıştırır, Kıvılcımlı’yı da. Dergimizin adı “Komün” yine öyle, sitemiz “Komün Gücü” de…
Etnisitelere, Kürt meselesine, İslamiyet, Alevilik, mitoloji ve dinlere, kadın özgürlüğü, ekoloji ve daha pek çok orijinaliteye teorik duyarlılığımız Kıvılcımlı’dan kaynaklanıyor. Stratejik programatik yönelişlerimizde yine onun varlığını hissediyoruz. Aydınlanmacılıkla girdiğimiz hesaplaşmalarımızda, Avrupamerkezcilikle kopuş yolculuğumuzda, yeni bir tarih perspektifi arayışımızda, yeni bir paradigma ihtiyacımızda, bugünkü dünyayı anlama düzeyimizde, çağımızın yeni toplumsal hareketlerini anlamamızda Kıvılcımlı’nın yönlendirici etkisini yadsıyamayız.
Kıvılcımlı eleştirileri ve tavır konusunda hakkını teslim eden kıymetli bir özeleştiri yine Mehmet Güneş’e aittir.
“1976 yılında… Merkez Komitesinin aldığı bir kararla başlayan tartışmalar sonucu bir Doktor eleştirisiyle Kıvılcımlı’dan kopulmuştur. Daha doğrusu yetersiz, basmakalıp ve Avrupamerkezci bir bakış açısıyla Doktor’un üzerinden atlanmıştır… Eğer hakkı verilerek Doktorla ciddi bir hesaplaşma yaşanabilseydi teoriden kopukluk, teorik yüzeysellik bu derece derinleşmezdi.
Tamamen politik bir sebeple bir eleştiriyle Doktor’dan kurtulmak istedik. Bir yanıyla bindiğimiz dalı kendi ellerimizle kesmek gibi bir şeydi. Gerçekte tarihsel teorik mirasla kopuştuk…
Kıvılcımlı’dan çok şey aldık. Dine yaklaşım, tarih bilinci… Aydınlanmacı, Batıcı solcu localardan koptuk. Türkiye gerçeğine dönerek Türkiye tarihinde ne varsa aramaya koyulduk. Alevilik, Türkmenler, İslam, Osmanlı, Türklük… Bu konularda derinleştik. Bazı tespitlerde Doktorla ters düştük ama onun açtığı yoldan yürüdük” (Teori ve Politika- 40. Sayfa)
Marksizmi insanlık tarihinin oluşumundan geleceğe dek bütünsel olarak üretme cesareti, kapsayıcılığı ve yol göstericiliği ışığında eleştirme ve ters düşme pahasına da olsa, Kıvılcımlı’nın mirasını daha güçlü teorik sentezlere taşımaya ve mücadelemizin kuvvetine dönüştürmeye devam etmek bizi güçlü kılacaktır.
Hikmet Kıvılcımlı kendi yüzyılıyla mı sınırlanmıştır?
Kimse kendi çağını-zamanını aşamaz denir ve bu genel kabul görür! Ama pek çok genel kabul gören görüş gibi bu da yanıltıcıdır. Bazı bilgeler, peygamberler, bilim insanları ve filozoflar kendi çağlarını aşabilirler. İnceledikleri konular, kurdukları teorik sistemler, savundukları hipotezler, öngörüler vs. bir çağa sığmayabilir. “Kendi çağını aşamaz” fikri daha sonra ortaya çıkacak gelişmeler ve teoriler tarafından aşılmayı ve yanlışlanmayı ifade etmek için öne sürülür. Bu olasılık çok güçlüdür ama ya yaşadığı çağda öne sürdüğü (geçmiş ve gelecekle ilgili) hipotezler ve öngörüler, gerçekleşeceğine kanaat getirdiği olasılıklar başka çağlarda doğrulanma şansına sahip olamaz mı? Özellikle teorik sistemler bu açıdan bir çağa sığmayabilirler. Kıvılcımlı da kendi yüzyılına sığmaz, hatta proleter devrimler çağına bile doğrulanabilmektedir. Sartre’ın Che Guevara için söyledikleri Kıvılcımlı için de doğrudur: “Çağının en bütünselidir!”
1971’de aramızdan ayrıldığına göre, elbette o güne değin var olan belge ve bilgiler -ki o da bir kısmıyla- ile teori yapar. Bu anlamda kendi çağı ile sınırlıdır! Ama ‘Tarih Tezi’ kapsamında getirdiği teorik-sistematik yorumlar ve hipotezler kendi çağını aşacak vaziyettedir.
Kıvılcımlı kurucu Marksistlerden yola çıkar onların kavramlarını alır ve tarihi “baştan sona” analiz etmeye koyulur. Öyle önemli bir şey söyler ki adeta günümüzün “tanrı parçacığını” bulmuştur. Nedir o; insan türü değişmedikçe “üretici güçler yasası” toplumların temel kanunudur ve her şey buna göre olur ya da yok olur! Tüm zamanların kanununu buldum demektedir: “Üretici güçler”, şimdi tüm zamanların değişim-hareket yasasını bulan bir komünist kendi çağına sığdırılabilir mi? Peki bu üretici güçler salt modern çağın kavramı mıdır? Elbette hayır. Antik çağın kavramıdır zaten bir çağla sınırlı değilmiş! Kıvılcımlı üretici güçleri yorumlarken kendi özgünlüğünü de oluşturur. Sonraki bölümde bu konuya değineceğiz.
Bir de kendi yüzyılıyla sınırlı olduğu noktalar var; onu determine eden teori ve politikalar: Marksizm’in zaaflı yanları Avrupamerkezcilik-Aydınlanmacılık -Sovyet Çizgisi- ve TKP’cilik, Komintern ve daha pek çok şey…
Teorik sistemine dâhil olan Tarihsel Devrimcilik doğru bir yoruma kavuşturulduğunda bir çağla sınırlı olmadığını anlamak güç olmayacaktır. Kıvılcımlı’nın ‘komün’ün oluşumu, komünal gelişme evrelerinin devindirici gücü, uygarlığın hareketini belirleyen yasaları yarın bir gün yanlışlanır ise Kıvılcımlı da çağının yetersiz bilgi ve yorumlarıyla bağlanmıştır denebilir ki şimdiden bu tarz bilgiler oluşmuştur.
Kıvılcımlı’ya hasmane tutum takınmadan ciddi bir eleştirisini yapmak bize çok şey katacaktır fakat bunun için Big Bang’den başlayıp komünist “ütopya”ya kadar uzanan bir teorik seviyeyi eleştirme bütünlüğüne kafa yoracak zahmeti ve cesareti göstermek gerekir.
Kıvılcımlı da diğer bilim insanları gibi teori sistemini kurarken, asla gözlem ve deney yapılamayacak bir tarihsel kesit üzerine fikirler yürütmek zorundaydı. Nasıl ki Big Bang gözlem-deney-ölçüm ile ileri sürülmemişse, nasıl ki primatlardan sosyal varlığa geçiş süreci deneyselliğe tabi tutulamazsa, nasıl ki gelecek henüz gerçekleşmemiş olduğundan kesin-mutlak konuşmalar yapılamazsa, bu ve benzeri durumlar bütün teorisyenler için mevcut kalıtlardan -doğa ve toplumsal miraslardan- geçmişe ve geleceğe doğru hipotezler, öngörülen ve olasılıklar düzeyinde yorumlamalar olarak kalırlar. Belki de Heidegger’in şu cümleleri tam da bu duruma uygun bir izah getirmektedir: “Doğru olan daima somut olmak zorunda değildir; sadece yakınımızda ruhu çarpsın ve bir tür uyum meydana getirsin yeter.”
Pek çok büyük teori, önce düşüncede oluşturulmuştur, eldeki somut veriler böyle teoriler oluşturmaya yetmemiştir. Somuttan yola çıkılsa da teorinin maddi gerçeğe dayalı olmayan kısmı fikir yürütülerek oluşturulmuştur. Einstein’ın İzafiyet teorisi, kuantum ve kaos teorileri, Big Bang, Darwin’in evrim kuramı, ‘komün’ün oluşumuna dair teoriler vb. Göbeklitepe’den ötesine dair elimizde somut bir şey yok. Tabi burada kalkış noktası önemlidir, eldeki mirastan yola çıkıyoruz. İşte ondan sonrası; gerçeğe en yakın teoriler oluşturmak! Komünal topluma dair kurucu Marksistlerin yaptığı değerlendirmeler yetersiz kaldı, yanlışlıkları ortaya çıktı. Aynı şey Kıvılcımlı’nın da başına geldi. Dolayısıyla yanlış olduğu, belgelerle ispatlananlar için geçerlidir bu durum. Ya belgelerle doğrulanamayacak o uzak geçmiş ve o uzun gelecek? İşte, geçmişe ve geleceğe o uzun yolculuğu yaparken teorimizde gerçeğin ruhunu ve sistemsel uyumunun yakınımızda çarpmasına bakacağız.
Şimdi bir Kıvılcımlı eleştirisine girişebiliriz. Fakat bundan önce onun “dilinden” tarihe-mücadeleye ışık tutan esaslı görüşlerini aktaralım. Bu düşünceler hala strateji ve programları determine edecek görüşlerdir.
“Biricik Finans Kapital bir avuç mali oligarşinin, hele Türkiye gibi 5-10 asker banker elinde tüm işçi ve çalışkan sınıfları karşısında birinci cepheyi ve tekelci baskıyı kurmuştur.” “Türkiye yarım bir küçük emperyalist özelliği ile Balkanlar arasına girer…”
- Türk burjuvazisi nasıl klasik kapitalizme uğramadan tekelci finans kapitalizmine atladıysa Türk proletaryası da öyle ilkel deneyimleri geviş getirmek değil, onlardan çıkan dersleri son zafer deneyimiyle yoğurarak, doğru Sovyetler devrimine girişmeye zorunludur… TKP’nin önüne çıkan konak, kapitalizmi devirmek, bir ülkede devrim yapmaktır: Sovyetler iktidarı…(YOL)
- “Muhammed Dini kendi çağı için en devrimci, en ihtilalci harekettir.” der. Mealen aktaracak olursak; İslamiyet’in devrimci damarı Muaviye ile birlikte kesilmiştir ve devrimci İslam tarikatlarla sürdürülmüştür. “Türkiye’de ise Kemalizme karşı Nakşibendî ve Bektaşi tarikatları devrimci köylü tepkisi olarak ortaya koyar. İslam-Türk tarihinde sayısız kızıl liderler çıkaran halk isyanı olmuştur, Karmatiler, Şahkulu vb.” (YOL)
- “ Alevi köyü, Orta Asya’dan kılıcı sıyırıp gelmiş göçebe atalarımızın içine girdikleri medeniyetin gelişkin sınıflı toplum rezaletlerine en az bulaşmış topluluklardır.”(Türkiye Köyü ve Sosyalizm)
- Bu konuyu özetliyoruz: Kürt meselesi, dört parçalı bir sömürge meselesidir. Sömürge ulusu kendi kaderini tayin hakkı için Kürt Komünist Partisi’ni kurarak çete harbi yapmalıdır. (20. yüzyılın halk savaşı stratejisi) 1930’larda bu tezleri ileri süren Kıvılcımlı’ya 1971’de verdiği bir konferansta soru soran gençliğe verdiği cevap ise çok önemlidir. “Şimdi; yani bu konuda konuşmak kuru kabadayılık biçimiyle olmaz arkadaşlar. Zaten konuşulacak tek söz de yersiz ve boşa söz olur. Bu ancak eylemlerin konuştuğu bir alandır. Ben bu kadar söylüyorum. Bu konudaki derdimi, arkadaşların açtırmamalarını, özür dileyerek rica ediyorum.” (1971)
- -i Haldun, İslam’ın Marx’ıdır, Aristoteles’idir. Tarih Bilimi’nin ilk kurucusudur. Evrimi, Darwin’den 500 yıl önce haber verir. Toplumsal gelişmenin kanunlarını, maddi temellerini, tarihsel devrimleri ilk ve sistemli şekilde gösteren o olmuştur vb.
- “Gerek Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki tartışmalar, gerekse Latin Amerika’daki devrimci çizgi ile Mao Zedung’un önerdiği çizgi arasındaki tartışma, pratikten çıkıyor. Ve onlar gerçekten proleter devrimci tartışmalardır da.” (Üç Seminer-1970)
- “Sosyal stratejimizin hem en sonuncu hem de en birinci gelen katı: kadın erkek sınıflaşmasıdır… Kadın erkek sınıflaşmasının en açık ve keskin olanı köy katında görünür. Ama gerçekte kadının ezilen soyulan bir mahkûm alt sınıf oluşu, Türkiye toplumunun köy-kasaba şehir bütün katlarında en yoğun bir sosyal ve orijinal trajedimizdir. Köylülüğün sömürge halkı bütünüyle köy kadınıdır.” (Kadın Sosyal Sınıfımız-1968)
- (Allah Peygamber Kitap)
- Sosyalizm ve sosyoloji:“Sosyoloji” adı verilen bilim, Tarihsel maddecilikten sonra icat edilmiştir…”
“Sosyoloji: 19. Yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20. Yüzyılda tekelci finans kapitalizmin emrindedir ve her ne pahasına olursa olsun, kapitalizmi haklı çıkarmak için kan ter dökenlerin uydurdukları yığınla tarikatlar mahşerine bugün sosyoloji adı veriliyor.” (Metafizik Sosyolojiler)
Hikmet Kıvılcımlı’dan bunca uzun alıntıyı aktarmanın gereği var mıdır? Vardır çünkü bunlar bir hatırlatmadan öte ‘Devrimci Hareketin’ stratejik düzeyde kendini yeniden inşa ederken üzerinde durması gereken uzun erimli görüşlerdir. Stratejiyi sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçiş süreci gibi uzun bir tarihsel yolculuk olarak düşünürsek, o zaman sınıfsız toplumu oluşturacak kültürel olguları da içermesi gerektiğini biliriz. İşte Kıvılcımlı’nın uzun vadeli yürüyüşe yön verecek stratejik önermelerinin bazıları aktardıklarımızdır. Ve daha nice temel belirlemesi günümüz koşullarını anlamamıza yol açacak tarihsel sosyoloji yöntemleriyle örülmüş olarak değerlendirmeyi beklemektedir.
***
‘Tarih Tezi’’nin önemi ve kısa bir eleştirisi
‘Tarih Tezi’ bir kitaptan ibaret değildir. Kıvılcımlı külliyatının büyük bölümü bu Tez çerçevesindeki açılımlar şeklinde oluşur. Yaşamının çok büyük bir bölümünü ‘Tarih Tezi’ kapsamındaki konuları araştırmakla geçer.
Kıvılcımlı ‘Tarih Tezi’ ile tarihsel bütünlüğün işleyiş yasalarını ortaya koymak istemiştir. Yani kurucu Marksistlerin ömrünün yapmaya yetmediği şeyi yapmak ister. Kalkış noktası elbette kurucu Marksistlerin çalışmalarıdır. Her tarih teorisi gibi, Kıvılcımlı da diyalektik bir sistem kurmayı hedefler ve bunu gerçekleştirir de. Teolojik, metafizik, maddeci bütün tarih teorilerinin kendi mantıksal tutarlılığı vardır.
Tarih Bilimi’nin eksiği gediği vardır. Belli başlı kavramlar ile oluşturulan bu tarih anlayışının çıkmazları görülmüştür. 20. yüzyılın pek çok Marksisti bu konuya parmak basmış, tarih üzerine kalem oynatmış, tarihsel maddeciliğin sorunlarını bölük pörçük dile getirmiş ama Tarih Bilimi’ni bir teorik sistem olarak yeniden inşa etmeye girişen olmamıştır. İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı budur. Onun yaptığı tarihsel sosyolojidir, aynı anlama gelecek şekilde “diyalektik sosyoloji” kavramını kullanır. Yani Kıvılcımlı Marksizmi, tarihbilimi-diyalektik sosyoloji olarak kavramıştır. Dolayısıyla Marksizmi sosyoloji midir, bir devrimci felsefi midir noktasında 20. yüzyıl boyunca yürütülen tartışmada kendi tavrını ortaya koymuştur. Kısaca Marksizm bilimdir ve “varlık bilim alanı dışında felsefeye yer kalmamıştır” o da şimdilik! Kıvılcımlı önce net olarak bilime yerleşir, sonrası geçmiş şimdi ve gelecek arasında bilimsel göçebeliktir.
‘Tarih Tezi’ bir kitap değildir, Kıvılcımlı’nın bilimsel yolculuğunuz yön veren temel eseridir. Bu yolculuk ‘Tarih Tezi’ kapsamında ‘Tarih Devrim Sosyalizm’, ‘Komün Gücü’, ‘Allah Peygamber Kitap’, ilkel sosyalizmden kapitalizme ilk geçiş İNGİLTERE, ilkel sosyalizmden kapitalizme son geçiş JAPONYA gibi eserlerle ve Anadolu orijinalitesine dair ürünlerle devam eder. ‘Tarih Tezi’, Tarih Bilimi’nin yetersiz olduğuna kanaat getirildiği ve insanlık tarihini açıklayamadığı için ele alınmıştır.
Marx-Engels ‘Tarih Bilimi’ kavramını kullansalar ve bu konuya bir ömür vakfetseler de Tarih Bilimi’nin bazı temel kavram ve kategorilerini belirtseler de sistematik bir Tarih Teorisi kuramadılar. Tarihsel materyalizm eksenindeki çalışmaları yeterli bir bilimsellik sergileyemedi. Bu nedenle “Marx bize bir tarih teorisi bırakmadı” diyen nice Marksist vardır. Lakin kurucu Marksistlerin yaptığı net olarak tartışma götürmez bir şekilde tarihin bilimselleştirilmesi şeklindedir.
Kıvılcımlı bu yolu izler ve Tarih Bilimi’ni kurmak ister. İşte ‘Tarih Tezi’’nin önemi buradadır. ‘Tarih Tezi’, Avrupamerkezli ve Avrupamerkezci tarih okumalarının dışına çıkar. Doğu-Batı-Kuzey-Güney toplumlarının tarihsel serüvenini inceler ve bilimi genelin teorisi olarak oluşturmaya koyulur. Tarihi geçmiş-şimdi-gelecek bütünlüğünde birbirine bağlı bir diyalektik örgü şeklinde ele alır. İlk ‘komün’ün oluşumu, uygarlığın doğuşu, çağımız toplumsal devrimleri ve özgür gelecek birliğini yasalar çerçevesinde anlatır. Bu yüzden ‘Tarih Tezi’ sadece geçmişin olan biten olgusal-fenomenolojik ve kronolojik aktarımı değildir. Bilim sadece “dünü” anlatmaz, bugün ve yarını da içerir.
‘Tarih Tezi’ kapsamında oluşturulan o geniş külliyatın, kavram ve kategorilerinin ciddi bir değerlendirmesi ve eleştirisi gerekir. Yine o verimli, ufuk açıcı analizlerin mücadele alanında da açılımlar yapılarak sınanması, strateji ve taktik zenginlikler olarak pratikleştirilmesi bir görevdir.
Marksizmin krizi çokça dillendiriliyor ve yeniden inşalar gündeme geliyorsa, dönülecek yer tarih teorilerinin gözden geçirilmesidir. Parçalarla değil bütün ile ilgilenmek sorunları kavramanın anahtarıdır. ‘Tarih Tezi’’ne-Kıvılcımlı’ya dönüş, soyut teoriler dünyasında ruhsal terapiler için değil, ‘Tarih-devrim-sosyalizm’ diyalektiğini yerli yerine oturtmak, mücadelemize yeni kanallar açmak ve sorunlarımıza çözüm yollar aramak içindir. Kıvılcımlı nasıl bir ömür boyu akademik akıl ile mücadele ettiyse, nasıl ömrünü devrime adayarak dava adamlığı yaptıysa, nasıl teorisini illegal koşullarda, baskı altında veya zindanlarda vb. koşullarda bin bir zorluk içinde üreterek mücadele içinde yol aldıysa, bugün biz de onu örnek alarak yol almalıyız.
Kıvılcımlı bir Marksist olarak elbette kurucu Marksistlerden yola çıkar. Kavramlarını onlardan alır. Tarih Bilimi demek, toplumsal gelişmenin yasalar ile yol alması demektir. İnsanın bu yasaların bilincine varması ve o yasalara göre davranması demektir. Geleceğini bu yasalar ekseninde nasıl kuracağını, kurtuluşunu nasıl gerçekleştireceğini bilinci çıkarmak demektir.
Peki Hikmet Kıvılcımlı bunca övgüye değer ‘‘Tarih Tezi’’’nde kurucu Marksistlerin boşluklarını doldurabilmiş midir? Avrupamerkezci-Aydınlanmacı-Modernist bakış açısını aşabilmiş midir? Yeni bir Tarih Bilimi inşa edebilmiş midir? ‘‘Tarih Tezi’’, tarihin işleyiş yasalarını ortaya çıkarabilmiş midir?
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin krizini oluşturan temel sorunlara cevap bulabilmiş midir? Yoksa Marx-Engels’ten yola çıkarak, Tarih Bilimi’nin Avrupamerkezci kavram ve kategorilerini, Avrupamerkezci bilim anlayışını dünyaya mı yaymıştır? Kanaatimizce Kıvılcımlı Avrupamerkezciliğin duvarlarında gedikler açmış, patikalar oluşturmuş ama yine de onun içinden konuşmuştur zaten Avrupamerkezciliğin duvarlarında açılan gediklere yol gösterenler de yine kurucu Marksistler olmuştur. Kıvılcımlı’nın bir yasa olarak formüle ettiği ‘Tarihsel Devrimler ve Komün’ün üretici güç olmasını da Marx-Engels’te buluyoruz fakat orada bir yasa olarak ortaya konmamıştır. Lakin, öncülerin gösterdiği gedikleri Kıvılcımlı, Avrupa dışına doğru gittikçe, ‘komün’ün oluşuma doğru yol alırken iyice genişletir ve ‘Tarih Tezi’ni, tez yapacak özgünlükleri yakalar.
‘Tarih Tezi’nin en önemli özgünlüklerinden biri belki de en temel özgünlüğü sınıflı ve sınıfsız iki diyalektiği uygarlıkta aynı zaman ve mekânda bir arada kullanmasıdır. Hatta bunu hem ayrı ayrı (barbar-uygar çatışması şeklinde) hem de sınıflı topluma nüfuz etmiş gelenek görenekler biçiminde sentezleşmiş-birleşmiş bir yasa şeklinde ifade etmesidir. Komünler yeryüzünde kalmadığında bile, gelenek görenek şeklinde sınıflarda içerilmiş olarak devam etmektedirler. Bu da mücadelenin çok çeşitliliğini, olasılıklar demetini farklı davranış tarzlarını getirir. Sınıf mücadelesine geleneklerin de etki ettiği bir alan açılır: (Din-mezhep-tarikat, ordu, gençlik, kadın, etnisiteler vb. diğer kesimler özgün toplumsal tavır ve tutumlar geliştirirler) fakat bunlar aynı gelenekselliği kullanarak devrimci olabilecekleri gibi, karşı-devrimci de olabilmektedirler! Gelenek görenekler her sınıfa, katmana, etkilendiği sosyal psikolojik, ekonomik, kültürel ortama göre bir kolektif aksiyon geliştirir. Cermen komünleri Roma köleciliğini yıkarken, Cermen geleneğine seslenerek emperyalist hayaller uğruna onları seferber etmek faşist Hitler’in marifeti olabiliyordu! Köleliği yıkan Cermenler, Hitler’i destekleyerek Yahudi soykırımı yapabiliyordu. Gelenek görenekler tarihsel devrimci olabildiği gibi faşist ve sömürgeci yönlendirmelerle özünden de saptırılabilirler.
Kıvılcımlı’nın bir arada kullandığı “iki diyalektik”; ‘Komün’ (komün geleneği) ve sınıflar mücadelesi idi fakat bu iki diyalektik devrimlere-toplumsal gelişmelere uygarlık karşıtlığından bakmaz, uygarlığın aşamalı ilerlemesinden bakar. Kıvılcımlı eğer iki diyalektiği uygarlık karşıtlığından kursaydı, o zaman “ezilenlerin devrimci geleneği”ni yakalamış ve yepyeni bir Tarih Teorisi’nin yolunu açmış olurdu fakat o, diyalektik materyalizme yeni bir boyut kazandıramamıştır. Dolayısıyla Tarihsel Devrimciliğe sınıfsız toplumu kurma rolü verilmemiştir. Antik toplumlarda devletlerin yıkılış ve kuruluş görevi ile belirlemiştir. Böylece ezilen sınıfların devrimleri de doğru değerlendirilmemiştir.
Bunun nedeni Aydınlanmacı paradigmadan yeterince çıkamamasıdır. Kıvılcımlı Aydınlanmacı diyalektiğe kafa tutar, düz çizgisel ilerlemeciliği reddeder ama yine de onun etkilerinden kurtulamaz. Avrupamerkezciliği deşifre eder, belli boyutlarıyla onu kırar ama yine de tümüyle yıkamaz, ondan kopuşamaz. Yani hem Aydınlanmacı-Avrupamerkezci ideolojiye karşı mücadele eder, hem de onun etki sahasındadır. Kıvılcımlı’nın bütün külliyatında bu ikilemi görebiliriz. Aşamacılığa karşı darbeler indirir ama yine de aşamacılığın bir türüne yakalanır. İlerlemeciliğe karşı tezler geliştirir ama kendi ilerlemeciliğini geliştirir. Doğa ve Toplum yasalarının farklı işleyişinin bilincindedir ama analojik düzeyde pozitivist indirgemeciliğe yakalanır. Hegelci felsefeye cepheden tavır koyarken bile onu üretmekten kurtulamaz fakat bu ikilemlerin tümü kurucu Marksistlerin Tarih Bilimi’nde vardır. İlkel komünal toplum, üretici güçler, sınıflar savaşı tarihi, üreyim ve üretimin ayrılamazlığı, devrimci barbarlar, modern-bilimsel sosyalizm tarih ve tarih öncesi, tarihsel toplumlar – tarihsiz halklar, ileri ve geri toplumlar, Hegel diyalektiğinden alınan temel yasalar ekseninde üretilen bir Tarih Bilimi Kıvılcımlı’yı da kıskıvrak yakalamıştır. Öyleyse ‘Tarih Tezi’nin neden paradigma düzeyinde yeni bir tez olamadığına Marksizm’den başlamak gerekir.
Kökleri antik çağ filozoflarına kadar uzanan ve nesnellik adı altında işlenen bilimsel-felsefi bakış “olanı olduğu gibi görmek” ilkesine dayanıyordu. “Olan ile olması gerekeni” birbirinden ayırmayı doğruya ulaşmanın bir gereği saymaktadırlar.
***
Kökleri antik çağ filozoflarına kadar uzanan ve nesnellik adı altında işlenen bilimsel-felsefi düşüncelerini yeniden keşfetmeye karar verdiğinde bu yöntemi benimsedi. Olanı olduğu gibi görecek; tarihin gelişme yasalarını nesnel olarak analiz edecek ve toplumu dizayn edeceklerdi. Bilimsel olmayana karşı savaş açarak, yasalara karşı gelen her şeyi yıkacaklardı… Aydınlanmaya giden yol Rönesans ve Reform döneminde hazırlandı. Avrupamerkezci ideolojinin temelleri burada atıldı. Doğabilimcilerin ilkesi de nesnellikti. Newton çağının senteziydi. Doğa yasalarını Tanrısal yasalar olarak kavrıyordu. Yani karşı konulmaz, zorunlu, doğal, her yerde her zaman geçerli olan doğa (Tanrı) yasaları. Toplumlar da aynı yasalara tabiydi. İngiliz Devrimi doğa yasalarının toplumdaki yasalarının toplumdaki izdüşümünden başka bir şey değildi!
Newton hareket (devinim) yasalarına mekanik yorumlar getiriyordu. Daha sonra bu mekanik yorumlar Aydınlanmacı paradigmayı da belirledi: Aydınlanmacılardan ütopik sosyalistlere, pozitivistlerden bilimsel sosyalistlere dek, herkesi etkisine alacak ve Tarih Teorilerini, sosyal bilimcileri-sosyolojileri belirleyecek olan doğanın devinim yasalarını Newton şöyle izah ediyordu:
“Devinim Yasaları I: Her cisim üzerine uygulanan kuvvetler yoluyla dinginlik ya da doğru bir çizgide biçimdeş devim durumu değiştirmeye zorlanmadıkça o durumu sürdürür.
Yasa II: Devim değişimi uygulayan devindirici kuvvet ile orantılıdır ve o kuvvetin uygulandığı doğru çizginin yönünde ilerler.”
Newton sonra da bu yasaların ortak kabul gördüğünü aktarır ve şöyle der: “Her cismin ya dinginlik ya da doğru bir çizgide biçimdeş olarak devinme durumu, o dışsal bir kuvvet tarafından değiştirmeye zorlanmadıkça sürdürmesi tüm felsefeciler tarafından kabul edilen bir doğa yasasıdır.” (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri)
Newton’a göre tüm evrenin yöneticisi aynıydı, bu anlama gelecek biçimde her yerde hazır ve nazır (yasalara) yöneticiye Pantokrator adını veriyordu. Yani Panteizmin bilimsel karşılığıydı Pantokrator.
Newton’un doğa felsefesi sonraki yüzyılların tarih ve toplum felsefelerini de etkiledi. Alman idealizmi Hegel’de zirve yapmıştı. Hegel’in “Tarih Felsefesi” Newton’un bir benzerini toplumlarda yapıyordu. Hegel’in temel kavramı tindi. Temel yasaları diyalektik yasalardı. Teolojik kader anlayışı ilerlemecilikti ve buna Teodike ile mantıksal tutarlılık kazandırıyordu!
Hegel de “olanı olduğu gibi” görüyordu. Alman Tarih Okulu’nun temel ilkesi de yine bu cümleden ibaretti. “Bilimsel nesnellik” olan ile olması gerekeni ayırmak Aydınlanmanın varoluşsal yasasıdır.
Hegel’in tini yekparedir, özü özgürlüktür. Bütün tarih doğudan başlayıp batıya doğru ilerleyen tinsel bir yolculuktan ibarettir. Komünal dönem tarihe dâhil değildir. Komün; tarihsiz halkların çocuksu, ham, ilkel, gelişmemiş, işlenmemiş geri ve tarih öncesi yaşamından ibarettir. Tarih Devlet’le başlar ve Avrupa ulus-devletlerinde son bulur. Bu tarihsel yolculukta toplumların başına gelen bütün ölümlü zulümlü belalar, gelecekteki özgürlük için verilmesi gereken bedellerdir, özgürlük için verilen kurbanlardır! Hegel bunu da açıklar. “Teodike”: “dünyadaki kötülüğün ve ahlaksızlığın kavranması, düşünen tinin de varlığın olumsuz yanıyla bağdaşması gerekmektedir.” (Tarihte Akıl)
Hegel’in tarih felsefesi “olan ile olması gereken”i ayırarak egemen sınıfların tarihsel zulümlerine meşruluk kazandırır. Yaşanan tarih neyse, adalet de odur! “Olması gereken” ancak bütün tarihin Avrupalılaşmasıyla mümkündür. Özgürlük, kapitalist Avrupa’dır. Özgür olan ise toplumlar-halklar değil tindir çünkü tinin yolculuğu sırasında açılıp yabancılaşması Avrupa’da yabancılaşmanın giderilmesiyle son bulacak ve tin tekrar ilk özgürlüğüne dönecektir. Hegel’in bütün kavram ve kategorileri egemen sınıfların diyalektiğini oluşturmuştur. Tarih iktidarların-devletlerin tarihidir ve tinde bu sürecin tarihsel hareketidir. Olması gereken’in geleceğe ertelenmesiyle, değerlerden soyutlanmış bir tarih felsefesi hâkimiyet kurar.
Bu felsefe hangi kavramlarla ifade edilirse edilsin, halkları zulme karşı iradesiz kılmanın felsefesidir. Toplumlara acıya katlanın, özgürlük için henüz erken, vakit daha dolmadı, o gün gelene kadar sabredin diyerek halkları pasifize eden, direncini kıran aklını çelen bir kurgudur.
Hegel’in Tarih Felsefesi’nin doğabilimle, teolojiyle eşanlamlı mantığını şu alıntılar gayet güzel sergilemektedir:
TİN: “Nasıl bir ağacın bütün yapısı, meyvelerin tadı ve biçimi çekirdekte içeriliyorsa, tinin izleri de öyle gizil olarak tüm tarihi kendi içinde taşımaktadır.”
İlerleme: “Dünya tarihi özgürlük bilincinde bir ilerlemedir, zorunluluğunu tanımamız gereken bir ilerleme.”
Dış kuvvet: “Bir halk birçok basamaktan geçemez, dünya tarihinde iki kez yeni bir dönemi başlatamaz… Dünya tarihi açısından bir halk sadece bir kere egemen olabilir, çünkü tinin süreci içinde ona yalnızca tek bir iş verilmiş olabilir.”
Nesnellik-olan: “Tarihi kendinde nasılsa öyle ele almak gerekiyor, böyle alırsak tarih kendiliğinden son ereğine gösterecektir.” (Tarihte Akıl)
Hegel bir halkın sadece bir kere atılım yapabileceğini söylerken aslında kendi diyalektik yasalarını boşa düşürür. Zıtların mücadelesi, nicel-nitel ilişkisi ve yatsıma ilkesi işlemez hale gelir. O zaman, ilerlemenin gerçekleşebilmesi için bir basamağa çıkan ve orada çakılıp kalan halka dışarıdan müdahalenin yolu açılmış olur. İleride olanın (medeni-uygar-modern olanın) geri olana müdahale etmesi, statik-durağan-despotik gelişmemiş olanın işgalle sömürgecilikle ilerletmesi akla mantığa uygundur!
Kurucu Marksistler de bu felsefenin etkisinden kurtulmuş değildir. Tarih Bilimi’nin çıkmazlarında Hegelci etki barizdir. Köleci Roma’nın Cermenler tarafından yıkılışına, feodalitenin kuruluşuna dair Marx-Engels’in yazdıkları ezbere bilinir. Roma köleci basamağa varmıştır fakat köle ayaklanmaları (sınıf savaşı) bu sistemi yıkmaya yetmez! Roma çürümüş, barutunu tüketmiş, yenilenecek enerjiden, iradeden yoksun bir “durgunluk” içindedir! Bunu ancak köleleşmemiş, eşitlikçi, yiğit, özgür karakterli, adaletli, demokratik gelenekleri güçlü olan bir halk ortadan kaldırabilirdi. Marx-Engels’in bu övgüye değer buldukları halk Cermenlerdir!
İşte Newton’un “dingin, devinimsiz cismi” köleci Roma, “dış kuvvet” ise Cermenlerdir! Hegel’in mantığına göre ise Roma bir basamak çıkmış ama ikinci kez yeni bir dönem başlatamaz! Dolayısıyla dışarıdan müdahale gündeme girecektir. Çünkü tarihin tümü “Tin” denilen çekirdekte içerilmiştir, ne oluyorsa tarih odur. İlerleme sömürgecilik, işgal ve dış müdahalelerle gerçekleşiyorsa bu tarih yasasıdır (diyalektiğin yasaları)! Marx-Engels’te Avrupalı sömürgecilerin “uygarlaştırıcı” kimi müdahalelerini ilerici bulmuyor muydu?
Kavramsal çerçevesi değişse de antik çağdan beri tarih felsefelerinin benzer paradigmalar ekseninde yapılandırıldığını görüyoruz.
Tanrı-Tin-İdea, Dış Kuvvet-Dış Müdahale olan ile olması gereken ayırımı, ilerleme vb. kavramların idealist ya da materyalist içeriklere bürünmesi, kurgusal ya da olgusal ilişkiler çerçevesinde tartışılması paradigmayı değiştirmeye yetmez. Burada odaklanmamız gereken şeylerden biri biyoloji, fizik, sosyoloji, psikoloji vb. bilimsel-felsefi alanlarda karşılaştığımız kökenciliktir. Şu kelimeler (kavramlar) farklı alanlara ait disiplinlerde kullanılsa da hepsinde ortak akıl-aynı mantıksal çerçeve vardır: İdea, tin, Atom, Hücre, Monad, Embriyo, Yumurta, Gen, Kişi(ego)-Çocuk, Komün, Çekirdek, Tohum, Cevher-öz, Big Bang ve daha uzunca bir aktarımı mümkün olan bu ve benzeri kavramlar ile düşünürler dünyası bize, her şeyin bu “kök hücre”lerde baştan verili olduğunu söylemektedirler.
Doğabilimsel açıdan bu belli ölçülerde geçerlidir ama mutlak değildir. Bir tohum filizlenebilir ama ille de tekrar başağa-meyveye dönüşecek diye bir garantisi yoktur! Yarı yolda kalabilir, bir at veya ceylan tarafından mideye indirilebilir ya da koparılabilir, yakılabilir vs. ama bu gelişen olaylar tohumun içinde baştan içerilmemiştir. Çevresindeki canlı ya da cansız varlıklar tarafından başına getirilmiştir! Yine bu kök’çü teorilerin çoğunda tohum açılıp geliştikçe içindeki özü yayacağı ve ona uygun olarak biçimleneceği belirtilir. Aslında her şeyi Tanrı yarattı ve her şey Tanrı’yı yansıtır, Tanrı her yerdedir anlayışını doğa ve toplumda yeniden üretmektedir bu düşünceler. Yani idealizmle materyalizm burada anlaşmaktadır. İsterseniz bunu tamamen maddenin iç işleyişinden üreterek materyalist olarak da kurabilirsiniz. İkisi de aynı kapıya çıkar.
Toplum dünyasında, tarih teorilerinde ise tin, idea ya da komün çekirdeğinin açılıp gelişmesiyle yabancılaşmanın, sınıflaşmaların olacağı söylenir ki bunun çekirdekte önceden içerildiği savunulur. Dolayısıyla toplumun özünde komünden sonra illa ki sınıflaşmak, uygarlık sürecinden geçmek vardır. Bundan sonra işin sadece teferruat boyutları kalır; tarih düz-çizgisel, döngüsel, sıçramalı, sarmal ya da başka bir biçimde ilerleyecektir diye tartışılır. Eğer komün bir çekirdekse, her çekirdek gibi onun da toprak, hava, su ve güneşle etkileşime girmesiyle açılıp gelişmesi gerekir! Eğer komün olarak kalırsa bu çocuksu, ham, ilkel, tohum halinde kalmışlık anlamına gelir. Gayet de “değer yüklü” değerlendirmeler değil midir bunlar?
Marksizm ilkel komünal kavramını (doğal toplum kavramını) sahiplendiğine göre, “ilkel-doğal” olanın “olgunlaşmaya” doğru yol alacağını ve belli evrelerden geçeceğini peşinen varsayar. Hegel’in tini gibi!
Marksizm uygarlıktaki değişimin yasalarını sınıflar savaşı ve üretici güçler olarak belirlemiştir. Kimine göre bunlar aynı şeyler, kimine göreyse ayrı şeylerdir. Bu çelişki pek çok tartışmada gündeme gelmiş ama nihayete erdirilememiştir. Tartışmayı bir kenara bırakırsak, sınıflı toplumların kendi iç dinamizmiyle değişebileceği, yani bu iki yasa ile gerçekleşebileceği düşüncesi yetersiz kalmıştır çünkü köleci toplumların durgunluğu-dinginliği değişmeye engel sayılmıştır. O vakit yıkıcı, değişimi gerçekleştiren bir güç arayışı doğar. İmdada “dış kuvvet” olan barbarlar (komün) yetişir. Engels köleliği yıkan barbarlardan övgüyle bahseder. Sadece övgü mü, hayır daha önemli bir şey söyler; Köleliğe batmış bir toplumu barbarlardan başka hiç kimse diriltemezdi der! Fakat bunca övgü ve belirlemeye rağmen barbarların tarihteki rolü için bir “yasa” rolü savunulmamıştır. Diğer yandan toplumun kendi iç dinamizmiyle bir devrimi gerçekleştiremiyor olması, ortada ciddi bir sorun olarak durmaktadır! Demek ki “kök hücre”de önceden-baştan var olduğu düşünülen evrimin yasaları daha ikinci toplum biçiminde işe yaramaz hale geliyor! Böyle olunca da ‘Tarihsel Materyalizmin Diyalektiği’ mayınlı bölgeye giriyor. Dış müdahalelerin her türüne yol açılıyor, barbarlar ve sömürgeci işgalci güçlere evrimin taşıyıcı rolü yükleniyor. Yani doğabilim ile idealist felsefenin dış kuvvetine toplumsal alanda da rol veriliyor, alan açılıyor. Olan biten her şey ilerleme sayılıyor!
Bu fikir sadece Avrupa’da meydana gelmiş değildir hatta kökleri doğu dünyasındadır. Kutsal kitaplar bunun yazılı biçimi, dinler bunun ritüellerle sistematize edilmiş toplumsal halleridir. Habil-Kabil (çiftçi-çoban), barbar-uygar (Hadari-Bedevi) savaşları, işgalcilerle sömürgeler ikilikleri hep “dış kuvvet”in pratik dünyasıdır.
Komünün çekirdekçil cevheri
Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘Tarih Tezi’ de Marksizmi etkisine alan bu (düz-döngüsel-sarmal her neyse artık) İlerlemecilikten-Aydınlanmacılıktan kurtulamamıştır. ‘Tarih Tezi’ doğa ve toplum olaylarının ayrı olduğunu söyler ama tabiat ile toplumun denk gidişlerinden bahseder. Doğa ve toplum arasında kurulan analojiler pozitivizmin etkisini taşır. ‘Tarih Tezi’, evrimin oluşumuna kadar gider, meseleyi Big Bang’den ele alır, sonra doğanın evrimi ve nihayet ‘komün’ün oluşumu-dağılışı uygarlığa açılışı ve geleceğe uzanışını anlatır. Teoriyi yeni baştan kurar. Toplumun (komün) oluşumunu hayvancıl-organcıl determinizme bağlı cinsel içgüdülerin baskılanmasıyla oluştuğunu belirtir. İlk yasak ilk yasa olur. Bu elbette ahlaksal bir normdur. İlk yasaklarla insan ve sosyal ahlak birbirinden ayrılmazcasına doğmaya başlarlar. Zamanla üreyim ve üretim ilişkisi birbirine bağlı evrimsel değişimler geçirir, yeni ahlak kuralları ve ‘komün’ün klan-boy, kabile, aşiret, formları ve aile şekilleri de oluşur…
Kıvılcımlı’nın bu düşünceleri belli bir yere kadar Marx-Engels’te ve pek çok antropologda vardır. Ha keza bu tespitler için Kıvılcımlı’nın antropoloji, etnoloji, arkeolojiyle yetinmeyip psikolojiden de epey faydalandığı gözden kaçmaz. Biyolojik çözümlemeler de “Doktor” olmanın getirdiği avantajla yetkince kullanılmıştır zaten diyalektik sosyoloji yapan biri dünyanın en karmaşık işine soyunmuş demektir. Hayvancıl cinsel içgüdülerin baskılanması-yasaklanmasıyla sosyal varlığın oluşumu büyük oranda Freud düşüncesinin izlerini taşımaktadır. ‘Komün’ün doğuşu bu başlangıçlara bağlanmıştır ve ‘Komün’, toplumun kök hücresidir. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “çekirdekçil yapısı”dır. ‘Komün’ün özünü doğa-insan sentezi oluşturur. ‘Komün’ ve demokrasi aynı şeydir.
Komünün çekirdekçil diyalektiği üretici güçler yasası ile çalışır: İnsan, tarih, coğrafya ve teknik. Kıvılcımlı, ‘komün’ün kendini durmadan üreten, “devir daim” eden çekirdekçil yapısını siklus kavramıyla temellendirir. Siklus-Kuklos-Cycle bunların tümü döngü-çevrim anlamına gelir ki eskiden “tekerlek” denirdi. Dolayısıyla tekerrür de buradan türetilen bir kavramdır. Toplumun çekirdeği olan ‘komün’, içinde bulunan üretici güçler yasasıyla döne döne tekerrür ederek kendini (toplumu) üretmeye devam eder. İnsan başka bir türe dönüşmedikçe de bu böyle sürer gider.
Kıvılcımlı’nın komün çekirdeği, elma çekirdeği ya da Hegel’in tini gibi bir şeydir! Burada teoloji ve biyoloji, sosyolojiyle örtüşecek şekilde ele alınmıştır.
“İlk insanın komün çekirdekçil cevheri insan toplumunun bütün gelişim yasalarını kendi içinde sakladığı için çok verimliydi.”
“Çembercil devirdaim kısır döngü demektir. Komüncül kanunlar boyuna diyalektik bir siklus içerisindedirler, boyuna “tekerrür” içinde kendini yeniden üretirler.” (Komün Gücü)
Komün çekirdeğinin, toplumsal tarihin bütün gelişmelerini “yasa” olarak içinde barındırması, sınıflı toplumu peşinen zorunlu evre kabul etmeye götürür. Hegel’in tine yüklediği anlam tam manasıyla budur. Biyolojinin tohuma-hücreyi fiziğin atoma-zerreye yüklediği anlam budur. Bir zerrecik patlar ve açılıp genişledikçe evren oluşur. Yani bütün evren o “zerre”de vardı. Bütün meyve o çekirdekte saklıydı. Bütün tarih de tinde ya da komün çekirdeğinde saklıydı. Bir çeşit materyalist kader ile karşı karşıyayız. Bilim yasa demektir. Yasaların konuştuğu bir alanda diğer şeyler görüntüdür, teferruattır, aslolan devinim-değişim yasalarıdır. ‘Komün’ daha baştan bütün tarihin ne olacağını “biliyor”! Eğer biz de o ilk cevheri bilince çıkarırsak, tarihte olan her şeye amenna dememiz gerekir, gerisi o gelişmeye uyum yapmaktır! Ama eleştiri bir gerçeği örtmeye de yol açmamalıdır. Eğer insan-komün-sosyal varlık oluşmuşsa ve biz onu “sosyal varlık” olarak diğer canlı-cansız alemlerden ayırarak tanımlayabiliyorsak, orada toplumun kendini ve yasalarını içerdiğini kabul etmemek olmaz. Orada insanın özü vardır ancak sorun bundan sonra başlar; sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte ‘komün’den sapma başlar. Bu sapmadır, yabancılaşmadır, değerlerin yitirilmesidir, doğa-insan uyumunun bozulmasıdır, insan türünün birbirine düşmanlaşması, doğaya düşmanlaşmasıdır diyen -Marksizm ve- Kıvılcımlı, yine de bu süreci evrimin doğal hali saymaktadır çünkü daha ileriki evrelerde ‘komün’ daha da gelişmiş bir toplumsallaşmayla kendine dönecektir.
Oysa her ne kadar analojik yöntem kullanılarak tohumla-çekirdekle özdeşleştirilse de ‘komün’ ile biyolojik evrim çok farklıdır. Doğanın çekirdekten filizlenerek yeniden meyve çekirdeğine dönüşmesinde bir negatiflik yoktur. Yeşillenen kısım tohuma yabancı, yoz, tohuma düşmanlaşma gibi bir süreç yaşamaz! Bitki, bitki olarak kaldığı sürece evrimi böyle doğal olarak sürer gider. Oysa insan toplumu sadece bir kereliğine sınıflı toplumdan geçecektir! Neden? Buna verilecek cevap sadece “öyle olduğu için” olmaktadır.
Mevcut haliyle olan bitenin nedenlerini keşfetmek dışında hiçbir ilke, kural, ölçü yoktur. İnsanlık tarihinin en büyük karşı devrimi, yani sömürü ve zulüm sistemi ‘komün’ün doğal evrimi olarak sunulur. Kıvılcımlı böyle yaparak haramilerin tarihini onaylamak dışında bir şey yapmaz. Hegel’in teorisiyle örtüşen bir materyalist kader anlayışı geliştirir.
Üretici güçler yasası: Kıvılcımlı, ‘Tarih Tezi’ kapsamında teorisini bazı temel kavramlarla perçinler. Bu kavramların en önemlisi, her yerde her zaman geçerli olan üretici güçler yasasıdır. Üretici güçler kavramı antik tarihte Aristo’da bile vardır. Aydınlanmacıların da temel kavramları arasındadır. Marksizm’de de iki yasadan biridir. Tanımlarken kimi farklılıklar taşır ve temel yasa olma konusu da tartışmalı konuların başında gelir. Hatta “üretici güçler teorisi” şeklinde Marksistler arasında negatif bir çağrışımı vardır. Kökü elbette Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı aslı kitabına dayanmaktadır.
Üretici güçler ile sınıflar savaşı kimine göre aynı şeydir kimine göre de ayrıdır; ama ayrı ele alınamazlar. Bunlar “aynı şeyler değil” diyenler, güya ikisini birbirinden ayırarak evrimcilikten kendilerini kurtarmaya çalışırlar. Kıvılcımlı’da ise bunlar aynı şeylerdir fakat Kıvılcımlı’da ikileme düşmekten, çelişkili düşünceler üretmekten kaçınamaz çünkü ona göre üretici güçler Komün’de vardır ve temel yasadır. Sorun buradan hemen kendini hissettirir fakat ‘komün’de sınıflar yoktur. Demek ki üretici güçler varken sınıflar savaşı yoktur. Sınıflar daha sonra peyda olacağına göre bunlar iki ayrı şeylerdir. Kıvılcımlı bu yanlış diyalektiğini daha sonra komün (barbarlık) ve medeniyet savaşını ele alacağından tekrar edecektir. Bu iki ayrı tarihsel dönemi zıtların birliği olarak ifade eder. Oysa zıtlar birlikte vardır ve birlikte yok olurlar diyor tarihsel maddecilik ama biliyoruz ki ‘komün’ varken sınıflar yoktu. Yani bunlar birbirinin zıddı değil, farklı toplumlardır ve zıtları, ikilikleri, çelişkileri kendi içyapılarında bulunur. İlerde sınıflar ortadan kalktığında ‘komün’ yine tek başına var olacaktır. Şimdi yeniden üretici güçlere dönersek Kıvılcımlı bunları dörde ayırır: İnsan-Tarih-Teknik-Coğrafya. Bu kategoriler bile Marksistlerin bir kesiminde kabul görmez. Evet, Kıvılcımlı üretici güçler ile insanlığın başından geçen ve geçecek olan bütün zamanların devindirici yasasını bulduğunu söyler. Ne olup bitiyorsa, bütün iş bu üretici güçler yasasının başının altından çıkıyordur. Tek sorumlu budur fakat ‘komün’de iken bu dört eleman birbirinden ayrılamaz. Zamanla mahşerin dört atlısının yolları ayrılır. ‘Komün’ açılıp, gelişir ve üretici güçler kendini geliştirirler. ‘Komün’ parçalanır ama bir süre sonra üretici güçler onu yeniden derlenişe çağırırlar. Bu çağrı feodal, burjuva ve sosyalist devrimlerdir. Ya da diriltici kimi Rönesans ve reformlardır. Elma çekirdeğinin içindeki o iki bölümcük nasıl açılıp iki yaprak şeklinde gelişiyor, sonra da dal budak salıp koskoca bir ağaca dönüşüyor ve yeniden tohuma, meyveye duruyorsa, üretici güçler de aynı şekilde dağılıp derleniyor. Kıvılcımlı’ya göre sınıflar mücadelesi de bunun görünüş âlemidir, Hegel’in deyişiyle tinin görüngübilimidir.
Şimdi bütün toplumların gelişim yasalarına bakalım: Hangi toplum biçiminde olursa olsun insan:
Bu haliyle bakılınca, aslında kimsenin reddedemeyeceği bir tablo var karşımızda. Açıkçası bütün toplumsak gelişme bu şekilde olur. Buna bir itirazımız yok. Meselenin çıktığı yer bu üretici-komünal güçlerin neden komünist üretmek yerine sınıflı toplumlar ürettiğidir. ‘Komün’ün temel yasası nasıl oluyor da tamamen ona karşı, ona düşman bir diyalektiğe bürünüyor? Kıvılcımlı’nın yanlışı üretici güçlerin Komünü yeniden üreten bir tarih anlayışına sıçrayamamasıdır çünkü ‘komün’ kendini sınıflı toplumlarda da üretir; ama sınıflaşarak, iktidar diyalektiğini destekleyerek değil, onun tam tersine özgürlük mücadelesi olarak. Zaten Kıvılcımlı’nın ne üretici güçleri be de sınıf savaşı ilk uygarlığın boy vermesinden beri görüldü ki yeniden derlenişe, bir üst aşamaya geçmeye yetmemiştir. Bu konuya döneceğiz.
Şimdi tekrar ‘komün’e dönelim, Kıvılcımlı’nın doğru olarak kavradığı ‘komün’e! Ama onu ne zaman ki doğa ile özdeşleştirdi, işte o zaman tarihsel pozitivizme doğru demirledi. Öyleyse bırakalım Kıvılcımlı konuşsun:
“Komün, atom ve hücre gibi, kendi iç elemanlarının sentezinden başka bir şey değildir. (Komün Gücü)
“Madde taslağının atom sentezinde, canlı taslağının hücre sentezinde hazırlandığı gibi, insan toplumunun taslağı da komünün siklus sentezinde hazırlanmıştır. Bu bir bitkinin tohumu veya canlının embriyonu gibidir. Veya herhangi bir maddenin atomcul formülü gibidir. Madde veya canlı, başka bir türe dönüşmedikçe, çekirdeğindeki taslak değişmeyeceği gibi, insan toplumunun siklus temeli dediğimiz Komün’ün elemancıl tabanı veya çekirdekçil diyalektiği de kendisinden bambaşka bir türe dönüşmedikçe değişmez.” (Komün Gücü)
Burada söze gerek bırakmayacak denli bir pozitivizm vardır ve sınıflı topluma teori oluşturmaktadır. Sınıflı toplum bir ağaç kadar doğaldır. Peki, ağacın bir sapma, özüne(tohuma) düşmanlaşma hali var mıdır?
Kıvılcımlı’nın ‘Tarih Tezi’nden yola çıkarak pek çok verimli fikirler geliştirilebilir. Her şeye rağmen ‘komün’ün oluşum sürecine dair yazdıkları ne kadar önemli olursa olsun birer hipotez olarak okunmalıdır çünkü insanlık tarihinin başlangıcına dair yeterli bilgi-belge ve miras sahip değiliz. O dönemi gözlemleme şansımız da yok ve hiç de olmayacak. Burada ancak gittikçe gerçeğe dair daha yaklaşık yorumlar yapılabilir. “Hipotez” demek, yanlış demek değildir, doğrulanabilir de! Ama şu anda doğrulanabilirliği ve yanlışlanabilirliği üzerine net ve kesin belirlemelerin yapılamayacağıdır.
Tarihsel devrim (dış müdahale), sosyal devrim
Kıvılcımlı’nın tarihsel toplumsal değişime ilişkin belirlemeleri düz çizgisel ilerlemeden farklıdır. ‘Tarih Tezi’nin temel kavramlarından ve temel yasalarından biridir; Tarihsel Devrim. Sadece uygarlık süreciyle ilgili değildir. Tarihin tümünde işlemektedir.
Tarihsel devrim: Komünlerin dışarıdan (komünlere ve) uygarlıklara yaptıkları yıkıcı devrimlerdir. Bir toplumun kendi iç dinamikleriyle evrilmesi diye bir şey insanlığın %99’undan bile daha fazlasında yoktur. Hep dışarıdan müdahale ile bir evrim görür Kıvılcımlı. İlk sosyal devrim burjuva devrimidir, sonra da sosyalist devrimler bu kategoriye girerler. Bu vakte kadar hep dışarıdan devrimler vardır. Yani Newon’un “dış kuvveti” Hegel’in bir halkın sadece bir kere yani bir dönem başlatacağı düşüncesi ile karşılaşıyoruz. Burada neden bir toplumun kendi iç dinamizmiyle evrimini-devrimini yapamadığına geliriz.
Kıvılcımlı’nın toplumsal ilerleme diyalektiği ‘komün’de ve sınıflı toplumlarda farklı yollar izler. Özellikle ‘komün’de sınıflar yoktur, ‘komün’deki devrimler de yine dışarıdan gelen komünlerce yapılır. Bu nedenle Kıvılcımlı onlara tarihsel devrimler der ve ‘komün’deki tarihsel devrimler ikiye ayırır. “Vahşet çağlarında (…) vahşet insanı daha geri aşamada bulunduğu insan türünü ve dolayısıyla toplumu yok eder. Geri olan bir insan türü, ileri bir aşamada bulunan insan türünü yok edemez. (…) İleri insan türü geri insan türlerini yok ederek ilerler.” (Komün Gücü)
Yamyamlığı da bu çerçevede gösterir. Daha ileri üretici güçlere sahip olanların alt aşamadaki insan türünü yok ettiğini, bir kısmını da kendisine katarak üst aşamaya sıçrattığını belirtir. Yamyamlığın geniş bir toplumsal eylem olmadığına dair antropolojik veriler çoğalmıştır. Bunun Avrupamerkezci bir yaklaşım olduğu da yazılıp çizilmektedir. Bütün bir vahşet (yabanıl-paleolitik) çağını böyle bir ilerleme ile izah etmek ne kadar doğrudur?
“Barbarlık çağında ileri olan toplum geri olan toplumu değil, tersine geri olan toplum ileri olan toplumu yendi ve üretici güçleri ilerletti. Medeniyetler çağında da durum değişmedi.” (Komün Gücü)
Barbarlık çağı denilen sürecin (Mezolitik ve Neolitik) bile arkeolojik-antropolojik verilerinin çok az bir kısmına sahibiz. Dolayısıyla gerinin ileriyi yenerek sıçrattığını genelleştirmek doğru olabilir mi? Garantisi yok ama Kıvılcımlı vahşette olduğu gibi barbarlıkta da aynı genelleme yaklaşımını sunar. Hatta medeniyetler çağında bile hep gerinin devrimleriyle ilerlediğini düşünür. Bunun medeniyet sürecine tek yanlı bir yaklaşım olduğunu söylemeye gerek yok. Ayrıca yanlıştır ya da daha doğrusu eksiktir. Önce barbarlık aşamasından uygarlığa geçişe dair bir alıntı:
“İlk Irak kentlerinden medeniyete geçiş için bile başka ler gerekti. Irak’ta ne orta barbarlık ne de yukarı barbarlık kendi iç elemanlarının dinamizmiyle durduk yerde bir üst aşamaya geçemedi. Çünkü Irak balçıklarında değişmek zorunda kalan kolektif emek katmerleşiyor ve özel mülkiyete olanak vermeyerek kastlaşıyor-yozlaşıyordu. Diğer yandan gelişim seviyeleri kereste ve taş maden için el attıkları çevre barbarları kendi üzerlerine tarihsel devrim yapmayı aceleştiriyordu. Böylece yorulan eski kolektif emeğin yerini, yeni taze barbar kolektif emekleri olarak medeniyete geçiş eserini tamamlayabiliyorlardı. (…) Irak’ta Cemdet Nasr (yukarı barbarlık) devrinden Sümer Medeniyeti denen sınıflı topluma geçiş, bir tarihsel devrim (ulu Tufan) işe gerçekleşmiştir.” (Komün Gücü)
“Kolektif emeğin” ille de “özel mülkiyete” geçmesi gerektiği düşüncesi gayet de ilerlemeci bir bakışın ürünüdür. Sınıflı topluma doğru ‘ilerlemek’ kutsal ve karşı gelinmez bir yasa gibidir. Düşünün ki, bir toplum kolektif emek ile komünaliteyi sürdürmekte diretiyor. Bu Kıvılcımlı’ya göre kötü bir şey, ille de sınıflı-özel mülkiyetli-ataerkil-doğa karşıtı bir ilerleme gösterilecek. Burada ilerlemeci ideolojinin bilim kılıfıyla pazarlanmasını görürüz. Bir şey daha; toplumlarda ille de özel mülkiyete geçilecek diye bir yasa yokmuş! Komün direnirken dış kuvvet zorla sınıflaşmaya yol açıyor! Bu ilerleme anlayışıdır ki bütün günahları mubah, bütün haramları helal, bütün zulümleri de doğal göstermektedir.
Barbarlar-uygarlar savaşı: Peki uygarlık şu veya bu sebeple toplumlar doğduktan sonra nasıl ilerlemiş? Bu tarihsel kesitte değişimin yasaları nelerdir? Soruyu böyle sorduğumuzda yine “olanı” kabul ederek-esas alarak sorgusuz sualsiz bunun üzerinden yasalar aramaya başlarız. Kıvılcımlı da böyle yapıyor zaten sınıfların doğmasını Tanrı buyruğu gibi tarihsel determinizm olarak ele alıyor. Sonrası sıra uygarlığın gelişme yasalarını bulmaya geliyor. Marx’ta sınıflar savaşı ve üretici güçler vardı ama onun yetmediği yerde bir de “dış kuvvet” barbarlar vardı. Lakin “barbarlar” sadece Marx-Engels’te değil pek çok tarih teorisyeninde var zaten eski bir teoridir, en kapsamlı halini İbn-i Haldun’da buluruz; Bu göçebe ile yerleşik kavgasıdır.
Uygarlıkta köleci sınıflı sistemden başka bir topluma geçilememiştir der Kıvılcımlı. (Bu Engels ve Marx’ta da vardır.) Dolayısıyla yine bir dış güç ile bu boşluk doldurulmaya çalışılmıştır. Kıvılcımlı geri olan barbar-komünlerin medeniyetleri dışarıdan gelerek yıktıklarını ve ilerlemeye yol açtıklarını söyler. Burada diğer bir nokta hep ileri-geri dikotomisidir. Ki biz bunu ne Marx-Engels ne de Kıvılcımlı gibi ele almıyoruz. Örneğin; köleciliğin -ya da topyekûn uygarlığın- ileri, ‘komün’ün de geri olduğunu değil tam tersini savunuyoruz.
Örneğin Kıvılcımlı, uygarlığa ait olduğu söylenen bütün teknolojik yaratımların ‘komün’e ait olduğunu ve köleci sistemin doğarken buna yeni bir şey katmadığını savunur. Öyleyse kölelik ve efendilik dışında ne katmıştır. Bu sistem ve de ilerici olan bunlar mıdır? Burada ölçü nedir? Dolayısıyla burada ileri-geri toplumlar şeklindeki kavramlar mutlaka değer yüklüdür, özneldir ve bizim savunduğumuz değil tarih teorilerinde geçtiği için kullandığımız bilinmelidir.
Köleci toplum “ileri bir toplum” oluyor ama aynı zamanda durgun, çürümüş ve devrimciliğini yitirmiş de oluyor! Sınıflar orada Sosyal Devrim yapamıyor, üretici güçler de yetmiyor.
‘Tarih Tezi’ burada bize ne diyor?
“Antika medeniyetin kendi içinde, – Modern medeniyette görülene benzeyen – bir “SOSYAL DEVRİM” imkânsızdır. Yeni bir sosyal sınıf, eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak durumda kollektif aksiyon gücü sağlayamaz.”(Tarih Tezi)
“Çünkü Antika medeniyetlerde “en büyük üretici güç olan devrimci sınıf” yoktur. O neden? Çünkü: Antika medeniyetlerde “Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi”ni gerektiren bütün üretici güçler “eski toplumun içinde meydana” gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır.” (Tarih Tezi)
Bu açıklamaları “nedenler” olarak değil “sonuçlar” şeklinde anlayabiliriz fakat bize yardımcı olmazlar. Diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem burada çıkmazdadır. Newton mekanikti, Hegel olanı biteni tinle işine geldiği gibi açıklıyordu. Marksizm’de bunu açıklayamayınca aynı duruma düştü.
Kıvılcımlı’nın dediği ise hem köleciliği yıkan hem de burjuva devrimine kadar işleyen yasa hep bu Tarihsel Devrimlerdir. Yani Barbar-Medeni Savaşı ve Tarihsel Devrim’i bir toplumsal değişme yasası diye nitelendirir. O Tarihsel Devrimlerin yaptığı ise devletler yıkıp devletler kurmak şeklinde sınıflı ilerlemeler oluşturmaktan ibarettir.
Yani egemen sınıflara hizmet eden bir tarih yaratıcısıdırlar. Bunun bir tarih yasası olmayacağı çünkü birbirinden ayrı iki toplum olduklarını peşinen söyleyelim.
‘Tarih Tezi’ ilerlemeciliğin değişik bir versiyonunu üretir. Bu nedenle ezilenlerin sosyal devrim yapabilmesinin koşullarının ancak proleter sınıf zamanında oluşacağını belirtir. Dolayısıyla o güne dek tarihte sosyal devrim namına girişilmiş mücadeleler ve yenilmiş devrimler ütopik, vakitsiz, maceracı, erken ve olgunlaşmamış mücadelelerdir!
Kıvılcımlı bir yerde medeniyetlerde hep gerilerin ilerileri yenerek ilerlettiği tespiti yapıyor. Bunun o mantık çerçevesinde (“ileri-geri”) bile yanlış olduğunu belirttik. Pek çok medeniyet (köleci-feodal-burjuva) işgale, savaşta, sömürgecilikle “geri” olanı yener ve kendi sistemi ona kabul ettirir. Afrika, Amerika, Asya ve Avrupa kıtasının çoğu bu şekilde ilerletilmiştir!
Melez Devrimler
Tarihsel devrim önce ‘komün’ün dışarıdan gelerek yaptığı devrimdi sonra ise üretici güçlerden “gelenek görenek” olarak sosyal sınıflarda (medeni güçlerde) iç içe geçerek var olmuştur. İnsan üretici gücü her zaman tarihte ilk sıraya konmuştur ama saf bir sosyal devrim yapamazlar. Her ne kadar burjuva devrimleri ve sosyalist devrimler birer sosyal devrim olarak kabul edilse de, Kıvılcımlı buna rağmen onları bile Tarihsel Devrimci güçlerle açıklayacaktır çünkü ilk modern devrimler (Sosyal Devrim) Avrupa’da olmuştur ama insan üretici güçleri, komünal değerleri en az yozlaşan, en az kul-köle olan yerde olmuştur. Bu yüzden İngiliz devrimine “ilkel sosyalizmden kapitalizme ilk geçiş İngiltere” der Kıvılcımlı.
Sümer, Mısır, Hint, Çin, Osmanlı bunlar hep kullukta kölelikte taşlaşmış toplumlardır. O nedenle devrimci sıçramayı yapamazlar! Ama komünal gelenek göreneklerinin görece özgür kalışıdır.
Esas olarak Melez Devrimler; ilk burjuva devrimler yapıldı, kapitalizm kuruldu. Proleterlerin sosyal devrim yapması gerekirdi. Ama bu sefer o da gerçekleşmedi. Kapitalist merkezler kulluk kölelikte derinleşti, uzlaşmacılıkta epey yol aldı. Dünya sömürgeleştirilerek kapitalizme katıldı. Bu sefer teori yine şekil değiştirdi. Dün antika ya da “geri” denilen toplumlar bir anda “ileri” oldular. Dün despotik-taşlaşmış denilen toplumlar devrimci oldular!
Rus despotizmi, antik Çin, Mısır -vd. Doğu toplumları- vb. toplumları ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerinin öncülüğüne girişti. Kapitalist merkezlerde sınıf savaşı ve üretici güçlere ne oldu? Geri ülkeler neden birden en ileri üretici güçlere sahip oldu? Kıvılcımlı’ya göre yine manevi üretici güçleri en çok barındıran toplumlar, sosyal devrimleri yapan toplumlardır. Bu devrimlerde güçlü komünal değerler ve gelenekler ile işçi-köylü sınıfları sentezleşmişlerdir.
20. yüzyılın ulusal kurtuluş devrimleri, demokratik halk devrimleri ve sosyalist devrimleri hep Melez Devrimlerdir. Bunlarda ışıldayan güç yine komünal gelenek ve göreneklerdir. Sosyal sınıflar hala tek başlarına bir devrimi (en güçlü oldukları yerde bile) yapamazlar! Oysa modern sınıflar devrimci donanıma kavuşmuşlardır deniyordu. En devrimci üretici güç işçi sınıfıdır deniyordu.
Kıvılcımlı bütün sınıflı toplumlar boyunca komün gelenek ve göreneklerinin yaşandığını, ‘komün’ün pes etmediğini, çeşitli isyanlarda hep ortaya çıktığını, insan vicdanının, kolektifin örgütlenmelerinin sürekli uygarlıkla çatıştığını da söyler. Bu doğru olmakla beraber ‘Tarih Tezi’ni buradan ele almayışı temel yanlıştır.
Olan ve olması gereken ayrımı: Kıvılcımlı özgürlüğü, sosyalist devrimler olarak modern çağa mühürler. İnsanlık tarihinin sınıflaşma aşamasında geçmesini “bilimsel” diye sunar. ‘Komün’e onca vurgu yapmasına rağmen onun parçalanmasını zorunlu görür çünkü bu “olan-olmuş” şeydir fakat bu nasıl doğruysa, aynı zamanda yanlıştır da! Çünkü yine aynı Kıvılcımlı başka bir diyalektiğin varlığını da gösterir: uygarlık boyunca komünal gelenek ve göreneklerde hiç tükenmez. Bazen komünal toplumlar kurarlar bazen de gelenek görenekler şeklinde yaşarlar. Bu da bir olgudur!
Sınıflı iktidar diyalektiği nasıl bir olgu olarak varsa nasıl ‘komün’ karşıtı, doğa karşıtı, ataerkil, insan türüne yabancı ise ‘komün’ de eşitlikçi, özgürlükçü, adaletli yaşamsal değerleri, doğayla uyum gücünü sürdürmektedir. Elbette saf değildir. Demek ki iktidarcı diyalektik ile özgürlükçü diyalektik eşzamanlı olarak vardır ama eşanlamlı değillerdir. İki ayrı tarih teorisinin oluşumuna çağrı yapar. Öyleyse Tarihsel Devrimciliği bir başka Tarih Teorisi olarak inşa edebilecek olgusallık da vardır. ‘Komün’ kendini komünal şekilde üretecek dağılış-derleniş yasası olarak ortaya koyar. Esas bilim buradan, bu olgudan kurulmalıdır. Köleci-feodal-kapitalist gelişme diyalektiğini esas alıp, Tarihsel Devrimciliği bu devrimlerin payandası yapmak, olguda nesnellik değil bal gibi de özellik içerir. Bize “nesnel tarih” diyenler ‘komün’ olgusu tali bırakan hatta onun direnişlerini, destanlarını gözardı eden, modernist ideolojinin savunuculuğuna soyunmaktan kaçınamazlar.
Olgu salt devletleşme, iktidarlaşma değil ki! Komünal gelenek ve görenekler-dayanışmalar, direnişler, isyanlar, tarikatlar, partiler de her daim var olan olgular değil miydi? Öyleyse, neden bu olgusallık seçilerek özgürlük diyalektiğinin ‘Tarih Tezi’ inşa edilmiştir? Ona Marx’ın cevabı “yargı körlüğü nedeniyle” olmuştur.
Haramilik ve ‘komün’ iki ayrı olgu, iki ayrı diyalektik, iki ayrı sistem, iki ayrı tarihtirler. Tek diyalektik diye sunup tek tarih olarak formülleştirmek, ‘komün’ü haramilerin saltanatına kurban etmektir. Komünal gelenek ve görenekler kendini toplumsal devrim şeklinde büyüterek yaşamaya devam edeceklerdir ama sınıflar bir daha olmayacaktır! Öyleyse nasıl olurda bunlar aynı dünyanın ortak diyalektiği olurlar. Bunları zıtlar olarak ele almak komünal değerlerin de sınıflarla birlikte ortadan kalkacağını savunmak anlamına gelecektir. Komün diyalektiği gerçek bilimin kendisidir. Uygarlığı kaçınılmaz gören diyalektik ise bilimi ideolojiye kurban etmektedir. Toplumbilim toplumsallığın yasalarıdır, toplumsallık esas alınarak oluşturulur-oluşturulmalıdır! “Tarihteki bütün özgürlükçü-eşitlikçi mücadeleler bizim tarihimizdir, biz özgürlük geleneğine dayanıyoruz, onların devamıyız” demek başka ne anlama gelir ki? Olan ve olması gereken diye bir ayrım saçmadır. Olan da-olması gereken de komündür. Bunun çatladığı yerde kapılar her türlü sömürü ve zulme açık hale getirilir. Olması gereken de ertelemeci-mesih bekleyen, geleceğe havale edilmiş bir özgürlük değil, ilk sınıfsal oluşumdan itibaren özgürlük mücadelesidir.
Kıvılcımlı’da ‘Sosyal Darwinizm’ etkisi: Doğal seleksiyon
Kıvılcımlı düz çizgisel bir ‘Tarih Tezi’ ileri sürmez dedik ama hep kazananlar cephesinden tarihi okur. Haramilerin toplum mühendisliği ‘komün’ün gerçek evrimci yasası olduğunu düşünür. Darwin’den de etkilendiğini söyleyebiliriz. Kıvılcımlı, ‘Sosyal Darwinizm’in ne olduğunu bilmez mi-elbette bilir. Tarih anlayışını oluştururken Darwin eleştirisi de yapar. Eleştirileri gayet doğrudur fakat Kıvılcımlı eleştirdiği Sosyal Darwin eleştirisi de yapar. Eleştirileri gayet doğrudur fakat Kıvılcımlı eleştirdiği ‘Sosyal Darwinizm’in etkisini taşımaktan da sıyrılamamıştır. Bu etkileri en çok da Allah Peygamber Kitap adlı eserinde sergiler. Darwin’in canlılar dünyasındaki uyum yapanlar ayakta kalır, diğerleri elenir şeklindeki düşüncesi de düz ilerlemeci çizgiye sığmaz. O da hep kazananların evrimini anlatır. Bu doğal ayıklama (seleksiyon) teorisinin canlılar âleminde belli bir karşılığı vardır fakat bunu topluma uyarladığımızda, insanlık alemi bitki ve hayvanlar dünyasına indirgenmiş oluruz. Burada meselemiz canlılar âlemini aşağılamak değildir. Tamamen farklı olan dünyaların farklı gelişme yasaları-kuralları-ilkeleri içermesine vurgu yapıyoruz. Mesele varoluşsal farklılığı birbirine indirgemek, pozitivizme düşmemektir. Mesela Kıvılcımlı ilk insan türleri arasında yaşanan ilerinin -gerisi yok etmesini evrimin doğal hali saymış, yamyamlığı da böyle açıklamıştı. Sonraki çağlarda bir tür olarak yok olma değil ama kazananların gemisini yürüttüğü bir tarih fikri oluşturur. Toplum ve Tabiatın denk gidişleri gibi uzun aktarımlarda da evrimci bakışa epey malzeme verir.
Allah-Peygamber-Kitap’ta ise evrim-teoloji-sosyoloji yer yer birbirine indirgenir. Kutsal kitaplarda Allah’ın her yerde olduğu yazılıdır. Kıvılcımlı bunu bir soyutlama olarak ele alır ve her yerde (doğada ve toplumda) geçerli olan değişim yasaları olduğunu açıklar. İdealizm denilenlerin materyalizm olduğunu bir anda kör göze batırır. Yani kutsal kitaplar doğabilimlerini ve toplum bilimlerini anlatır demektir. Allah da her yerde, evrendeki her parçada işleyen yasadır. Buradaki eleştirimize rağmen bu kitap başlı başına dine yeni bir yaklaşım sunmuştur ve değerinden hiçbir şey yitirmez. Bizim eleştirimiz yöntemsel zaaflara vurgudur.
Allah-Peygamber-Kitap’ta Kıvılcımlı olan biten her şeyi evrim ekseninde ele alır. Allah’ın 99 adı da evrimi doğrulayan, kanıtlayan soyut imgelerdir. Fakat bu evrimci bakışı hep kazananların diyalektiğini mutlaklaştırır çünkü “uyum yapamayanların elenmesi toplumlarda toplum eliyle olur” der. Yani “elenen, ayıklanan” sayısız eşitlikçi, özgürlükçü toplumsal hareket evrime ayak uyduramamıştır. Evrim nedir, iktidarda olmak ve sınıflı bir toplumsal bir mühendislik inşa etmektir. “Tarihsel Determinizm” de tam olarak budur.
İşte evrimci-kaderci-pozitivist yaklaşımlara dair Kıvılcımlı’nın kendi yorumlarından sadece birkaç aktarım:
“El Kuddüs: O noksansızdır. Tarihsel Determinizmin kanunları öylesine girift ve her şeyi kapsayan şaşmaz düzenlilikte akıp gider ki, “her şey olacağına (kanunların kendi ilk dengelerine) varır.
El Aziz: Mutlak galiptir. Tarihsel Determinizm, her şeyi belirleyendir. Atom’un, hücrenin ve insan toplumunun en temel kanunları, kendi dengesini bulmak üzere açılıp kapanarak ilerlerken her şeyi kendisine uydurur. Uyum yapamayanlar ı eler: Seleksiyondan geçirir. Bu yüzden biricik galip, evrimin kanunlarıdır.
El Halik: Yaratacağı her şeyi bilimi gereğince yaratıp, takdir edendir, değerlendirendir. Tarihsel Determinizm, yarattığı yaratacağı her şeyi, önceden kendi maddi ve sosyal kanunları içinde saklar. O kanunlar dışında hiçbir şey olup bitemez ve yaratılan, yaratılacak olanlar bu yüzden daha işin başından takdir edilmiş, değerlendirilmiş, övülmüş veya kötülenmiş olur.
El Adil: Çok adaletlidir. Evrimin en büyük adaleti, kendi kanunlarının önüne çıkabilecek bütün engelleri elemeden geçirmesiyle oluşacaktır. Bu, teknik üretici gücünün insan ve coğrafya üzerinde Allahlaştırılmasıyla oluşturulan dengesizliğe karşı verilecek büyük bilimsel mücadeleyle tecelli edebilir.
El Veliyy: Dosttur Koruyucudur. Evrim her şeye karşın varlıkların kendine uyum yaptıklar ı sürece en iyi dostu, koruyucusu, velisidir. Uyum yapamayanlar ayıklanır. İnsan da diğer varlıklara göre evrimin en yoğunlukla yansıması olduğu halde, bu ayıklanmadan daha uzun süreçlerle de olsa nasibini alır. Sınıflı toplum, insan toplumunun evrime uyum yapma deneylerinin ve sentezlerinin geçidi olurken kayıpları az olmamıştır ve olmayacaktır.
El Berr: Yarattıklarına karşı iyilik doludur. Evrim, adı üzerinde yaratıcıdır ve yaratıcılığı içinde yarattıklarına karşı iyilik-bağış dolu olur. En bağış ve iyilik dolu olduğu yaratığı da insandır. Çünkü ona kendi kanunlarını çözme ve uyum yapabilme yeteneğini vermiştir. Uyum yapamayanlar elemeden geçerek yok olurlar.”
Kıvılcımlı’nın evrim mantığını işlettiği daha nice aktarım yapabilirdik ama bunlar konuyu teferruatlandırmak dışında bir şey sağlamazdı. Bize özetle söylenen şudur: Evrim ve kader baştan kanunsal olarak geleceği içinde taşır. Olan ve olacak olanlar kanun gereğidir ya onlara uyarsınız ya da tasfiye olursunuz. Yani köleci uygarlık-tek dişi kalmış medeniyet evrim gereğidir ve ona karşı çıkmak elenmek anlamına gelir. Doğru yol iktidarın kuracağı sisteme uyum sağlamaktır, ıslah olmaktır, zamanını beklemektir. Zaten bu yüzden değil mi ki bütün halk hareketleri yenilmiştir. Sömürülen, ezilen mazlumlar kaybettiyse bunun nedeni hep toplumsal yasaların gereğidir. Zalimler, haramiler hep kazandıysa bu evrimin kanunsal kaderinden dolayıdır… (Çünkü onlar evrime uyum yapmışlardır.)
Spartaküsler, Mazdekler, Zenc hareketi, Karmatiler, Bedreddinler, Münzerler -ve hatta 20. yüzyıl sosyalizmi- kaybettiyse bu hep evrim kanunu gereğidir. Kim yenerse, toplum mühendisliği yaparsa evrim kanununa o uyum sağlamıştır. Egemenlerin evrimi toplumsal evrim sayılır. Peki; ezilenlerin köleci, feodal ve kapitalist sisteme uyum yapmaları ne demektir? Bu uyum kimin değirmenine su taşır. Sınıflar mücadelesi bir yasaysa, ezilenlerin krallara, imparatorlara karşı mücadelelerinde uyum yapmak ne anlama gelir? Eğer Engels’in dediği gibi tarihteki her ilerleme ezilen sınıflar ve özelde kadın cinsi için bir gerilemeyse -veya biraz daha biz ekleyecek olursak- doğa karşıtlığıysa, insan türünün özüne yabancılaşmasıysa, eşitsizlik ve özgürlüklere düşmanlıksa, bu evrime uyum sağlamak ne işe yarar? Veya bunun tersi daha esaslı bir “uyum” olmaz mı? Özgürlük ve eşitlik için, doğayla dengeli bir hayat için, kadın-erkek uyumu için, özel mülkiyeti ortadan kaldırıp dünyayı cennete çevirmek için mücadele etmek neden evrime uyumsuzluk olsun? ‘Komün’ kendi çekirdeğindeki kanunlarda sınıflaşmayı taşıyordu? ‘Komün’ün gerçek yasasına uyanlar sömürüye ve zulme ilk günden itiraz edenler, ona karşı mücadele edenlerdir. ‘Komün’ yasalarını hayata geçirmek için komünarca mücadele eden asiler yenilebilirler. Yenilmek hedeflerini gerçekleştirmede zaman kaybetmektir. Ama tarihin komünar asileri eğer mücadelelerinden vazgeçemeyip de kazanan haramilerin evrimine uyum gösterirlerse hayallerini yitirirler.
Kıvılcımlı, Marksist tarih teorisindeki krizi aynen sürdürmektedir. Kaderci bir tarih fikrinden çok uzaklaşamamıştır. O yüzdendir ki tarihin devrimci hareketlerinin önüne fizik ve biyoloji örnekleri çıkarmaktadır:
“İbni Haldun ve Şeyh Bedrettin, O’nu aşan Sosyal devrimlere kanatlanmışlardı… Ama henüz vakit dolmamıştı… (Allah Peygamber Kitap)
“İnsanlık tarihi, toplum biçimlerinin gelişim tarihidir. Ve bu gidiş ister istemez, tıpkı fizik ve biyoloji kanunları benzeri kanunlara uyar.” (Allah Peygamber Kitap)
Bu tarih düşüncesi fiziğe, biyolojiye, kozmolojiye, teolojiye uyuyor ama belki de sadece sosyolojiye uymuyor ya da en az sosyolojiye uyuyor.
Sonuç
Bugün Kıvılcımlı’nın o çok verimli çalışmalarından yeni bir ‘Tarih Tezi’ üretebiliriz. Onun gösterdiği evrimcil uyumun tam tersine giderek ‘komün’ ve tarihteki eşitlikçi özgürlükçü komünal hareketlerin diyalektiğini yakalayarak, isyan ve direniş ve tarihsel ütopyalara sahip çıkarak kurulan komünal tecrübeleri esas alarak ve hiç bitmeyen komünal gelenek ve görenekleri temel alarak tarihi yeniden kurabiliriz. Eğer sosyolojiyse bunun adı, onun gerçek hareketi de toplumsallığı yeniden yaratmak uğruna can veren, o diyalektiği ve evrim-devrimi sürdüren eşitlikçi hareketlerdir. Bunlar büyük halk hareketleridir, büyük dinsel, mezhepsel, tarikatçı halk hareketleridir. Özel mülkiyete karşı mücadelelerdir. Doğanın tahribatına ve araçsallaştırılmasına karşı çıkanlardır. Özgürlüğü -yani olması gerekeni- anda gerçekleştiren ve haramilerin konvoyuna katılmayanlardır.
Kıvılcımlı, komün çekirdeğini doğa-insan uyumlu, özel mülkiyetsiz, demokrasi ile damgalı, eşitlik temelleri üzerine kurulu olduğunu, yalan dolan bilmez, hür ve birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için diyen insan ahlakından oluştuğunu belirtir. İşte tarihte bu temel özelliklere sahip çıkan nice toplumsal hareket var. Ezilen sınıflar her ne kadar ideolojik olarak egemen sınıf ideolojilerini kısmen edinmişlerse de komünal değerleri de taşımışlardır. Taşımıyor olsalardı kendiliğinden halk hareketlerini nasıl açıklayabilirdik? ‘Komün’, ezilenlerin devrimci geleneğinde ve günlük yaşamdaki değer sisteminde sürdürülmektedir.
Öyleyse ille de olguculuk yapılacaksa bizim egemen sınıflar olgusunu seçmemiz gerekmez! Ezilenlerin tarihsel sosyalist geleneğini temel alacağımız diyalektik olgunun ta kendisidir. Hatta söyle denilebilir; egemenler bilimi ve ezilenler bilimi ayrımı yapmalıyız! Bilim, nesnelliktir denir ama bize yutturulmaya başlayan bilim genelde olguda egemen sınıf diyalektiğini seçmiştir. Olgunun diğer yanını perdeleyerek, onun üzerinde her türlü karalama, aşağılama, öteleme ve yok saymayı hakim kılmıştır. Tarihten-bilimsel toplumsal ahlak dışlanırsa bütün zulüm tarihi meşrulaşır! ‘Komün’ün çekirdekten itibaren parçalanış-derleniş yasasını da kendi özü (eşitlikçi-özgürlükçü-demokratik-doğayla uyumlu) çerçevesinde tarihteki en büyük karşı-devrim olan uygarlığa karşı mücadele olarak belirlemek en doğru yaklaşımdır.
Üretici güçler yasasını da aynın şekilde yukarıda belirttiğimiz olgu üzerinden düşüneceğiz. İnsan-tarih-teknik-doğa diyalektiğine sınıflaşmayı eklemek yanlıştır. Zaten sınıflaşmayı Kıvılcımlı’da bir sapma olarak belirler. Sınıflar-sınıflar mücadelesi vs. bunlar yok olup gider, geriye insanın, doğa ve teknik ile yaratacağı -ve var olduğu sürece de böyle devam edeceği- bir özgür ahenk kalacaktır. Asıl denge budur.
Kıvılcımlı, ‘Tarih Tezi’nde Marksizmin krizini aşamadı ve tarihsel komünal gelenekler-toplumsal hareketler üzerinden kuramadı çünkü egemen sınıfların ideolojik bilim perspektifi etkisindeydi.
Aslında Kıvılcımlı ezilenlere yenilmiş olmalarına doğru bir bakışa da yönelir. Ama bunun yeterli olmadığı ‘Tarih Tezi’ açısından da çok cılız bir değinmeden öteye gitmediğidir. Yine de derin bir sezgiyle konuyu özünden yakalar: “İnsan beyni yenilenlerle pek ilgilenmez. Yenilmiş yenilmiştir, galiplere bakar ve peşine düşer. Bizim gibi pek azı da yen-ilmişlerin, yenilgilerin peşine düşer; hatası olur desek de pek yanlış olmaz…” (Allah-Peygamber-Kitap)
Evet, galiplere değil mağluplara bakmak tarihteki gerçek sosyolojik tarihi yakalamaktır. Aynı zamanda o geleneğin diyalektiğini aydınlattıkça, geleceği bu dersler, tecrübeler ışığında ürettikçe zaferlerin kalitesi (niteliği) daha güçlü olacaktır. Oysa galiplerin evrimi-devrimi bize özgürlük ve eşitlik için hangi kalite(nitelik) sıçramasına yol açacaktır?
Tarihteki devrimci halk hareketlerine yönelmeyiz ama sadece onlar bizim geleneğimizdir diyerek ve anılarını sayıp dökerek anma şeklinde değil. Mazlumların zalimlere karşı kurdukları ütopyalar, kazandıkları zaferler, mücadele biçimleri, örgütsel işleyişleri eksikler-yanlışları dâhil olmak üzere her şeylerini bilince çıkarmalıyız. Tarihsel geçmişimiz büyük bir mücadele silahıdır. Hem maddi hem de manevi pratiğimizi yönlendirirler. Tarih teorimizin ölçüsü “neye göre, kime göre”dir biz ‘komün’e ve eşitlikçi-özgürlükçü sosyal hareketlere göre bir Tarih Teorisi’nin inşasından yanayız. Bilimsel, felsefi, politik bütünlüğü buradan kuruyoruz. Tarihte “tarafsızlık”, “nesnellik” adına hareket edenler egemen sınıfların “ideolojik bilim” tuzağına düşeceklerdir. Biz tarihte bir tarafız. Bizim nesnelliğimiz ezilen sınıfların devrimci hareketidir. Ne diyordu Lukacs? “Proletarya, devrimin hem nesnesi hem öznesidir.” Bunu söyle genişletebiliriz: özgürlükçü hareketler tarih teorimizin hem öznesi hem nesnesidir. Bu da kendi bütünlüğü içinde ayrı bir paradigma gerektirir.
Tarihin şifresi ‘komün’dür. Onu yanlış ideolojik perspektiflerle inceledikçe gerçeği göremeyiz. Marx, o gerçeğe işaret ediyor ama o yanlış olan büyük bir tarih anlayışının da yanlış inşa edilmesine yol açmıştır:
“Kimi zaman en iyi zihinler bile –belli bir yargı körlüğü nedeniyle– burunlarının önünde duran şeyi göremeyebiliyorlar. Daha sonra, zaman gelip çattığında, daha önce göremediği şeyin izlerine her yerde rastlıyor ve şaşırıyorlar… Bu kişiler sonra da en eskide, en yeniyi bularak çok şaşırırlar… Hepimizin nasıl bu yargı körlüğü içinde çabaladığımızı göstermek için bir örnek: benim kendi yöremde, Hunsrück’de eski Cermen sistemi, son birkaç yıl öncesine kadar yaşadı. Bir avukat olan babamın bana bu konuda söylediklerini anımsıyorum…
…ilkel Cermen köyleri, Danimarka’nın şurasında-burasında ve tanımladığı biçimde hâlâ görülebilir. İskandinavya, kuşkusuz, Alman mitolojisi için olduğu kadar Alman hukuku ve ekonomisi için de önemliydi. Ve ancak oradan başlayarak geçmişimizin şifresini yeniden çözebiliriz…” (Marx’tan Manchester’daki Engels’e, 25 Mart 1868)