Avuç içi kadar olan Gazze’ de her gün çocuk, yaşlı demeden yüzlerce insanın dünyanın gözleri önünde katledilmesi, binlerce Lübnanlının hayatına kasteden elektronik patlamalar, Haniye’nin misafir olduğu ülkenin devlet konukevinde öldürülmesi ve nihayet bütün bir mahalle halkıyla birlikte Nasrallah’ın hava bombardımanıyla katledilmesi; bütün bunlar sadece Ortadoğu’da değil genel olarak dünyada yeni, öncekinden nitelik olarak farklı bir sürecin başlamakta olduğunu bize anlatıyor.
Bu sinsi ve hiçbir ahlaki normu olmayan, hedef ayırt etmeyen kör teröre dayalı savaş metodu, İkiz Kuleler hadisesinden beri çeyrek yüzyıldır “terörizm” feryatlarıyla dünyayı ayağa kaldıran emperyalizmin beyinleri esir alan ve halkların bütün direniş hareketlerini teröristlikle yaftaladığı bir dönemin bitişidir. Artık bu dünyanın zalimleri kimseyi teröristlikle suçlayamayacak. Terörün asıl olarak onların metodu olduğunun açığa çıktığı ve bunun karşısında her türlü karşı terörün meşrulaştığı bir dönem başlamıştır. Bundan böyle, egemenlerin umursamadığı kural ve kayıtları ezilenlerin ciddiye alması için hiçbir neden yoktur.
Savaşın Gazze’den Lübnan’a yönelmesi
Gazze savaşı birdenbire neden Lübnan’a sıçradı? Lübnan’ın Filistin’le ne ilgisi var? Her iki toplumun da Arap kökenli olmasının ötesinde, Lübnan’ın son elli yılı zaten Filistin sorunuyla iç içedir. 1948’de İsrail denilen yapının kurulmasıyla topraklarından sürülen Filistinlilerin yerleştikleri ülkelerden biri de Lübnan’dı. 1975-1990 arasında 15 yıl süren Lübnan iç savaşının önemli nedenlerinden biri de Filistin sorunuydu. Çünkü “Kara Eylül” katliamıyla Ürdün’den kovulan Filistin gerilla örgütleri Lübnan’a gelip yerleşmiş, İsrail topraklarına buradan saldırı eylemleri düzenlemeye başlamıştı. Katolik Maruni Hıristiyan Arapların Batı yanlısı ve İsrail dostu partisi Falanjist Parti’nin Filistin askeri kamplarının ülkedeki varlığına karşı çıkmasıyla iç savaş başladı.
Elbette iç savaşın çıkmasında tek sebep Filistinliler değildi. Lübnan’daki etnik ve dini-mezhebi toplulukların yönetimdeki paylarının ihtilaf konusu olmasının da rolü vardı. 1946’da Lübnan’ın Fransa’dan bağımsızlığı kabul edilirken onlar adına Batılı güçlerin yaptığı anayasa (Batılıların yaptığı şimdiki Irak anayasası da aynı mantığın ürünüdür) 1930’larda yapılan son nüfus sayımına göre Hıristiyan Marunilerin, Sünni Müslümanların, Şii Müslümanların, Dürzilerin, Ermenilerin vb. nüfus içindeki oranlarına göre devlet kademelerini paylaşması üzerine kurulu idi. O sayımda Hıristiyanlarla Müslümanların (Şii, Sünni ve Dürzi) nüfusu, neredeyse yarı yarıya idi. Bu oran dikkate alınarak, anayasada Cumhurbaşkanlığı Maruni Hıristiyanlara, Başbakanlık Sünnilere, Meclis Başkanlığı Şiilere verilmişti.
Zamanla Avrupa ve Amerika’ya olan göçlerle Hıristiyan nüfusun oldukça azalmasına rağmen, sırf siyasi istikrar bozulmasın diye genel nüfus sayımı yapılmadı. Ne var ki Lübnan’da istikrarın maddi zemini artık kalmamıştı. Öncelikle Güney’de İsrail’ in, ülkede ise Filistinli göçmen nüfusun varlığı başlı başına bir çatışma nedeni idi. İkinci olarak Sünni Osmanlı dönemlerinden beri dışlanan ve çok yoksul olan Şii nüfusun hak talepleri ve üçüncü olarak dünya güçlerinin Lübnan’a dair beklentilerine göre, gruplardan birisinin arkasında yer almaları, ülkede karmaşık çatışma zeminleri yaratıyordu.
1975’e kadar ülke, Ortadoğu’nun Paris’i diye anılan başkent Beyrut’ la birlikte dünya finans merkezlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Filistin gerilla örgütlerinin Güney Lübnan sınırı üzerinden İsrail topraklarına yaptıkları askeri eylemlerin Batı yanlısı Falanjist partide yaratığı rahatsızlık iç savaşın patlamasına vesile oldu. Falanjistler gerilla kamplarının kapatılmasını istiyor, Müslüman (Sünni, Şii ve Dürzi) partiler ile üyelerinin ezici çoğunluğu Hıristiyan olan Lübnan Komünist Partisi ise Filistinlileri destekliyordu. 1975’te başlayan iç savaşta Suriye, Lübnan’ın kuruluş temellerini koruyan bir denge politikası izlediği için zor duruma düştüğünde Falanjistleri kollamak durumunda kalıyordu.
1982‘de İsrail ülkenin güney yarısını işgal etti. Hava harekâtı ve tanklar karşısında Filistinliler büyük kayıplar verdiler. Gerilla örgütleri, komuta kademeleri ve FKÖ Merkez Konseyi Beyrut’a sıkıştı. İsrail Beyrut’u kuşatma altına aldı. Nihayet ABD, SCCB ve diğer büyük güçlerin devreye girmesiyle, binlerce gerilla Beyrut’u boşalttı, Cezayir, Tunus, Güney Yemen ve Yunanistan gibi birçok ülkeye dağıldı.
İsrail, işgali Beyrut’tan güneye doğru çekti. Ancak Güney Lübnan’da 8 sene daha, yani 2000 yılına kadar işgali sürdürdü. Sözüm ona buralar İsrail istilasında değilmiş gibi Semir Caca ve Antuan Lahad adlı iki falanjist faşist komutana “Güney Lübnan Cumhuriyeti” adı ile “devlet” kurdurttu.
Hizbullah’ın doğuşu
Şiiler, başkent Beyrut’un fakir güneybatı bölgesinden başlayarak ülkenin bütün bir güneyine yayılmış bir topluluktu, bir de kuzeyde Baalbek bölgesinde yoğun Şii nüfus bulunuyordu.
Lübnan Şiileri tarihi olarak “Beş İmamcılık” denilen Zeydiye koluna mensuptur. 1974‘te ilkin Şii din adamı Musa Sadr “Mahrumlar (Yoksunlar) Hareketi”ni kurdu, daha sonra 1975-1976 da bu hareketin içinden EMEL Partisi doğdu. Arapça “Emel” Türkçedeki gibi “umut”, “emel” anlamları taşıyordu. Ama esas olarak “El Afwac el Mukaveme el Lübnaniyye” (Lübnan Direniş Tugayları)‘nın baş harflerinden oluşuyordu. Böylece gariban Şii toplumu 1976 ‘da ilk kez bir silahlı direniş örgütü sahibi oldu. EMEL (Halen Meclis Başkanlığı bu partiden Nebih Berri’ nin uhdesindedir) dindarlığı nispeten “hafif” olan bir Şii partisidir.
1979 İran Devrimi ve peşi sıra 1982 İsrail işgali, Lübnan’ın kaderini değiştirdi. Irak’ın dini merkezi Necef’e gidip Şii din adamlarından eğitim alan genç Nasrallah ve Suphi El Tufeyli gibileri burada Musa Sadr’ın Bekaa’lı öğrencisi Abbas Musavi’den derinden etkilendiler. Saddam’ın baskıyla Necef’i terk ettiklerinde İran’a gidip orada da dini eğitim gördüler. Nasrallah ve Abbas Musavi, Şiilikte Necef’li din adamlarının otoritesi yerine Humeyni’nin “velayeti fakih” doktrinini kabul ettiler. (Bugün Irak’ta Şii Sistani İran ekolünün temsilcisidir, Sadr ise Necef ekolünün)
Bu Lübnan’lı genç ekip ülkeye döndüğünde EMEL’den ayrılarak 1985’te İranlı’lı komutanlarla Hizbullah’ı kurdu.
Ancak kuruluşunu resmen ilan etmeden önce Hizbullah’ın tarihi önemde, muazzam bir eylemi oldu. FKÖ Lübnan’dan çekildikten sonra, henüz İsrail işgali devam ederken ABD, İngiliz, Fransız askerleri barış gücü olarak Beyrut civarına konuşlanmışlardı. Abu Nidal örgütü ile İslami Cihat‘ın hemen her gün Beyrut’ta bir Batılıyı kaçırarak bu ülkeleri Lübnan’ı terk etmeye zorladıkları günlerdi. 1983 Yılında henüz kuruluşunu ilan etmemiş olan Hizbulllah, 6 ton TNT yüklü iki kamyonla ABD ve Fransız deniz piyadelerinin bulunduğu kışlaya saldırdı. Patlamalar sonucu 241 ABD askeri ile 58 Fransız askeri öldü. Vietkong gerillalarının ünlü Tet saldırından sonra ABD Ordusu tarihinde ilk defa bir gün içinde bu kadar çok sayıda askerini kaybediyordu. Keza Fransız ordusu da, Cezayir savaşında bile bir günde bu kadar kayıp vermemişti.
Yani Hizbullah’ın Batı tarafından “terörist” ilan edilmesi o günlere dayanır. ABD ve Fransa birlikleri bu saldırıdan sonra palas pandıras Lübnan’ı terk ettiler. 1992’de İsrail suikasti ile öldürülen Abbas Musavi’nin yerine Nasrallah, genç yaşta Hizbulah’ın genel sekreteri oldu. Örgütün Lübnan’ın güneyinde İsrail işgaline ve işbirlikçi Güney Lübnan Cumhuriyeti denen faşistlere karşı silahlı mücadelesi durmadı. Çok kayıp verdi, çok kayıp verdirdi.
Sonuçta, İsrail Şebaa Çiflikleri denen bir bölgeyi elinde tutmaya devam etse de 1998‘de büyük oranda çekildi. Büyük bir cenaze ve esir değiş tokuşu gerçekleştirildi. Bir yıl önce Nasrallah’ın oğlu Hadi de çatışmada ölmüş, cesedi İsrail askerlerinin elinde kalmıştı. İsrail’den teslim alınan 144 Filistinli ve Lübnanlı esirin yanı sıra 140 Hizbullah’lının cenazesi arasında Hadi’nin cenazesi de vardı. Törende Nasrallah’ın ayırt etmeden sırayla bütün cenazeleri bu arada oğlununkini de alnından öpmesi halk arasında ona olan sempatiyi arttırdı.
1990’da Lübnan iç savaşı uluslararası Madrid ve Taif anlaşmalarıyla sona erdirilmişti. Bu anlaşmaya göre, kuzeyde Suriye Askerlerinin barış gücü niteliğindeki varlığı devam edecek, Filistinliler dahil bütün örgütler silahsızlanacaktı. Tek istisna Hizbullah’tı. Hizbullah, ülkenin güneyinde süren İsrail işgaline karşı Lübnan’ın savunma gücü olarak silahlı varlığını koruyacaktı.
Bu durum Lübnan siyasetinde çeşitli itirazlarla karşılaştı. Ancak Şebaa Çiftliklerinde İsrail işgalinin hala sürüyor olması Hizbullah’ın silahlı güçlerine meşruiyet sağlamaya yetiyordu. 2000 Yılında İsrail’in çekilmesi tamamlandı. Bu, Hizbullah’ın İsrail karşısındaki ilk zaferi idi. Bu zafer Lübnan siyasetindeki gücünü artırdı. Mecliste sahip olduğu 8 sandalyeyle ölçülemeyecek kadar büyük bir etkisi vardı ülkede. Hizbullah yalnızca askeri bir yapı olarak değil, siyasi ve toplumsal bağları güçlü bir örgüt olarak da yoksul Lübnan halkına yardım elini uzatıp dayanışmayı örgütleyerek onları direnen bir güce dönüştürdü.
Hizbullah’ın artan siyasi otoritesinden ve ülkenin kuzeyindeki Suriye askerlerinin varlığından en çok İran düşmanı Suudiler, Batılılar ve saf değiştiren Dürzi Canpolat ailesi rahatsızdı. Başbakan Refik Hariri, Suudi Arabistan’a yakın çok zengin Sünni bir iş adamı idi. Refik Hariri 2005 yılında Suriye Muhaberatına mal edilen bir suikast ile öldürüldüğünde, Suriye ve Hizbullah karşıtı bütün muhalefet kitle gösterileri ile ayağa kalktı. Sonuçta Suriye askerleri ülke topraklarını terk etmek zorunda kaldı.
2006’da Hizbullah Lübnan halkına İsrail karşısında ikinci zaferi yaşattı. Hizbullah’a bağlı silahlı güçler İsrail hudutundan girdi; 8 askeri öldürüp, 2 askeri kaçırdı. Bunun üzerine kendinden emin İsrail ordusu Güney Lübnan’a hem karadan hem havadan tekrar girdi. Ancak umulmadık bir yenilgiye uğradı. Hizbullah’ın yer altı tünel ağlarından ve bu kadar çok anti-tank füzeye sahibi olduğundan haberi yoktu İsrail’in. İsrail bir ay süren savaşta 60 tank ve pek çok askerini kaybetti. Savaş, BM‘nin devreye girmesiyle sona erdiğinde, İsrail ilk defa bir Arap ülkesi karşında yenilmiş olarak Lübnan’ı terk ediyordu.
Hizbullah’ın diğer örgütlerle ilişkisi ve Hizbullah’a yaklaşım
Lübnan siyasetindeki politik ağırlığının ötesinde, Filistin sorununda Hizbullah, devrimci Filistin örgütleri gibi Şeria nehrinden Akdeniz’e kadar tüm Filistin’i kurtarmayı amaçlayan bir örgüttür.
Hizbullah’ın Şia’ya bağlı ve İslamcı bir ideolojiye sahip olduğu açık. Hamas gibi onun da İran’ın askeri teknik desteğinden yararlandığı bir sır değil. Ancak bunlar “madem ki Müslüman, o halde gerici; madem ki Arap, o halde Kürt düşmanı” gibi kestirmeden ahmakça akıl yürütmelere gerekçe olamaz. Olsa olsa cahillik olur bu. Hamas gibi Hizbullah da (biri Sünni diğeri Şii ve Suriye iç savaşında karşı karşıya gelmiş olsalar da) kendi ülkelerinde siyasal bakımdan oldukça fazla deneyim kazanıp olgunlaşmış siyasi hareketlerdir. Toplumsal taban itibariyle çeşitlilik arz eden geniş bir kitlenin direnişini yürüttüklerinin farkında olarak sorumlulukla davranmasını öğrenmişlerdir. Hamas gibi Hizbullah’ta da antisemitist söylemlere rastlayamazsınız. Hizbullah dini-mezhebi çıkışı olan bir hareket olmakla birlikte, Lübnan’ın çok dinli bir ülke olduğunun farkındadır, net bir şekilde laiklik savunucusudur. Hem bu nedenle, hem de müstevliye karşı vatanı başarıyla savunmasını bildiği için Nasrallah Hıristiyan gençliğin sevgilisiydi. Keza Hizbullah’ın bir numaralı müttefiki Lübnan Komünist Partisi’dir.
Biz zayıfız diye bölgedeki direnişi yok saymak, küçümsemek akıl işi olamaz. Reel sosyalist sistem yıkılmadan önce dünya başka bir eksen etrafında dönüyordu, o zaman bu bölgede emperyalist-siyonist politikalara karşı yine bir “Red Cephesi” vardı. Suriye, Libya, İran, G.Yemen, Cezayir, Irak, devrimci Filistin örgütleri… Hepsinin üzerinde sosyalizmin derin izleri vardı. Bugün bu ülkelerin hepsinde eski güç dengeleri altüst olmuş durumda. Bölgede siyonizme ve emperyalizme karşı halkların direnişi yine sürüyor, ama bizim zayıf olduğumuz, alternatif haline gelemediğimiz koşullarda… Beğenelim, beğenmeyelim, anti emperyalistliğin sağlam temeli olan anti kapitalistlikleri ne kadar tartışmalı olursa olsun, emperyalizmin bu bölgede işini zorlaştıran güçler, “Direniş Ekseni” denilen İran-Hamas-Hizbullah-Suriye–Husiler‘dir. Eskiden bölge halklarının direnişinin bayrağında muhtelif sosyalist sloganlar vardı, şimdi ise dini sembol ve sloganlar baskın. Ancak hangi bayrak altında savaştıklarından öte, halkların direnişinin sürüyor olması bizim için önemli olmalıdır.
DEM Parti eş başkanlarının Nasrallah için taziye yayınlaması kimi Kürt çevrelerinde eleştiriye uğruyor. S. Demirtaş’ın Haniye için başsağlığı dileğinde bulunması da aynı çevreler tarafından eleştiriye uğramıştı. Bu tutum eğer yukarıda değindiğimiz gibi yaygın cehaletten kaynaklanmıyorsa, olsa olsa emperyalizmle ve siyonizmle işbirliğine açık bir ilkel milliyetçilikten kaynaklanıyordur. Barzaniciliğin kuzeydeki etkisi ya da düpedüz Barzaniciliktir bunun adı. Kuzeyde Kürt Özgürlük Hareketi Filistin halkıyla kan kardeşliği içinde doğdu. 1982 İsrail işgaline karşı yapılan savaşta 11 şehidi vardır KÖH’ün. Lideri 1999’da Kenya’da Mossad-CIA işbirliğiyle yakalandığında Berlin İsrail Başkonsolosluğu önünde İsrail’i protesto eden Kürt halkının üzerine konsolosluktan ateş açan İsrail güvenlik güçlerinin 4 Kürt yurtseveri öldürdüğü unutulmuş olamaz. KÖH’ün Irak’ta Haşdi Şabi gibi güçlere yakınlığı biliniyor. Dolayısıyla Kürt halkının İsrail karşısında kardeş Filistin ve Lübnan halkının yanında olmasından daha doğal bir şey yoktur. Öcalan’ın, şimdilerde TSK ve MİT’in uzantısı gibi çalışan KDP’nin İsrail’le tehlikeli ilişkilerine defalarca dikkat çektiğini bugün herkes tekrar hatırlamalıdır.
Türkiye tarafında da sözüm ona kendini “ilerici”, “solcu” sayan çevrelerde Hamas’a karşı olduğu gibi, sırf isminden dolayı Hizbullah’a karşı da mesafeli hatta düşmanca tutumlara az rastlamıyoruz. Kendini Filistinlilere yakın sayıp Hizbullah düşmanlığı yapmak da cehaletin bir başka türüdür.
Nasrallah sonrası Hizbullah
Bundan sonra ne olacak? Hizbullah’ın hemen hemen bütün üst düzey komutanlarını ve Nasrallah’ı aynı hafta içinde yitirmesi elbette çok ciddi bir askeri ve moral kayıptır. Ayrıca aynı hafta içinde Hizbullah’ın Suriye’deki gizli silah ve mühimmat fabrikasının İsrail tarafından tespit edilip vurulması da önemli bir kayıptır. Anlaşılıyor ki Hizbullah’ın bütün askeri lojistiği sanıldığı gibi yıllardır İran’dan gelmiyor, en azından önemli bir kısmı bizzat kendisi tarafından Suriye topraklarında üretiliyormuş. Ne var ki o fabrika da artık yok.
Netanyahu, Hizbullah’ın bu sendelemiş halinden yararlanarak Kuzey’e doğru bir kara harekatı düzenleyecek gibi görünüyor. Zaten açık açık, Litani nehrine kadar olan bölgede artık Hizbullah kuvvetlerini barındırmayacağını söylüyor. Bu, eski Semir Caca-Antuan Lahad‘ın “Güney Lübnan Cumhuriyeti”nin bulunduğu, gerçekte ise İsrail’in işgal bölgesi olan şeridi yeniden İsrail’in işgal etmesi demektir. Lübnan’ın güney sınırından Litani nehrine kadar bir tampon bölge ya da güvenli bölge istemektedir İsrail.
Sömürgeci faşizmin mantığı her yerde aynı. Gazze’de Mısır hududuna 1-2 km. derinliğinde insansızlaştırılmış bir “Philadelphia koridoru” kurma planı ile TC’nin Rojava’nın içlerine 30 km. derinliğinde güvenlik şeridi kurma planı, Güney Lübnan’a Litani nehrine kadar tampon bölge planı, bunların hepsi yabancı işgalcinin kendini yerli halkın darbelerinden uzak tutma çabasıdır. Türkiye nasıl “TC’nin güvenliği Irak’tan, Suriye’den başlar” deyip buralara dalıyorsa, İsrail de geçmişte “İsrail’in güvenliği” adına Sina yarımadasını aldığı gibi şimdi Suriye toprağı Golan’a veya Güney Lübnan’a dalıyor.
Netanyahu’nun kısa vadedeki hedefi en azından Kasım’da yapılacak ABD Başkanlık seçimine kadar bir aylık bir siyasi boşluktan yararlanıp bu süre zarfında elde edebildiği kadar askeri ve siyasi avantaj elde etmektir. ABD’de seçilecek başkanın dünya politikasına, örneğin Ukrayna savaşının devam edip etmeyeceğine veya İran’a karşı tutumuna bağlı olarak İsrail de Lübnan’a ve İran’a yönelik pratiğini düzenleyecektir. Şu an “İran’da ulaşamayacağımız hiçbir nokta yok” diyerek düpedüz İran devlet yöneticilerini tehdit etmekle yetiniyor. Ama yarın İran’a yönelik yeni ABD politikası savaşla rejimi devirmek yönünde olursa savaşın bayraktarlığını yapmaya hazırdır.
Yeni İran Cumhurbaşkanı “ılımlı” Pezeşkiyan’ın ABD ile nükleer müzakereleri yeniden başlatmak maksadıyla Hamaney tarafından göreve getirildiği medyada çokça yazıldı, çizildi. Daha düne kadar “Kasım Süleymani’nin ölüm emrini ben verdim” diye övünen Trump gelirse nükleer müzakerelere başlar mı, Kamala Harris gelirse ne yapar, bunlar hep soru işaretidir. İran İslam Cumhuriyeti, kurulduğundan beri İsrail’i yok etmeye nasıl yeminliyse, ABD de İran rejimini yok etmeye öyle yeminlidir. Bu çatışmanın önümüzdeki kısa vadede nasıl bir hal alacağı şimdilik belirsizliğini koruyor.
T. Erdoğan, Haniye’nin ölümünde gösterdiği tepkiyi Nasrallah’ın ölümünde göstermedi. Haniye için resmi yas ilan ederken, Nasrallah’ın ölümü karşısında onun adını bile anmadan kuru bir “Lübnan hükümetinin ve halkının yanında olmaya devam edeceğiz” açıklamasıyla yetindi. Oysa Nasrallah hiç şüphesiz bölgede Haniye’den çok daha etkili bir figürdü. AKP medyasında Nasrallah için taziye bildiren yazarlarla “İslam düşmanı katil Nasrallah’a sen nasıl üzülürsün” diyen yazarlar birbiriyle kapıştı. Erdoğan’ın Nasrallah’ın ölümünü geçiştirmesi de aynı mezhepçi zihniyetten kaynaklanmış olmalıdır.
Savaşlarda yeni bir dönem
Kamuoyunda şiddetli itirazla karşılaşıp nihayet hükümet tarafından durdurulduğu ilan edilen İsrail’le yapılan ticaretin, deniz yoluyla hem direkt olarak hem de Azerbaycan üzerinden dolaylı olarak devam ettiği açığa çıktı. Filistin konusunda, bir halk deyişiyle AKP “Allah birdir” dese vatandaş ona bile inanmayacak hale geldi. İsrail’in enerji ihtiyacını karşılayan Azerbaycan, Batılı emperyalistler kadar İsrail yanlısı, onlar kadar İsrail ile içli dışlıdır. “Tek millet iki devlet” in her ikisi de bu konuda aynı tepkiye layıktır.
En başta söylediğimize dönersek; Filistinlilerin 7 Ekim Aksa Tufanı eyleminden sonra yaşanan son bir yıl, dünya halkları açısından yeni bir dönemin kapısını açmıştır. Batılı büyük devletlerin onayıyla her gün Gazze’de işlenen kitlesel katliamlar, siyasetçilere yönelik suikastlar, sivilleri de içine alacak biçimde sinyalle patlatılan çağrı cihazlarıyla uygulanan hedefi belirsiz kör terör… Netanyahu’nun ondan ateşkese dair bir konuşma bekleyen BM erkanını kürsüden “ateşkes falan yok, savaşacağız” diye saygısızca tersleyip, ardından BM binası içinde kameraların önünde telefonla “Nasrallah’ı öldürün” emri vermesi ve bunu pervasızca dünya medyasına servis etmesi…
Bütün bunlar, şimdiye kadar “terör” suçlamasıyla eli ayağı bağlanmak istenen ezilenlerin, sömürülenlerin mücadelesinin, bundan böyle egemenlerin hiçbir kuralına bağlı kalmadan dizginlerinden boşanacağı bir dönemin yaklaştığını gösteriyor. Evet, Filistinlilerin ve bütün dünya ezilen halklarının mücadelesi; ulusal sınırları aştığı, uluslararası yasaları umursamadığı, uluslararası gösterişli eylemlerle emperyalist metropollerde sahneye konulduğu canlı 1960’ların, 1970’lerin eylem anlayışına dönmelidir.
30.09.2024