“Hümanizmin Striptizi” ve ezilenlerin şiddeti – Derya Doğan

“Bundan sonra, sıraları gelip de utanç, açlık ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, üzerlerinde uygulanan şiddetin derecesine eşit güçte volkanik bir öfke uyanır içlerinde. Onların şiddet dilinden başka bir şeyden anlamadığını mı söylediniz? Haklısınız, ilk başta yalnızca sömürgecinin şiddeti olacak, bir süre sonra ise yalnızca onların şiddeti; yani, aynadan bize bakan yansımamız gibi bize yönelen aynı şiddet. Yanılmayın sakın. Bu delice öfkeyle, bu acımasızlık ve kinle, bizi öldürme yönündeki bitmez arzularıyla ve gevşemekten korkan güçlü kaslarının hiç durmadan kasılmasıyla insan haline gelir onlar: Onları yük hayvanına çevirmek isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı çıkarak insan olurlar.” [1]

Bu satırlar, J. Paul Sartre ait. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabına yazdığı önsözden. Ezilenin şiddeti ile sömürgecinin şiddeti konusunda hiçbir ayrım yapmaksızın mesafe koyanlar için belki uyarıcı olur diye düşündüm.

Cezayir bağımsızlık mücadelesinin işlendiği filmi izlemişsinizdir. Film, kurgu değil Cezayir’deki sömürgecilik karşıtı direnişin/savaşın bir anlatımıdır. Direnişin bir yerinde, devrimci şiddetin hedefi artık, asker-sivil ayırmaksızın tüm sömürgecilerdir. Direniş örgütü, Cezayirli kadınları örgütler ve kadınlar, çantalarında bombalarla Fransızlar için güvenli alan haline getirilen bölgeye girip sivil-asker, kadın-erkek ayırmaksızın sömürgeci Fransızların oturdukları yerlere (örneğin kafe) bombaları bırakırlar. Sonrası ölüm… İşte Sartre, her gün bu eylemlerle sivil asker birçok Fransızın hedeflendiği koşullarda yazar yukarıya taşıdığımız satırları. Kafada canlansın diye filmdeki pastane sekansını anımsattım. Sartre, işte o filmde de anlatılan ezilenlerin şiddetinin savunusunu yapar. Kendi halkını sömürgecilik gerçekliğiyle yüzleştirmek, sömürgecilikten beslenen gündelik hayatlarındaki konforu sorgulatmak için en can yakıcı cümleleri kurar.

Hatta Sartre, ezilenin şiddetini savunmakta, kitabına önsöz yazdığı Fanon’un ötesine geçer. Fanon, ezilenlerin kendi gerçekliğini kavramalarını sağlamak ister. Şiddetin nedenleri ve meşruluğunu çözümlemeye çalışır. Sartre ise içinden geldiği topluma konuşur, sömürgeciliğe karşı Cezayir direnişinin yanında saf tutmayan her Fransızın, sömürgeci olduğunu ve eğer ezilenin şiddeti ile karşı karşıya kalırsa, bu karşılaşmada payına düşecek olan ölümü hak ettiğini yazar.

Devrimcilikle burjuva hümanizmi aynı kareye sığmaz

Sartre’dan devam edelim. “Öncelikle şu beklenmedik manzarayla bir yüzleşelim: hümanizmimizin striptizi. İşte çırılçıplak ve hiç de güzel değil: Yalancı bir ideolojiden, yağmanın incelikli aklanmasından başka bir şey değil. Yapmacık tavırları ve sevgisi, saldırgan eylemlerimize kefil oluyor. Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan “soykırım” yaparken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz. Kurban olmayı seçerseniz, bir-iki günü cezaevinde geçirmeyi göze alırsanız, o zaman da kolay yolu seçmeye çalışıyorsunuz demektir. Ama sıyıramazsınız, çıkış yok! Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik, çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir baskı ilişkisiyle koşullanmışsa, pasifliğiniz, sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.”[2]

O, yazdığı önsözde bir bütün olarak ezilenlerin şiddetinin meşruluğunu tartışmasız savunur. Hümanizmin striptizi sözleriyle, Cezayir’deki savaşta suç ortağı olan Fransız toplumunu, aydınlarını teşhir masasına yerleştirir. Adeta burjuva hümanizmini, kibrini sobeler. Ezenin şiddetine karşı ezilenlerin şiddetini besleyen, güç katan bir pozisyonda değilseniz her durumda şiddet karşıtlığınızla siz, aslında ezenlerin yanında saf tutmuş olursunuz, der. Burada yazılanlar, safları ne kadar yalın ifade ediyor değil mi? Ezilenin isyanını anlayan ama kör şiddetini kınayan, tam da bu yüzden ezilenin isyanına karşı, içinde “ama”lı cümlelerle itiraz yükseltenlerin içini ürpertecek bir yalınlık bu… Sınıflar mücadelesinin her bir kanlı sayfası, safları böyle keskinleştirir. Arada konumlanmanın imkanı yoktur böylesi zamanlarda. Bunun bilincinde olarak tutum almayan herkes objektif olarak sınıf düşmanıyla yan yana düşebilir.

Sartre yaşasaydı, Filistin ve Kürt halkının karşı karşıya oldukları sömürgeci faşist apartheid rejimlere karşı yürüttükleri mücadeleyi, burjuva hümanizminin şiddet terazisinde ölçüp yargılayan ve kınama mesajları yayınlayanlara ne derdi acaba? Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız, ezileni (Kürt özgürlük hareketini) şiddetinden dolayı sorguluyor, onun kurtuluş mücadelesi karşısında amalı, fakatlı cümleler kuruyorsanız siz aslında sömürgeci savaşta suç ortaklığı yapıyorsunuz derdi herhalde. Yine Filistin halkının safında olmayıp ezilenin şiddetindeki “vahşet”ten ürken emperyalist Batı’nın insanlarına (ve Türkiye’de düşman bilincindeki flulukla gösteri dünyasın hümanizmin striptiziyle ortak olan liberal reformist sol çevrelere ve bu mahallenin ideolojik-siyasal argümanlarının nüfuz ettiği devrimci güçlere), bunu siz yarattınız der ve ezilenin şiddeti ile ezenin şiddetini aynı kategoride değerlendirmeyi ve yargılamayı kesinlikle reddederdi. Hatta daha da ileri gidebilirdi, tıpkı Fransız sömürgeciliğine karşı kurtuluş mücadelesi veren Cezayirlilerin şiddeti karşısında aldığı tutum gibi: “Bir savaşçının silahı, onun insanlığıdır. Çünkü isyanın ilk aşamasında öldürmek gereklidir. Bir Avrupalıyı öldürmek, bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir: Geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır. Hayatta kalan, ilk kez ayaklarının altında bir ulus toprağı hisseder. Bu anda ulus onu yüzüstü bırakmaz: Nereye giderse, nerede olursa, o da oradadır – her zaman yanında, onun özgürlüğüyle birleşir.” [3]

Safını bilmeyen düşmanıyla yan yana düşer

Aslında buraya kadar olan dizge, uzun zamandır Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin sömürgeci faşist devletle olan suç ortaklığı üzerinden kafamda dönenip duruyordu. Sömürgeciliğe karşı direnen bir halk karşısındaki tutumsuzluk, savaş gerçekliğine yaklaşım -suç ortaklığı-, o toplumu bir bütün olarak çürüme ve yozlaşmaya sürüklüyor. Türkiye devrimci hareketi, bu tabloyu yapıbozuma uğratmak bir yana “halk gerçekliği” ile uyumlu bir hatta ilerliyor. Suç ortaklığını deşifre edecek ve buna karşı linç edilmeyi de göze alarak aktif bir tutum almayı, bunu siyasal mücadelesinin eksenine yerleştirmeyi yapamıyor. Birleşik devrim mücadelesinin savunucusu olan bizler de akıntıya karşı yüzmenin gerektiği günümüz dünyasında, tutum belirtmekten öteye geçmiyor, devrimci bir yıkıcılıkla hareket etmiyoruz. Bu, ruhumuzu kurtarmak değilse nedir? Meselenin Kürt devrimi ile dayanışma meselesi değil de Türkiye devrimini örgütleme meselesi olduğunu tam bilince çıkarmak ve toplumsal çürüme ve yozlaşma içindeki Türk toplumu ile savaş halinde bir mücadele hattı örmek zorundayız.

Kürdistan’daki savaşa (ve TC’nin emperyalist emellerine/mülteci emeğine) değmeden, sınıf mücadelesi yürütmek isteyenler var. Ancak bunların, steril bir sınıf mücadelesi yürütme hayalleri, savaş gerçekliği nedeniyle ne yazık ki mümkün olmuyor. Haliyle gündem saptıran eylemlere ve bu eylemleri yapanlara karşı mesafeliler. Savaş ve devrimci şiddet karşısında, en iyi ihtimalle burjuva hümanizminin cephaneliğinden besleniyorlar. İşte bu yüzden “nereden gelirse gelsin” deseler de asıl olarak ezilenden gelen ve sivillerin ölümüne de yol açan şiddeti kınama yarışına giriyorlar. Bir eylemde böyle bir “defo” bulamadıklarında da bu sefer demokratik mücadelenin önünü tıkadığı, şiddet sarmalını tetiklediği saikiyle devrimci şiddeti eleştiriyor, demokratik nizam adına bunu reddediyorlar. Şiddet tekelini elinde bulundurması gereken devletin karşısına çıkan her şiddetle adeta aralarına mesafe koyuyorlar. Ne diyelim ki, sömürgeciliğin suç ortaklığı öylesine içselleştirilmiş ki her şeye sömürgeci-faşist rejimin çizdiği sınırlar içerisinde bakılıyor. Ezilenlerin şiddetine bile…

PKK, Türkiye metropollerine henüz Kürdistan’daki savaşın ateşini değil ama kıvılcımlarını düşürüyor ve her yaptığı eylem sonrası, Türkiye’de şiddetin yeri, zamanı, hedefi vb. üzerine birçok tartışma dönüyor. Sol cenah içerisinde “şiddetin her türlüsüne karşıyız” veya “şiddetin sivilleri hedefleyen kısmına karşıyız” diyenler günden güne artıyor. Artık bu kesimlere karşı savunmacı bir çizgide (bak eylem doğrudan savaş merkezlerinden birine, sivil can kaybı olmaması için özel dikkat edilmiş vb gibi) değil doğrudan cepheden, Sartre’ın yaptığı gibi, tutum almamız gerekiyor.

İçinde FHKC ve FDHKC gibi devrimci örgütlerin de olduğu Filistin direniş hareketinin Aksa Tufanı Operasyonu üzerinden sol içerisinde yürütülen tartışmaların köklendiği dünya da bu dünya. Ama Filistin bahsini sona bırakalım, biz kendi hikayemizden devam edelim.

Biz devrimciyiz, yargı dağıtıcı değil

Şu çok açıktır, devrimci komünist bir özne, mesajını dost ve düşmana, devrim safına kazanmak istediği hedef kitlesine, en doğru şekilde vermeyi hedefler. Eylem biçimini, muhtevasını bu kaygı belirler. Diğer yandan ezilen halkların direniş güçleri tarafından yapılan eylemleri, hamleleri de dünya devrim mücadelesine, ezilen halkların kurtuluş davasına katkısı üzerinden değerlendirir. Bu cepheden yapılan her eylemi, sınıf düşmanımızın koyacağı kriterlerle, caiz midir değil midir, diye değerlendirmeye kalkmaz. Bu, elbette bir eylem biçimini savunduğumuz ve aynı yoldan ilerleyeceğimiz anlamına gelmez. O eylem biçimini doğru gördüğümüz anlamına da… Devrim yapma iddiasındaki komünist bir özne olarak, biz hangi eylemleri yaparız sorusunu içe ve dışa doğru tartışırken, ayrım çizgimizi oluştururken, bu eylemlerle aramıza net mesafe koyabiliriz. Devrimci şiddet konusundaki çizgimizi belirginleştirmek için hedef-eylem bütünlüğünü, bunu hangi saiklerle, nasıl oluşturacağımızı da tartışabiliriz. Diğer yandan dünya görüşümüz nedeniyle örgütlemeyeceğimiz bir eylem, tercih etmeyeceğimiz bir mücadele aracı söz konusu olduğunda; bu, her an, her durumda dışa doğru konuşurken, (ulusal kurtuluş hareketinin yaptığı bir eylem özgülünde) yargı dağıtacağımız anlamına gelmez. Ayrıca bir eylemi kimse konumlanma noktasını ve kim olduğunu belirsizleştirerek (veya anonimleştirmek mümkünmüş gibi anonim cümleler kurarak) ve kime konuştuğunu flulaştırarak değerlendiremez.

Özellikle kime konuştuğumuz mevzusu önemli. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir öznenin eylemini, sınıf düşmanlarımızın salvo atışlarıyla paralel bir düzlemde değerlendiriyorsak, biz aslında düşmanımıza konuşuyoruzdur ve ben o kötü çocuklardan değilim diyoruzdur. Bir alt çizme olarak; ezilen ulusun kurtuluş mücadelesindeki “aşırılıklar” için yargı dağıtacak pozisyonda olmadığımızı, yanlış eylem pratiği ve çizgisiyle de ideolojik-siyasal mücadelenin bu şekilde verilemeyeceğini belirtmek gerekir.

Bu yargı dağıtma mevzusuna dair de Sartre, yine çok sarsıcı bir değerlendirme yapıyor, bu tarz yargı dağıtıcılığının aslında ezen ulus şovenizmi ve kibrinden beslendiğini ifade ediyor:

Metropol solu rahatsız: Yerlilerin [siz bugün için Kürtlerin ve Filistinlilerin diye okuyun nba.] gerçek kaderinin, maruz kaldıkları acımasız baskının farkında, isyanlarını kınamıyor, bunu kışkırtmak için elimizden geleni yaptığımızı biliyor. Ama bu durumda bile sınırlar olduğunu düşünüyor: Bu gerillalar, benimsenmek için şövalyece davranmalılar; insan olduklarını kanıtlamalarının en iyi yolu bu. Bazen sol onları ayıplıyor: “Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.” Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmıyorlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadar! Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: her tür araçla sömürgeciliği söküp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırlar, ama bu güç denemesinde aşağı insanların bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlık dışı yöntemi görmezden gelemiyorlar: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar! Ah, soylu ruhlarımız ne kadar ırkçı!”[4]

Buradan en son 1 Ekim’de PKK’nin yaptığı İçişleri Bakanlığı’nın kapısındaki eyleme bağlanalım. HPG’nin eylemi üstlendiği açıklamada, bu eylemin bir uyarı olduğu ifade edilmişti. Bu uyarının kime nasıl bir uyarı olduğunu netleştirelim. Bu uyarının iki mesajı olduğunu söyleyebiliriz. İlk mesaj, elbette Kürdistan’daki savaşın yürütücüsü faşist devletedir. Kürdistan’daki savaşı devam ettirme ısrarını sürdürürsen, savaşı merkezine taşıyacak kudrete sahibiz, mesajını net bir şekilde vermiş oldu. Bu ilke üzerinde çok söyleyecek bir şey yok; her şey zaten ortada.

İkinci mesaj ise Türkiye halklarınadır: Bu savaşın aktif veya pasif destekçisi olmaya devam ederseniz, suç ortaklığını sürdürürseniz, savaş kapınıza gelecek, işçi ve emekçiler olarak siz de savaşın çıplak gerçekliğiyle karşı karşıya kalacaksınız. Savaşın sahası artık sadece Kürdistan değil de Türkiye’nin metropollerine doğru genişlerse, olduğu kadarıyla konfor alanlarınız da dinamitlenmiş olacak, savaşı televizyondan izleme lüksünüz kalmayacak.

Bu mesajın Türkiye soluna doğru açılımını yapalım: Her şeyi bırakın, Kürt halkının en meşru hakkı olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını mesela. Uzakta bir diyarda, bir köyde (Vartinis’te), bir ailenin; boy boy çocukların, karnındaki çocuğuyla bir annenin, çocuklarının haykırışına çaresiz bir babanın diri diri bir evde yakılırken kulakları sağır eden, yürekleri dağlayan çığlıklarını da duymayın, tamam. Dünyanın neresinde olursa olsun, her halk hareketine sempati duyun ama Kürdistan’ın bir parçasındaki devrimi, Rojava devrimini kendi devriminiz bilmeyin, ona da tamam. Siyonist İsrail’in Filistinlilerin tepesine yağdırdığı bombaları içinizde hissedin de Rojava’da hiçbir şeyden habersiz, sabah evinden çıkıp bir kiremit fabrikasında işbaşı yapan bir Kuzey-Doğu Suriyelinin SİHA’larla vurulmasını vakayi adiyeden sayın, buna da amenna. Türkiye’nin hiçbir yerinde Kürtlere yağan bombaya ses çıkmayacak bunu da anladık. Anladık anlamasına da siz de Kürdistan’da yağan bombayla faşizm arasındaki ilintiyi anlayın. Kürt halkı için değil kendiniz için harekete geçin.

Kürdistan’da sömürgecilik gerçeğine karşı tutum almaksızın kimse devrimci kalamaz. Savaşa kayıtsız kalanlar, sınıf devrimciliğinden çoktan havlu atmış, asıl olarak ulusal çıkarları savunur hale gelmiştir. Ulus çıkarlarını sınıf çıkarlarının üzerinde tutan hiç kimse de devrimci kalamaz.

Türkiye’de eğer faşizmin olduğunu söylüyorsak, onun can suyunu oluşturan Kürdistan’daki savaşa karşı Kürt halkıyla yan yana durmak zorundayız. Önümüzde iki yol var: Ya faşizme karşı gerçekten mücadele cephesinde yer alacağız ya da ölü böcek taklidi yapacağız. Eğer bugün Türkiye’de faşizm varsa, tekçiliğin en rafine biçimi olarak o, Kürt inkarcılığından ve düşmanlığından, sömürgeci siyasetten ve Kürt halkının tüm parçalarındaki kazanımlarını yok etmeyi de hedefleyen yayılmacı ve işgalci çizgisinden beslenmektedir. Seçim sonrası Erdoğan iktidarı topyekun bir savaş iktidarı olarak konumlandı. Kürt halkına karşı savaşı zaten net. Faşist iktidarın açtığı ikinci cephe ise kadınlara karşı. Bugüne kadar adım adım ördüğü kadın düşmanlığını gündemleştirdiği yeni anayasa ve medeni kanun değişikliği üzerinden bir üst noktaya taşımak istiyor. Üçüncü cepheyi ise işçi sınıfı ve emekçilere karşı açmış durumda. Orta Vadeli Program (OVP), bir sınıf programı olarak tüm emekçi sınıfları topun ağzına sürmektedir. Erdoğan iktidarı bugün her cepheden bir savaş hükümeti olarak konumlanıyorsa, buna karşı faşizmin hedefinde olan her bir toplumsal kesimin de faşizme karşı aynı cephede buluşması gerekiyor. O halde Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, kadınlar, gençler, Kürt halkı ile dayanışmak için değil, kendisine kasteden faşizme karşı mücadeleyi büyütmek zorundadır. Faşizmi yıkma mücadelesinde ortaklaşmaktır bunun adı. Kürdistan’da bu mücadele savaşın tüm araç ve biçimleri ile sürüyor. Türkiye ayağında ise işçi sınıfı ve emekçi kitleler, bu savaşa, ilk adım olarak fiili meşru mücadeleyi yükseltip sokakları ısıtarak ortak olabilir.

Aksa Tufanı, “nahoş” görüntüler ve Sartre

Filistin halkının düşmanı dün de bugün de emperyalizm, Siyonizm ve işbirlikçi Arap devletleridir. Siyonist İsrail’e, Filistin topraklarındaki işgaline karşı en net tutumu sergilemek durumundayız. Bu bağlamda Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasında yaşananlar karşısında da en net cümleleri kurabilmeliyiz.

Filistin direniş hareketi, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı bir asrı geçen mücadelenin yanı sıra 1948’de kurulan yerleşimci İsrail devletine karşı mücadele içerisinde gelişti. Filistin direnişinin iniş çıkışlı tarihsel gelişimi, Filistinli devrimci öznelerin durumu ve bugün yaşanmakta olan savaşın boyutu, nereye evrilebileceği ayrı bir yazının konusu. Bu yazıda ezilenlerin şiddetindeki “dehşet”e odaklandık, oradan devam edelim.

Son yaşananlar üzerinden dünyada ve Türkiye’de yine burjuva hümanizmine gark olduk. Asıl derdim meseleyi buraya bağlamak. Bir halkı bu kadar aşağılar ve bastırmaya, yaşam kaynaklarını kurutmaya çalışırsanız, onu açık bir hapishaneye kilitlerseniz, o halkın kıyıcılığından, şiddetinden korkmalısınız. Burada yazdıklarımdan internet ve televizyonda döndüre döndüre yayınlanan görüntüleri; esir alınan İsraillilere ve öldürülenlerin cesetlerine yapılanları savunduğum düşünülmesin. Ama bunca ezilmiş, aşağılanmış bir halkın öfkesinin aşırılığını yargılayacak ve buradan bir apartheit rejimi olan İsrail’in lehine kullanılabilecek cümleler kurabilecek de değilim Ayrıca unutmamak gerekir, hangi savaş, iç savaş steril yaşanmıştır ki…

Filistin direniş hareketinin bu son hamlesini örgütleyen operasyon odasında, FHKC ve FDHKC gibi bölge ve dünya devrimcileriyle enternasyonal bağları güçlü ve bir dönem dünyadaki birçok devrimci örgüte alan açan, destek veren iki devrimci örgüt var. Ancak şu bir gerçek ki bir dönem Filistin davasının görünen yüzlerinden olan bu örgütler, Sovyetlerin çöküşü, Oslo ihaneti ve sonrasında gelişen dünya ve bölgedeki güç dengelerine yanıt verememiş olmaları nedeniyle güç kaybettiler. Bunun yanısıra seküler hareketlerin çatı örgütü olan FKÖ’nün Arafat sonrası içine battığı yolsuzluk, çürüme ve yozlaşma sonrası Filistin direnişinde oluşan boşluğu dinci gerici HAMAS ve İslami Cihad gibi örgütler doldurdu. Aksa Tufanı da Hamas’ın öne çıktığı bir operasyon olarak şekillendi. Operasyon, dinci-gerici hareketlerin ağırlıkta olduğu bir savaş kurmayı tarafından yönetildi. Bu, Filistin direnişinin zayıf karnını oluşturuyor. O görüntülerin arka planını oluşturan da kuşkusuz budur. Oluşturulan dezenformasyon kampanyasıyla birlikte bunlar, Filistin davasının bugüne kadar dünya çapında kazanmış olduğu prestiji ve enternasyonal dayanışmayı zedelemek için kullanılıyor.

Harekat anında tasvip etmeyeceğimiz bu uygulamalar, harekatın haklılığını ve meşruiyetini gölgeleyemez. Şu açık ki, bu gerekçelerle yapılan kınayıcılık dünya gericiliğini ve Siyonist katliamcılığı meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Ezilenin şiddeti ile ezenin şiddetini aynı cümle içerisinde değerlendireceğimiz hiç bir an olmayacaktır. Yerleşimci-işgalci İsrail halkının konumu ile Cezayir savaşında Fransız sömürge halkının konumu aynıdır. Bu yalın gerçekliği hiçbir şey silikleştirmez ve Sartre’ın yazdıkları, nerede bir işgal ve sömürge varsa orada geçerlidir.


[1]Yeryüzünün Lanetlileri (Frantz Fanon, İletişim Yayınları) içinde 1961 Tarihli Baskıya Önsöz, Jean-Paul Sartre, sf.28

[2]Age, sf.34

[3]Age, sf.32

[4]Age, 31