Son bir aydır, “Peker olayı” olarak tanımlayabileceğimiz, rejim içi gerçekleşen oldukça büyük ve çoklu bir kriz ile karşı karşıyayız. Devrimciler tarafından uzunca bir süredir dile getirilen birçok kirli ilişkinin, eylemin, olayın, hadisenin, başta Soylu ve Peker olmak üzere, doğrudan rejim içi unsurlar tarafından açık edildiği, masada koz olarak kullanıldığı, ihbar edildiği bir süreç yaşıyoruz. Herkes mevcut belirsizliği, belli bir yerden değerlendirmeye ve aşmaya çalışıyor. “Peker olayı” üzerine çok derinleşmeden, genel bir hat çizmek ve kimi önermeler yapmak gerekiyor.
Kimi yerlerden, TC için sandığın her daim geçerli bir unsur olduğuna, bu yüzden krizin sandığın içerisinden doğru çözüleceğine, buna ilaveten bu noktada bir “halk alternatifi” oluşturarak sürece müdahil olunabileceğine dair değerlendirmeler okuyoruz. Kimi yerlerden ise mevcut rejimin başka bir mecrada başka bir merhaleye ulaştığına, rejimin (faşizmin) sandıkla yıkılamayacağına, buradan çıkabilmek için ya “savaşa” ya da düzen içinden dışına doğru genişleyen bütünlüklü bir tasfiye operasyonu başlatacağına dair de başka değerlendirmeler okuyoruz.
Bütün bu çok yönlülüğe, bugün gelişen nesnel süreçler ve rejimin bunun üzerinde yaptığı manevralar sebep oluyor. Rejimin birçok açmazı ve iktidarını devam ettirebilmek için çözmesi gereken birçok sorun mevcut. 19 yıldır kimi sendelemelere rağmen, kesintisiz bir biçimde iktidarını sürdüren rejim, gelişen bütün süreçlerin mantıki ve yapısal sonucu olan toplumsal-siyasal-ekonomik krizi aşamıyor. Yarı yarıya olan güç dengeleri rejimin aleyhine doğru çözülüyor. Kısa vadede bu krizi aşabileceğine dair herhangi bir ibare de yok. Bir yandan açlık kitleselleşiyor, bir yandan orta sınıflar hızlıca proleterleşerek kan kaybediyor. Diğer yandan rejimin kirli çamaşırları ortaya dökülüyor, sefahat düzeni kitlelerin gözüne batıyor. Kendi kapsamına aldığı kitleler dâhil olmak üzere, gün geçtikçe toplumsal desteğini kaybediyor. Düzen içi muhalefetin uzunca süredir sürdürdüğü itfaiyecilik misyonu dahi rejimi tedirgin ediyor. Tam bu noktada, HDP’nin “stratejik önemi”, rejimi olağandan daha fazla sinirlendiriyor. NATO, geliştirmeye çalıştığı yeni konseptten doğru TC’deki verili düzeni pek de uygun bulmuyor. Bunların her biri, rejim için ayrı bir cephe açmışken, bir de gemideki mürettebat isyan çıkarıyor. Her biri, öbek öbek gemiye kendi bayrağını çekiyor.
Rejim bir uçurumun dibinde. Her şey eline yüzüne bulaşmış durumda. AKP ve Erdoğan, ne kurulu düzen ne NATO için artık çok da kullanışlı bir nesne değil. Bu zamana kadar göz yumulan birçok şeye artık tahammül edilmiyor. NATO tarafından suç olarak nitelendirilen birçok konu, bu kapsamda ele alınabilir. “Uluslararası suç kapsamına” giren birçok dosyası bulunan rejimin, en azından “can sağlığı” için iktidarda kalmaktan ya da kimi anlaşmalar yapmaktan başka bir çaresi yok.
Tüm bunlardan kaynaklı, bir yandan AYM, seçim yasası, diplomasi vb. üzerinden düzen içi manevralar yapmaya çalışırken; diğer yandan, çete-mafya-kontrgerilla örgütlülüğü ile “gayri-nizami” savaş güçlerini ve kabiliyetini sürekli geliştiren bir rejim görüyoruz. HDP’yi kapatma davaları, daraltılmış bölge sistemi, seçim barajını düşürme, ABD ve AB ile arayı düzeltmek üzere yapılan tüm hamleler, rejimin düzen içi meşruiyet sınırlarını aşmadan iktidarda kalma girişimleri olarak okunabilir. Ancak rejim tek yanlı düşünmüyor. Olası bir “hava bozumuna” ve “aksaklığa” karşı tedariğini hazırlıyor. Düzen muhalefetini dahi tehdit etmekten çekinmiyor, yeri geldiğinde alenen 7 Haziran’ı işaret ediyor.
Bu düzey bir cangılın içerisinde kesinlemeler yapmak, kalın çizgiler çekmek kesinlikle doğru değildir. Öyle ki bütün olay ve olguların dikey ve yatay kesişimleri karmaşık bir olasılıklar silsilesini karşımıza çıkarıyor. Ancak bu olasılıklar silsilesini masaya yatırarak, kendimize bir odak noktası yaratmak zorundayız.
İlkin, 14 Haziran’da yapılacak toplantı sonrası, rejimin NATO ile “teslimiyet anlaşmasını” imzalaması olasılığı var önümüzde. NATO, uygulamaya alacağı yeni konsepte uygun olarak, rejime kimi ekonomik, siyasal, askeri ve diplomatik dönüşümleri koşul olarak sunup, rejimin uygun dönüşümleri sağlayarak iktidarda kalmasına göz yumacağına dair bir bildirimde bulunabilir. Rejim tüm bu koşulları kabul edip, yerine getirse dahi (ki çok zor!) bahsettiğimiz üzere, önce, mevcut seçim sistemi değiştirilmek zorunda. NATO’nun dayatacağı bu koşullardan doğru ise en genel anlamıyla KÖH, düzen-içi düzlemde ise HDP ile bir süreç başlatılmalı. IMF ülkeye çağrılmalı, kemer sıkma politikaları koşulsuz kabul edilmeli. Sınır ötesinde girişilen birçok emperyal maceraya ya son verilmeli ya da bu emperyal maceralar belli sınırlara çekilmeli. Bütün bu sürecin böyle gelişecek olması demek, toplumsal anlamda hiçbir meşruiyeti olmayan AKP’nin seçim sistemi üzerinde oynayarak iktidarı sürdürmeye çalışması, onu zar zor ayakta tutan rejim ittifakının dağılması demektir. Bunun sonucunda gelişecek toplumsal ve siyasal krizin herkes farkındadır, diye düşünüyoruz.
İkinci olasılık ise kimilerinin “felaket” ya da “kıyamet” dediği senaryonun gerçekleşmesi. Bu da, rejimin verili iç savaş düzlemini derinleştirerek, tüm düzen içi sınırları parçalaması ve bir saldırıya geçmesi olarak tanımlanabilir. Eğer rejim yaptığı düzen içi manevralarda başarılı olamaz, kendine NATO gibi bir dayanak bulamaz ve iktidarının elinden gideceğini görürse, geldiği merhale itibariyle, yaşayacağı olası kaderine (koşulsuz-kayıtsız-anlaşmasız) boyun eğmeyecektir. Bu aşamada böylesi bir rıza gösterecek olması demek, Erdoğan ve şürekasının belki kademe kademe, belki de hiç beklemeden hızlıca tasfiye edilmesi, yargılanması, bir benzetme yapmak gerekirse “Mursi” olması demektir. Erdoğan’ın iktidarını tehdit eden büyük küçük her gelişmede tüylerinin diken diken olmasının, hemen karşı saldırıya geçmesinin sebebi, bu durumun idrakinde olmasından kaynaklı. Ki buna karşı bir hazırlığının olmadığını söylemek de, yaşanan son altı yıllık sürecin sonunda aymazlık olur.7 Haziran’a giden süreçte ve sonrasında 1 Kasım’a kadar gelişen erimde, kaç hadise yaşandıysa, bugün gelinen durum itibariyle en az beş katının yaşanması oldukça muhtemeldir. Rejim düzen içi dengeyi bozan (başta Kürt halkı olmak üzere) ezilen kesimlere yönelik böylesi bir kontrgerilla faaliyetine girişmekte herhangi bir beis görmemektedir. Ancak basit fizik kanunlarında dahi etkinin karşılığı tepkidir. İyi örgütlenmiş bir hazırlık temelinde bu süreci lehimize çevirebiliriz.
Bizim odaklanmaktan imtina ettiğimiz bir başka olasılık ise NATO’nun, rejime “genel af” vaadinde bulunarak, iktidardan el çekmesini ve düzen içi sınırları aşmamasını sağlayacağı bir anlaşma önermesidir. Öyle ki, TC’nin bir kaosa sürüklenmesi hem ekonomik hem de jeo-politik konum itibariyle, yeni uygulanacak konsept de çok NATO’nun işine yarar değildir. Bu yüzden, NATO, hali hazırda elinde tuttuğu “suç dosyalarını” işleme koymadan, rejim tarafından yapılan kimi ekonomik-siyasal hamlelerin korunacağına dair sözler verip, Erdoğan’ın inzivaya çekilmesine göz yumup, bir iç savaş ihtimalini ortadan kaldırarak, düzen içi sınırlar dâhilinde burjuva muhalefetin iktidara gelmesine bu şekilde ön ayak olabilir. Elbette ki böylesi gelişebilecek bir sürecin de sancısız olmasının herhangi bir imkanı bulunmamaktadır. AKP’nin iktidarda kalma koşulları ile burjuva muhalefetin iktidarı restore etme koşulları arasında çok bir fark yok. AKP’ye koşul olarak dayatılabilecek olan tüm durumlar, aynı şekilde burjuva muhalefetine de (belki kimi özgünlükler gözetilerek) dayatılacaktır kuşkusuz. Bunun yanı sıra, bugün mevcut rejim, TC’nin tüm kurumlarında tamamen örgütlü durumda. Gelişecek herhangi bir hükümet değişiminde, bu kadro örgütlenmesi, tıpkı bugün belediye meclislerinde olduğu gibi gelecek olanların ayağına dolanacak, iş aksatacaktır. Bütün bunlardan doğru, çok yönlü bir krizin ve yönetsel bir kaosun, ülke geneline hâkim olacak olması kaçınılmazdır.
Bu üç olasılığın birbirleri arasında, stratejik düzeyde herhangi önemli bir fark olmadığını söylemek gerekir. Öyle ki, tüm bu olasılıkların kesişim noktası, farklı biçimlerde de olsa TC’nin müesses nizamında kolayca tadil edilemeyecek bir krizin, yıkımın, kaosun gelişecek olmasıdır. Eğer düzen, AKP ya da burjuva muhalefeti ile restore edilmeye çalışılırsa, bu, yukarıda koyduğumuz üzere, TC’nin karnının son derece zayıflayacak olması demektir. Bunlara ilaveten, bugünkü krizin bir sonucu olarak gelişebilecek olası bir kendiliğinden ayaklanma dinamiği de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu noktada devrimci özne, gelişecek kimi imkânları değerlendirerek, kendisini olduğunca hızlı bir şekilde örgütleyecek ve bu zayıf karna doğru yapılacak silahlı öncü vuruşlar ile stratejik hattını uygulamaya başlayacaktır.
Ancak devrimci bir öznenin, her ne kadar tüm olasılıklara mercek tutması gerekli olsa da mevcut koşullar itibariyle ikinci olasılığa odaklanması doğru olandır. Bu doğruluğun üstüne oturduğu birinci kaide, olası bir zamansal aciliyet ve bu aciliyeti karşılamaktaki öznel yetersizliktir. Ancak zamansal anlamda çok daha kısa erimde gerçekleşmesi muhtemel olan bu olasılık (2023 seçimine giden süreç), devrimci öznelerin kimi doğru ve geçerli müdahaleleri ile fiili-pratik sıçramalar üzerinden, devrimci bir iç savaşa doğru devindirilebilir. Özellikle bugün açılan kriz aralığında bu ikinci olasılığa karşı, bu düzeyde örgütlenebilmemizin, değerlendirebilirsek, nesnel ve öznel anlamda birçok imkânı var. İkinci kaide ise teslim olunmaması gerekliliğidir. Rejimin başarı ile aşacağı böylesi bir süreç, bulunduğumuz topraklarda geri dönülmesi zor bir yıkım yaratabilir. Çokça tekrar edilen Endonezya, buna benzer bir örnektir.
Nasıl ilerlemeliyiz?
İçinde bulunduğumuz coğrafyanın ve TC’nin mevcut tarihsel-toplumsal özgünlüğünden doğru stratejik hat ve bunu içeriklendiren asıl siyasal yöntem bellidir. Devrim, yapısal kriz aralıklarına uygun müdahalelerde bulunan ve bu minvalde “suni dengeyi” kesintisiz bir biçimde sarsan öncünün, sarstığı noktada kitleleri kavraması, donatması ve harekete geçirmesi temelinde çevreden-merkeze, merkezden-çevreye gelişen devrimci bir savaşın sonucunda gerçekleşecektir. Öncü, sarstığı yerde kitlelerle buluşacak, buluştuğu durumda komünlerin kurulmasına ön ayak olacak, komünlerin kurulduğu yerde silahlanarak direniş güçlerini oluşturacak, bu noktada iktidara doğru yönelecektir. Elbette ki gelişecek her süreç kendi içinde özgünlükler taşır, buna dair yürütülecek taktiksel hat da bu özgünlüğe binaen belirlenir. Bu yüzden, stratejik düzeydeki meramımız her ne kadar bu şekilde olsa da, ilk bölümde koyduğumuz odaklanma noktası ve öznel yetersizliklerden kaynaklı, taktik olarak bu stratejiyi güçlendirecek ve işler kılacak kimi başka hamlelere yönelmemiz gerekiyor.
Bu hamleleri güncel “Peker olayı” üzerinden örnekleyebiliriz. Her ne kadar istatistiksel bir veri olsa da, yapılan anket sonuçlarında dahi görüleceği üzere, açığa çıkan devlet-mafya/çete ilişkisi toplumda bir tepkisellik yaratıyor. Kitlelerin kredi borçları ile Demirören’in ödemediği kredi arasındaki gerilimden tutalım da, yükselen devlet terörüne, mahallelerde yükselen çeteciliğe kadar gelişen birçok tepki, kurulu “suni denge”de bir bozulma eğilimi yaratıyor. Ancak durum her ne kadar böyle olsa da devrimci hareket bunu kapsayamıyor. Eğilimi, gerçek, somut bir bozuma erdiremiyor. Olanca daralmış ve kendi içine kapanmış bir devrimci hareket var. Kitlelerde ise devrimci harekete olan güven zedelenmiş durumda. Kadro yapısında yaşanan daralma ve olağan deneyimsizlik ise bu noktayı aşmak konusunda önemli bir sorun teşkil ediyor.
Bu bağlamda irili-ufaklı çabaların olmadığını söylemek elbette haksızlık olur. Bugün, birçok sol yapı bu noktada eylemler yapıyor. Bunun için farklı birleşik zeminler kuruyor. Neredeyse her yapı, farklı isimlendirmelerle olsa da “meclis” biçimindeki örgütlenmelerden bahsediyor, bunu stratejik bir unsur olarak ele alıyor. Ancak bu irili-ufaklı çabalarda harcanan eforu, bu sıraladığımız sorunları aşmak için başka biçimlerde kullanmak daha doğru olacaktır. Öyle ki bugün alışageldik teşhir yöntemlerinin, hiçbir işlevi kalmamış durumda. Kitlelerde karşılığı olmayan bu yöntemi, bu tarzı ve alışkanlığı daha geçerli yöntemler ile birleştirerek, daha başka bir içerikle, daha gelişkin bir niteliğe yükseltmeliyiz.
Eğer odak noktamız bir “iç savaş” olasılığı üzerine olacaksa, bu süreci göğüsleyebilmemiz ve yukarıda saydığımız sorun silsilesinin aşılabilmesi için kitlelerin öz-savunma düzeyinde örgütlenmesi ve devrimci öznenin bu örgütlenmeye öncülük yapacağı bir niteliğe kavuşması gereklidir. Bu noktada, yukarıda bahsettiğimiz her yapının bahsettiği ve stratejik bir unsur olarak ele aldığı meclis biçimindeki örgütlenmelerin önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Herkesin meramının bu olduğu noktada, bunu olduğunca geniş kapsamlı zeminlerde gerçekleştirmek çok zor olmasa gerekir, diye düşünüyoruz! Kendisini devrimcilik sıfatına uygun gören hiçbir yapı, böylesi bir zaman aralığında, bu düzeyde birlikteliklere, basit ideolojik ön yargılar üzerinden, herhalde, ayak diremez diye de düşünüyoruz! Öyle ya herkesin “meclis” anlattığı bir noktada, her örgütün ya da her siyasal odağın kendine ait bir “meclis” kurması teorik-siyasal düzlemde gayet saçma olur! Tarihsel deneyime baktığımızda, “Sol-SR Sovyeti, Bolşevik Sovyeti, Menşevik Sovyeti” ya da “Marksistlerin Konseyi, Blanquistlerin Konseyi, Proudhoncuların Konseyi” gibi örnekler görmüyorsak, içinde bulunduğumuz zaman aralığında da böylesi abes bir çizgide ısrar etmemek oldukça önemlidir.
İşte tam bu noktada, bizler, bu meclislerin yerel düzeyde (her mahallede) kurulması için ideolojik-siyasal ve pratik düzlemde birleştirici bir katalizör görevini üstlenmek zorundayız. Burada anlatmak istediğimiz sadece hali hazırda kurulmuş “birleşik zeminlerde” daraltılmaması gereken bir durumdur. Her örgütün ve her bireyin katılım sağlayacağı en geniş zeminleri yaratmak üzere odaklanmalıyız. Bugün bazı mahallerde hali hazırda böylesi kurulmuş platformlar mevcut. Haziran Ayaklanması süresince ve sonrasında gerçekleşen “forum” deneyimlerinden hareketle bu “platformları, birleşik güçleri, ortak tavırları” yan yana getirerek “meclisler” biçiminde örgütleyebiliriz.
Başlangıçta, her yapının değdiği kitlesel ilişkilerin toplandığı, mahalle toplantılarını örgütlemek ile işe başlayabiliriz. Bu noktada bir park, olmadı geniş bir salon ve bir ses sistemi yeterlidir. Herkesin katılımı ve söz hakkına sahip olduğu bu toplantılarda, mahalle düzeyinde siyasal hedefler koyarak kolektif kararlar aldığımız ve bu kararları örgütlemekle yükümlü koordinasyonlar belirlediğimiz bir süreç yaratabiliriz. Bir kere harekete geçecek olmamız demek, o mahalle meclisinin giderek genişleyebileceği anlamına gelir. Kendisini bu meclisin içerisinde tanımlayan her mahalleli, komşusundan dostuna değin çok geniş bir ağa temas edebilir. Temas ettiğimiz alan genişledikçe, imkânları yoklayarak, kitleleri çetelere ve devlete karşı, şiddet temelinde hareket ettirebiliriz. Süreci bu düzeyde gerçekleştirdiğimiz vakitte, mahallelinin kendisiyle birlikte bu meclisleri genişleterek, il, bölge, ülke bağlamında geniş koordinasyonlarla bir merkezileşmeyi dahi sağlayabiliriz. Doğrudan eylem ve katılımcılığın esas ilke olacağı bu oluşumlarda, kitlelerle temas kurabilir, onların öz-savunma düzeyinde örgütlenebilmesi için bir yol inşa edebilir, öncünün kendisini yeşerteceği bir zemin bulabiliriz…
***
Öyleyse diyebiliriz ki bugün devrimci öznenin ikili bir görevi mevcuttur. Devrimci özne hem toplumsal düzeyde hem de örgütsel düzeyde yapacağı kurucu hamleleri iç içe gerçekleştirmek zorundadır. Bahsettiğimiz stratejik hattı, tam anlamıyla işler kılabilmemiz için bugün uygulamamız gereken taktiksel hat budur. Yorulacağız, yıpranacağız ve kuşkusuz ki hasar alacağız ancak biz kazanacağız! Herkese kolay gelsin!
Kaynak: Komün Gücü