Kendiliğinden hareketler daima meydana gelirler. Acı çeken, gadre uğrayan, zulme maruz kalan insanların bir bölüğü susmakla yetinmez; feryadını dile getirir. Sonu yenilgiyle veya başarıyla bitse de, neticeden bağımsız olarak acı ve zulüm, spontane hareketlerin var olması için yeterlidir.
Son 20-30 yılda dünyadaki geniş kitle hareketleri veya devrimsel süreçler “ayaklanma” kelimesini hak edecek çapa ve etkiye sahiptir; ama bu hareketler ne kadar geniş veya etkili olursa olsun “kendiliğinden” başlığını aşacak bir noktaya sıçrayamamıştır. Çoğu ayaklanma devlet otoritesi tarafından bastırılmış, Arap ayaklanmalarındaki gibi düşman ilan edilen politik iktidarlar alaşağı edilse bile yerine başka bir gerici odak gelmiştir.
AKP iktidarı altında da tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi çapı ve etki gücü farklılık taşıyan birçok kendiliğinden harekete şahit olundu. Bu hareketlerin maksimum düzeyinin sembolü olarak Gezi ayaklanmasını işaret edebiliriz. Faşizmin kudretinin alevlendiği son beş yıl ise minimum seviye olarak işaretlenebilecek birçok küçük kendiliğinden ayaklanmaya sahne oldu.
Bir harekete “kendiliğinden” sıfatını yakıştırırken neyi kastediyoruz? Bu ayaklanmaların bir örgütsel düzenek tarafından yaratılmadığı, gelişimi ve sonucu itibariyle de bir örgütsel yapıyla ilişkili olamama halinden bahsediyoruz. Oysaki geçtiğimiz yüzyıl, örgütlerin birçok ayaklanma yarattığı, bu ayaklanmaların içine sızdığı; aksi takdirde eğer örgütler ayaklanma içine dahil olamazsa, hareketlerin izole ve güdük kaldığı bir yüzyıldı. Örgütler işin içine dahil olduğu kadar ayaklanmalar güç kazanıyor, şahlanıyordu. Ve bu periyod Marksizm-Leninizm için şöyle genelleştirilebilecek bir tespiti doğurdu: Eğer bir ayaklanma, program ve stratejisi net olan bir örgüt ya da cephe tarafından yürütülmüyorsa, her ne kadar kısmi kazanımlar elde edilse de eninde sonunda sistemle uzlaşılacak ya da sistem reforme edilecektir.
Bu kanı, içinde bulunduğumuz dönemde tersinden doğrulandı. Örgütsel varlıkların büyük oranda ortadan kalkmasına rağmen gerçekleşen ayaklanmalar, çok geniş bir etki alanına ulaşsa da ya yenildi ya sistemle uzlaştı ya da reform ile sonuçlandı.
Türkiye Devrimci Hareketi nezdinde, devrimci örgütlerin halen var olduğu ancak hem içindeki insan sayısı hem de ideolojik hegemonya bakımından oldukça güçsüz olduğu bir dönemdeyiz. Yalın bir gerçek olarak, sosyalist örgütlerde oldukça az sayıda kişi var ve bu örgütlerin kitle tabanı olarak görülen mahalle-kampüs-semt-okul gibi yerler de ciddi bir erime içinde. Fakat nitel ve nicel hacmi bu kadar erise de hala devrimci örgütler var ve örgüt olarak var olmanın zaruri gereğinden dolayı politik sürece etki etmek istiyorlar. İlk iş olarak da kendiliğinden ayaklanmalara göz dikiyorlar!
Devrimci örgütler, tıpkı 20. yüzyıldaki gibi genel ayaklanmalara müdahil olmaya çalışıyorlar. Gözlerini kendiliğindenliğe dikerken, zihinlerinde az önce ifade ettiğimiz kanıyı, ayaklanmalara örgütler dâhil olmazsa zafere ulaşamayacakları kanısını taşıyorlar. Zihinlerinde apaçık doğru olan bir kanı barındıran devrimci örgütler gözlerini kendiliğinden ayaklanmalara dikerken başarıya ulaşacaklar mı? Birer kâhin değiliz ama berrak biçimde görülen bir gerçeğe parmak basmak gerekmektedir.
20. yüzyılda gerçekleşen kendiliğinden ayaklanmalar örgüt önyargısı taşımıyordu. Bu hareketler örgütlerle sağlıklı bir ilişki kuruyor ya da kuramıyordu; ama örgüt önyargısı taşımıyordu. Günümüzde ise birçok genel ayaklanma, hele hele Türkiye’dekiler, daha devletle doğrudan karşı karşıya gelinen bir eylemlilik aşamasına ulaşmadan dahi örgüt önyargısı taşıyor.
Önyargı olarak tanımlanabilecek bu duygu, hiçbir deneyime ve tarihsel gerçekliğe referans vermiyor. Diğer açıdan örgütlerin ne kadar da “sekter, hiyerarşik, baskıcı, eril” olmasından da kaynaklanmıyor. Bu ayaklanmaların zaten ayaklanabildikleri ölçüde, sırf ayaklandıklarından dolayı örgütlerin antitezi oldukları düşünülüyor. Eğer bir örgüte dayansalardı asla ayaklanamayacakları zannediliyor. Problem örgütlerin “sekter, hiyerarşik, baskıcı, eril” olmasında değil de bir örgüt olmasında yatıyor. Sonuçta ayaklanmalar kendiliğinden ve dağınık olabilir; ama ayaklananların zihninde bir örgütmüşçesine “örgütsüzlük” yatıyor. Ayaklananlar örgütsüzdür ve bir örgüt ısrarıyla “birey”i öne çıkarmaktadır. Bu fikriyatın ideolojik hegemonyasını kurma görevini de büyük ölçüde ekoloji, kadın ve LGBTİ mücadelesi üstleniyor.
Son üç-dört yıla odaklanalım. Barış akademisyenleri davaları, 8 Mart ve 25 Kasım eylemleri, havaalanı işçilerinin direnişi, Kanal İstanbul karşıtı protestolar ve son olarak da Boğaziçi kayyum eylemleri heyecan yarattı. Bu eylemler başlıyor, birkaç saat, gün veya hafta sürüyor, bu kısa zaman zarfında bütün sosyalistler AKP’nin sıkıştığını, yönetemediğini ve onun sonunun geldiğini ilan ediyor! Devrimci örgütler bu kendiliğinden eylemlere yön vermeye niyetleniyor ve herkes tablonun kendi meşrebine dönüşeceğini arzuluyor. Silahlı mücadeleyi savunanlar Boğaziçi’nden 71 kopuşuna yol veriyor; işçici olanlar ise üniversite öğrencileri ile işçileri aynı fotoğraf karesinde çekebilmek için eylem alanından epey uzağa gidiyor! Proleter ayaklanma hülyası birkaç gün süreyle dillendiriliyor ve sonunda eylem devlet güçlerince bastırılıyor. Bir başka hülya için bekleme süresi başlıyor…
Kendini sürekli tekrar eden bu heyecan ve arzu silsilesine bir son vermek gerekiyor. Kendiliğinden ayaklananların eylemsel heyecanından bahsetmiyoruz, ya da örgütlü/örgütsüz eyleme sonradan dâhil olan eylemcilerden de söz etmiyoruz. Kendi içinde örgütlere bu kadar önyargılı bir toplamın örgütlerde yarattığı psödo-enerji bahsediyoruz.
Heyecan duygusunun hakkını veremeyen sol: Halkevleri örneği
Bir zamanlar sosyalist örgütlerde yer almış ve haklı-haksız nedenlerle örgütlerinden ayrılmış ve bu ayrılık ardından da devrimci örgütler aleyhinde propaganda yapan geniş bir kesim var. Bu kesimin niceliği örgütlü olanlardan daha fazla. Diğer yanda ise hiçbir örgütle bağlantılı olmasa bile aleyhte propagandadan etkilenen, örgüt karşıtı önyargılar taşıyan geniş bir solcu kitlesi var. Ayaklananlar ise örgütlere karşı ilgili veya nötr değiller. Çeşitli gerekçelerle, bariz olarak devrimci örgütlere karşılar. Ayaklanırken de doğal olarak kendi demokratik yönelimlerini ifade ediyorlar.
Hal böyleyken, örgütlerin verili halleriyle kendiliğinden ayaklanmalara dâhil olması ve onları yönlendirmesi mümkün gözükmüyor. Zaten örgütler o “geniş kesimlerle” bir türlü buluşamıyor; tam da ayaklanmaların makûs ve kesin kaderi olan “çözülme” sürecinde olaylara dâhil oluyor. Üstüne üstlük yenilginin ve baskının faturası örgütlere kesiliyor. Sosyalist örgütler işlemedikleri “suç”tan dolayı, eylemleri “provoke etmek” ve “yönlendirmek” ithamıyla faşizmin hışmına uğruyor. Örgütler, eylemin ve kitlenin içinde kendilerini görmek isterken, Süleyman Soylu’nun sosyal medya paylaşımlarında isimlerini görüyorlar.
Varlığını polis fezlekelerinde ve azılı bir faşist olan İçişleri Bakanının sözlerinde gören solun bir kısmı, bu halin de hakkını veremiyor. Olumsuz bir örnek olarak Halkevleri’nin tutumunu ele alacağız. Bizler Halkevleri’nin demokratik, ilerici, hakçı ve halkçı tavrını 1970’lere dayandırırdık. Sanıyorduk ki sosyalist dostlarımız, mirasını sahiplendikleri Dev-Yol militanlarının Halkevleri’nde kümelendikleri vakitleri esas alıyorlar.[1] Ama gördük ki dostlarımız, geçmişlerini 1932 yılına, yani CHP iktidarının nasyonal sosyalist anlayışa göre halkı dizayn etmek için kullandığı bir aparat olan Halkevleri’nin kuruluşuna dayandırıyorlar. Biz iyi niyetle “1930’ların apaçık faşist yönelimli olan Halkevleri ile şimdikinin ilişkisi yok” zannederken, dostlarımız yanlarındaki sahtekâr ve pozcu-solcu CHP’li vekillerle bu tarihi sahiplendiklerini söylemekten çekinmiyorlar.
İşte bu Halkevleri’nin genel yönetim kurulu, Boğaziçi eylemlerine destek kapsamında, 11 Şubatta Çağlayan Adliyesi önünde gözaltına alınan üyelerine destek olarak yaptığı açıklamada şunları ifade etti:
“Adliye önünde beklemeyi “suç ilan eden” İstanbul Emniyeti onlarca polis ile orada bekleyen insanlara saldırdı, uğradıkları haksızlık karşısında haklarını savunan 9 üyemizi darp ederek gözaltına aldı. Ortada bir suç olmamasına rağmen ifadeleri alınıp bırakılması gereken üyelerimiz sürekli bir kararsızlığın ardından yarın sabah mahkemeye çıkarılmak üzere bu gece Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde alıkonuldu.
Bu yetmez gibi gözaltına alınan arkadaşlarımız hakkında İstanbul Valiliği tarafından yalan ve iftira içerikli bir açıklama yayınlandı. Açıklamada isnat edilen suçlarla ilgili İstanbul Valiliği hakkında hukuki girişimlerde bulunacağız.
Boğaziçi direnişinin iktidar üzerinde yarattığı korku ve panik havasının emniyet ve Yargı’ya da yansıdığı görülüyor. Olmayan suçlar icat ediliyor, hukuken yapılmaması gereken uygulamalar icra ediliyor. İstanbul Emniyeti’nin ve savcılığın bu tavırları kınıyoruz!”[2]
Açıklamada sözü geçen valilik metninde gözaltına alınanların “Silahlı terör örgütüne üye oldukları”, “Örgüt propagandası yaptıkları” ve “Devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozma” suçunu işledikleri yazıyordu.[3] Mahkemede sanık sandalyesine çıkan sosyalistlerin bu suçlamalara karşı verdikleri çelişkili tavırlar elbette eleştiri konumuz değil. Halkevleri bir kurum olarak açıklama yayınlıyor ve valiliğin Halkevlerine iftira attığını söylüyor. Ne zamandan beri devrimciler yasadışı örgüt üyesi olmayı, örgüt propagandası yapmayı ya da burjuvazinin sınıf barışını tesis etmek için kullandığı birlik ve beraberlik zorlamasını bozmayı iftira olarak görmeye başladılar? Mahkeme salonunda hâkimlerin bu yönde sorularına karşılık olarak verilen “Bu yöndeki sözlerinize cevap vermeyi konumuzla alakası olmadığı için kabul etmiyorum” tavrı bilindik bir tavır iken, nasıl olur da üyelerine bir yerlerde Halkın Devrimci Yolu adlı örgütün halen var olduğundan bahseden veya Devrimciler mahlasıyla yazılamalar yapan bir örgüt, yasadışı örgüt üyeliğini ve propaganda yapmayı iftira olarak görür? Halkevleri açısından bu fiiller birer iftira ise, mahkeme salonlarında açıkça örgüt üyeliğini sahiplenen, yaptığı propagandanın arkasında duran devrimciler ne olarak görülmektedir? Bu fiiller iftira sıfatını hak edecek şeylerse, failler Halkevleri açısından nerede konumlanıyor?
Boğaziçi eylemlerinde ve diğer direnişlerde yiğitçe yer alan, tutuklamaları, gözaltıları ve baskıları göğüsleyen birçok genç Halkevci sosyalistin ruhuna bu sözler yakışmıyor. Vakti zamanında TİP içinden çıkan devrimci gençlik nasıl TİP oportünizmini parçalayıp pratik politik devrimciliği inşa ettiyse, devrimci gençliğin önünde de enerjiyi ve devrimci birikimi emip tüketen bu yapılara karşı çıkma görevi her geçen gün kendini dayatıyor.
Yeni tipte cezalar ve devrimci tavır
Bazı sosyalist örgütler devletin gözünde kendilerini temize çekmeye çalışadursun, direnişin büyüme ve genişleme ihtimali olan dönemlerde devlet boş durmuyor ve yeni tipte cezalandırma metodları keşfediyor. Boğaziçi eylemlerinde ve Birleşik Mücadele Güçleri’nin Kadıköy’de yaptığı kuruluş deklarasyonu ardından gerçekleşen gözaltılarda daha önce olmadığı sayıda ev hapsi ve ilçe hapsi cezaları verildi.
Ev hapsi uygulamasında kişinin ikametgâh olarak verdiği adrese gidiliyor, kişinin rızası ve onayı bir imza ile tutanak altına alınarak ayak bileğine bir kelepçe takılıyor. Evin ortasına ise bir modem yerleştiriliyor. Bu modem ile kelepçe arasındaki mesafenin 5 ila 10 metreyi aşmaması gerekiyor. Bu mesafe de kabaca balkona veya kapı önüne çıkamamak; hatta ev geniş ise evin içinde dahi bazı odalara girememek demek oluyor. Mesafe aşıldığında modem uyarı veriyor ve Ankara’daki Denetimli Serbestlik Bürosu kişiyi telefonla arayıp sorun olup olmadığını soruyor. Eğer aradaki iletişim sıkıntısı devam ederse ya da cihaza zarar gelip sinyal kesilirse, kişinin yanına hemen polisler geliyor. İlçe hapsinde ise aynı şekilde ayak bileğine kelepçe takılıyor ama kelepçe ile bağlantılı olarak modem yerine cep telefonuna benzer bir GPS cihazı veriliyor. Bu cihaz ilçe sınırları aşıldığında Ankara’daki merkeze uyarı gönderiyor ve kelepçe ile olan 5-10 metrelik mesafe kuralı burada da geçerli oluyor. Ev içerisine yerleşik modemin de GPS cihazının da sık sık şarj edilmesi gerekiyor, şarj azaldığında Ankara’daki memurlar sık sık “Cihazı şarja takın” uyarısıyla “suçlu”yu telefonla arıyorlar.
Paragrafın ilk cümlesindeki ayrıntı gözlerden kaçmasın. Ayrıntısıyla açıkladığımız bu uygulama polisler tarafından zorla yapılmıyor; onay alınarak yapılıyor. Kişiye bu işlemi kabul ettiğine dair bir tutanak imzalatılıyor ve ardından kelepçe takılma işlemi gerçekleşiyor. Denetimli Serbestlik’te görevli personelin zor kullanma yetkisi bulunmuyor. Ev hapsi veya ilçe hapsi cezası verilen kişinin bu uygulamayı reddetme yolu ise oldukça basit: İşlemi kabul etmediğini gelen memura söylemek!
Ne yazık ki tekil örnekler dışında gerek Boğaziçi direnişinde gerekse de Kadıköy’de 4 Şubat günü yapılan Birleşik Mücadele Güçleri eyleminde ev hapsi cezası verilen kişilerde, elektronik kelepçeye karşı örgütlü bir ret tavrı olmadı. Ev hapsi cezası verilen 40’ı aşkın kişinin hemen hemen tamamına yakın kısmı bu uygulamayı kabul etti ve kelepçe takıldıktan sonra röportaj-dayanışma-sosyal medyada fotoğraf paylaşımı yoluyla tepkilerini göstermeye başladı.
Geçmişinde tüneller kazıp cezaevlerinden firar eden, hapishanelerdeki kötü uygulamalara karşı açlık grevleri ve ölüm oruçları yapan, yıllardır ayakta sayım, sohbet, görüş vb. konularda büyük bedellerle devletin yap dediğini yapmayıp şanlı bir direniş kültürü olan sosyalistlerin “şaşkınlık” sayılabilecek bir hızda bu uygulamayı kabul etmesi üzüntü verici bir gerileme örneğidir. Ev hapsi insan onurunu aşağılayan, onun ayak bileğine kelepçe takmak suretiyle köle-sahip ilişkisini anımsatan, toplumda bilindiği şekliyle de tacizcilere, tecavüzcülere ve kadın katillerine uygulanan bir ceza şeklidir.
Hapishanede gözle görülen duvarlar, parmaklıklar ve kişinin dışarı kaçmasını engelleyen gardiyanlar, askerler vardır. Devrimciler üretkenlikleriyle devletin bir parçası olan bu binaları birer direniş destanına dönüştürmesini bilmişlerdir. Oysaki ev hapsinde ne aşılmaz duvarlar vardır ne parmaklıklar ne de kişinin dışarı çıkmasını engelleyen gardiyanlar… Sadece ışığı yanıp sönen bir modem ve mesafe aşıldığında Ankara’ya sinyal gönderildiği iddia edilen bir cihaz… Bu yöntemle devrimcilerin ayak bileğine kelepçe fiziksel olarak takılıyor ama zihinlerine parmaklık ve gardiyan da ekleniyor.
Zihinlerimize gardiyan sokulmasını, evlerimizin kablosuz ağ ile denetlenen sanal hapishanelere dönüşmesini, köle-sahip ilişkisini andıran ve tecavüzcülere layık görülen elektronik kelepçeyi kabul etmemeliyiz!
Hapishanelerde ritüel olan birçok direniş yöntemi var, ayakta sayımı kabul etmemek, çıplak aramaya direnmek, bağımsızlar koğuşuna gitmemek, denetimli serbestliği reddetmek gibi… Elektronik kelepçe uygulaması da devlet tarafından söylenir söylenmez kendisini sosyalist olarak tanımlayan herkes tarafından kesin bir dille kabul edilmemesi gereken onur kırıcı ve faşist bir ceza yöntemidir.
***
Bu koşullar içinde en baştaki konuya hatta insanlık tarihinin en primitif sorusuna dönmek zorundayız. Örgütler ve devrimci tavır gerekli midir? Yalnızca gerekli değil aynı zamanda zorunludur da! Vereceğimiz evet cevabını zengin ve köklü bir Leninist parti külliyatı ışığında anlamak ve anlatmak durumundayız. Bunun için genel ayaklanmalara ve kendiliğinden hareketlere katılmalı; ama onu temelsiz biçimde yönlendirme heyecanına kapılmadan ideolojik hegemonyayı genişletmeliyiz. Bu nedenle genel geçer köşesiz teorilerden çok teoriyi ve pratik politikayı ince ince işlemeli ve ayrıntıları önemsemeliyiz.
[1] https://sendika.org/2021/02/halkevleri-esitlik-ve-ozgurluk-mucadelesinde-89-yilini-kutluyor-608975/
[2] https://sendika.org/2021/02/halkevleri-sesimizi-kesemeyecek-bogazici-direnisini-engelleyemeyeceksiniz-608401/
[3] http://www.etha17.com/haberdetay/istanbul-valisinden-polis-fezlekesi-gibi-aciklama-138026