İlahiyat oluşturmak – Mahir Yılmaz

Son günlerde yaşanan birkaç olay dikkatimi çekti. İlki Erdoğan’ın Gezi’nin yıl dönümüne dair geçen günlerde başta kadınları ve ayaklanmaya katılan herkesi hedef tahtasına koyan, hakaret eden açıklamaları. Bunun öyle rastgele söylenmiş sözler olmadığını, aksine ekonomik ve siyasal olarak gerilmiş toplumun gerilimini, toplumu birbirine kırdırarak belli bir kesimi kendine yedekleme ve ezdirdiği, katlettiği kesime ise bir ayar verme, had bildirme siyaseti olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda hedef tahtasına koymak istediği başta kadınlar ve çürük söylemiyle LGBTİ+’lardır ve Erdoğan’ın açıklamaları, kadın cinayetlerini, tecavüzleri, kadına yönelik şiddeti, LGBTİ+lara karşı linç saldırılarını “meşru”laştıran cinstendir. Zira toplumda biriken öfke bir patlamaya dönüşebilir. Fakat şu an biriken öfke, Gezi döneminin kat kat üzerindedir. O yüzden bugün Gezivari yaşanacak bir ayaklanma onu aşacaktır. Erdoğan da bunun farkında ve geliştirdiği siyaset, biriken öfkeyi kendi içinde boğmaya dönüktür.

Dikkatimi çeken ikinci olay ise Yenisahra’da Afganlara ve katı atık işçilerine dönük faşist saldırılar. Saldırılar, 15 yaşında bir çocuğa, Afganlar’ın kovalaması sonucu araba çarptığı ve öldüğü söylemi üzerine başladı.[1] Söz konusu provakatif söylemi yayan ise devletin ta kendisi. Bir söylem yaratılarak ve provakasyonlarla saldırılar mültecileri ve katı atık işçilerini hedef aldı. Saldırı sırasında atık işçilerinin Kürt olduklarını belirtmesi üzerine faşist güruh, “Burada Kürtleri de istemiyoruz” diyerek saldırmaya devam etti.  Bunların toplamından anlıyoruz ki bu saldırılar rastgele yaşanmış olaylar değildir. Provakasyonlarla faşist rejim, göçmenleri ve katı atık işçilerini bilinçli olarak hedef almıştır. Yine aynı şekilde toplumdaki gerilim, özellikle göçmenlere ve Kürtlere yönlendirilmek isteniyor. Öte yandan son günlerde Taksim’de Suriyeli bir gencin bıçakla öldürülmesi ardından, polis olay yeri incelemesi yapmadan olay yerini temizleyip gitmiş.[2] Belki soruşturma bile açılmayacak ya da açılsa bile arka sokaklarda yaşanmış münferit bir olay diye kayıtlar kapanacak. Bu olaydan da anlaşılacağı üzere mülteci katliamlarının önü açılmak isteniyor.

İlaveten dışarıda Güney Kürdistan ve Rojava’ya dönük saldırılar devam ediyor. İçeride ise HDP ve Kürt halkına dönük saldırılarla Kürt dinamiğine ayar çekilmeye çalışılıyor.

Hepsini birlikte düşündüğümde ise Silvia Federici’nin “Caliban ve Cadı” adlı kitabında anlattığı orta çağ ve sonrasında kapitalizmin oluşum ve kurumsallaşma döneminde Avrupa, Afrika ve Amerika üçgeninde, kadınların, serserilerin, heretiklerin, yerlilerin, Afrikalıların emeklerini ve bedenlerini nasıl çitlediği, ilksel sermaye birikimini hangi yöntemlerle nasıl gerçekleştirdiği vb.yi  anlattığı pasajlar aklıma geldi. Silvia Federici’nin deyimiyle “Geçiş dönemini, orta çağın feodalizm karşıtı mücadelelerinin bakış açısından okumak, aynı zamanda İngiliz Çitlemeleri’nin ve Amerikaların fethinin arkasında yatan toplumsal dinamikleri yeniden ele almamıza ve her şeyden önce 16. ve 17. yüzyıllarda “cadılar”ın yok edilmesinin ve yeniden üretimin her yönü üzerinde artan devlet kontrolünün neden ilksel birikimin temel taşlarını oluşturduğunu anlamamıza yardımcı olabilir.”[3] Geçiş dönemi olarak bahsedilen, feodalizmin yıkılıp kapitalizmin yerine geçtiği dönemdir. Ve temel olarak kapitalizmin gelişimi için disiplin altına alınması gereken tüm kesimlerin hikayesini bütünlüklü olarak buradan anlatmaya başlar. Silvia Federici’nin anlattığı dönem ile bugünün Türkiyesi arasındaki bağ ise gayet somut. Bugün farklı yöntemlerle de olsa kadınlar cadılaştırılıyor; “zencileşen” mülteci figürünün yanı sıra Kürt halkı da şeytanlaştırılıyor. Buradan doğru kapitalist sistemi yıkıp yeni bir dünyayı inşa etmek istiyorsak, bu tarihsel hafızayı tazelememiz önemli bir yerde duruyor. Çünkü benzer deneyimlerden geçenlerin sesinin yankısını duyarsak ancak aynı hatalara düşmez, kapitalist sistemin ali cengiz oyunlarına yanıt bulabiliriz.

Klasik anlatıya göre burjuvazi “devrimci barutunu” yitirmediği bu yıllarda, ezilen tüm kesimleri, feodalizme karşı kendi öncülüğünde birleştirmiş ve feodalizmi yıkarak daha ileri bir toplumsallığı, üretim düzeyini inşa etmiştir. Öte yandan tarihin şaşmaz yasası gereği, feodalizmden kapitalizme geçiş kaçınılmazdı. Kapitalizm, feodalizmin rahminde gelişti. İşte tüm bu ön kabulleri reddeden Federici, kapitalizmin bir olasılık olarak var olduğunu ve gerçekleştiğini belirtmek için “geçiş dönemi” toplumsal hareketlerini inceler. Başta kadınların orta çağdaki konumu, serserilerin, zanaatkarların, köylülerin, heretiklerin beden ve emekleri üzerindeki kendi tahakkümlerini, ayaklanmalardaki öncülüklerini incelediğimizde kapitalizmin gerçekten de bir kaçınılmazlık değil, “…sonunda bütün iktidarı sallayan ve “bütün bir dünyayı sarsan” yüzyıllık toplumsal çatışmaya feodal lordların, soylu tüccarların, rahiplerin ve papaların verdikleri bir tepkidir. Kapitalizm, feodalizm karşıtı mücadeleden doğan olanakları yok eden bir karşı devrim”[4] olduğu tezi üzerinde düşünmeye değer. Bu bakış açısından baktığımızda kadınların, zanaatkarların,  doğayla bütünleşik yaşayan köylülerin, heretiklerin, Afrikalıların, Amerika Yerlilerinin hangi güçlerinin alınıp, nasıl ehlileştirildiklerini anlamamız bugüne de ışık tutacak bir görüş kazandırır. Veya şöyle diyebiliriz: Kaybettiğimiz bir şeyi kaybettiğimiz yerde bulabiliriz, o yüzden dönüp tarihe bakmak; bugün nerede yanlış yapıyoruz sorusuna kısmen de olsa bize bir cevap sunabilir. Kadınların, yoksul köylülerin ve heretiklerin (kalpsiz dünyanın acılarını dindirmek değil cenneti yeryüzüne indirmek isteyenlerin) oluşturduğu toplumsallığın, buradaki mistik figürlerin ve büyü anlayışının, kapitalizmin gelişimini engelleyen yanını ve yine aynı toplumsal kesimlerin siyasi ve toplumsal hedeflerini, zenginliklerini birlikte incelersek anlayabiliriz.

Avrupa’nın dört bir yanında feodalizme karşı komünal toplumsal hareketler ve isyanlar, eşitlikçi toplum vaadinde bulunuyordu. “Feodalizmin içine girdiği krize karşı tek yanıt kapitalizm değildi” tezi burada anlamlı oluyor. Ve kadınlar da bu isyanlarda başat roldeydiler. Bazılarında çoğunluğu oluşturuyorlar, bazılarında ise sadece kadınların oluşturduğu birlikler baskınlar vs. yapıyordu. Feodalizme karşı mücadele, atfedilen cinsel rollere karşı mücadeleyi de beraberinde getirdiği gibi, kadın ve erkek arasında eşitlikçi ilişki kurma iddiasının da doğmasına neden olmuştur.

Büyü deyip geçme

Bilindiği gibi cadı imgesi kadınlara atfedilir. Ancak büyücü ve cadı diye suçlanan kadınların çoğu genellikle doğada bulduğu malzemelerle merhem, ilaç, panzehir yapan, toplumun kolektif bilgisini taşıyan bilge kadınlardır. Ancak cadılık imgesinin altı, egemenlerin yaydığı söylemle erkekleri büyüleyen, cinsel gücünü büyüyle yok eden, çocukları katleden, şeytanla işbirliği yapan ve evli olmadığı erkeklerle cinsel ilişki yaşayan vb. suçlamalarla doldurulmuştur. Bu şekilde erkek kadına karşı düşmanlaştırılmış, kadın ve erkeğin birlikte feodalizme karşı mücadelesi yerine kadınlara karşı cadı avları başlamıştır. Günlük yaşamda erkeğe iktidardan pay verilerek, egemenler, erkeği suç ortağı yapmış ve kadını mücadele alanından egale ettiği gibi, kadınlara uygulanan işkenceler, katliamlar, tecavüzler “kolektif kadın ruhu”nda ve kadının mücadeleye inancında büyük izler bırakmıştır. Federici’nin deyimiyle “Cadı avı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeninde (1884) Engels’in anaerkil sistemin çöküşünün nedeni olarak gösterdiği tarihsel yenilginin eşdeğeridir.”[5] Çünkü cadı olarak imgelenen kadın, “doğanın vahşi yanının, doğada düzensiz, kontrol edilemez görünen her şeyin cisimleşmiş bir hali ve dolayısıyla yeni bilimin üstlendiği projenin uzlaşmaz bir karşıtı olarak görüldüğü için katledilmiştir.” Özcesi kapitalizme geçişi engelleyen tehditlerden biri uyumsuz, asi kadın topluluklarıdır. Oysa sisteme göre makbul kadın ‘çocuk doğurmalı, emek üretmeli, her gün onu doğalığında, karşılıksız bir şekilde öteki güne yeniden hazırlamalıdır’. Bu yüzden yine cadılara atfedilen en büyük suçlardan biri de “bebek katli” olmuştur. Ve hatta ebelere güvenmeyen sistem bazı bölgelerde sadece erkeklere ebelik yapma hakkı tanımış veya erkeklerin gözetiminde ebelerin işlerine yapmasına müsaade edilmiştir. Bu anlamda sistem bir yandan kadını erkeğe katlettirirken, kadını erkek tarafından kontrol altına alırken bir yandan da kadını kendine yabancılaştırmış; kadının kendi emeği, bedeni ve bilinci üzerindeki hakimiyetini “büyü bozumu”na uğratmıştır.

Rasyonalizm: Kapitalizme doğru bir yol döşer

İşte yukarıda bahsettiğimiz kaybettiğimiz şeylerden biri bu büyüdür. Bu anlamda büyü, mistik bir şey değildir; insanın üretim bilgisi, emeği, bedeni ve bilinci üzerindeki kontrolü ve söz sahipliğidir, kendini gerçekleştirebilme hissiyatıdır. Kişinin veya toplulukların kendini gerçekleştirebildiği ölçüde kendine duyduğu özgüvendir büyü. Ancak kapitalizm bu büyüyü bozmuş ve kendi çizdiği rasyonalite çerçevesinde bir yaşam örmüştür. Yine rasyonalizm akımının benzer dönemlerde açığa çıkması tesadüf değil, geçiş döneminin ideologları tarafından üretilen bir düşünce sistemidir. Keza rasyonalistler, kapitalizme geçiş sürecinde makul kadını yaratmak için kadın katliamlarını akılcı kılmışlardır. Bu rasyonalistlerin başında Francis Bacon gelir. Federici’nin Merchant’tan aktadığına göre “Bacon’un doğanın bilimsel incelemesine dair anlayışının, cadıların işkence altındaki sorgusunu model aldığına ve doğayı fethedilmesi, örtüsünün kaldırılması ve tecavüz edilmesi gereken bir kadın olarak betimlediğine işaret eder”[6].

Rasyonalizm tüm bu saldırıları, insanın her “sır”rına nüfus edip, bedende ve bilinçte esrarengiz, düzenlenemeyen, hesaplanamayan bir alan bırakmamak olarak açıklar. Bu bakış açısından baktığımızda özellikle kadının bedeni üzerinden geliştirilen politikaları anlamak daha mümkün olur. Benzer şekilde proleterlere, heretiklere, zanaatkarlara yönelik saldırılarda ön plana çıkan şey, bedeni “esrarengiz erdemler”inden arındırmak ve onu kapitalist disiplin altında öngörülebilir hareketlerle çalıştırmaktır. Yani rasyonalizm, insanın makinalaşma felsefesidir. Federici’nin Descartes’tan aktardığı şekliyle “bu makine’nin sadece bir otomat olduğunu, onun ölümü için bir aletin kırılmasından daha fazla yas tutmanın da manası olmadığını vurgular.”[7] Burada makine diye bahsedilen, kapitalizmin yaratmak istediği makineleşmiş insandır. Öte yandan bu ‘esrarengiz erdemler’, zulme karşı başkaldırıyı ve egemenlerin yok edilip eşitlikçi bir dünyanın kurulabileceğini hayal ettiren ve onun için savaştıran sırlardır. Bu yüzden toplumun her alanına nüfus edilmeli, ortada sır kalmamalıdır.

Rasyonalistler, aynı şekilde heretiklere karşı geliştirilen haçlı seferlerini mantıklı kılan açıklamalar yapmışlardır. Çünkü heretik hareketler, resmi dini yoksayıp kendi dinlerini yaşadığı gibi yeni bir toplum yaratma yolunda da mücadele ediyorlardı. Feodalizmin çöküşü ve kapitalizme geçiş döneminde, büyük bir tehditlerdi. Başka bir deyişle halk heretikliği, Ortodoks dinden sapmadan çok toplumsal hayatın köklü bir şekilde eşitlik yönünde değiştirilmesini talep eden, bunun için çabalayan bir hareketti. Ve özellikle komünal özellikler gösteren heretik hareketlerde, başta kadınlar olmak üzere diğer ezilenlerin de toplumsal konumları farklıydı. Heretik dinler doğuştan bir din sahibi olmak gibi değildi. Kurtuluşu, özgürlüğü arayanlar heretik dinlere geçebilmektedir. “Heretiklik, orta çağ proleteri için ‘özgürlük teolojisi’ anlamına geliyordu…. Bu toplum anlayışı orta çağda ilk defa gündelik yaşamın her alanını (çalışma, mülkiyet, üreme ve kadınların konumu) yeniden tanımlamış ve kurtuluş sorusunu tamamen evrensel terimlerle ortaya koymuştu.[8] Bu yüzden iktidar tarafından haçlı seferleriyle yok edilmeleri gerekiyordu. Öte yandan nasıl ki ne tür faaliyet yapıldığına bakılmaksızın kadınların hepsi cadılıkla suçlanmışsa, egemenlere karşı girişilen tüm isyanlar da köylü ayaklanmaları, zanaatkar ve orta çağ proleterlerinin isyanları şeytanla işbirliğiyle suçlanmış, heretik muamelesi görmüş ve haçlı seferlerine maruz kalmışlardır.

Kapitalizme geçiş için bir zorunluluk olan toprağın ve kadının çitlenmesi, geçimlik üretim yapanların üretim araçlarından kopartılarak ücretli emekçiye dönüştürülmesi süreci olarak ilksel birikim ile rasyonalizmin eş zamanlı gelişimi manidardır. Bu kesimlerin hepsi geçimlik ekonomileri, üretim araçları, ortak kullanım alanları ellerinden alınırken bazen direndi bazen ayaklandı. Ancak yenilgiye uğradılar ve evlerinden, topraklarından sürülerek zorla iş gücü ordusuna, ücretli emekçiye dönüştürüldüler. Geçinmek için kendi emeklerini satmak zorundaydılar ve hangi kapitaliste satma konusunda “özgür”lerdi. Bu dönemin isyanlarına rengini veren, proleterleştirme ve mülksüzleştirmeye karşı direnişlerdi.  “Böylece tarımsal nüfus önce topraklarından zorla koparıldı, evlerinden atıldı ve işsiz-güçsüz kalabalıklar hâline getirildi. Daha sonra kırbaçlanarak, damgalanarak, gaddar yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuldu.”[9]  Marx’ın anlattığı işkenceler serserileri, berduşları, dilencileri disipline etmek için de kullanılmıştır. Çünkü kapitalistin gözüyle bakarsak serserilik, berduşluk, dilencilik işin ve çalışma disiplininin reddidir, kapitalizm için tehlikelidir.

Şiddet yoluyla rıza üretimi

Cadı ve şeytan avları, her türlü esrarengiz, gizli ayaklanma enerjisini dağıtmıştır. Bu yolla amaçlanan her türlü toplumsal örgütlülüğü yok etmek ve kapitalizme karşı çıplaklaşmış, savunmasız ve hatta kendi yargıcı, yöneticisi olan bireyleri çıkarmaktır. Başka bir deyişle iktidar gücünü içselleştirmiş insan, korku duyar, sır saklamaz, benliğiyle birlikte işbirliği yapar. Bu anlamda o korkuyu salmak ve iktidarı içselleştirmek için Avrupa’da ve fethedilen topraklarda cadı avları, heretiklere karşı savaş arasında bir süreklilik vardır. Tarihsel olarak cadı avlarının, heretiklerin en yoğun zulüm yaşadığı topraklarda yaşanması tesadüf değildir.

Osmanlı tarihinde de benzer şekilde düzeni alaşağı etmeyi planlayan ve alternatif komünal yapılar kuran heretik hareketler vardır. Babai ve Şeyh Bedreddin isyanları bunların başlıcalarıdır. Ve halkın daha yüksek bir hakikate inancı, iktidarın kendinden kat kat güçlü ordularını dize getirmek için önemli bir noktada durmuştur. Ve ezilen kesimleri mücadelede yanına çekmiştir. Öte yandan onları savaş meydanlarında yenmek yetmemiştir. O yolu devam ettirenler de katliamlara uğramaya devam etmiştir.

Aynı taktikler, keşfedilen yeni dünyada, yerlilere ve oraya taşınan Afrikalılara da uygulanmıştır.  Rasyonalizme göre sistemin tıkır tıkır işlemesi için en önemli etken otokontroldür. “İnsanların isyan etmelerini engelleyen şey vicdanlarının kendilerine gem vurmasıdır… suçlayan bir vicdan kadar katı bir hâkim, acımasız bir işkenceci yoktur; hiçbir dışsal yasa ya da kuvvet bundan daha güçlü olamaz…”[10] Ancak nasıl ki cadı avlarıyla birlikte, erkeği kadına düşmanlaştırarak hem kadını ehlileştirip hem de erkeği iktidara suç ortağı ettiyse benzer şekilde Amerika’da da siyah ve beyazlar arasında da benzer uygulamalar sergilenmiş, beyaza günlük hayatta verilen iktidarla birlikte suç ortağı yapılmıştır. Her ne kadar kadınlar, siyahiler ve yerliler geçiş dönemi boyunca yapılan zulüm ve işkenceyle, cadı ve şeytan avlarıyla bedenleri çitlenip böylece bedenlerine yabancılaştılar ise günlük yaşamda bu işkenceleri uygulayanlar, sistemin suç ortağı haline getirilen kesimler, yabancılaşmayı daha fazlasıyla yaşamışlardır.

Bugün devlet tarafından aynı uygulamalar devam ediyor. Sokağa çıkan, büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemeye çalışan kadınların emeği ve toplumsal konumu değersizleştirilmeye çalışılıyor. Erdoğan’ın önderliğinde devlet blokunun gerçekleştirdiği cadı ve şeytan avlarının amacı, toplumsal ilişkileri, bilinci ve kadının bedenini çitlemektir. Bir diğer amaç ise faşist kurumsallaşma sürecinde önünde durabilecek tüm müstakbel özneleri disiplin altına almaktır. Bu yolla, duruma göre belli bir kesimi (Sunni, Türk, erkek) suç ortağı yaparken, diğer kesimi (kadın, Alevi, mülteci, Kürt…) ise baskı altında tutarak disipline etmeye çalışıyor ve toplumsal bir hiyerarşi yaratılıyor.  Bu toplumsal hiyerarşiyi olduğu gibi kabul edenler, hesap etmeyenler mücadeleye yenik başlıyor. Kapitalist geçiş sürecinde nasıl ki kadın ile erkek, siyah ile beyaz arasında bir hiyerarşi yaratılarak sınıf mücadelesi bölündüyse, kadın ve siyahın emeği değersizleştirildiyse bugün de aynı taktikler kadınların, Kürtlerin ve mültecilerin üzerinde sürdürülüyor. Farz-ı misal son aylarda bir çok işçi eylemi oldu. Bu işçilerin arasında, pekala Yenisahra’da faşist saldırılar içinde olanlar da olabilir. İşte Erdoğan’ın gördüğü, TDH’nin kör olduğu nokta burasıdır. Bu körlük, bizim ilahiyatımızı kaybettiğimiz, devrimciliği ekonomizme indirgediğimiz noktadır. Sistem, bu şekilde toplumsal ilişkileri çitliyor, toplumsal kesimlerin mücadelelerini birbirine yabancılaştırıyor. Komünistler, yabancılaşmaya dair bir çözüm üretemediğinde, o çitleri kıracak mücadeleyi öremediğinde başarı şansı kalmıyor. Çünkü ilahiyat olarak komünizm diye tarif ettiğimiz şey mücadelenin yanı sıra toplumsal hayatın da üst bir hakikatte örgütlenmesidir. Bugün olduğu gibi toplumsal hiyerarşi ne kadar sertleşirse buradan anlamamız gereken sistem krizinin ne kadar derin olduğudur. Bu anlamda sistemin krizden çıkış için birikim modeli şiddete dayanır. Bunun için belirlenmiş toplumsal hiyerarşilerin altüst edilmesi gerekir. Bundan gayrısı çelişkileri kapitalist sınırlar içinde rasyonalleştirmektir.

Devrimin zamansallığını oluşturmak/Büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemek

Her ne kadar içindeyken farkında olmasak da, Gezi’de daha önce hiç görülmemiş bir biçimde polisi alandan attığımızda inanamadığımız bir olay gerçekleşti, kendimizi ve büyüye en çok ihtiyacı olanları büyüledik. Farklı bir dünyanın, zamansallığın mümkünlüğünü bir süreliğine de olsa gösterebildik. Bir bakıma kapitalistlerce belirlenmiş hayatın olağan, bunaltıcı akışını askıya aldık. İlk günler kolektif bilinç “Ya şimdi ya da asla” düzeyindeydi. Gezi’nin büyüsü tüm Türkiye’yi kapladı. “Ülkücüler de vardı” safsatasını bir yana koyarsak, sisteme karşı mücadele etmek isteyen tüm kesimler vardı, fakat Gezi’yi Gezi yapan, bir bütün olarak ezilenleri bir arada tutan, birlikte savaştıran ‘Komün’ ilahiyatıydı. Bu ilahiyat, Gezi İsyanı’na katılanları kapitalist zamansallıktan kurtardı. O yüzden öngörülemezdi ve devlet önce Gezi’nin o öngörülemeyen, hesaplanamayan yanını törpülemek için kara propaganda yaptı ve “cici çocuklarla”, “marjinalleri” birbirinden ayırdı. Çünkü her ne kadar görevlerimizi eksik yapsak da komünistler olarak, Gezi’nin tüm toplumsal bileşenlerini bir arada tutan ve aradaki dengeyi sağlayandık, reaksiyona geçiren katalizördük. Bu anlamda, Gezi’nin yönünü belirleyen siyasi ağırlığı oluşturuyorduk… Bu yolla, Gezi, “3-5 ağaç meselesine” indirgenince “Ya şimdi, yada asla” bilinci yitirildi. Bilinçlerde, devletin ağırlığını belirlediği müzakere masaları kuruldu. İnanç, büyü bozumuna uğradı.

Marx “Din halkların afyonudur” dediğinde genelde bunun pozitivistçe söylenmiş bir söz olduğu sanıldı. Ancak Marx’ın bu sözünü cımbızla çekip çıkarmaz, ondan önce kurduğu cümleye bakarsak: “Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor.” dediğini görürüz. Din, özünde ezilenlerin verili koşullardan, yaşamın gerçekliğinden sapmasıdır. Ne zaman ki din, iktidarın eline geçmiştir, heretiklik yok olmuş, büyüsü bozulmuştur. Diğer yandan afyon beyni uyuşturur, ama aynı zamanda güzel hayaller kurmayı da sağlar. Bu anlamda iktidarın elinde din, uyuşturmaya devam etmiş, ayrıca disipline etme, bedene ve bilince tahakküm kurarak hayal gücünü engelleyen bir araç olmuştur. Bu bir ilahiyat okumasıdır. Bu pencereden bakmazsak Alevilik üzerinde yaratılan baskıyı anlayamayız. Alevilik sadece ana akım dinden yani Sunnilikten sapma olduğu için değil, var olan dinsel ve toplumsal yapıya alternatif bir yeni bir dünya tahayyülünü de içinde barındırdığı için (buradaki yeni dünya elbette sosyalizm değil ama mevcut kurulu düzene tehdit oluşturur) devlet tarafından ezilmek ve makul Alevilik yaratılmak zorundadır. Bu yüzden Cem Vakfı ve İzzettin Doğan, Aleviliği, sistem içileştirmeye, devlete devşirmeye, Alevi dedesini maaşa bağlamaya çalışır. Sistem içileşen inanç, büyüsünü yitirir. Ve Alevilik, neden ezilmek zorundaysa komünistlerce aynı sebepten Alevi inancını yaşamak isteyen emekçi kitleler desteklenmek ve onların inanç özgürlüğü savunulmak zorundadır. Bugün disiplin altına alınmaya çalışılan atık kağıt işçileri ve mülteciler sadece ezildikleri için değil, tam da devletin ona saldırdığı nedenden; burjuvaziye korku saldığı için sahip çıkılmalıdır. Yine sadece kadınlar katledildiği, mağdur edildiği için değil, kadın, patriarkal kapitalizmin boyunduruğundan kurtulup özneleştiğinde kapitalizm altüst olacağı için kadın mücadelesi desteklenmelidir. Ki Erdoğan bugün bu yüzden kadınları çeşitli hakaretlerle hedef tahtasına koymaktadır.

Başka bir ifadeyle mağduriyetten haklılık çıkarmayı bırakıp devlet nereden ve neden saldırıyorsa; kapitalizme tehdit olan neyse, mücadeleyi tam da o noktadan tutup ilerletmek, özneliği geliştirmek gerekiyor. Büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemek için günümüz şeytan ve cadı avları arasındaki sürekliliği görmeli ve onlardaki toplumsal yıkıcılığı ortaya çıkarmalıyız. Devrimi farklı bir toplumsallık inşasının yanı sıra bir inanç olarak da örgütlemek önemli. Bunu eksik bıraktığımızda, kapitalist zamansallık galip çıkıyor, birikim sağlayamıyoruz. Bugün için başat olan açlıktır, yoksulluktur, barınamamadır… Fakat mücadelede farklı bir zamansallık yaratamadığımızda veya gemileri yakmadığımızda geri dönüş kaçınılmazdır. Uzlaşma masaları hazırdır.

Bahsettiğimiz inanç, gözleri kör eden değil, hayal gücünü canlandıran ve mücadele edersek, denklemi doğru kurarsak komünizmin gerçekleşebileceğine dair olan inançtır. Başarının anahtarı, komünizmi bir ilahiyat; “ezilen insanın içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı” olarak örgütlemekten geçiyor.


[1] https://artigercek.com/haberler/deposu-yakilan-atik-kagit-iscileri-gocmen-olmadigini-teyit-etmelerine-ragmen-arkadasimizi-darbettiler

[2] https://artigercek.com/haberler/taksim-de-suriyeli-multeci-bicaklanarak-olduruldu-olay-yeri-inceleme-yapilmadan-bolge-temizlendi

[3] Silvia Federici, Caliban Ve Cadı, s.38

[4] a.g.e, s.36

[5] a.g.e, s.151

[6] a.g.e, s.287

[7] a.g.e, s.200

[8] a.g.e, s.54

[9] Karl Marks, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 688

[10] S. Federici, Caliban ve Cadı, s.217