İliç’e Nereden Bakıyoruz?
Erzincan İliç’te yaşanan maden faciasının sonuçlarını konuşmak için henüz erken. Erken derken ekolojik kırımın şimdi ve uzun yıllar boyunca yaratabileceği sonuçlar üzerine konuşmayalım anlamına gelmiyor bu. Fakat yaratacağı ağır sonuçları kestirmek mümkün değil. Öyle ki milyonlarca ton siyanürlü toprak Fırat nehri kenarında öylece beklemiyor. Hava ve daha önemlisi sızıntılar yoluyla yer altı sularıyla Fırat’a karışıyor. Fırat, İliç’ten Şattül Arap’a ölüm olup akıyor. Fırat havzasındaki tüm yaşamın yok oluşunun ön günlerini izliyoruz. Siyanürün kendisi zaten doğayı alt üst eden bir madde. Onun geçtiği yolda ne ot bitiyor ne kervan geçiyor ne de kuşlar ötüyor. İnsan-doğa ilişkisi kapitalizmle birlikte tarihte görülmemiş derecede yıkıcı bir hal almıştır. Tek yasası sermaye birikimi için azami kar azami sömürü olan neoliberalizmle emeğin tahribatı ve doğa yıkımı atbaşı gider. Emek sömürüsünde sınır tanımazlığın ifadesidir, maden sahasında kayma yaşandığı görülmesine rağmen ölüme gönderilen 9 işçi. Doğa talanında sınır tanımazlığın ifadesidir; Mezapotamya’yı bir boydan bir boya sulayan Fırat’ın 1 km bile uzağında olmayan bir sahada siyanürle altın aramak…
Ve aslında İliç’te yaşanan doğa kırımı ve işçi katliamı sonuçlardan yalnızca biri. Genel tabloya baktığımızda Muğla Akbelen’de orman arazini ağaçları keserek maden sahasına çevirme, milyonlarca ağacın kesilmesi sonucu inşa edilen İstanbul Havalimanı, HES’ler, JES’ler, termik santraller, Mersin Akkuyu’da inşa edilen nükleer santral, Kürdistan’da yakılan-kesilen ormanlar, maden, otel işletmelerine, inşaat şirketlerine peşkeş çekilen orman arazileri, Soma, Ermenek, Bartın maden katliamları… Liste bitmiyor ve oldukça kabarık. Tablo, Türkiye’nin ve Kuzey Kürdistan’ın ne kadar büyük bir doğa kırımının sınırında olduğunu da gösteriyor.
Kapitalizm nedenli, doğa kırımının bir bir patlak vermesi kapitalizmin sınırlarına işaret ediyor. Artık kapitalizm doğaya, insana daha çok zarar vermeden büyüyemiyor, sermayesini döndüremiyor.
Nehir deyip geçmemek gerekiyor. Fırat-Dicle hattı suyun bol olması nedeniyle neolitik devrime, yerleşik-toplumsal yaşama, tarım devrimine beşiklik etmiş coğrafyaların başında geliyor. Kadim mitolojilerde var olan cennet bahçesinin de yine suyu, toprağı, hayvanı bereketli olan Dicle-Fırat havzasında olduğu biliniyor. Ve aynı nedenden yani suyun bu sefer ölüm saçmasından dolayı uygarlıklara beşiklik etmiş, cennet bahçesi olarak adlandırılan coğrafyanın cehenneme döndüğü günleri yaşıyoruz.
Böyle devam ederse kapitalizmin insanın alnına yazdığı cehennemi uzun ölüm senaryosundan kaçınmak mümkün olmayacak. Öyle ki kapitalizm nedenli felaketlerin boyutu ne olursa olsun ona karşı gelişen tepki basın açıklaması düzeyini geçmiyor. Eğer yaşam alanını doğrudan etkileyen bir durum yoksa bazen basın açıklaması düzeyi bile gerçekleşmiyor.
Sermayenin, devletin ve iktidar biliminin hışmı altında coğrafyanın kader olması kaçınılmazdır. Özgür irade, bir karar almak için gereken başlangıç koşullarını belirleyebilme ve değiştirme yeteneği ise; coğrafyayı nedene çevirmek için insanı doğadan koparan, doğaya hükmetmeyi bilince işleyen, doğayı metalaştıran, tüketimin basit bir ögesine döndüren sömürü sistemiyle tarihsel bir yüzleşme-çarpışma ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Cehaletin bilimi ve felsefesi: Pozitivizm ve Kartezyen Felsefe
“Mister Jones, ‘İnsan neden ibarettir?’ sorusuna yine kendisi cevap verir: ‘Bilim adamlarının kısa bir süre önce yaptıkları hesaplamaya göre, günümüzde ortalama bir İngiliz şunlardan oluşuyor; on galon su, yedi kalıp sabun yapabilecek kadar yağ, dokuz bin kalem ucuna yetecek kadar kömür, orta büyüklükte bir çivi yapılacak kadar demir, küçük bir kümese badana yapabilecek kadar kireç, çok az miktarda magnezyum ve bir köpeği pirelerden kurtaracak kadar kükürt; iddiaya girerim ki bütün bu maddeleri pazardan beş şiline alabilirsin. İşte insanın fiyatı!”
Ateşi Çalmak – Ognyana Serebryakova
“Madenler çevreye zarar vermiyor, sadece yüzünü değiştiriyor. Açılmasında bir sorun yok yineliyorum buna karşı çıkan köylüler zırcahildir.” Bu sözler, “bilim insanı” sıfatı taşıyan ama açıkça iktidarın bilimini yapan Celal Şengör’e ait. Bu gibi sözlere, doğanın maden şirketlerine peşkeş çekilmesine, ekolojistler ve köylüler tarafından karşı çıkıldığı zamanlarda denk geliyoruz.
Başka bir konudan buraya tekrar gelelim. Paradigmayı basitçe dünyayı belli bir açıdan görme ve yorumlama olarak ele alabiliriz. Bu bağlamda yaşadığımız coğrafya, aldığımız eğitim, toplumsal ilişkiler, miras aldığımız tarih, aldığımız konum (sömürünün veya toplumun tarafında olmamız) vs; insanın paradigmasını belirlerken önemli bir yerde durur. Örneğin bir maddeye Ahmet veya Seher aynı anlamı vermeyebilir. O maddenin Ahmet’in veya Seher’in hayatında edindiği yer bağlamında değerler atfeder her ikisi de. Siyanürü ele alalım. Ahmet eğer altın arama sektörüne sermayesini yatırmış bir kalpazan (iş insanı)ise siyanür onun için çok değerli bir maddedir. Ki Ahmet devletlidir, yedi düvel sülalesi devlet-sermaye işbirliği ile doğanın ve insanın kanını emerek palazlanmıştır. Bu bağlamda siyanüre, altına verdiği anlam büyüktür. Toprak, su, ağaç, maden ezcümle doğa onun için eğer para ediyorsa değerlidir. İnsansa kafa sayısından başka bir şey değildir. Lakin İliç’li Seher, Fırat kenarında yaşayan Firaz, siyanürlü toprağın altında kalan işçilerin aileleri için siyanür, altın arama faaliyeti onun doğasını mahveden, cennet bahçesini cehenneme çeviren, dünyasını yıkan bir maddedir. İşte Celal Şengör ve benzerler, bilim adı altında sermayenin/iktidarın çıkarı ne yönde ise yorumu o yönde yapanlardır. Bu yorumlama biçimi elbette AKP dönemiyle veya Celal Şengör gibilerle çıkmadı.
Kökü Avrupa’da gelişen kapitalizme ve aynı dönemde gelişen klasik fiziğe dayanarak felsefe yapan, yorum üreten Descartes’a, Locke’a, Bacon’a, Comte’a…dayanır. Belirlenimcidir(deterministtir). Ama belirlenimci olmaları, kadere inandıkları için değildir. Topluma kölelik şartlarını bir kader olarak sunmanın bilimini yaparlar. Elbette bir tutarlılık aranmaz bu bilimde. Eğer bir tutarlılık aranacaksa; kapitalist iktidarın tutarsızlıklarını tutarlı, akla yatkın (rasyonel) hale getirmeye çalışan yöntemin adıdır pozitivizm. Sömürgecilerin Afrika’da, Amerika’da kolonileştirilen yerli halkların köleleştirilmesinin, yeri geldiğinde katledilmesinin bilimidir. Kolonileştirilen toplumların neden insan olmadığını açıklamaya çalışan, akılcılaştıran bilimdir pozitivizm. O dönem Avrupa’da yükselen kadın hareketine karşı cadı avlarında kullanılan yöntemlerin bilimidir aynı zamanda. İktidarın paradigmasına göre konumlanmayan herkesi yeri geldiğinde nizama sokma, aşağılama, sömürme, yeri geldiğinde işkence etme, katletme yöntemlerini araştıran ve meşrulaştıran bilimdir. İnsanı, doğadan koparmanın bilimidir. Çünkü kapitalizmin ihtiyacı kendine yeten, doğa ile bütünleşmiş toplum değil; sermayeye açılabilecek devlet arazisidir, büyük endüstriyel çiftliklerdir, toprağından koparılmış şehrin buhranı içinde aç-açıkta kalmamayı dert edinerek düşünmeyi unutan ve her türlü sömürü şartını kabullenen, değerlerini, toplum olma özelliklerini yitiren insanlardır. Bu bağlamda pozitivizm insanı-doğayı kapitalist devletin/iktidarın paradigmasına göre yeniden şekillendiren bilimin adıdır. Tarihsizliğin, şimdiye(kapitalizme) uyum sağlamanın bilimidir. İnsanın, insan olma nedenlerini elinden alır. İnsanın evrimine meydan okurcasına insanlık tarihinin binlerce yıllık birikimi çöpe atılır ve belirlenmiş “hakikatler” temelinde hareket etmesi sağlanır.
Özcesi pozitivizm, insanın-doğanın ne olduğuyla değil, kapitalist iktidar bağlamında ne olması gerektiğiyle ilgilenir. Ve toplum-doğa mühendisliği ile sömürü mekanizması temelinde bilinç şekillendirir. İnsanı-doğayı basit matematiksel sayılar olarak kavratmaya çalışır. Böylelikle sömürü, doğanın ve insanın köleleştirilmesi, işkence, katliam, eko-kırım önündeki etik değerler ortadan kaldırılır. Yine pozitivizmin çıkış koşullarını incelediğimizde; Avrupa’da feodalizme karşı büyük bir direniş vardır ve feodalizmin çözülme, kapitalizmin ise yükseliş dönemidir. Aydınlanma da paralel bir biçimde yükselirken kilise gücünü kaybetmektedir. Pozitivizm bu bağlamda aydınlanmaya yaslanarak, zincirlerinden boşalan dünyayı “bilimsel” saiklerle daha güçlü zincirleme yöntemidir. Kilise dininin yerine kapitalizmin dünyevi dinini, ritüellerini, alışkanlıklarını inşa eder.
Düalist bir bakış açısı hakimdir. Ruh-beden, özne-nesne, zihin-beden, yöneten-yönetilen ayrımları güçlüdür. Bu ayrımlarla beraber; ruhundan boşalan dünyaya mekanik yeni bir ruh üflenir. Zihin-beden düalizmiyle vücut bir makinaya, beyin ise onu yöneten bir program derekesine indirgenir. İnsanı diğer canlılardan düşünen hayvan diye ayıran ve “düşünüyorum, öyleyse varım” diyen Descartes, Avrupa rasyonalitesine uymayan toplumları hayvan sınıfına koyar. Bu toplumlara yapılan her türlü baskı ve işkence; kartezyen felsefe ile makulleştirilir. Bu anlayış öyle bir hal alır ki; batı düşünen öznedir, geri kalan tüm bölge insanları geri kalmış-düşünmeyen ve sadece yer kaplayan şeylerdir. Rasyonel akla sahip olmadıkları için nesnedirler ve akıl sahibi batılı özne tarafında yönetilmeye ihtiyaçları vardır.
Yabancılaşma bu dönemde başlamamıştır. Fakat kartezyen felsefe ve ona yaslanarak oluşturulan pozitif ve sosyal bilimler yabancılaşmanın teorik temellerini oluşturan dünya görüşü ve pratiklerdir. Kartezyen felsefe ve pozitivist bilim ile eğitilen bireyler zihin-beden ikililiğini içselleştirir. Bedeninden ayrıklaşan bilinç, doğadan kopar. Yine kapitalist şehirler, toplumsal ilişkiler bu anlayışa göre inşa edilir. Böylelikle beden/toplumsal yapı, kartezyen felsefe ile inşa edilen rasyonel aklın denetimine girer. İktidar, toplumsal bedenin iliklerine işler ve kişi mikro iktidar olarak yeniden kurulur. Sistem, amaçlarını gerçekleştirirken kişinin benliğiyle işbirliği sağlamış olur. Bu anlamda mikro iktidara(bireye) inşa edilen rasyonel akıl; hem kendinin hem de çevresinin yargıcı, polisi, müdürü rolünü oynayabilir. Felsefe ve bilim; kendini-dünyayı-evreni bilme ve anlamlandırma ise pozitivizm ve kartezyen felsefe bağlantılı bir şekilde bundan uzaklaştırıcı bir rol oynar ve hatta bunu amaçlar. Ayrıca aydınlanma çağını hesaba katarsak, bilginin en çok fışkırdığı bir dönemde bilgiyi cehaletin, boyun eğdirmenin bir aracına dönüştürerek “oldukça başarılı” bir toplumsal mühendislik çalışması yapmışlardır.
Ömrü boyunca tek merkezli enformasyon bombardımanına maruz kalan insan, kendisine işaret edilene yönelen iradesiz bir varlığa dönüşür ve özneliğini yitirir. İnsan yeniden özne olmak istiyorsa kapitalist sistem tarafından iğdiş edilen anlayışı söküp atmalı; insan-insan, insan-doğa ilişkileri ve ne kadar parçalanmış tanım-anlam varsa doğayla uyumlu bir paradigma ile tanımlanmalıdır.
Buradan anlayacağımız gibi tek başına bilgiyi bilmek bir anlam ifade etmiyor. Bilgiyi dünya görüşümüze (paradigmamıza) bağlı olarak nasıl dizeceğimiz de önemli bir yerde duruyor. Pozitivizme dair hiçbir bilgimiz olmayabilir. Pozitivizm, kartezyen felsefe terimlerini daha önce hiçbir yerde işitmemişte olabiliriz. Lakin bu bizim pozitivizmden, kartezyen felsefeden nasiplenmediğimiz anlamına gelmiyor. Durumumuz renk körlüğüne benziyor. Renk körü olanlar, renk körü olduğunu bilmezler. Ta ki sorun çözülünceye kadar. Bu sefer anlar ki yeşil, kırmızı bildiği yeşil ve kırmızı değildir. Bu sarsıntıyı bakış açımız ve dünya tasavvurumuz açısından yaşamalı ve yaşatmalıyız. Eğitim hayatımız boyunca pozitivist bilimle zehirleniyoruz. Kapitalist kent organizasyonu içinde gözlerimizi dünyaya açmış ve kendimizi bilmeye başlamışsak doğaya sadece birkaç belgeselde rastlayabiliyoruz. Doğrularımız doğadan kopuk, Kartezyen felsefenin, pozitivizmin şimdinin ve yerel iktidarın ihtiyacı temelinde oluşuyor. Doğaya gerçek değerini atfeden bir paradigma ile görüşlerimiz sarsılmamışsa ekoloji mücadelesini doğru ele almamız mümkün değildir. Kartezyen akılla yapabileceğimiz en fazla faydacı yaklaşımdır. Faydacı kartezyen izlekten üç aşağı beş yukarı “İliç için sokakta pek fazla ses eden yoktur, o yüzden İliç için ses çıkarmak mücadeleye fayda sağlamayacaktır” gibi bir çıkarım ortaya çıkacaktır. Bu sorun sadece İliç’lilerin ve Fırat Nehri çevresinde yaşayanların problemi değildir. Pozitivizmi ve kartezyen felsefeyi yadsımaksa mesele; kendimizi insanın mücadele tarihinin taşıyıcısı olarak örgütlememiz gerekir. Bilmek sorumluluğu daha da arttırıyorsa o sorumluluğu paylaşmak için daha fazla mücadele etmek ve en az İliç’liler kadar sorumlu olduğumuzu hissetmemiz gerekir.
Pozitivizm ve kartezyen felsefe zehrini bilinçten atınca dünyanın renklerini, notalarını ve arasındaki bağlantıları daha iyi göreceğiz. Öte yandan bir şeye baktığımızda normal gelen tarzlar, ilişkiler paradigma değişikliğiyle birlikte anlama gücünün artmasıyla bambaşka gelecek ve buna bağlı olarak değiştirme gücümüz de sıçramaya uğrayacaktır.
Öznenin sarsılması ve yeniden inşası
Ekoloji mücadelesini güncel bağlamında incelediğimizde durum çok yalın bir şekilde gözümüze çarpıyor. İliç’te yaşanan kapitalizm kaynaklı felakete ne toplumdan ne de sol-sosyalist örgütlerden doğru dürüst bir tepki dahi gelmedi. Tepkisizlik genellikle seçim konjonktürüne bağlandı. Oysa İliç’te ÇED raporunu, Hatay’da yıkım konutlarını onaylayan Murat Kurum bugün AKP İstanbul adayı. Murat Kurum adeta “Hatay’a yıkım konutlarının inşasına izin verdim, İliç’ten Fırat’a benim sayemde ölüm akıyor. İstanbul’u daha da yaşanılmaz bir yere dönüştürme mi ister misin? O zaman oyunuza talibim” dercesine rahatlıkla aday olabiliyor. İktidarın bu kadar rahat davranabilmesinin arkasında toplumda inşa edilen rasyonel aklın, matematiksel hesapla iktidarı ve kendi çıkarını bir görenlerin, o veya bu parti dolayımıyla seçime kilitlenmiş ortak gelecek hedeflerinin bütünü vardır.
Seçim gündemi bir yana, Türkiye’de ekoloji mücadelesini genellikle ya çevre aktivistleri ya da toprağı elinden alınıp maden şirketlerine, işletmelere peşkeş çekilen, doğası kirletilen köylüler veriyor. Komünist hareket her ne kadar ekoloji mücadelesini stratejik başlıklardan biri olarak başa yazsa da; stratejik değer teorik ve pratik olarak verilemiyor. Daha çok fayda esas alınarak; örgütlenme bağlamı var ise ekoloji mücadelesi veriliyor ya da dayanışma odaklı yaklaşım sergileniyor. Elbette örgütlenmeyi esas alırız ki kuvvet kazanalım ve eko-kırıma karşı öz-savunmamızı geliştirelim. Fakat doğayı, ekoloji mücadelesini nesneleştiren bir pozisyona taşıdığımızda tutarlılıktan uzaklaşırız.
Bu bağlamda doğayı, ekoloji mücadelesini nesneleştiren yaklaşımımızda pozitivizmin-kartezyen felsefenin büyük etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Tarihe baktığımızda ilksel komünal toplumlar, doğa ile uyumu esas alır ve onun üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmazlar. Bu yaklaşımın temelinde kendilerini yaratanın doğa olduğunu, doğadan geldiklerinin ve tekrar doğaya karışacaklarının bilinci hakimdir. Yani doğa ile insan arasına özne-nesne ayrımını koymazlar. Başka bir deyişle doğa öznedir. Burada düşünen(özne), düşünmeyen (hayvan, bitki, taş, su…) nesne ayrımı yoktur. Doğa onlar için toprak anadır(tanrıçadır). Neolitik devrim ile birlikte doğa üzerinde egemenlik olanağı gelişse de, doğaya hakim olma çabası hemen gelişmez. Ve ayrıca doğaya hakim olma, kadının köleleştirilmesi, kadının ilk ezilen sınıf olarak ortaya çıkması birbiriyle bir arada yürüyen süreçlerdir. Sınıf mücadelesi; kadın mücadelesinden ve doğa mücadelesinden ayrı düşünülemez. Her üçünü bir arada ele aldığımızda ve birbiriyle bağlantısını doğru kurup tarihsel süreçleri izlediğimizde tarihsel maddeci yöntemle bilenir ve bugünkü mücadelede taşları yerine oturtabiliriz. Bu bağlamda ne kadın mücadelesi ne de ekoloji mücadelesi ertelenecek veya üzerinden atlanabilecek konular değildir. Kadına ve doğaya bakış açısı, özne bilincinde bir turnusol kağıdı olarak değerlendirilmelidir. Sınıf mücadelesini kadın ve ekoloji mücadelesinden ayrı bir yere koyuyorsak biz de bayağı kartezyen felsefeden, pozitivist bilimden nasiplenmişiz demektir. Bu yaklaşım aynı zamanda “tersine çevrilmiş dünya” dan baktığımızı gösterir. Oysa mesele yadsımanın yadsıması ise tersine çevrilmiş dünyayı tersine çevirdiğimizde taşlar yerine oturacaktır. Bu başlangıç koşullarına, ilksel komünal yaşama döneceğimiz anlamına gelmez; uzamı olduğumuz ilksel komünanın doğa anlayışı ile tekniği, üretimi, yaşamı, etik değerleri uyumlu hale getirmemiz anlamına gelir.
Bir parantez açarsak; Lyyn Margulis ve James Lovelock gibi bilim insanları 1970’li yıllarda geliştirdikleri Gaia Hipotezi ile dünyanın da canlılık sınıfına dahil edilmesi gerektiğini belirtirler. Hipoteze göre insandan bakteriye, havadan suya, toprağa organik ve inorganik yapıların tümü tek bir işbirlikçi sistemin parçalarıdır. Kalp, akciğer, bağırsak, beyin gibi organlarımızın özerk görevleri olsa da aynı zamanda tüm bedene hizmet için uyumlu, bağlantılı çalışırlar. Dünyanın da biyosferi, atmosferi, pedosferi… özerk görevleri olmakla birlikte dünya ekosisteminin canlılığına hizmet eder. Örneğin her yıl nehirler aracılığıyla okyanuslara milyonlarca ton tuz taşınmasına rağmen okyanusların tuzluluk oranı sabittir. Aynı şekilde havadaki oksijen, karbondioksit, azot oranları da sabitlenir. Lovelock ve Margulis’e göre bunu ayarlayan tıpkı insan ve diğer canlılardaki gibi hayatın kendisidir. Dış sıcaklık düşer veya artarsa insan vücudu iç sıcaklığını belli bir seviye de tutar, direnç gösterir. Güneş’in sıcaklığı artarsa dünya ekosistemi bunu algılar ve okyanuslardan atmosfere bir döngüye girer, bulutların yansıtıcılığını arttırır. Böylelikle dünyanın ısısı sabit kalır. Nasıl ki insan, aldığı besindeki kimyasal bileşikleri parçalayarak enerji açığa çıkartıyorsa Dünya’da aynı şekilde Güneş’ten aldığı besini enerjiye dönüştürüyor. Dünya bunun gibi birçok birbirini tamamlayan geri bildirim, metabolik döngü sistemine sahip. Bilimsel olarak canlılık, iki şarta bağlıdır. Birincisi dışarıdan yarı izole olmayı sağlayan bir vücut, ikincisi ise dengesizliğe düzensizliğe karşı vücuttaki döngüsel düzeni daim kılan iç aktivitelerdir yani metabolizma. Biz her ne kadar canlı deyince bitki, hayvan veya mikro organizmaları düşünsek de Dünya bilimsel bağlamda bu iki şartı da karşılıyor ve canlı organizma sınıfına giriyor. Dolayısıyla canlı, cansız, organik, inorganik varlıklar bir bütün olarak birbirini tamamlar ve dünyanın bütünsel döngüsünü sağlarlar. Zaten cansız diye sınıflandırılan maddeleri çıkarırsak canlılığı da hayal edemeyiz. Canlılığın veya dünyanın evrimini incelediğimizde canlılığın da, cansız denen varlıklardan ortaya çıktığını, evrimleştiğini görüyoruz. Bu döngü, bilinmeyen bir nedenden ayarlanmış bir denge durumu değil, dünyanın canlı bir varlık oluşunun belirtileridir. Bütün bunları incelersek; ilksel komünal toplumların sezgi ile ulaştıkları canlıcılığa(animizm) Lynn Margulis ve James Lovelock gibi bilim insanlarının bilimsel olarak ulaştığını görüyoruz.
Kızılderili kabile liderlerinin doğa üzerine sözleri, insanlara hep çok çarpıcı gelir. Onlardan biri Duwarmish kabile lideri Seattle’ın dönemin ABD başkanı Franklin Pierce’e yazdığı mektuptur. Bu mektup, ABD’nin Kızılderili topraklarını satın almak istemesi üzerine yazılır. Kısaca en çarpıcı yerlerini alıntılayalım:
“Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış; Dostluktan söz etmiş büyük başkan… Ama biz sizin, dostluğumuza ihtiyacınız olmadığını biliriz. Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını?… Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular. Sadece su değildir. Atalarımızın kanıdır o… Açlığın tüm dünyayı saracak ve beyaz adam ardında koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür ve kaçar. Demir at (lokomotif) öldürüp çürümeye bıraktığınız, binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlamıyorum. Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir.
Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek… Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece… Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz? Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam? Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size? Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?… Biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Tabiatı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız…”
Bu cümleler bir edebiyatçıya, bir şaire, bir teorisyene değil Şef Seattle’a ait. Bilindiği gibi Kızılderililer’in okuma-yazması yoktur. Buna ihtiyaçları da olmamıştır. Bu konu bir yana Şef Seattle’ın ağzından dökülen şairane sözcükler değme edebiyatçıya taş çıkartan cinstendir. Ona bu cümleleri kurdurtan doğa ile geliştirdiği bağdır, doğaya atfettiği değerdir, parçalanmamış özne bilincidir, tarih bilincidir… Toprağı satmak, nesneleştirmek onun kitabına girmemiştir. İnsan merkezli değil; yaşam merkezli, iyi yaşama atfedilen bir kutsiyet vardır. Bırakalım toplumu; yabancılaşmaya karşı mücadele veren, ekoloji mücadelesini başa yazan sosyalist hareketlerin kaçı böyle düşünüyor, böylesi bir düşünceyi günümüz bağlamında içselleştirebilmiş?…Özellikle doğanın tahrip edildiği günlerde bu sözler çokça rağbet görür ama hayatlarımız olduğu gibi devam eder. Kartezyen felsefe, pozitivizm insanı öyle bir parçalamıştır ki toparlamak da öyle hemen mümkün olmuyor.
Doğadan ayrıştırılan toplum, meta dünyası ile birleştirilip sahip olduğu veya peşinden koştuğu metalarla kendini anlamlı hissetmekte, kimliğini o metalarla inşa etmektedir. Lakin Dövüş Kulübü’nün ana karakteri Tyler Durden’ın dediği gibi insan “iç çamaşırı markası değildir”. Cep telefonu markası, giydiği elbisenin markası, ayakkabı markası değildir… Bunlar ihtiyaçtır fakat ihtiyacı belirleyen sistemin dayattığı yaşam, tüketim ilişkileridir. Metanın tahakkümü altındaki bilinç, insanı nesneleştirdiği gibi sahip olduğu metaların, metalara hükmedenin özneleştiği bir denklemi yaratıyor.
Kapitalizmin sacayaklarından kartezyen felsefe ve pozitivizm ile dağılan insan/toplum/doğa bilincini ancak dönüşümle onarmak mümkün. Doğada dönüşüme tırtılın kelebeğe dönüşmesini örnek verebiliriz. Fakat her tırtıl kelebeğe dönüşemez. Tırtılın kelebeğe dönüşmesi için tırtılın yaşamayı seçen hücre sayısının belli bir kritik eşik değere ulaşması gerekir. O eşik değeri aşarsa kelebeğe evrimleşebilir. İktidarın toplumsal bedeni olmaktan çıkmaya çalışan, özneleşmek isteyen, doğa/toplum/kadın/sınıf bilinci arasında bağlantısallıkla özne bilincini yeniden kuran bireylerin; doğayla uyumlu paradigmayı bir koza gibi ele alarak bilgisini yeniden dizmesi gerekir. Eğer teori, hareketi betimleme ve potansiyeli açığa çıkarma işi ise sadece var olan belirlenmiş teoriler, insanı anlamaktan ve potansiyeli açığa çıkarmaktan oldukça uzak. Marx yaşadığı dönem bağlamında yabancılaşmayı birçok boyutuyla açıklamıştır fakat bugün yabancılaşmanın araçları çeşitlenmiştir, boyutu o dönemi kat kat aşan düzeydedir. Bu anlamda insanın yarattığı doğayla, ekolojiyi uyumlu hale getirecek, doğa ile tutku derecesinde anlamayı, bağlılığı sağlayacak teorik ve pratik inşaya ihtiyacımız var. Kritik eşiği toplumsal bağlamıyla ele alır ve ona ulaşınca sıçrayacağımız düzlemi hayal edersek; insanın kapitalist sisteme karşı potansiyelini açığa çıkaracak teori, ona uygun bir yaşam ve mücadele biçimi kozayı örenlerin toplamını aşan bir etkileşimle toplumsal sıçrama ve dönüşümü yaratacaktır. Özneleşmek isteyen herkesin bir tırtıldan kelebeğe dönüşeceği ve öngörülemez kaosa rüzgâr taşıyacağı umuduyla.