Seçim süreci, AKP-MHP bloğunun adeta bir kampanya misali yürüttükleri beka sorunu gündemiyle başladı. Yerel bir seçimden, ne gibi bir beka sorunu doğacağını anlamak, doğrusal olarak bakıldığında anlaşılması zor. Hadi diyelim ki, Türkiye’nin bekası AKP-MHP blokunun iktidarda olmasına bağlı olsun. Ancak yerel bir seçimde iktidar değişmiyor ki… Bu durum, ilk bakışta; AKP’nin rant kaynaklarını kaybedip kendi temsilcisi olduğu sermaye kliklerinin karnını doyuramayacağından kaynaklı, böyle deniliyor şeklinde yorumlanabilir. Ya da yıllardır yapılan yolsuzlukların muhalefet tarafından afişe edilebilecek olması vb. Bu bir yana, bizce asıl önemli olan, birçok kez çağrıştırdığımız üzere, AKP’nin kendi kitlesinde bir kırılmanın yaşanacağından korkmasıdır…
Öyle ki, bu beka sorunu başlığı altında, sürekli büyüyen siyasal-ekonomik krize yönelik çabalara da girişmişlerdir. Örneğin; Rojava operasyonu söylemleri ile başlayan, sonra da tanzim çadırları ile devam eden hamleler yapılmıştır. Bir yanıyla, kör bir şovenizm üzerinden diğer yanıyla sadaka kültürü üzerinden geliştirilen bu hamlelerin, karşılığının olmadığını söyleyemeyiz… Ancak belediyeleri kurtarma konusunda yetersiz kalmışlardır. Sınır ötesi operasyonun, bölgesel dengeler üzerinden boşa düşmesi; tanzim çadırlarına gidenlerin bile sadaka kültürüne karşı tepkilenmesi, büyükşehir belediyelerinin düşmesinde önemli bir faktördür. Bir başka hamle olarak ise kendi kitle tabanını konsolide etmek üzere gerçekleştirilen kutuplaştırma taktiğidir. Bunu da çokça tekrarlayan AKP, en azından eldekini kaybetmemek üzere tekrar hayata sokmuştur. Özellikle 8 Mart Gece Yürüyüşü üzerinden yapılan kara-propaganda vb. bu konuda başarılı olmuştur denilebilir…
Bunlar, iktidarın cephesinden baktığımızda anlatacaklarımız. Bir de muhalefet cephesi var…
CHP ve İYİP, AKP-MHP blokunun karşısında başka bir blok olarak girdiler seçime. Onlar için en makul olanı buydu zaten. İkisinin de tek başlarına herhangi bir etkisinin olmadığı, 24 Haziran’da açıkça görülmüştü. Hatta istatistiki sonuçlara bakıldığında, aslında ikisinin toplamının da, AKP-MHP bloğunu yenebilecek bir kapasitesi mevcut değildir. İlahi bir değişiklik olmadığı müddetçe, bu durumun değişmeyeceğini, onlar da gayet iyi bilmekteler.
Nitekim hepimizin bildiği üzere, bir ilahi değişiklik oldu. İlahi benzetmesi ne kadar tutarlı olur bilmiyoruz ama HDP’nin batıda CHP-İYİP blokunu desteklemesi; alınması gereken tutumun ötesinde bir gelişmeydi. HDP’nin bu taktiğinin, sayısal anlamda AKP’ye seçimi kaybettirdiğini kimse inkâr edemez. Peki ya siyasal olarak? HDP’nin, özellikle, seçim süreci boyunca demokrasi güçlerinin kazanması adına yapıyoruz diye açıkladığı bu taktiğin sonucunda, hangi demokrasi gücü kazanmıştır? Bir önceki yazıda koyduğumuz üzere demokrasiden kasıt sermaye sınıflarının demokrasisi midir?
Sezai Temelli gibi, ne olduğu belirsiz, sol-liberal kemiksizler-omurgasızlar için böyle söylemlerin sarf edilmesinde herhangi bir sakınca yok. Ancak anlayamadığımız; bu, neden HDP bileşenlerinin hepsinin mutabık olduğu bir siyasal tutuma dönüşmüştür? Bunu ilerleyen günlerde daha net göreceğiz. Ancak, söylemek gerekir ki; HDP’nin bu tavrı birçok maskenin düşmesine sebep oldu. Bu anı, kimlerin tırnak kemirerek beklediğini de hepimiz görmüş olduk…
Ayrıca Kürdistan’da yapılan seçimlerde de, HDP’nin artık bir tıkanma yaşadığını görüyoruz. HDP, batıda AKP’ye kaybettirmiş, Kürdistan’da olduğu yerden devam etmiş, siyaseten ise savrulmuştur. Ancak açlık grevleri – zindan direnişleri ile Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin (KÖH’ün) ya da Kürt halkının, sadece HDP olmadığı; HDP’nin içerisindeki solun, liberal-solun ve Kürt liberallerinin çok ötesinde bir toplumsal dinamik olduğu; hem AKP’nin suratına, hem de kimi tanıdık suratlara tokat misali çarpmıştır. Hele bunun böyle olduğunu bilip de unutanlar ya da unutmuş gibi yapanlar, sanki buz banyosuna sokulmuş misali şoka uğradılar.
Öte yandan tecride karşı örgütlenmiş olan açlık grevleri-ölüm orucu direnişinin yaratmış olduğu etkiye rağmen, sokakta anneler dışında herhangi bir hareketliliğin gerçekleşmemesi önemli bir ayrıntıdır. Diğer bir yandan, başarısızlığın bu boyutu, Türkiye’nin batısında herhangi bir devrimci öznenin olmayışı ile de doğrudan ilintilidir.
Kısmi bir başarının olduğunu da burada kabul etmek gerekir. Bu başarıdan sonra, öyle ya da böyle; AKP, KÖH’e karşı taviz vermek zorunda kaldı. Bu, Kürt seçmenin oyunu almak için yapılmış denilebilir. Bu ucuz bir değerlendirme olur. Burada asıl etken; AKP’nin, durdurmayacağı bir tufanın kopmasını istememesidir. Ki oy odaklı bir durum söz konusu olsa, bir yandan saldırdığı; bir yandan esnetmeye çalıştığı, bir kıskaç uygulamaya çalışmazdı. Bunun tek açıklaması; AKP’nin, Kürt halkını, kendi kurduğu masaya ite ite götürmeye çalışmasıdır. Sebebi ise KÖH dinamiği ile batıdaki muhalefet bir şekilde buluşmuşken; KÖH’ün bu vb. bir militan hareketliliğinin, batıya etki edebilir olmasıdır. Bu durum AKP’nin hiç istemeyeceği bir şey…
Diğer bir yandan ise AKP-MHP bloğuyla, TÜSİAD ve ABD ile adım adım gerilen ilişkiler mevcut. TÜSİAD temsilcilerinin daha seçim sonuçlanmadan seçimsiz ortam, ekonomik kalkınma sloganlarını ortaya atması; Erdoğan ve CHP’nin seçim gecesi buna dair sözler vermesi; hemen sonrasında açıklanan ekonomik uygulamalar; TÜSİAD’ın hangi konularda rahatsızlıklarının olduğunu bize gösterdi. Ardından Türkiye İttifakı söylemleri ile Erdoğan bu rahatsızlıkları gidermeye yönelik kısmi hamlelerde bulundu. Ancak gerçekleşen belediye seçim sonuçlarının yarattığı etki; seçim iptali sonucunda muhalefetin tepkisiz kalacağı belirtileri, bir de İmamoğlu kozunun, onun elindekilere büyük risk yaratması, verdiği sözlerden dönmesinin en önemli sebeplerindendi, diye düşünüyoruz.
***
İmamoğlu’nun bir anda parlayan ve halen söndürülemeyen; açıkçası her daim daha da güçlenen bir popülaritesinin ve meşruluğunun oluşması durumu var. İmamoğlu seçime girdiğinde tanınırlık durumundan kaynaklı geride başlamış olsa da, bir süre sonra tam tersi bir durumla seçimi kazandı. Bu, onun süreç içerisindeki seçim kampanyası, iyi çalışması vb. ile açıklanabilecek bir şey değil elbette. İmamoğlu’nun, hem muhafazakâr hem sözdedemokrat, sosyal demokrat kimliği; açık söylemek gerekirse, Kılıçdaroğlu mesnetsizi gibi silik bir tip olmaması ya da İnce gibi bir kasaba aydını olmaması gibi faktörler, bu ülkenin toplumsal dinamiklerine değen bir yerde durmakta. Burjuvazinin, 2001’de Erdoğan’a giydirdiği gömleği, o bugünden giymiş gibi adeta…
Bugün Trabzon’dan-Ankara’ya, İzmir’e hatta tüm Türkiye’ye kadar artan bir sempati mevcut İmamoğlu’na karşı. CHP’den-İYİP’e, birçok burjuva sanatçıya, AKP’nin kırılan kitlesine kadar; hatta bizim tatlı su solcuları için bile yeni bir umut odağı olmuş durumda İmamoğlu! Her şey çok güzel olacak, İmamoğlu bizi kurtaracak… yanılsamasını, bugün bütün siyasal alanlarda hissedebiliyoruz. Bu, İmamoğlu’nun bir belediye başkan adayından öte yeni bir siyasal uğrağın adayı olduğunu, bize gösteriyor…
Erdoğan’ın İmamoğlu riskini görerek, verdiği sözden geri dönmesi de, TÜSİAD ile gerilen ilişkilerin daha bir gerilmesine yol açtı, denilebilir. Her ne kadar Yargı Reformu vb. demagojiler ile süreci yumuşatmaya çalışsa da artık pek bir viraj alabilecekmiş gibi gözükmüyor. Yumuşatırsa karnı zayıflıyor; sertleştirirse kriz… TÜSİAD temsilcilerinin ve iktidarın karşılıklı açıklamaları bu gerginliğin boyutlarını bize göstermekte. S-400 üzerinden gerilen ABD ilişkileri ise başka bir kriz dalgasına sebep oluyor. Her şeyin ucu bucağı bir krize; istikrarsızlığa çıkıyor.
Tüm bu nesnellikte; İmamoğlu’nun taviz vermeyen siyaseti ve Erdoğan ile ulemalarının ona karşı aldıkları net tavır, iki tarafın da, birbirlerine farklı bir pencereden baktığını göstermekte. Soylu’nun, Erdoğan’ın açıklamaları; İmamoğlu’na karşı uygulanan açık sansür; her hareketine karşı bir manipülasyon taktiği; İmamoğlu’nun burada alacağı başarının, onun önünde bir yol açacağına dair önemli göstergeler. Ayrıca, Erdoğan’ın iktidara gelmeden önceki süreci biraz incelense İmamoğlu ile benzerlikleri gayet anlaşılır. Bunun için dönemin 32.Gün Programından şu iki videoyu izlemek yeterli…(1)
Bu durum sanırım iktidar bloğuna bir şeyleri anımsatmakta. Bir de, Soylu gibi ne olduğu belirsiz adamların, eğer İmamoğlu kazanırsa, kitlemizde istemeden bir rövanşizm duygusu gelişecek vb. söylemleri, sürecin nereden nereye doğru evrildiğini, anlaşılır kılmakta. Soylu akıllı bir siyasetten çok, ucuz bir hamasetin yürütücüsü olduğundan, böyle konuşmasını garipsememek gerekir. İmamoğlu’na karşı yapılacak bir saldırı, onun meşruiyetini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Böylesi bir durum, AKP’nin kendi ayağına tekrardan ve tekrardan sıkması dışında başka bir şeyi ifade etmez…
Bu minvalde; bu seçimin bir belediye seçiminden öte bir İmamoğlu-Erdoğan Referandumu olacağını söylemek pek abes değil. Bir bakmışız İmamoğlu görevlendirildiği yolda başarılı olmuş; CHP’nin içerisinden başka bir CHP çıkartmış; AKP nasıl Refah Partisi’nin içererek demokratlaştırdığını iddia ettiyse, İmamoğlu’da o minvalde CHP’yi içererek başka bir şey haline getirmiş… Ki bunu yaparken İslamcı-muhafazakâr toplumsal dinamiği kavrayıp kuşatabilecek olması da onun için büyük bir avantaj…
Ancak ne olursa olsun, İmamoğlu artık yeni bir rejimin yürütücüsü olacaktır. Bu rejim onlarca yılda söküp atılamayacak şekilde, kendi iç dinamiklerini yaratarak devlete kök salmıştır. 15 Temmuz Darbe Girişimi, 16 Nisan Referandumu ve 24 Haziran Seçimleri ile kendisini maddi bir güç haline getiren bir rejim ile karşı karşıyayız. Bu rejim, bildiğimiz Kemalist rejimi içererek aşmış ve bizim, bilmediğimiz bir mücadele alanını, koşul olarak önümüze çıkarmış durumdadır. 23 Haziran’ın öncesi de, sonrası da -ki ondan sonra gelişecek bir bütün siyasal süreçte- bunun üzerinden değerlendirilip hareket edilmelidir. Tam burada Kaypakkaya’nın şu anlatımı gayet anlamlı ve yerindedir:
“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hâkim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.” (2)
İki gerici bloktan herhangi birisini mi seçeceğiz? Yoksa CHP-İYİP etrafında şekillenen blok ile aramıza sıkı sıkıya bir çizgi çekip, bu çizgiyi muhafaza edip, onu teşhir ederken; AKP-MHP etrafında şekillenen bloğa karşı, ilk ve en şiddetli saldırılarımızı mı yönelteceğiz?
Bu, referandumda ki oyumuzu, kime vereceğimiz belirleyen bir soru. Seçim tavrımız; ne iki gerici klikten birine oy vermek; ne de mevcut nesnelliği analiz edemeyen, devrimin ön günündeymişcesine temellendirilen kör bir boykot çağrısı yapmak, olamaz. Bizim seçim tavrımız, sandığın meşruiyetini yıkarak, egemen bloklar etrafında toplanan emekçi kitleleri adım adım onlardan kopararak, emekçi kitleleri burjuvazi ile kafa kafaya getirecek bir devrimci siyaseti örgütlemekten yanadır. Bir Leninist olarak oyumuz; devrimci bir iç savaş lehinedir!(3)
(1) https://www.youtube.com/watch?v=-UrmHd7M-B0 ve https://www.youtube.com/watch?v=-UrmHd7M-B0
(2) İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, abç.
(3) (bkz.) Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları
Kaynak: Komün Gücü