2023 seçimlerine aylar kala Ekrem İmamoğlu’na, YSK’ya ahmak dediği savıyla 2 yıl 7 ay hapis cezası verilerek siyasi yasak getirildi. Bu mahkumiyet kararı, Erdoğan’ın seçim sürecine doğrudan müdahalesidir. Burjuva muhalefetten sol çevrelere kadar, bu kararın hukuki değil siyasi olduğu yönünde değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor.
Bu değerlendirmelerinin burjuva siyasetçiler tarafından yapılması anlaşılırdır. Ancak bu tarz değerlendirmelerin devrimci-demokratik çevrelerce dillendirilmesi ise oldukça problemlidir. Zira hukuğun kendisi doğrudan siyasidir. Sınıflar arası güçler ilişkisinin bir sonucu olarak tesis edilmiştir. Ve yine her zaman sınıflar arası güçler ilişkisi, yanı sıra burjuva sınıf kesimleri arası güç mücadelesi bağlamında işler. Yargı kararı siyasidir derken, aslında bugün, bu somutlukta işleyen kararın siyasiliğini vurgulamış oluruz. Ve bu da devletin ve hukuğun sınıflar üstü olduğu mefhumunun kitlelerin bilincinde yer etmesine, bizim de etkide bulunmamız anlamına gelir. Oysa hangi yargı kararı siyasi değildir ki…
Hukukun her zaman siyasi olduğunu ve siyasi güce göre belirlendiği bir vakadır. Bunu biz devrimciler kendi deneyimlerimizden de biliriz. Birçok kez hemen hemen aynı eylem veya faaliyetlerden dolayı farklı zaman dilimlerinde, farklı mahkeme kararları çıkmıştır. Örneğin kitle hareketinin yükselişte olduğu ve molotoflu eylemlerin süreklileştiği bir kesitte (sınıflar arası mücadele ve güç dengesinin bir sonucu olarak) insanlar, ceza almaksızın birkaç aylık tutuklamayla veya gözaltıdan salıverme ile karşılaşırken, bir dönem sonra güç ilişkilerindeki bir değişimle birlikte bu tarz eylemler (yine aynı yasa maddesi yürürlükteyken bile) örgüt üyeliği vb. mahkumiyetlerle sonuçlanıyordu. Bu realitedir. Hukuğun siyasileşmemesi gerektiği söylem ve savı burjuvazinin güçler ayrılığı teranesine inanmaktan gelen boş bir hayaldir. AKP’yi buradan eleştirmek, burjuva liberal söylemin etkisinde kalmanın açık işaretidir. Erdoğan’ı yasaması-yürütmesi-yargısıyla (hepsi Saray’da cisimleşen faşist iktidarda toplanmıştır), bugüne kadar İmamoğlu’na dönük bu tarz hamleleri yapmaktan alıkoyan veya bugün böylesi bir hamle yapmaya iten etmenleri, bu perspektiften değerlendirmek gerekir.
Hukuk; burjuva demokrasilerinde de işçi sınıfı ve emekçilerin kolektif davranma ve eyleme çıkma, örgütlenme, söz söyleme hakkını ortadan kaldırmaya odaklıdır. Bu anlamda burjuva hukuğun kendisi siyasal bir içerik taşır. Hangi sınıfın hangi sınıfa karşı mücadele ettiğine göre şekil alır. Bu açıktır.
Öte yandan şu da bir gerçektir ki devrimci güçlere, Kürt halkına ve onun öncü kadrolarına, siyasi temsilcilerine karşı “hukukun siyasallaşması” vaka-i adiyeden olmasına rağmen burjuva sınıf kesimleri ve siyasi temsilcileri arasındaki mücadele, her zaman bu kadar perdesiz değildir. İmamoğlu mevzusunda olan, bu perdenin kalkmasıdır. Burjuva klikler arasında, hukuğun bu denli açık bir şekilde siyasal tercih ve kararlar üzerinden şekillenmesi, AKP-MHP iktidarının dayanmış olduğu sınırı göstermektedir. Sadece işçi sınıfı ve emekçilere karşı değil burjuva sınıf kesimleri arasında da artık hukuk askıdadır. Bu da faşist iktidarın, yalın kılıç seçim sürecine girdiğinin, seçimi iç savaş düzleminde değerlendireceğinin işaretidir.
Faşist iktidar, 2023’te dönülmez akşamın ufkuna varmak için kurucu şiddetle yol alıyor
““Hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir; şiddete bağlı bir amacı zorunlu biçimde ve içerik olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya koyar; dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür. Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir.” (Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi)
Benjamin ve onunla tam zıt bir dünya görüşüne sahip olan ve Nazi faşizminin teorisyenliğini yapan Carl Schmitt’in, burjuva demokrasisinden faşizme doğru, adım adım yürüyen 1930’lu yılların Almanyası’nın panoramasında, yaptıkları bir tespit var: Modern devletin kurucu unsuru şiddettir. Ve şiddet tekelini elinde bulundurmakla devlet; sürekliliğini, yıkılmazlığını sağlar. Bu, faşizme içkin bir durum değildir. Her tür iktidar, kurucu bir şiddeti gereksinir. İktidar olduktan sonra da oluşturduğu referans sistemini, değerler sistemini, hukukunu kurucu şiddetle gelişen güç ilişkileri üzerinden kurar ve onun “anı”sı üzerinden korur. Şiddetin iktidar inşa olduktan sonra ön planda olmayışı, onun kurucu unsur olarak varlığını devam ettirmediği anlamına gelmez. Her koşulda modern kapitalist dünyanın kurucu unsurudur.”[1]
AKP iktidarı, 2023 seçimlerini dönülmez akşamın ufku olarak görüyor ve adım adım kurucu kodlarını dönüştürdüğü devletin inşasında bir eşik olarak ele alıyor. Özcesi faşist kurumsallaşmanın temellerini oluşturan “hukuk”u inşa ediyor. Türkiye daha ilk baştan, kuruluşunda “Türklük Sözleşmesi”nin devrede olduğu, oldukça kıyıcı bir inşa süreci (kurucu şiddet) ile “hukuk” tesis etti ve var oldu. Sonrasında da her dönemeçte kurucu şiddeti kullanarak yol aldı. Ancak dönülmez akşamın ufkuna vardığımızda, artık şiddet ve hukuk ilişkisi yeniden en çıplak haliyle kurulmak durumundadır. Bu, AKP-MHP için her anlamda faşist kurumsallaşmanın (Kemalist kodlar üzerinden değil de) Abdülhamit Han’da ifadesini bulan İslamcı-Türkçü kodlar üzerinden geliştirilmesi ve pekiştirilmesi sürecidir.
İmamoğlu kararından sonra faşist iktidar, saldırılarına hız kesmeksizin devam ediyor. Kürdistan’daki savaş zaten “olağanlaşan” savaş halini oluşturuyor. Ve AKP-MHP faşist iktidarı, her adımı bu olağanlaşan savaş hali koşullarında kurucu şiddet düzleminde ilerletiyor. En son Yargıtay Başsavcısı HDP’nin hesaplarının bloke edilmesi ve hazine yardımının kesilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. DBP’ye kapsamlı bir operasyon başlatıldı ve eşbaşkanı da dahil bir çok parti yöneticisi gözaltına alındı ve tutuklandı. İBB için terör kapsamında soruşturma açılarak kayyım konusunda vites büyütüldü. Tüm bunlar şunu gösteriyor: Uygulanmakta olan şiddet; koruyucu, yani mevcut olanı korumanın yanı sıra, AKP’nin ilan ettiği Türkiye yüzyılı vizyonunda ifadesini bulan islamcı-faşist devleti inşa yolunda kurucu şiddettir. Bu yüzden Kürdistan’da doğrudan yürütülen savaş, artık fiili bir savaş hali olarak Türkiye’de de yaşanıyor. Kürt halkına dönük topyekun savaşın aynı zamanda tüm muhalefet dinamiklerini de kapsayacak şekilde genelleştirildiği bir savaş hali bu. Düne kadar AKP-MHP iktidarı, koruyucu şiddetle mevcut “Türklük Sözleşmesi”nin koruyucu hukukunu ayakta tutmak için (kendisinden önceki iktidarların da yapageldikleri gibi) Kürtlerle savaşırken, bugün ise artık burjuva muhalefet de dahil kendisi ile birlikte olmayan tüm toplumsal kesimleri hedefliyor. Şiddet, bu denli öndeyse, yaşanmakta olan aynı zamanda hukuk kuruculuktur, yani dönülmez akşamın ufkuna varma hamlesidir.
Biz de faşist iktidarın seçime yürürken iç savaş mekaniğini işleteceğini, faşist kurumsallaşmayı bir bütün olarak tesis edeceğini görerek konumlanmalıyız. Buna hazırlık, asıl olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin (bir anlamda yeni bir “hukuk” oluşturacağı devrimi örgütleyecek), kurucu şiddeti örgütlenerek yapılabilir.
O halde hukuğun siyasallaştığı teranelerini bırakalım ve asıl olarak devrimci olmanın temel ölçütü olan kurucu şiddeti örgütleyerek süreci karşılayalım.
Sarı öküz
Selahattin Demirtaş, İmamoğlu’na verilen ceza için şu değerlendirmeyi yaptı; “sarı öküzü vermeyecektiniz.” Yani HDP eşbaşkanları ve vekillerinin tutuklanmasına sessiz kalmayacak, ‘anayasaya aykırı ama biz yine de evet diyeceğiz’ diye dokunulmazlıkları kaldırma kararına ortak olmayacaktınız. Halkın iradesinin seçimlerden hemen sonra yok sayılmasına ve HDP’nin kazanmış olduğu belediyelere kayyım atanmasına, birçok belediye başkanının tutuklanmasına, halkın iradesinin gasp edilmesine sessiz kalmayacaktınız diyor. Ancak CHP tarafında bu yönlü bir sorgulama sözkonusu olmadı.
İmamoğlu kararıyla sarı öküzün bağını kuran ise 6’lı masanın içinde, bir tek Babacan oldu. AKP’nin Kürt oylarına talip olan DEVA partisi, burjuva liberal çizgisini ikircimsiz savunuyor. Babacan Demirtaş’ı ve HDP belediyelerinin gasbını andı. Ve hitabet yönüyle oldukça zayıf bir konuşma yapmasına rağmen, alanda en çok Babacan’ın Demirtaş ve HDP belediyelerine kayyım atanmasını reddettiğini vurguladığı sözleri kitlede karşılık buldu. Yine savaş mı barış mı diye sorduğunda, meydanda hiç görülmemiş bir barış karşılığı aldı. Kılıçdaroğlu ise sanki bu saldırılar CHP ile sınırlıymış, seçme ve seçilme hakkının gasbı konusunda Türkiye’de daha evveliyatında bir şey olmamış gibi, bir süre muhtelif davalardan tutuklu kalan kendi vekillerine, Erdoğan’a hakaret davasından dolayı ceza ve siyaset yasağı alan Canan Kaftancıoğlu’na değinmekle yetindi. Bu bile CHP’nin ve de Kılıçdaroğlu’nun sosyal demokrat kimliğinin ne kadar naylondan olduğunu gösteriyor! Reformist solun, rejimin İmamoğlu hamlesi üzerinden, HDP’ye dönük saldırıları da içine alan (CHP’nin başını çektiği 6’lı masanın sahipleneceği) bir toplumsal muhalefetin örülebileceği beklentisi ise oldukça boş bir beklentidir.
Saraçhane’de Babacan’ın konuşmasına kitlenin verdiği tepkiye tekrar dönelim. Kimliği ve niyeti ne olursa olsun, HDP ve Kürt sorunu bağlamında dillendirdikleriyle CHP kitlesinde karşılık buldu. Bu, aslında CHP’ye oy veren işçi ve emekçilerin –zira alanda ağırlıklı olarak CHP kitlesi vardı- Kürt sorununa yaklaşımda almış olduğu bir tutumdu. Kürt halkına dönük Kuzey Kürdistan’da, Rojava’da ve Başur’da yürütülen savaşa karşı daha doğrudan bir çalışmanın neden bugün yakıcı bir ihtiyaç olduğunu, o meydanda savaş mı barış mı sorusuna verilen yanıt üzerinden bir kez daha söyleyebiliriz. Bu Mustafa Kemal’ın yurtta sulh cihanda sulh retoriğinin bir sonucu olarak sahiplenilen bir talep değildi. Babacan’ın Demirtaş, HDP vurgulu sözlerinin hemen üzerine geldi. Ve barış talebi yükseltilirken Kürdistan’da yürütülen savaşa karşıtlık ifade ediliyordu.
Test sürüşü
İmamoğlu’nun cezasının onanması, önümüzdeki seçimlere doğrudan bir müdahale anlamındadır. İstanbul Belediyesi’ne kayyım atamak burjuva toplumsallık içerisinde öyle kolay kabul edilebilecek, sindirilebilecek bir durum değil. Buna dönük tepkinin cılız kalması, bu saldırının 6’lı masa tarafından püskürtülememesi, 2023 seçimini doğrudan etkileyecektir. Saray, bu anlamda İmamoğlu hamlesiyle bir test sürüşü yaptı. Bu hamle, Saray’ın elini güçlendirmek bir yana zayıflattı denilerek, Saray’ın değil doğrudan devlet içindeki bir kliğin icraatı olarak değerlendirenler de var. Ancak AKP her hamleyi aynı zamanda bir test sürüşü ile birlikte planlar. Bunu da öyle yaptı.
Bu noktada, Kürdistan’daki kayyım siyasetine bakmak yeterlidir. Hatırlarsak, AKP iktidarı, daha kendi iddialarına göre bile belediye kaynaklarını PKK’ye aktarmak, yardım edebilmek için geçmesi gereken zaman aralığına (inandırıcılık için) ihtiyaç duymadan, neredeyse HDP’nin tüm belediyelerine kayyım atadı. Ama bu hamlenin test sürüşü, seçimlerden hemen sonra yapıldı. YSK tarafından seçime girmesinde mahsur görülmeyen Tuşba belediye eş başkanına, seçimlerden hemen sonra KHK’lı diye mazbatası verilmedi, belediye başkanlığı düşürüldü. Tuşba pratiği, halkın iradesini kendi hukuklarını bile çiğneyerek gasp etmenin test sürüşüydü. Bu hamle ile Kürt halkının vereceği tepki test edilmiş ve böylece birkaç ay sonrasında kayyım siyaseti devreye sokulmuştur. Şimdi de seçimlerin arifesinde yaşanmakta olan, benzer bir durumdur. İmamoğlu kararına burjuva muhalefetin verdiği tepki, oluşan kamuoyu baskısı devam ettirilirse bu hamle istinaf üzerinden geri çekilebilir. Bu, muhalefetin oluşturacağı basınçla birebir bağlantılıdır.
Şu açıktır ki AKP tarafından mahkemeye bu karar aldırılırken, bunun siyasal ve toplumsal sonuçları olacağı biliniyordu. Öncelikle 2023 seçimleri öncesi siyasetin dizayn edilme çabası olarak okunacağı aşikardı. Yine de bu çabanın kimin yararına olacağını, siyasal ve toplumsal olarak bu karara karşı yükseltilecek tepkiler, bu tepkilerin dozajı belirleyecek. Sonuçtan bakanların bir kısmı, mağduriyet üretilerek İmamoğlu’nun önünün açıldığı savını ileri sürdüler. Ve bunun mantıki sonucu olarak, aslında bu, bir devlet kliğinin Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizme karşıtlık olarak okunabilecek kimi çıkışları nedeniyle (açıkladığı ve neoliberal bir programdan başka bir şey olmayan 2. Yüzyıla Çağrı vizyon belgesine rağmen), önünü kesmeye dönük hamlesiydi demiş oldular. Kılıçdaroğlu’nun önünün kesilmesi gibi bir sonuç çıksa bile bu hamlenin kendisi, doğrudan bu yönlü bir hamle değil. Erdoğan’ın uçakta gazetecilere yaptığı açıklamadan da (sonrasında yayınlanmasın dendiği için majestelerinin gazetecileri tarafından yayınlanmamıştır) anlaşılacağı gibi bir süreç yönetimi sözkonusu. Bu senaryoyu mantıki sonucuna vardırırsak, Saray’ın doğrudan süreç yönetimini yaptığı bu hamle üzerinden şu çıkarsamayı yapmamız gerekir: AKP, seçimleri kaybedeceğini düşünüyor ve sonrasına hazırlık yapıyor! Ki bu belli yönleriyle olağan bir seçim sürecinin bizi beklediği anlamına gelir. Oysa sermaye fraksiyonları arası çelişki ve çatışmalar, her birisinin siyasal temsilcileri arasında yaşananlar, hiç de bu tabloya uygun değildir. Kıran kırana bir mücadele yaşanıyor ve AKP, seçimler öncesi ve sonrası iktidarı bırakmamak için elinden geleni yapacaktır. Rojava’ya yeni bir işgal hamlesi de bu yapılacaklar listesindedir, toplumsal muhalefeti sindirmek için korku iklimini hakim kılma hamleleri de.
İmamoğlu, kriz yönetimi konusunda, Erdoğan kadar olmasa da güçlü bir figür. Popülizmin dibine vurmakta da Erdoğan’la yarışabilecek biri. Bunu, duruşma arasında, olası mahkumiyeti de hesaba katarak kitleleri Saraçhane’ye çağırması ve mahkeme kararıyla da bunu güçlü bir protesto hamlesine çevirmesiyle gösterdi. Yine kendi adaylığını destekleyen Akşener’le birlikte vermiş olduğu görüntü de elini güçlendiren bir kareydi.
Öte yandan İmamoğlu’nun kitleleri kapsama, geniş kesimlerde rıza devşirme konusunda Erdoğan’a benzer bir performans sergileyebileceği öngörüsü ile TÜSİAD sermayesi tarafından destekleneceğini söylemek için de kahin olmak gerekmez. Kılıçdaroğlu, Rifkin’li, Daron Acemoğlu’lu uzmanlar kadrosuyla açıkladığı -dolgu niyetine birkaç sosyal devlet politikası destekli yoksulluk yönetişimini de içeren- neoliberal “2. Yüzyıla Çağrı” vizyon belgesiyle, daha önce tekelci sermayeye çatan kimi söylemlerinin TÜSİAD’ta yapmış olduğu alerjiyi gidermeye çalıştı. Bu anlamda diyebiliriz ki, vizyon belgesi TÜSİAD’ın geleceği inşa vizyon belgesiyle güçlü bir senkronizasyon içindeydi. Ancak bu yetmez; cumhurbaşkanı adayının aynı zamanda, popülist ve kitleleri neoliberalizme yedekleyebilecek niteliklere sahip olması gerekir. İşte Kılıçdaroğlu’nda eksik olan, açıkladığı vizyon belgesine rağmen budur. İmamoğlu ise çıkışları, omurgasızlığı, kapsayıcılığı ile TÜSİAD cenahı için biçilmiş kaftandır. Ona gösterilen sağlı, (liberal) sollu teveccühün nedeni budur.
Yine kararın dünya çapında ses getirmesi de Erdoğan’a dönük rahatsızlığın bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. ABD, doğrudan 2023 seçimlerine gölge düşüren bir karar olarak değerlendirmiştir. Keza birçok Batı merkezi de seçim sürecine müdahale olarak almıştır. Tüm bunlar, Millet İttifakı ve onun en güçlü olası adayına olan desteğin de ifadesidir.
AKP’nin bu hamlesi ise, seçimleri rahatlıkla kazanabilecek ve seçimler sonrası süreç yönetimini sermayenin isterleri doğrultusunda gerçekleştirme ehliyetine sahip olduğu için, sermaye sınıfının geniş bir kesiminin desteğini alan adayın önünü kesme amacını güdüyor diyebiliriz.
İstanbul Belediyesi’ni önemi
Ekrem İmamoğlu’na verilen ceza, elbette salt İstanbul belediyesine dönük rövanşist bir hamle olarak okunamaz. Ancak İstanbul belediyesinin kendi başına bile seçim arifesinde böyle gasp edilmesi, başlı başına önemli bir adımdır. Bu hamle karşısında güçlü bir direnç gelişmediğinde hızlıca sonuca gidip seçimlerden hemen önce İstanbul’un nimetlerinden yararlanmak isteyeceği de kesindir. Erdoğan, seçimlere giderken CHP’yi, İstanbul Büyükşehir Belediyesini elinde bulundurmanın imkan ve avantajlarından mahrum etmek istiyor. İktidar, böylece CHP’ye, İBB ‘nin sosyal yardımlar, öğrenci yurtları ve öğrenciye bedava yemek vb. icraatları üzerinden gelişen sempatiyi dağıtmak ve bu tarz adımları kendi hanesine kaydetmek istiyor. (Nitekim AKP öğrencilere belediyeler tarafından yemek dağıtılmasının yarattığı etkiyi görüp bu basınçla eğitim bakanlığının bedava yemek dağıtması kararını almak zorunda kalmıştır.) Belediyenin nimetlerinden yararlanma; yoksulluk yönetişimini, belediye imkan ve kaynakları üzerinden, hem de seçim arifesinde örgütleyebilme hiç de azımsanacak bir şey değil.
Bunun yanı sıra, İstanbul Belediyesi’nin kaybı ile muhalefetin kitlesinde oluşacak moral bozukluğu, hiçbir şeyin değişmeyeceği hissi, Erdoğan’ın ne yapıp edip seçim hileleri ile de olsa iktidarı gasp edeceği düşüncesi de Erdoğan’ın atı alıp Üsküdar’ı geçmesine zemin oluşturacaktır. Yani bu hamle, muhalefetin kitle tabanında yeniden pesimizmi, umutsuzluğu hakim kılma, kazanabilme iddiasını kırma amacı da güdüyor. Ve seçimlerde yapılabilecek olan hile hurdaya karşı önden boyun eğdirme ve sessizliği örgütleme hamlesi olarak da değerlendirilebilir.
Saraçhane; ikinci bir Yenikapı
Bu karar hukuki değil siyasidir, diyerek kitlelerde bilinç bulanıklığına yol açanların bir kısmı, ikinci Yenikapı olarak ifade edebileceğimiz Saraçhane ruhuna soldan kan taşıdılar. Akşener ve İmamoğlu’lu platforma çıkıp birlikte selama durdular.
Burjuva klikler arası çatışma ve çelişkilerin kitlelerde yaratacağı yarılmayı derinleştirerek sokağa taşırmayı, faşist iktidara karşı öfkeyi kızıştırmayı değil bir nevi Saraçhane’den kalkan seçim otobüsüne binmeyi esas aldılar. Otobüse binmekte ilk gün EMEP başkanı Ercüment Akdeniz kadar cevval olamayanlar da sonrasında bunu telafi edercesine Saraçhane ruhunda buluştular.
EMEP’in, o otobüse çıkıp boy endam göstermesi bizi şaşırtmadı. Saraçhane’nin yolu taştandı ve bu yolda seke seke yürüyeceklerini Evrensel’in başyazarı İhsan Çaralan, 1 Aralık’taki yazısında ilan etmişti. O da biliyordu; 6’lı masanın “güçlendirilmiş parlamenter sistem anayasa önerisi”nde işçi sınıfına, Kürt halkına, Alevilere, ezilenlere bir şey yok, halkın siyasete katılımının önünü açmıyor. Ama olsundu, yine de “tek adam rejiminin anayasasın”dan daha evla! Çaralan, 6’lı masaya “yetmez ama evet” diyerek sunduğu desteği, yazısında bir Bektaşi fıkrasıyla şöyle anlatıyo:
“Bektaşi babası bir “mecliste”, etrafına toplanmış bir kalabalıkla sohbet etmektedir. Önüne iki testi şarap getirilir.
“Baba sen bilirsin. Şu şarapları bir tat da hangisini iyi olduğunu söyle” derler.
Baba testilerin birinden bir yudum alır ve kararını tereddütsüz bildirir: Öteki testideki şarap daha iyidir!
Kalabalık itiraz eder: “Ama öteki testiyi hiç tatmadan o daha iyi dedin; olur mu?”
Baba fikrini kararlılıkla savunur: “Çünkü bundan daha kötüsü olmaz!”
İşte Saraçhane yollarında ilerleyenlerin en açık sözlüsü EMEP’in duruşu budur. Kendisine Marksist Leninist diyen hiç kimse, (Bektaşi fıkrasıyla duruşunu rasyonalize eden Çaralan’ın ayak izlerini takip ederek) burjuva klikler arasındaki çatışmada bağımsız sınıf duruşunu bordadan atıp, ehvenişer diyerek bir burjuva kliğin programına yedeklenmez, Saraçhane’ye demir atmaz.
Nereden tutacağız?
CHP, İmamoğlu kararını sokakta göğüslemeyi kesinlikle istemeyecek, bu hamlenin sistemin meşruiyet krizine dönüşmesi tehlikesini savuşturmaya odaklanacaktır. Çünkü o, sandık dışında, kitlelerin öz güçlerini açığa çıkararak ilerleyecek bir süreçle iktidara yürümeyi asla ve kat’a istemeyecektir. Bu, iktidarı kaybetmesine yol açsa bile. CHP, devletin has sahibi olarak kendisini gördüğü için, onu, yığınların doğrudan siyaset arenasını sokakta kurmasının oluşturacağı tehditle yüz yüze bırakmayacaktır.
Ancak, krizin derinleşmesi, belediye başkanlığının düşürülmesi veya kayyım hamlesi ile faşist iktidarın belediyeyi gasp etmesi karşısında kitleler, CHP kadar “serin kanlı” olmayacaktır. Biz, İmamoğlu şahsında yaşananlar ile kitlelerin bilincinde daha da çıplaklaşan faşist rejimin saldırılarına karşı biriken öfkeyi değerlendirmeliyiz. İstanbul Belediyesi’nde mahkeme sonrası ayrı bir süreç olarak başlatılan soruşturma ile olası bir kayyım hamlesine veya İmamoğlu’nuna cezasının istinaf ve Yargıtay’da onanması ile belediye başkanlığının düşürülmesine karşı kitleleri, kendi kaderlerini ellerine almaya çağırarak sokağa çekecek bir mücadele hattı örmeliyiz.
Meseleyi İmamoğlu meselesi olmaktan çıkartarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin örgütlenme, eylem yapma, düşüncesini ifade etme hakkını savunarak sürece müdahale edebiliriz. Kayyım siyasetine karşı bugüne kadar yükselen cılız tepkiyi İstanbul’a kadar uzanan bu saldırı ile birlikte yeniden gündemleştirebiliriz. HDP vekillerinin tutuklanmasına, siyaset yapma haklarının gasp edilmesine, Kürt halkının iradesinin yok sayılmasına karşı tepkiyi yeniden kızıştırarak, kitlelerin HDP davasına sokakta sahip çıkmasını sağlayabiliriz. Gasp edilen her bir belediyenin önünü bir eylem alanına dönüştürebilir, İstanbul Belediyesi’nin de gasp edilmesi tehdidine karşı güçlü bir toplumsal muhalefeti örebiliriz.
Bizim Saraçhane’de işimiz olmaz. Ancak sokakta, seçme ve seçilme hakkının gaspına karşı gelişen tepkiyi örgütlemek ise ikircimsiz almamız gereken tutumdur. Bu, İmamoğlu’na destek değil, bugüne kadar alınmış olan tüm yasak ve hak gasplarına karşı öfkeye benzin taşıma işidir.
[1]Devrimin Partisi, Ama Nasıl? – Hevi Devrim (https://komungucu8.com/2019/07/08/devrimin-partisi-ama-nasil-hevi-devrim/)