‘22 yaşındaki Jina Mahsa Amini, İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle yeniden sıkılanan tesettür yasasına uygun bir şekilde giyinmediği için, rejimin ahlak polisleri tarafından işkenceyle katledildi. Bu isyan, Jina Mahsa Amini şahsında ulusal ve cinsel çelişkiyi harekete geçirdi. Ulusal çelişki Jina’yı, onun itirazını, ahlak polisleri karşısındaki direngenliğini örgütleyen yöndür. Cinsel çelişki ise hepimiz biliyoruz ki İran İslam rejiminin toplumu baskı altına alma hamleleriyle birlikte ilk giriştiği örtünme zorunluluğuyla katlanmış olarak vücut bulmuştur.
Ulusal ve cinsel çelişki ve baskının bir sonucu olarak Rojhilat’ın bozkır misali tutuşması, ayaklanmanın Rojhilatlı kadınların başını çektiği eylemlerle başlaması elbette tesadüf değildir. Kürt kadınları, elde silah, özgür bir dünyanın düşünü gerçekleştirmek için savaşan Kürt kadın gerillalarının açtığı yol, çizdiği rotada ilerliyor çünkü. “Jin, Jiyan Azadi”nin dalga dalga yayılması, İran’ın diğer bölgelerinde “Zen, Zendegi, Azadi” olarak yankılanması bundandır. Ayaklanmanın temel şiarı olan “Jin, Jiyan, Azadi” dünya halklarının enternasyonal dayanışmasıyla birlikte her dilde yaygınlaştı, evrenselleşti.
Jina’dan sonra Rojhilat ve Tahran’dan başlayarak İran’ın birçok kentinde kadınlar dans ederek başörtülerini yaktılar ve özgürlük için ölümü gözlerinde küçülterek sokaklara aktılar. Çünkü Molla rejiminin kadın düşmanlığı, özgürlük yoksunluğu, artık kadınların canına tak ettirmişti. Başörtülerini yakan, özgürlük için “kestik kara saçlarımızı” diyen tüm kadınlar, bir sınır çizgisini aştılar. Artık eskisi gibi boyunduruk altına alınamaz, kapatılamazlar. Mağlup olduklarında bile kazanmış olacaklar.
Bu bir varoluş mücadelesi. Bir örtünün altında, silikleştirilmeye karşı bir varoluş haykırışı. Ve kadınlar bu mücadeleleriyle sistemin temel direklerinden birini sarsıyor. Bu direğin sarsılması, yarın öbür gün çok farklı dinamikleri harekete geçirecektir.
Molla rejimi, kurulduğu günden bugüne hep beka sorunu yaşadı, yaşıyor. Bu, güçlü sınıfsal toplumsal mücadeleler üzerinden yükselen İran Devrimi’nin karşıdevrimle bastırılması nedeniyle doğaldı da. Tarihsel olarak güçlü bir mücadele birikimine sahip işçi sınıfının, kadınların ve emekçi halkların varlığı koşullarında, bundan daha doğal bir şey olamazdı. Onun bu korkusunun büyüten, Rojhilat’ta Kürt halkının ulusal özgürlük talepleri temelinde bugünlere kadar yürüttükleri direniştir, İslamcı faşist rejiminin en çok baskı uyguladığı, ikincilleştirdiği kadınların hiç dinmeyen özgürlük mücadelesidir. İşçi sınıfı ve ezilen halkların, ‘79 devrimini kara kışa döndüren İslamcıların karşıdevrimine rağmen, bir bütün olarak yok edilemeyen örgütlenme ve özgürlük arayışlarıdır.
Kadınların mücadelesi, kimi zaman sivil itaatsizlik olarak (başörtü zorunluluğuna karşı kakül keserek, rejimin genelgelerinin sınırlarını zorlayarak, ayrıca ahlak polislerinin sürekli sinir uçlarına dokunacak zenginlikte yol ve yöntemler geliştirerek) kimi zaman patlak veren halk isyanlarının en önünde örtünme zorunluluğuna karşı başörtülerini çıkartıp bayraklaştırarak, özgürlük taleplerini haykırarak ilerledi. Ancak ilk kez doğrudan örtünme zorunluluğu üzerinden, kadınların özgürlük talepleriyle toplumsal özgürlük taleplerinin iç içe geçtiği ve kadınların öncülük ettiği bir halk ayaklanması olarak yaşanıyor süreç.
Molla rejimi, her ne kadar kadınları yaşamın dışına itmek isterse istesin -İranlı kadınların uzun yıllara yayılan mücadele tarihi ve geleneği nedeniyle- bunu asla başaramadı. Ayrıca, Irak-İran Savaşı nedeniyle erkeklerin cepheye sürülmesiyle kadınların üretim sürecinde yer alması, devlet dairelerinde görev üstlenmesi bir zorunluluktu. Ancak bununla kalmadı, üretim sürecinde yer almanın gerektirdiği eğitim ve nitelik; iletişim, enformasyon ve bilgisayar teknolojilerindeki değişimle birlikte daha da gelişti. Ve rejimin tüm niyetlerinin hilafına bugün kadınlar, daha fazla üretim ve kamusal alanlarda görünürler. Sosyal medya, kadınlara hiç olmadığı kadar geniş bir sosyalleşme imkanı sağladı. Farklı ilişki ve dayanışma ağları oluşturmalarına imkan verdi ve kadınların kendilerini güçlü hissetmelerini sağladı. Ailenin, devletin, dinin kıskacındaki kadın, yaşanmakta olan toplumsal dönüşümle birlikte artan baskı ve tahakküme karşı itirazını örgütleyebilecek olanaklara da ulaştı. Örgütlenme ve itiraz; rejimle kadınlar arasındaki gerilimi sürekli yükseltti.
Kadının özgürleşmesi sistemin doğrudan hedefe koyulmasına bağlı
“ey tanrı, ey ölüme bulanmış gizemli kahkaha
sana yabancıdır benim acılarım, feryatlarım
ben sana kafir, sana münkir,
sana asi sana inat bu şeytan benim tanrı”
-Furuğ Ferruhzad
İran’da şeriat yasalarının uygulanmaya başlanmasında ilk basamak olarak kadınlara dönük uygulamalar gündemleştirilmişti. Kadınlar üzerindeki tahakküm, denetim ve baskı mekanizmaları yer yer gelişen mücadelelerle gevşetilmiş olsa da hiçbir dönem ortadan kalkmadı. Örtünme zorunluluğu adeta kadının köleleştirilmesinin, boyun eğdirilmesinin nişanesiydi. Ve örtünme zorunluluğunun ortadan kaldırılması rejimin bekası için oluşturulan bentlerden birinin yıkılması demektir. Bu yüzden kadınların “Kahrolsun İslam rejimi”, “Diktatöre ölüm” sloganları oldukça yerindedir. Bu mesele, reformlarla çözülebilecek bir mesele değil doğrudan sistem sorunudur. Ve yürütülecek mücadelenin de bu nitelikte olması gerekir.
Cinsiyet ayrımcılığının çok açık, çıplak bir biçimde vuku bulduğu bir ülkedir İran. Öte yandan sol hareketin, siyasal mücadele tarihinin gelişkin olduğu bir ülkedir aynı zamanda İran. Tam da bu yüzden rejim, baskı ve tahakküm araçlarını ne kadar kullanırsa kullansın toplumu stabilize edemiyor.
Bütün erkek egemen iktidarlar, kadının bedenini, emeğini, kimliğini kontrol altında tutmayı hedefler. Bu patriyarkal kapitalist sistemin genetik kodlarından birini oluşturur. Diğer yandan kapitalist sömürü sisteminin isterleri doğrultusunda ve kadınların yürüttüğü mücadelenin bir parçası olarak bu baskı ve tahakküm ilişkilerinin daha örtük olduğu yerlere kıyasla, İran’da kadınların nasıl giyinecekleri, nasıl hareket edecekleri, nasıl yaşayacakları bir bütün olarak islamcı faşist iktidar tarafından belirlenmektedir. Ancak yine de tüm baskı ve zorbalıklarına, örgütlenme önündeki tüm engellemelerine rağmen kadınlar, kendilerine biçilen hayata itiraz ediyorlar. Eve hapsedilmeye olduğu kadar, kamusal alanda ikincilleştirilmeye karşı da seslerini yükseltiyor, cinsiyet eşitliği için mücadele ediyorlar.
İran’daki siyasal-toplumsal atmosfer, toplumun her türlü baskıya rağmen zapturapt altına alınmamışlığını gösterir. Kadınlar, çalışma ve kamusal alana girmek için zorunlu olan çarsaf giyme zorunluluğunu adım adım gerilettiler. Ayrıca rejim zamanla örtünmenin esaslarında kimi esnemeleri kabul etmek zorunda kaldı. Önce kakül, sonra başörtüsünün yarım bağlandığı modeller geliştirdi kadınlar. Bunların her birisi İran toplumunun, başta kadınlar olmak üzere dinamik ve mücadeleci karakterinin bir sonucuydu. Elbette rejim de bekası için boş duramazdı. Bir yerden sonra ipin ucunu elinden kaçıracağı endişesiyle vidaları yeniden sıkılaştırmayı hedefledi. Baskıyı yoğunlaştırdı.
2006 yılında (sistem içerisinde katı bir çizginin savunucusu olan Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığı döneminde), rejim, kadınlar cephesinde fabrika ayarlarına dönmeyi hedefledi. Bu temelde ahlak polisliği oluşturuldu. Böylece rejim, kadınların gündelik mücadelelerle aşındırdıkları ve defacto olarak rejime kabul ettirdikleri örtünmedeki kısmi gevşemeyi ortadan kaldırarak kadınların özgürce davranabilecekleri hiçbir alan bırakmamacasına bir düzenek oluşturmuştu. Ancak hiçbir deli gömleği kadınları zaptedemedi. Kadınlara geri adım attıramadı. Ahlak polisliği mevzusunu salt artan baskılar yönüyle değil de İranlı kadınların rejimin beka korkusunu daha bir güçlendiren mücadelesi üzerinden okuduğumuzda, Jina’nın başörtüsü ile zaptedilemeyen saçlarını ve bugünkü kadın isyanını anlayabiliriz.
Özgürlük yoksunluğu ile yoksulluk ve sefalete karşı öfkenin patlaması
Dünya çapında 2008 krizinden sonra yaygınlaşan isyan dalgalarının her birisi, fitili ateşleyen ne olursa olsun ekonomik kriz ve özgürlük yoksunluğu temelinde gelişti. İki dinamik iç içe geçti. Arap isyanının başlatıcısı Buazizi’den hatırlayalım. Tunus’ta Buazizi -derin yoksulluğa mahkum eğitimli bir genç işsizin- ekmek teknesi olan tezgahını zabıtalar kırınca bedenini sisteme protesto ilanı olarak ateşe verdi ve isyanın fitilini ateşledi. Çıkış noktası, işsizlik, yoksulluk ve sefalete karşı yükselen öfkeydi. Sonra kitleler, tekçi egemenlik biçimlerinin alamet-i farikası olan özgürlük yoksunluğunu bayrak edinerek ilerledi. İran’da da cinsiyet ayrımcılığının, kadın düşmanlığının en çıplak ifadesi olan ahlak polislerinin Jina’yı katletmesi sonrası, kadınların özgürlük talebiyle başladı ayaklanma. Ama onun İran’ın 80 kentine yayılması, rejim karşıtı bir çizgide gelişen bir halk hareketine dönüşmesi, aynı zamanda yoksulluk ve sefalet birikiminin çarpan etkisinin sonucu oldu.
İran, yaptırımların tetiklediği ekonomik kriz, bölgesel bir güç olarak askeri alana yaptığı yatırımlar, yanı sıra ayyuka çıkan yolsuzluk ve kayırmacılık nedeniyle yoksulluk ve sefalet içerisinde olan kitlelerin son yıllarda sık sık sokakları ısındırdığı bir ülke. Ve her bir ayaklanma veya ayaklanma girişimi özgürlükler sorunu ile de iç içe geçerek gelişti, gelişiyor. Ancak ilk kez doğrudan özgürlük sorunu temelinde ve kadınların başlattığı bir isyan yaşanıyor İran’da. Molla rejimine cepheden savaş açan bir hatta ilerliyor. Rejimin temel direklerinden birine, yani şeriat hukuğuna karşı gelişiyor. Rejim biliyor ki buradan açılacak bir gedik burayla sınırlı kalmaz. Özgürlük sorunu böyledir. Az az vererek defteri kapatamazsınız.
İran’daki son ayaklanma gösteriyor ki başta kadınlar ve Kürtler olmak üzere tüm toplumsal kesimler artık molla rejiminin cenderesi altında yaşayamaz hale geldi. Sokağa çıktı, ateşin bu coğrafyadaki arındırıcı ve özgürleştirici gücüne başvurdu, sokakları tutuşturdu. Üzerlerine hedef alınarak silah sıkılmasına ve yüzlerce ölüye rağmen savaş mevzisi haline getirdikleri sokakları terketmiyor kadınlar ve rejime karşı isyan eden emekçi halklar. Kadınların başlattığı ve başı çektiği bu ayaklanma, bastırılsa bile İran’da siyasal, toplumsal birçok değişime gebe bir süreci başlatacaktır. Ancak bugün sonuç üzerinden konuşmak için henüz erken. Biz asıl olarak kitlelerin yıkıcı yaratıcı eyleminin, şahlar deviren ve mollaları da yıkacak kudrete sahip isyanının özgürleştirici ruhuna odaklanmalıyız.
Hiç durulmayan bir ülke
İran, devrimci ve karşıdevrimci hareketin yükseliş ve düşüş yaşadığı oldukça dinamik bir toplumsal mücadeleler tarihine sahip. 2. Emperyalist savaş sürecinde Azerbeycan Sovyeti ve Mahabad Cumhuriyetine tanıklık etmiş, bu iki cumhuriyet Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve ABD ile savaş sonrası yaptığı anlaşma sonucu çekilmesi sonrası ise yıkılmıştı.
İran işçi sınıfı, 2. Emperyalist savaştan hemen sonra, Franco faşizmini protesto için 80 bin kişinin katıldığı bir eylem örgütleyecek kadar güçlü bir siyasal bilince ve antifaşist damara sahipti. İsfahan, Abadan, Tebriz, Meşhed gibi sanayi kentlerinde grev ve direnişler hiç eksik olmadı. Ülkede toplumsal mücadelelerin kabarışıyla birlikte devrimci güçlerin desteklediği antiemperyalist bir programla ortaya çıkan ve Ulusal Cepheyi örgütleyen Musaddık, Şah’ı devirerek 1951’de yönetime geçti. Ancak Pehlevi’ye karşı Ulusal Cephe’nin etrafında örgütlenip onu tahtından eden halk kitleleri, örgüt ve öncülük sorunu nedeniyle bu atılımını ileriye doğru devam ettiremedi. Musaddık’ı ipe götüren ise programını hayata geçirmek için halk güçlerine dayanmaktan öte, yukarıdan devrimle yol almaya çalışması oldu. Bu da ittifak güçlerinin kayganlığıyla birlikte sonunu getirdi. Ulusal Cepheyi destekleyen birçok siyasi klik çekildi veya ulema kesimi gibi saf değiştirdi. Petrol şirketlerini millileştirmesi ile birlikte ABD doğrudan devreye girdi ve Şah’ı destekleyerek, onu yeniden yönetime getiren süreç adım adım örgütledi.
Şah artık sırtını daha güçlü bir emperyalist güce, ABD’ye yaslıyordu. Ancak SAVAK’ı[2] ABD’nin engin yardımlarıyla örgütlemesine, baskı ve tahakküm araçlarını çoklu kullanmasına rağmen toplumsal mücadeleyi bastıramıyordu. Abadan petrol işçileri, diyebiliriz ki her dönem işçi sınıfının mücadelesinde başı çekti. Şah rejiminin örgütlenme, eylem ve ifade özgürlüğünü yoksayan uygulamalarına karşı olduğu gibi ekonomik talepleri için de tüm yasaklamalara karşı büyük işçi direnişleri örgütledi. Yine ulusal talepleriyle mücadele eden halkların direnişi ve diğer toplumsal kesimler de İran toplumunun dinamizmini yansıtıyordu.
Tam da bu yüzden Şah, hem mevcut tepkileri soğurmak hem de karşı cepheyi dağıtmak için tepeden kimi reformları yapma kararı aldı. Toprak reformu yoksul ve topraksız köylüye toprak dağıtmaktan öte Şah rejimine karşı bir muhalefet odağı olan ulema sınıfının topraklarına el koyma ve tarımda kapitalizmi geliştirme hedefini güdüyordu. Modernleşme yönünde atılan adımlar ise, bir nevi Kemalist rejimle benzerlik taşıyordu. Şah, toplumsal çelişki ve talepleri yok sayar ve bu talepler doğrultusunda harekete geçenleri bastırırken diğer yandan yukarıdan reform hareketini başlatıyordu. Bu çerçevede kadınlara ve gayri müslimlere oy kullanma hakkı tanıyan düzenleme, ulema sınıfı için adeta tehlike çanlarını çaldırıyordu. Büyük bir reaksiyon oluştu. Kum kentinde bulunan Humeyni Ayetullahlar arasında en radikaliydi ve tüm ulema sınıfını şeriatı yok sayarak kadınlara tanınan haklar nedeniyle Kum kentinde halkı Şaha karşı isyana çağırdı. Ayaklanma büyük kentlere sıçradı, günlerce sürdü. ABD’nin yardımıyla isyanı bastıran Şah, geride 10 binin üzerinde katledilen insan bıraktı. Bu adeta bir devrim provasıydı. Sene 1963’tü ve 79’un ayak sesleri duyulmaya başlamıştı.
Ayaklanma Humeyni’nin çağrısıyla, dindar-muhafazakar kesimlerin sokaklara döküldüğü bir şekilde gelişti. Sol cenah ise “Reformlara evet diktatörlüğe hayır” sloganlarıyla bu ayaklanmanın içerisinde yer almıştı.
Diğer yandan devrimin asıl lokomotifi, büyük sanayi kentlerindeki işçilerdi. İşçi sınıfı, yaygın grevlerle, sabotaj da dahil her türlü eylemle devrimin yolunu döşedi. 1978’de kitlesel ve yaygın işçi eylemleri oldu. Her bir fabrikada, başta petrol rafinerilerinde olmak üzere, grev komiteleri kuruldu. İşçi eylemleri salt ekonomik taleplerle sınırlı kalmıyor, siyasal tutsakların serbest bırakılması, örgütlenme özgürlüğü vb gibi siyasal talepleri de içeriyordu. İran toplumunda bir yandan Humeyni’nin çağrılarıyla -devrime kadar Irak ve daha sonra da Fransa’daydı- sokaklara dökülen yüzbinler vardı, diğer yandan Humeyni’nin çağrı ve eylemleriyle paralel giden -yer yer üst üste binen- sol hareketin ve grev komitelerinin eylemleri oluyordu. İran devrimi olduğunda, Humeyni bir bütün olarak ipleri eline almamıştı.
Sol-devrimci güçler, adım adım örülen şeriat düzeni tehlikesinin farkında değillerdi. Şah devrildikten ve Şahın atadığı en son hükümet de kitle mobilizasyonunu görerek yapabileceği hiçbir şey olmadığının ayırdına varıp çekildikten sonra, süreci yönlendirmede inisiyatifi Humeyni aldı. 1979 Şubat Ayaklanması ile gerçekleşen devrime en hazırlıklı güç Humeyni ve taraftarlarıydı. Sol hareketin iktidar bilinci yoktu ve bu, devrimin ilerleyen zamanlarda ellerinden kayıp gitmesine yol açtı.
Devrimin ilk günlerinde İran solu ve devrimci güçleri, Humeyni’nin doğrudan şeriat düzenini inşa etmek anlamına gelen İslam Cumhuriyeti çağrısının, iktidarı islamcılara terketmekle eş anlamlı olduğunu görmedi. İslamcılar, devrimden hemen sonra toplumsal muhalefeti bastırarak sokağın hakimiyetini sağlamak için gündelik hayatı dizayn ederek karşı devrimin toplumsal temellerini güçlendirmeyi hedefledi. Kamusal alan ve gündelik hayatın tüm alanlarında şeriat hükümlerini geçerli kılacak bir yapılanma için ilk adım, kadınlara örtünme zorunluluğu ve cinsiyet eşitsizliğini her alanda belirginleştiren şeriat kurallarının uygulanması idi. Özcesi, hedefte önce kadınlar vardı. Kadınların şeriat kurallarına göre giyinmesi için yasa çıkarıldı. O dönem kadınların muhalefetine, protesto ve eylemlerine sol ve devrimci hareket, örtünme zorunluluğunu “yan çelişki” olarak görüp destek çıkmadı. Gündelik hayatın şeriat hükümlerine göre dizayn edilmesine karşı kayıtsız kaldı ve ülkenin adım adım bir hapishaneye dönüşmesine karşı etkili bir muhalefet örgütlemedi. Karşı devrimin ağlarını örmesine zemin hazırlayan düzenlemelere göz yumdu. Oysa devrimi gerçekleştiren toplumsal güçlerin büyük bir kesimi sol tandanslıydı.
Şuralar (Sovyetler), iktidar organı olarak örgütlenmeyince
1979 Şubat devriminin hemen öncesinde sol güçlerin etkisiyle işçi ve köylü şuraları örgütlendi. İşçi şuraları 1978’de örgütlenen grev komitelerine dayanıyordu. Devrimle birlikte yaygınlık kazandılar. Birçok fabrikada şuralar doğrudan yönetim organları olarak işlev gördü. Üretim ve yönetim birliğinin ifadesi oldular. Ülke çapında şuralarda en yaygın ve örgütlü yapı, uzlaşmacı ve reformist bir çizgide olan TUDEH’ti. Ancak TUDEH, şuraları devrimci birer iktidar organına dönüştürme ufkuna sahip değildi. Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri’nin etkisinin olduğu şuralar ise, işçi sınıfı içerisinde radikalleşen bir hatta ilerliyordu. Halkın Fedaileri, devrimin ilerletilmesi için işçi ve köylü şuralarının yaygınlaştırılması ve birer iktidar organı olarak işlev görmesi gerektiğini, devrimin dayanması gereken örgütlenmenin bu olduğunu savunuyordu. İktidarı paylaşan ulema ve liberal burjuvazi ise şuraları islam karşıtı ve karşıdevrimci oluşumlar olarak değerlendirerek elemine etmek istiyordu. Her yolla şuraları etkisiz hale getirmeye çalıştılar. Diğer yandan birçok iş yerinde, yapılan direnişlerle ekonomik taleplerin karşılanmış olmasının da yarattığı rehavetle, şuralar eski etkinliğini koruyamadı. Bu da şuralardaki devrimci işçi önderlerinin etkisizleştirilmesine yol açan süreci getirdi. Bir yerden sonra bazı şuralar devrim muhafızları tarafından dağıtılırken bazıları da eski rol ve fonksiyonlarını yitirerek adeta iktidarın aparatı haline geldi. Bu süreç, solcu işçilerin işten atılması ve tasfiye edilmesi süreci ile atbaşı ilerledi.
Köylü şuraları, toprak reformunun yanı sıra doğrudan öz yönetim talepleri ile Doğu Kürdistan ve Türkmenistan’da ulusal temelde gelişen mücadelelerin de taşıyıcısı oldu. Kürt ve Türkmen halkların kendi özerk örgütlenmelerini sağlamalarının aracı olan şuraları, iktidar tanımak ve anayasal bir çerçeveye oturtmak zorunda kaldı. Ancak bu tanıma, bir bölgedeki şuranın varlığının kabul edilip edilmeyeceğini iktidarın inisiyatifine, İslam devletinin sınır çizgilerine uygun olup olmamasına, bağlıyordu. Böylelikle İslamcı güçler, iş yerlerindeki şuraları korparatist örgütlenmelere dönüştürmeyi, bölgelerdekileri ise birer danışma kurulu derekesine indirgemeyi esas alıyordu.
Yine de işçi sınıfı içerisinde bu derece meşru hale gelen şuraları bir bütün olarak devre dışı bırakmakta zorlandı ulema ve liberal burjuvaziden oluşan iktidar. Ta ki Kasım 1979’da gerçekleşen ABD Büyükelçiliği’inin işgal sürecine kadar. Bu, birçok anlamda İran için bir dönüm noktasıydı. Ulemalar bu adımla birlikte güç yükseltimine gittiler ve devrimci güçlere dönük saldırılarını yoğunlaştırdılar. Ancak tüm bunlara rağmen henüz karşı devrim zaferini ilan etmiş durumda değildi.
Tüm saldırı ve dezanformasyona rağmen İran-Irak savaşına kadar şuralar, işçi sınıfının öz örgütlülükleri olarak önemli bir yer tuttu. Ancak savaşla birlikte oluşan milliyetçi hava, ülke çapında ilan edilen savaş hali ve bunun gerekleri olarak işçilerin üretimi artırmaları ve askeri eğitime tabi tutulmaları, savaşa gönderilmeleri, şuraların bir bütün olarak inisiyatifinin ortadan kaldırılması için iktidara büyük bir fırsat verdi.
Yine savaş halinin yarattığı imkanları değerlendiren islamcılar, liberal burjuvaziyle yaptıkları ittifakı dağıttı ve iktidarı bir bütün olarak ele geçirdi. Bu süreçten sonra İslamcılar; sol cenahı, liberalleri ve muhalif olma potansiyeli taşıyan tüm kesimleri yok edici politikaları devreye soktu, büyük bir baskı ve şiddet sarmalını örgütledi.
İşçi ve köylü şuraları, kitlelerin öz inisiyatifleriyle kendi geleceklerini ellerine alma isteğinin bir sonucu olarak gelişti. Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri’nin etkisinin olduğu, içeriden yönlendirdiği şuralar da vardı. Ancak bu denli yaygınlaşması, doğrudan işçi ve köylü kitlelerin öz örgütlülükleri olarak gelişmesi nedeniyledir. Zaten İslamcı kesimlerin tüm niyetlerine rağmen Irak savaşına kadar tam hakimiyet sağlayamamalarının, baskı ve zor yoluyla dağıtamamalarının nedeni de bu yaygınlık ve nitelikleridir. Türkmenistan eyaletinde kurulan köylü şuraları ve bunların koordinasyon örgütlenmeleri ise Halkın Fedailerinin de içinde olduğu oldukça militan ve devrimin iktidar organları olarak işlev görebilecek nitelikteydi. Rejim, doğrudan Halkın Fedailerini hedefleyen katletme politikası sonrası Türkmenistan’daki köylü şuralarına yöneldi ve buraları dağıttı. Yine de Türkmen ve Kürtlerin ulusal sorun ve çelişkileri ile daha da keskinleşmiş olan mücadeleleri, tüm bastırma ve yok etme saldırılarına rağmen bastırılamadı, bugünlere kadar taşındı.
İran’da, 1979 devriminde, solun temel sorunu, iktidar perspektifinden yoksun olmasıydı. Halkın Fedaileri’nin, devrimcilerin güçlü bir etkisinin olduğu işçi ve köylü şuralarında bile, işçi-köylü şuralar cumhuriyeti, çağrısı yapılmadı. Bunlar, iktidar odaklı bir bakış açısından alabildiğine uzaktı. Tek istisna Rojhilat ve Türkmenistan’daki şura örgütlenmeleridir. Ancak onlar da lokal kaldı ve karşı devrimin ilerleyişini durduramadı. Solun, devrimci güçlerin bu tutumu, devrimin kaderini İslamcılara terketmek anlamına geldi.
Irak’la olan savaş, İslamcılara üretimin militarize edilmesi olanağını verdi ve bu, şuraları etkisizleştirip dağıtması, sol adına var olan örgütlenmeleri ezmesi imkanını sağladı. Ancak yine de bu süreç öyle sürtünmesiz yaşanmadı. Halkın Mücahitleri, düzenlediği iki büyük sabotaj eylemiyle başbakan, cumhurbaşkanı, bakanlar ve İslam Cumhuriyetinin üst düzey yetkililerinden oluşan onlarca kişiyi öldürdü. Bu eylemler rejim için oldukça sarsıcı oldu. Rejimin en tepesindekilere dönük bu eylemlerden sonra, rejim tüm muhalefeti ezecek kapsamlı bir saldırı harekatı başlattı. Gözaltı, tutuklamalar ve 10 bini aşkın idamla sol adına, toplumsal muhalefet adına ne varsa ezildi. İran devrimi, 1981 Haziran’ındaki bu eylemlerden sonra Humeyni’nin karşı devrimi ile böylece yok edildi.
Yukarıda serimlediğimiz tablodan da anlaşılacağı gibi İran, sınıfsal ve toplumsal mücadelelerin gelişkin olduğu bir ülkedir. Tam da bu yüzden rejim, 1 Mayıs ve 8 Mart’ yasaklamayı göze alamamış, bu günleri anlamlarından soyarak birer islami kutlama gününe dönüştürmek istemiştir. 1 Mayıs, Halife Ali’nin doğum günü; 8 Mart da peygamberin kızı ve Ali’nin eşi Fatma’nın doğum günü olarak ilan edilmiş ve kutlamalara bu şekilde bir form kazandırılmaya, sınıfsal ve cinsel çelişki temelinde mücadele günü olarak karşılanan bu günler içeriksizleştirilmeye çalışılmıştır.
Bu elbette sadece ideolojik bir saldırı olarak okunamaz. Rejim, işçi sınıfı ve kadınların olası tepkilerinden dolayı bu yolu seçmek zorunda kalmıştır. Öte yandan işçiler de kadınlar da rejim tarafından örgütlenen resmi törenlere icabet etmediler; alternatif biçimlerle hep bu mücadele günlerini karşıladılar.
İslam rejimi, hiçbir zaman İran toplumunun dinamik yapısını ortadan kaldıramadı. İşçi sınıfının mücadelesi hiç dinmedi. Ayrıca bölgesel ayaklanmalar ve direnişler, halk milisleri düzeyinde örgütlenip devlet binalarını bir bütün olarak ele geçiren ve rejime karşı isyan bayrağını göndere çeken kent direnişleri de oldu. 1994’te Gazvin adeta İslam Cumhuriyetinden bağımsız kurtarılmış bir kent haline geldi. İslamcı faşist devlet, kara ve hava kuvvetlerini harekete geçirerek, üç gün süren çatışmalar sonrası kente girebildi. Şehre girildikten sonra da kentteki her sokak, her ev ölümüne bir direnişle savunuldu, Gazvin’de mücadele bir ay kadar sürdü.
Karşı devrimin zaferinde ilk eşik; kadınların çarşafa hapsedilmesi
1979 İran Devrimi kadınların da aktif katıldığı bir devrimdi. Ancak devrim islamcılar tarafından çalındı. Ve topun ağzına konulan da ilk kadınlar oldu. İran’da devrimci demokratik kesimler kadınlara adım adım getirilen örtünme zorunluluğunu dert edinmediler. Henüz İran devrimi Humeyni’nin başını çektiği karşı devrimle yenilgiye uğratılmadan önce 7 Mart 1979’da kadının şeriat yasalarına uygun olarak örtünmesi zorunluluğu konusunda yapılan düzenlemeye karşı kadınlar, 8 Mart eylemlerinde seslerini yükselttiler, bu yasayı kabul etmeyeceklerini söylediler. Kadın hareketi, bu yasayı, zaten varolan cinsiyet eşitsizliğini çok daha derinleştireceği, kadını kamusal alandan sileceği ve kölelik zincirlerini daha da ağrılaştıracağı için kabul etmezken ve bu meseleyi adeta bir varoluş sorunu olarak gündemleştirirken, sol cenah bu duruma gözlerini kapattı, İslamcılarla buradan bir çatışmayı göze almadı. Ve bu yüzden İran’da başı açık örgütlenen son 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne, kadınların şeriat yasalarının sınırlarına hapsedilmeye karşı yükselttikleri itiraza, meseleyi tali gördüğü için sol teveccüh göstermedi. Kadınlar için ittifak ilişkilerinin bozulması gerekmezdi. Çok daha önemli dünya ve ülke meseleleri vardı! Devrim gibi daha önemli bir gündem varken, örtünme gibi tali bir mesele üzerinden ilişkileri kanırtmaya, toplumsal çelişki ve çatışmaları derinleştirmeye lüzum yoktu!
Oysa genel bir kural gibi işler; bir toplumun özgürlük düzeyi kadınların özgürlük derecesine bağlıdır.[3] Tersi de doğrudur, bir toplumun teslim alınmışlığı, bastırılmışlığı kadının köleleştirilmesiyle doğru orantılıdır. Böyledir ve bu yüzden tüm tekçi egemenlik biçimleri, kadın düşmanlığından beslenir, önce kadınları vurur. Tekçiliklerini egemen ulus, egemen din veya mezhep, egemen ulusal dil ile yansıttıkları gibi erkek egemenliğiyle de ifade ederler. Hatta tekçiliğin mayasında erkek egemenliği vardır. O halde faşizme karşı savaş, aynı zamanda erkek egemen dünya ile savaştır. İran solu ve devrimci hareketi ise, adım adım kurulmakta olan islamcı faşist rejim tehdidini doğru okuyamadı ve buna uygun siyasal-örgütsel adımları atmadı.
İran Devrimi, islamcı faşist karşı devrimle boğulduktan ve şeriat esasları temelinde bir toplumsal inşaya gidildikten sonra da işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, ezilen halkların, kadınların itiraz ve protestoları hiç bitmedi. Bu anlamda güçlü bir tarihsel arka planla birlikte sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel birçok çelişkinin ve direnişin iç içe geçtiği yer yer patlamaların, ayaklanmaların yaşandığı ama en dingin zamanlarda bile itiraz ve direnişin hep var olduğu bir realite sözkonusudur. Despotik molla rejiminin tüm bastırma çabalarına rağmen işçi sınıfı, grev ve direnişleriyle örgütlülüklerini sağlamlaştırıyor; halklar, farlılıklarıyla var olmaya devam ediyor; kadınlar, kendilerine biçilen yaşam tarzını, şeriat yasalarını tanımıyordu. İslam rejiminin baskı ve terörüne, idam ve tüm yok etme saldırılarına rağmen hiçbir zaman bu mücadeleler dinmedi. Halk ayaklanmalarına evrilen gösterilerin yanında gündelik hayatın her anında bir mücadele ve direniş gerçekliği hep oldu. İran halkı devrim yapmış bir halktır ve tarihinde çok büyük ayaklanmalar yaşanmıştır. İslamcı faşist rejimi bugün de kadınların kendi kaderlerini belirleme, istek ve arzusu karşısında beka korkusuna gark eden de bu gerçekliktir.
Duvarda açılan gediği kapatmak için önce kadınlardan başlanacak
İki yıl kadar önce İbrahim Reisi’nin başa gelmesiyle birlikte zaten varolan Tesettür ve İffetin Teşviki Yasası’nın yeniden esnetilmeden uygulanmasına dair adımlar atıldı. Nisan ayında bu yönde somut uygulamaya geçildi. Devlet dairelerinde tam kapanmayan kadınların çalışması ve hizmet almasına kısıtlama getirilirken İran’da 43 yıllık İslam rejimi boyunca tam zapturapt altına alınamayan sokaklarda ise ahlak polisleri aracılığıyla kadınlar, yasaya uygun örtünme ve giyinmeye zorlandı. Böylece kadınların tüm yaşam alanları daraltılırken bu uygulamaya karşı tepkinin gelişmesi de gecikmedi. Tüm baskı ve saldırılarına rağmen rejim, bir türlü tam itaati sağlayamadı. Üniversiteler bu uygulamaya karşı ilk eylemlerin başlatıcısı oldu. 24 Nisan’da Tahran Üniversitesi öğrencileri bu uygulamaya karşı yürüdüler.
Ancak rejim esnemiş olan örtünme kurallarının yeniden en sıkı bir biçimde uygulanmasında ısrarcıydı. Çünkü kadınların özgürleşmesi yönünde kazanılan her adım, rejimin altını oyuyordu. Bu yüzden Reisi, yeni bir genelge çıkartarak örtünme kurallarını sıkıladı ve bu kurallara uymayanların ortak yaşam alanlarında bulunmamasına, kamusal hizmet alamamasına, bırakalım hizmeti sokağa bile çıkamamasına yola açacak uygulamaların başlatıcısı oldu. Bir kadın, kendisine biçilen kıyafeti reddettiği anda toplumsal yaşamda görünmez hale gelecek, adeta yok sayılacaktı. Bir genelge ile başlamadı her şey ama bir genelge, fitili ateşleyen süreci başlattı.
Bu denli katı uygulamalara rağmen kadınlar, kendilerine biçilen hayatı reddediyor ve rejimin istediği şekilde örtünmüyorlardı. Ve Jina’nın başına gelenler ilk değildi. Nisan ayından beri birçok kadın, sokakta yürürken alıkondu ahlak polisleri tarafından. Baskı ve işkencenin eşlik ettiği ikna odalarından geçirildi. Ancak hiçbir yasa, genelge kadınların kendi kaderlerini belirleme isteğini ve özgürlük arayışlarını bastıramıyordu. Jina ise arabada, ailesi ile birlikte yolculuk yaparken durduruldu ve gözaltına alındı. Kendisine reva görülen hayatı yaşamak istemeyen bir kadına, rejimin kolluk güçleri tüm nefret ve öfkelerini işkence olarak kusmuş olacaklar ki Jina’nın kafatası kırıldı ve beyin kanaması geçirdi.
Katı bir cinsiyet ayrımcılığının sürdürücüsü olan rejim hangi tutumu alırsa alsın toplumsal mücadelenin yükselişini engelleyemeyecek ve bu da devrimci olasılıkları devreye sokacaktır. Ancak şu bir gerçektir ki hiçbir ayaklanma yoktur ki işçi sınıfının, ezilen halkların, kadınların, gençlerin, en alttakilerin bilinç ve örgütlülüğüne, devrimci önderlik sorununa gelip dayanmasın. İran’da mesele ayaklanmak değil, kitlelerin örgütlülüğü ve ayaklanmaya önderlik edecek devrimci bir özne sorunudur. Asıl yakalanacak halka 1979 devriminde de bugün de önderlik sorunudur. Ayaklanmanın orjinin Rojhilat olması, doğrudan sistem karşıtı bir hatta doğru ilerlemesini ve süreklileşmesini sağlayan temel faktör olmuştur.
Bir diğer önemli nokta şudur; bugün, İran devrimi, kadınların maruz kaldığı cinsiyet ayrımcılığı ve şeriat yasalarıyla bir bütün olarak yok sayılmaları, ikincilleştirilmeleri nedeniyle kadın devrimi olarak şekillenecektir. Bugün yaşadığımız ayaklanma da bunun bir işareti. Nitekim 2017-2018 ve 2019’da zamlara, yoksulluk ve sefalete karşı yaşanan ayaklanmalarda, en önde yer alan kadınlar özgürlük arayışları, başörtü zorunluluğunu reddeden protestolarıyla da buna işaret etmişti. Şimdi ise bu mesaj daha net verilmekte.
“İran’da açıyor çiçekler! Bir dönemin kitabıdır “İran’da Soluyor Çiçekler”. Her yönüyle 1979 İran devriminin nasıl bir karşıdevrime dönüştüğünü anlatır kitap. Dehşet bir baskı, işkence ve zorbalıkla at başı gider her şey. Kadınlar artık toplumsal alanda şeriat kanunlarına uygun bir şekilde “görünür” olmak zorundadır. Başkaldıran, direnen kim varsa Devrim Muhafızları ve Besiç adı altında örgütlenen paramiliter güçler tarafından ezilir, yok edilir. Tüm ülke adeta soluksuz bırakılır. Franco faşizmi sonrası İspanya’yı ziyaretinde Eduardo Galeano; “Havaalanında şarkı söylemek yasaktır” yazısı ile karşılaşır. Galeano’nun bu yasaktan çıkardığı sonuç, geleceğe dair bir umuttur: Demek ki hala havaalanında şarkı söyleyenler var! İran’da da hep tüm baskı, zor ve işkenceye, ölüm mangalarına karşı ‘şarkı söyleyenler’ oldu. İran’da, kadınların bedenleri, kimlikleri ve gelecekleri üzerinde söz söyleyen erkek-devlet iktidarına karşı hiç dinmeyen isyan çığlıkları yükseldi. Neredeyse devrevi hale gelen isyanlarda, kadınların etkin konumlanışıdır bizi umutvar kılan ve İran’da açıyor çiçekler dememizi sağlayan.” [4]
Dünyanın birçok yerinde kadın isyanları yaşandı, yaşanıyor. Ancak İran’daki isyan, kadınların başlattığı ama siyasal özgürlük sorununu derinlemesine yaşayan, ekonomik kriz cenderesinde açlık ve sefalete mahkum edilen tüm İran halklarının iştirak ettiği bir halk ayaklanmasına dönüştü.
Daha önceki tüm isyanlarda hükümetin bir uygulamasına veya kararına dönük tepki öne çıkarken kadınların isyanı doğrudan sistem karşıtı bir hal aldı. Çünkü şeriat yasası olarak getirilmiş olan örtünme, sistem değiştirilmeden gevşetilebilir ama ortadan kaldırılamazdı. Ve hicap kalktığı an, duvardan bir tuğla çekildiği an tüm duvar yıkılacaktır. Hem rejim hem de ölümü gözlerinde küçülterek sokakları terketmeyen kadını ve erkeğiyle İran halkları bunun farkında. Bu yüzden protestolar adım adım sistem karşıtlığına evrildi. İslam Cumhuriyeti’nin dokunulmazı Humeyni’nin ve dini lider Ali Hameney’in posterleri eylemlerde yırtılıp yakıldı.
21. yüzyıl kadın devrimleri yüzyılı olacak: Rojava’da Kürt özgürlük mücadelesinin kadın yarısı hançerelerini yırtarcasına bunu haykırdı. Erkek-devlet şiddetinin koruyucu ve kollayıcısı Adalet saraylarını ateşe veren Meksikalı kadınlar; Lübnan’da halk ayaklanmasına kadın rengini çalan kadınlar; küresel bir Las Tesis fırtınasının başlatıcı olan ve sokakları hiç terketmeyen Şilili kadınlar; Sudan’da diktatörü cehenemin dibine yollayan halk ayaklanmasının en önünde yer alan ve geleceklerini ellerine almak isteyen Sudanlı kadınlar; … bunu söylüyor. Faşist AKP-MHP iktidarına karşı, sokakları terketmeyen, toplumsal cinsiyet mücadelesini yükselten, Kürdistan ve Türkiye devriminin temel güçlerininden biri olan kadınlar da bunu imliyor. Ve evet İran’dan başlatarak Jin, Jiyan, Azadi sloganını evrenselleştiren İranlı kadınlar tüm cihana bunu yankılıyor.
Dünyanın neresinde olursak olalım, kendi kaderimizi ellerimize almak istiyoruz. Ve yine dünyanın neresinde olursak olalım yaşadıklarımız da, isyan ve direnişler içerisinde gelişen hissiyatımız da benzer: “…bir kez, dışımızda ve üstümüzde, bize nasıl bir hayat yaşayacağımızı dikte eden erkek-devlet iktidarının üstümüze kapattığı tüm kapılara ve pencerelere rağmen ışık sızdı içeri ve bizi buldu. Kendi insanlığımızın, kadınlığımızın ayırdına vardık. Tüm sömürülmüşlüğümüz ve ezilmişliğimizi, bu dünyada yok sayılmışlığımızı derinden hissettik. Hissetmek; bir şeyi karşıtıyla birlikte görüp anlamaya yol açar. Biz, yaşadığımız dünyanın alınyazımız olmadığını fark ettik. Hissettiklerimizi, dünyayı kucaklarcasına derinden yaşadık. Patriyarkal kapitalist sistemin, tüm yapı ve kurumları, tüm ilişkileri bizi boğar hale geldi. Belki özgürlüğü tahayyül etmekte, henüz çok usta olmasak da nasıl yaşamak istemediğimizi biliyoruz. Temel yaşamsal ihtiyaçlarımıza yapılan zamlar için ayağa kalktık belki. Kimi yerlerde bir iç savaşın içerisinde ulusal çelişkilerimiz yol verdi. Ancak hangi çelişki ile başlarsa başlasın, isyan ve ayaklanmalar, artık kadın rengini alıyor. Bir kez kırdık kabuğumuzu ve kestik kara saçlarımızı… Artık tek mümkünümüz kavga, isyan, devrim!”[5]
O halde İran’daki halk ayaklanmasına geleceğimize sarılırcasına, devrimimize yürürcesine sarılalım ve inanalım 21. yüzyılın kadın devrimleri yüzyılı olacağına.
Derya Doğan
- Kaynaklar
–İran Devrimi, Belge Yayınları
-Sokakta Politika, Volkan Yaraşır, Gendaş Yayınları
Dipnotlar
[1]Furuğ Ferruhzad’ın son şiir kitabı, İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcı’na atıfla. Furuğ onu yoksayan erkek egemen dünyanın her türlü zorluğuyla savaşım verir. Kendi sesini, rengini bulmaya çalışır. Ancak sinema ve edebiyat dünyasının erkek egemen yapısı, yetmedi hayatın her hücresine sirayet eden erillik karşısında adeta kuşatılmıştır. Şiir kitabı karamsar bir ruh haliyle kışı, soğuğu ve de ölümü imler. Bugün Furuğ’un kızkardeşleri ise İran’ın tüm kentlerinde baharın başlangıcını örgütlüyor.
[2]Şah’ın istihbarat örgütü.
[3]“Bir tarihsel çağın değişimi, her zaman, kadınların özgürlüğe doğru ilerleme oranıyla belirlenir, çünkü burada, kadının erkekle, zayıfın kuvvetliyle ilişkisinde, insani doğanın kabalığa karşı yengisi en açık biçimde görünür. Kadının kurtuluş derecesi, genel kurtuluşun doğal ölçüsüdür.” (Marx) Kadın ve Aile, Marx-Engels-Lenin, sf.118
[4]21. Yüzyıla Rengimizi Vermek İçin Kestik Kara Saçlarımızı! – Hevi Devrim (http://www.jineolojidergisi.com/upload/images/jineoloji_dergisi_sayi_17.pdf)
[5]Agy.