“İnsanca Yaşamak İstiyoruz” mitinginin düşündürdükleri – Ali Tekin

Tesadüfen yoldan geçiyorken eylemcilerle karşılaşan vatandaşın tavırları bile değişti. Önceden çatışmanın tam ortasında kaldığından veya polisin birkaç yüz metre öteye sıktığı biber gazının genzini yaktığından şikayetçi olurdu “halkımız”. Şimdi ise sokakların kenarlarını sıkı sıkıya sarmış demir perdelerin güzergahını etkilemesinden yakınıyor. 8 Aralık tarihinde İstanbul Bakırköy’de düzenlenen “İnsanca Yaşam İstiyoruz” mitinginde vatandaşın biri, Google Maps’in kendisini İncirli Caddesi’ne getirdiğinden ve geldiği yolun kapalı çıkmasından oldukça muzdaripti. Zaten birbirine siyah plastik kelepçelerle sabitlenmiş demir perdelerden dolayı eylemcilerle göz teması kurmakta bile zorlanıyordu ve bu yüzden polise dil dökerek tepkisini ifade ediyordu. Neden miting, gösteri, yürüyüş gibi durumlar Google Haritalar ile paylaşılmıyor da insanlar mağdur ediliyordu? Polisin cevabı “La Havle!” çekmek oldu. Eylemcilerin gözden kaçma olasılığındaki anarşik hareketleriyle mi ilgilensindi yoksa vatandaşın zihni sinir projeleriyle mi? 

Şunun şurasında altı ya da yedi yıl öncesinde mitingler böyle olmuyordu. Yedi yılı kısa bir zaman dilimi olarak görmemin nedeni, bu zaman diliminin aynı zamanda ülkenin faşizme adım adım sürüklenişinin de süreci olduğunu yok saymak değil. Bu zaman dilimi şu açıdan kısa görünüyor. Eylemi düzenleyen meslek örgütlerinin isminin yine DİSK, KESK, TMMOB ve TTB olması yani hiç değişmemesi gibi, bu sendikaların başındaki isimlerin de tek tük istisnalar dışında aynı olmasıdır. Aynı meslek örgütleri, yönetici koltuklarındaki aynı isimlerle aynı yemeği temcit pilavı gibi yemekten hiç de rahatsız görünmemektedir. 

Kendilerine sorsak, koca bir ormanda yaprak kımıldamadığından dem vuracaklardır. Öyle ya, ne kitlesel bir direniş var ortada ne de bir korsan sokak gösterisi. Tweet atan soluğu TEM Şube’de ardından da hapishanede alıyor, yasa dışı eylem yapmaya kalkan kişi mahalle bakkalının kamerasına takılıveriyor; sonrasında daha yapılamamış eylemden dolayı gelsin 10 yıl örgüt üyeliği cezası… Adı şanlı örgütler bile sessiz! Bu sessizliği biraz da olsa yırtacak, insanlara azıcık umut aşılayacak, kısmen de olsa yan yana gelmemizi sağlayacak bir eylemlilik kötü mü olur? Haydi eylem başarısız olacak diyelim, niyet de mi kötü? 

Tek tek bireylerin niyetlerini okumanın hiç faydası yok; ama son on yıl içindeki değişim dikkat çekicidir. Ülkemizde emek gündemli eylemleri düzenleme ve organize etme yetkisi DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’dedir. Böyle bir kural veya böyle bir kanun yoktur elbette; ama gelenek bu şekildedir. Bu dört örgüt ilkin güvenlik güçleriyle görüşmeler yapar, bir tarih belirlenir. Sonra yer pazarlıkları başlar. Dörtlü sendika grubu, önce kent merkezlerini talep eder; Kızılay, Taksim, Tandoğan vb… Emniyet Müdürlüğü bu talebi uygun görmez; zira bu merkezler kamu güvenliğini tesis etme, hayatın olağan akışının etkilenmesi noktasında riskli bölgelerdir. Zaten sendikalar da kent merkezlerinde eylem yapılmasına izin verilmeyeceğini bilirler; ama yine de isterler. Sonuç olumsuz gelince pek de karşı çıkmazlar; kendilerine işaret edilen yerleri genelde kabul ederler. 

5-10 yıl öncesinin alışılmış manzarası ise şöyleydi. Yine KESK-DİSK-TMMOB-TTB bir eylem kararı alır ve Taksim veya Kızılay’ı talep ederdi. Güvenlik güçleri yine bu talebi kabul etmezdi ve kitle, merkezlere yakın yerlerde yani Kolej’de veya Tünel’de toplanırdı. Bu noktalarda toplanan kitlenin asıl hedefi, Taksim veya Kızılay meydanına girmek olurdu. Düzenleyici komitenin “yaşlı” görevlileri, sosyalist veya anarşist yapılarda örgütlü “genç” bireyleri, eylemin temel güvenlik kurallarını ihlal etmekle suçlardı. Sendikacı yaşlılar örgütlü gençlere, meydanın çevresinin polislerle çevrili olduğunu, yapılan taşkınlığın aslında polislerin işine yaradığını, zaten Emniyet ile yapılan görüşmelerde meydana girilmeme sözü verildiğini hatırlatırdı. Sosyalist örgütlerinin genç temsilcileri ile sendikacıların yaşlı temsilcileri “meydana yürüyelim tartışması”nı bitiremezler ve sonunda sendikacılar eylemin sonlandığını ilan edip geri çekilirlerdi. Devrimci örgütler ise meydanı asla bırakmayacaklarını söylerler ve 90’lara dair anılar anlatılırdı. 90’larda devrimcilerin istediği meydana istediği şekilde girebildiği, polisin buna engel olamadığı söylenirdi. Halihazırda ise durumun vahim olduğundan, sendikaların pasifizme sürüklendiğinden ve kitlenin yetersiz olduğundan yakınılırdı. Sonunda, yine de meydana girmeyi zorlardı sosyalist yapılar. Polis biber gazı veya su sıkarak kitleyi dağıtmaya çalışır, buna direnenleri de gözaltına alırdı. Nadiren de olsa meydana girip slogan atmayı veya basın açıklaması okumayı başaran yapılar olurdu. Bu yaşananlar rutine girmişti ve büyük ölçüde “düşük düzey solculuk” olarak nitelenirdi. Düzey düşüktü; çünkü polise direnmek, onlara karşı çıkmak mücadeleyi bir adım öteye taşımıyordu…

Şimdilerde ise, bu rutin tamamıyla değişti ve başka bir rutine dönüştü. Eski rutin, düşük düzey solculuk riski taşıyordu; ama en azından devletin gücünü yeniden üretmiyordu. Şimdiki rutin ise çok daha kötü sonuçlara yol açıyor; devletin yıkılamazlığını ve sonsuz gücünü kanıtlamasına vesile oluyor. 

8 Aralık Pazar günü, yine dört meslek örgütünün düzenlediği mitingte, daha miting meydanına giden yol üzerindeki Metrobüs ve Metro durağında başlamıştı güvenlik önlemleri. Katılımcıların kıyafetleri ve çantaları ilkin  burada arandı. Bakırköy Dikilitaş’a gelindiğinde yani daha toplanma noktasına, bir arama noktası daha kurulmuştu. Polisler ince arama yapıyorlar, hazırlanan pankartlarda yazılanları bile tek tek inceliyorlardı. Pankartların sopalarının plastikten mi yoksa demirden mi olduğuna, çantada taşınan dergilerde terör propagandası yapılıp yapılmadığına ve kabanların, pantolonların ceplerinde küçücük bir çakının bile bulunup bulunmadığına bakılıyordu. Kafalarına takılan pankart sözlerini amirlerine soruyorlar, beğenmedikleri pankartları içeriye almıyorlardı. Bu durum daha önceki mitinglerde de böyle olduğundan, örgütler zaten polisin izin verebileceği tahmin ettikleri pankartları hazırlıyorlardı. Yani, bir güvenlik önlemi, daha sonraki daha ağır güvenlik önemlinin zeminini hazırlıyordu. Toplanma alanının çevresi de demir bariyerlerle kapatılmıştı ve bu demir perde Dikilitaş’tan miting alanı olan halk pazarına kadar öylece devam ediyordu. 20-30 metrede bir polis vardı. Meydana ulaşana kadar üç yere daha arama noktası kurulmuştu. 

Devletin vermek istediği ve sonuçta vermeyi başardığı mesaj, muhalefetin ancak onun çizdiği sınırlarda yapılabileceğidir. Devletin istediği sloganlar atılacak, devletin istediği yerden yürünecek, devletin istediği kılık ve kıyafetle eyleme gelinecek! Bu tiyatral tabloya katılmak ve buna uygun davranmak bırakalım sosyalist örgütlere nefes aldırmayı, devletin yenilmezliği ve çok güçlü olduğu görüntüsünü kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Sendikaların düzenlediği mitinglerin artık işlevsiz hale gelmesi, hatta devletin gücünü yeniden üretir görüntüsüne bürünmesinin nedenleri hakkında düşünmek gerekir. 10 Ekim 2015’te yine aynı sendikaların düzenlemiş olduğu Barış Mitingi’ndeki katliam ardından sosyalist örgütlerin ve emek örgütlerin aldığı tavır, nedenlerden biridir. AKP iktidarının IŞİD ile ortak olduğu ve katliamın ortaklarından biri olduğu yeterince vurgulanmamıştır; onun yerine emniyet güçlerinin yeterli güvenlik önlemi almadığından söz edilmiştir. Bu muhalefet türüne göre yeterli güvenlik önlemi alınsaydı, canlı bomba eylemcisi alana giremezdi. Halbuki T.C. gibi katliam geleneği kuvvetli devletlerin muhalifleri koruduğu nerede görülmüştür? Katliamın bizzat ortağından, daha güvenli koruma talep etmek mantıklı mıdır? Emek örgütleri süreç boyunca katliamın hesabını sormak yerine, daha yüksek ölçekte güvenlik önlemi talep ettiler ve bu muhalefet türü de AKP nin yeni güvenlik konseptinin işine geldi. Sonunda polis memurları devrimciliği iğdiş eden arama ve güvenlik önlemlerini, olası bir canlı bombadan sakınmak ve göstericileri korumak bahanesi ile temellendirmekte beis görmediler.

AKP, sol içerikli kitle gösterileri gündeme gelince, mesaisini olası Gezi Direnişini türünde bir ayaklanmayı daha doğmadan boğmak üzerine kurguluyor. Kitleyi olabildiğince şehir merkezlerinden ve halktan uzakta tutuyor, merkeze bizzat kendisi geçiyor ve kitlenin bulunacağı güzergahı birkaç km boyunca dairesel halkalar şeklinde çevreleyip gündelik yaşamdan izole ediyor. 2011’den beri 1 Mayıs Taksim gösterilerini önleme perspektifleri de bu mantığa göre işliyordu. Bu konuda AKP rejimi psikolojik ve pratik üstünlüğü kazanmış durumdadır. Pratik üstünlük TOMA’larla, sayısı on binlere ulaşan çevik kuvvet polisleriyle, demir bariyerlerle, biber gazı ve joplarla, kalkanlarla oluşuyorsa; psikolojik üstünlük de muhalefetin bir süredir  miting güvenliğinden ve organizasyonundan emniyeti sorumlu tutmalarından kaynaklanmaktadır.

Bu süreç, katliamın somut ortaklarından birinin devlet olduğu, devlet aygıtından bizleri koruması beklenemeyeceği, bunun yerine miting güvenliğinin bizzat mitinge katılanlar tarafından sağlanması gerektiği ve kent merkezinde söz söyleme hakkından asla vazgeçilmeyeceği vurgusuyla yürütülebilirdi. Ama böyle olmadı, 5-10 yıl öncesinde kent merkezlerine girmek için polise saldıran gençleri taşkınlıkla ve güvenlik konseptine uymamakla eleştiren sendikacı büyükler, güvenlik konseptine uyulduğunda bile 10 Ekim’deki gibi binlerce ölü verilebileceğini ve sonunda da demir bariyerlerin ardında izole yürüyüş yapmakla kalınacağını göremediler.

En sonunda, güvenlik güçlerine verilen her ödün bir diğerini getirdi ve düşük düzey solculuk seviyesini bile kaybettik… Dünyanın kaynayan birçok yerindeki gibi “izinsiz” ve “kuralsız” gösterilere ihtiyacımız var.