Yine bir maden faciası; yine göz göre gelen ölümler ve yine arsızca yalanlar!
Bartın-Amasra’da, Türkiye Taşkömürü Kurumu’na bağlı bir maden ocağında yaşanan grizu patlamasında 41 işçi yaşamını yitirdi, onlarcası yaralandı.
Her zaman olduğu gibi yine iktidar ve burjuva muhalefet cephesinden mühim şahsiyetler olay yerine koşarak klişeleşmiş üzüntü ve başsağlığı mesajları yayınladılar. Soma’da olduğu gibi yaşananın bu işin fıtratında olduğuna halkı ikna etmeye çalışan iktidar sahipleri ölenlerin şehadete ulaştığını belirterek cennete gidecekleri müjdesini verdiler! Nasılsa yıllardır madenlere girerken aileleriyle vedalaşan maden işçilerine ölüme yazgılı oldukları, bunun kaderlerinde olduğu vaaz edilmişti!
Ayrıca bugün itibarıyla bütün bu kelamlara yeni bir tanım daha eklenmiş oldu: Kader Planı! Erdoğan Amasra’da yaptığı konuşmada “Biz kader planına inanmış insanlarız” diyor. Nasıl bir plansa bu hep yoksul halkımızı, işçiyi emekçiyi, ezileni, sömürüleni kapsamına alıyor. İktidar sahipleri saraylarda ve bu dünyanın cennet ortamlarında yaşarken, bu kadar kolay ölüp öbür dünyada kendisine cennet vaad edilenler hep onlar oluyor.
Üstelik nasıl bir rahatlıksa artık, patlamanın olduğu maden ocağına giderek Diyanet İşleri Başkanı’na dualar okutan Cumhurbaşkanı, bu maden ocağının “en ileri imkanlara” sahip olduğunu da söyleyebiliyor. Aynen daha 25 gün önce oraya gidip açıklama yapan bu ocaklardan doğrudan sorumlu konumdaki Enerji Ve Tabi Kaynaklar Bakanı gibi. Nihayetinde o da nedendir bilinmez çok yakın bir tarihte ve tam da bu maden ocağını ziyaret ederek incelemelerde bulunmuş ve “tek bir madencinin bir tırnağı bile kanamasın” temennilerini dile getirmişti. Ekim ayı başında da Sayıştay Başkanlığı, üstelik de olayın yaşandığı eksi 300 kot bölümünde incelemeler yapmıştı. Daha öncesinde de zaten Sayıştay’ın 2019 Denetim Raporu’nda maden ocağınki tehlikeye dikkat çekilerek önlem alınması gerektiği vurgulanmıştı. Ayrıca Sayıştay raporunda açıkça üretim derinliği belirtilerek, çalışılan damarlarda gaz birikiminin yüksek olduğu ve grizu patlama riskinin arttığı uyarısı yer alıyordu.
Ancak bütün bu inceleme, araştırma ve uyarılara rağmen hiçbir önlem alınmıyor! Üstelik burası son dönemde en pespaye şirketlere peşkeş çekilen maden ocaklarından biri değil, doğrudan devlete bağlı bir maden ocağı. Soma’da patronları suçlamaya dili varmayanların bu sefer doğrudan kendileri sorumluydu; patlamanın gerçekleştiği maden ocağı devlete ait bir işletmeydi ama olsun, yıllardır yürüttükleri özelleştirme programıyla zaten işlevsizleştirmeye çalıştıkları bu kurumlarda kamusal üretim kültürü zaten yoktu. Devlete ait işletme olması fark etmiyor; onlar da tıpkı diğer özel işletmelerdeki patronlar gibi kar hırsıyla hareket ederek, teknolojik alt yapıya dayalı önlemleri almaktan imtina ediyorlardı. Üstelik de daha yüksek kar elde etmeyi hedefledikleri işkolu madencilik gibi ağır bir işkolu olmasına rağmen, işçilerin canını hiçe sayarak bir kaç işçinin yapacağı işi tek bir işçiye yaptırarak iş sağlığını ve güvenliğini bile isteye ortadan kaldırıyorlardı.
Özel sektörde zaten vahşi kapitalizm koşullarında çalışan işçiler sermayenin, rantın insafına terk edilerek ölüme gönderilirken devlet işletmeleri de geri kalamazdı. Bir yandan ithal kömüre kaynak aktararak, bir yandan da sermayenin çıkarına düzenlemeler yapıp kontrolsüz, denetimsiz ocaklara göz yumanlar, kendi işletmelerinde de sömürünün katmerlisini yapabiliyorlar. Üstelik bu kadar tehlikeli bir işkolunda peynir ekmek gibi ruhsat dağıtarak iş cinayetlerine ortam hazırlıyorlar. Bütün işkollarında olduğu gibi en ağır koşullara sahip maden ocaklarında da güvencesiz, örgütsüz ucuz emek gücüyle faaliyet yürüten işletmelerin olması, özellikle de taşeronlaşma elzemdi. Elbette ki madenlerde de düşük maliyet için örgütsüz, sendikasız, hakkını aramaktan çekinen, kaderine razı olmaya zorlanan işçiler gerekliydi. Sermaye düzeninin genel ekonomi politikalarına bağlı olarak madencilikte de bütün ortam ve koşullar buna göre hazırlanmıştı ve bu ölümler yaşanacaktı.
Resmi verilere göre, AKP iktidarının son yirmi yılında farklı iş kollarında çalışan 30 bine yakın işçi yaşamını yitirdi. İş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, Dünyada üçüncü sırada olan Türkiye’de bu kadar çok insanın çalışırken yaşamını yitirmesi elbette ki tesadüfi değil. Bu kadar çok sayıda işçinin, emekçinin böylesine rahat biçimde ölüme gönderiliyor olmaları da kabul edilebilir bir durum değil. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük maden faciası olarak tarihe geçen, Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirmesi de bu ülkede hiçbir şeyi değiştirmedi.
Elbette ki değişim için mücadele ve örgütlülük gerekiyor. Nihayetinde en basit iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve korunması sorunu dahi örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı mücadelesiyle mümkün. Bu sömürü düzeninde işsiz kalma, aç kalma korkusuyla yaşamını sürdürmek zorunda kalan örgütsüz işçinin hayatta kalması bu nedenle zorlaşıyor. AKP iktidara geldiğinde %58 olan sendikalaşma oranı bugünkü resmi rakamlara göre %14, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki gerçek rakam ise %10 civarında. Yani bugün itibarıyla sayısı 16 milyona yaklaşan işçi nüfusun % 90’ı sendikasız konumda. Sendikaların bugünkü yapısını, konumunu, etkisizlikten öte uzlaşmacı, işbirlikçi, ekonomik indirgemeci tavrını da dikkate aldığımızda, bu sorunu en başta sınıf mücadelesi yürüttüğünü söyleyen devrimci güçlerin dert etmesi gerektiği ortada.
Bu ülkede artık zorunluluk halini alan “İş Sağlığı Ve Güvenliği Yasası” değişikliklerini defalarca kez erteleyenler, jet hızıyla “Sansür Yasası”nı çıkardılar. Ve bir gün önce yasallaşan “Sansür Yasası” gereğince, başta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı olmak üzere, İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, halkımızı yanıltıcı bilgilere karşı korumak üzere uyarılarda bulundular. Yalnızca ve yalnızca resmi kurumların, bakanların ve diğer devlet yetkililerin açıklamalarını dikkate almalarını istediler. Bununla kalmayıp Emniyetin Siber Suçlarla Mücadele Bürosunu harekete geçirdiler; sosyal medya paylaşımlarını incelemeye ve “provokatif” ve “dezenformasyon” içerikli paylaşımlar yapanlar hakkında işlem yapmaya başladılar. Bununla da yetinmeyip incelemelerde bulunmak üzere Amasra’ya gitmeye çalışan hukukçulara, kitle örgütlerine yasak getirdiler. Böylelikle aslında hem Sansür Yasası’nın bundan sonraki sürece dair etkilerini hem de benzeri katliamlara ve haksızlığa, hukuksuzluğa tepki gösterildiğinde neler olabileceğini de göstermiş oldular.
Sermaye düzeninin sahipleri, yıllardır yaşanan bütün maden göçüklerinde, gruzi patlamalarında olduğu gibi yine halka Amasra’da yaşananların da işçi katliamı değil kaza, ihmal, kader olduğunu anlatıyor. Tıpkı Soma’da Ermenek’te ve diğer maden facialarında olduğu gibi olayın yargıya intikal ettiğini soruşturmanın başlatıldığını belirterek gönüllerin ferah tutulmasını istiyorlar! Oysaki Soma katliamında ve diğer iş cinayetlerinde nasıl bir yargısal süreç izlendiğini, suçluların nasıl korunup kollandığını, nasıl bir cezasızlık politikası izlendiğini herkes biliyor. Nihayetinde yağmaya, talana, ranta dayalı sömürü düzeninden ve onun şiddet aygıtı haline gelen yargıdan başka bir sonuç beklenemez.
Bütün iş cinayetlerinin, işçi katliamlarının hesabını vereceksiniz!
Sorumluları unutmayacağız, affetmeyeceğiz!
KOMÜN