İşçi sınıfına yönelik saldırıların arttığı, insanca yaşam talebiyle sokaklara çıkan emekçilerin kolluk şiddetiyle karşılaştığı ve son olarak da Erdoğan’ın resmi gazetede yayınlanan kararıyla grevlerin keyfi biçimde yasaklandığı bugünlerde, uzun yıllar boyunca sendikal mücadele içinde yer alan, Deri İş Sendikası eski genel başkanı Munzur Pekgüleç’in Komün için yazdığı yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.
Bugünkü haliyle baktığımızda, mavi yakalılar ve beyaz yakalılar olarak bölünmüş vaziyette olan işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu objektif olarak değerlendirmek oldukça zor. Bu bölünmüşlük, sınıfsal kavrayışta da bulanıklık yaratmakta. Bugün işçiler; sanayi, hizmet ve büro çalışanları olarak ayrıştırılmış durumda. Aynı iş yerinde çalışır olmalarına rağmen birlikte davranma konusunda ikircikli tutum aldıkları bir gerçek. Dün, mavi yakalı olarak çalışan sanayi, hizmet ve tarım işçileri; sosyal haklar ve ücret konusunda beyaz yakalı diye adlandırılan çalışanlardan daha düşük ücrete ve sosyal haklara sahiplerdi. Bugün ise, hiçbir ayrıma gereksinim duymaksızın, aynı ücretlerden eşitlenmiş durumda sendikalı-sendikasız tüm işçiler yoksulluk sınırının çok altında bir ücretle çalıştırılmaktadır.
Son 30 yıl içinde, sanayi işçilerinin çalıştığı kamu işyerlerinin neredeyse tamamı özelleştirilerek tasfiye edilmiş durumda. Hizmet sektörünü saymazsak, sanayi sektörü gerçekten de neredeyse bütünüyle tasfiye edilmiş durumda. Toplum, hemen her alanda üretkenlikten kopuk biçimde, yalnızca ve tamamen tüketici haline getirildi. Sanayi, tarım ve hayvancılık adım adım tasfiye edilirken, yürürlüğe konulan neoliberal politikalarla büyük çaplı özelleştirmeler yaşandı.
Tüm bunlar yaşanırken, sınıf örgütü olduğunu iddia eden sendikalar nasıl bir tutum içindeydiler? Maalesef ki işçi sınıfının çıkarlarını savunmakla yükümlü sendikaların büyük bir bölümü sermayenin saldırıları karşısında üç maymunu oynadılar. Sermayenin ve siyasi iktidarın yalan propagandasının peşinden sürüklenerek, onlar gibi kamu işyerlerinin toplumun sırtındaki kambur olduğunu, özelleştirilmeleri durumunda topluma zenginlik katacağını gece gündüz pompaladılar.
Kamu işyerlerinde örgütlü olan Türkiye’nin en büyük konfederasyonlarından Türk-İş; istisnalar hariç, bugün içinde bulunduğu konumuyla tam anlamıyla işverenlerle ve siyasi iktidarla kol kola. Yöneticileri, özelleştirmelerde sermayeden yana tavır alarak ve bir dönem daha sendikaların başında kalıp koltuklarını koruma pahasına, hep birlikte davrandılar. 12 Eylül faşist darbesinde olduğu gibi, hemen sonrasında kurulan hükümette yer almak için kuyruğa girdiler. Sonraki süreçte de Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide, Sosyal Güvenlik Bakanı oldu; diğer sendika yöneticileri de başkaca yerlerde konumlanmak için sıra beklediler.
12 Eylül faşist darbesiyle birlikte, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kapatıldı, ardından da DİSK’e bağlı işçilerin büyük bir bölümü, toplu iş sözleşmelerinden yararlanmak için Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olmaya başladılar. Faşist darbenin ardından büyük bölümü tutuklanan DİSK yöneticileri ise, işçilere alternatif önermek yerine, beklemelerini salık verdiler. İşçiler ise ekonomik ve sosyal haklarından mahrum kalmak istemediklerinden ötürü beklemeyi benimsemediler. Bazı iş kollarında direnmekten yana tutum alan sendika yöneticileri ise, bağımsız sendikaların oluşturulması yönünde davrandılar. Genel iş, Otomobil iş gibi sendikaların ve başkaca bağımsız sendikaların oluşturulmasında yer aldılar. Bu süreçte kaçak duruma düşen Kenan Budak, Çetin Uygur gibi bazı sendika temsilcileri direnmekten yana tutum aldılar. Kenan Budak Zeytinburnu’nda, yıllarca işçi sınıfı içinde mücadele yürüttüğü kendi bölgesinde polis tarafından katledildi. Çetin Uygur yakalandı ve o dönemin koşullarında çok ağır işkencelerden geçti.
12 Eylül sonrasında sendikal alanda yeniden bir canlanma yaşandıysa da; gerek sosyalistlere, gerekse devrimci sendikal örgütlere yönelik yoğun baskılar, bu alanda ciddi bir kırılma yarattı. İMF politikalarına zemin yaratan 12 Eylül darbesinden sonra, Özal’la birlikte işçi sınıfının tüm kazanımlarına karşı tam bir saldırı politikası uygulandı. 12 Eylül darbesi olmasaydı, 24 Ocak kararlarının uygulanması başka türlü mümkün olmayacaktı.
Özal iktidarının en önemli icraatı olarak açıklanan ekonomi politikasıyla, işçilerin o zamana kadar mücadeleyle elde ettikleri ekonomik, sosyal kazanımları teker teker ellerinden alınmaya başlandı. Kıdem tazminatı başta olmak üzere, ikramiye, yıllık ücretli izinler ve daha birçok sosyal hak ellerinden alındı. Tekstil işvereni Halit Narin, cuntanın işçi düşmanı niteliğini şöyle açıklamıştı: “20 yıldır işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde.”
Bugüne geldiğimizde ve “farklı ne var” diye baktığımızda; 2002’den bu yana var olan islamcı AKP siyasi iktidarında,12 Eylül faşist darbesinde yaşananların onlarca kat fazlasını yaşadığımız gerçeğiyle yüz yüzeyiz. İktidara gelinceye kadarki söylev farklılığını bir yana bırakırsak, ezilen yoksul halkın çıkarına yönelik hiçbir adım atmadığı gibi icraatları tam anlamıyla bir avuç sermayedarın çıkarlarını savunmak içindir. İşçi sınıfının ve emekçilerin, bir bütün olarak halkın giderek derin bir yoksulluğa itildiği; hukukta, adalette, eğitimde ve sağlıkta büyük bir gerilemenin yaşandığı, tereddütsüz biçimde sermayeden yana bir iktidarla karşı karşıyayken, yoksul halktan yana olduğunu söyleyen siyasi partiler ve sendikalar ne durumda? İstisnai olarak sayabileceğimiz bazı siyasi partiler ile sendikaların da asgari müşterekte yan yana gelmedikleri, ortak bir hedefte buluşamadıkları bir gerçek. Ne yazık ki enerjilerini tüketme pahasına kısır bir döngü içerisinde dönüp durmaktalar.
Elbette ki bu noktada sendikaların bağımsız sınıf örgütleri olduklarını, herhangi bir siyasi partinin uzantısı olmadıklarını hatırlamaları ve işçi sınıfının çıkarlarını da bu perspektifle ele almaları gerekmektedir. İşçi sınıfına yaklaşımda bölgesel, ırksal, inançsal, mezhepsel yaklaşımdan uzak; sınıfsal davranılmadığı müddetçe gerçek anlamda sınıf sendikacılığı yapmak mümkün değildir. Ayrıca son dönemde sendikalarda sendika bürokrasisinin ve kastlaşmanın oluştuğu ve bunun sınıf mücadelesine büyük zarar verdiği açıktır. Sendikacıların, sendikaları kendi kişisel çıkarları için atlama taşı olarak gördükleri; uzun yıllar sendikacılık yapan yöneticilerin -istisnalar hariç- biraz popüler hale geldikten sonra ilk iş olarak siyasete kapağı atıp oradan da milletvekili olma hedefine koştukları görülüyor. Bunun yanında sendikacıların görülmedik hızla zenginleşip mal mülk edindiklerini ve neredeyse bunu esas hedef haline getirdiklerini de görmekteyiz.
Bu yaklaşım ve anlayışlar, bu şekilde hareket eden kişilikler kesin olarak tasfiye edilmedikçe, gerçek “sınıf sendikacılığı” yaratmak mümkün değildir. Ancak bütün bu gerçeklerin varlığına rağmen; yıllardır sendikalarda sendikacıların zenginleşmesine neden olan işçi aidatlarının işverenler tarafından kesilmemesi, sendika yöneticilerinin ücretlerinin iş kolundaki işçilerin ortalama ücreti ile sınırlandırılması, sendika yöneticilerinin üç dönem ile sınırlandırılması yönündeki talep ve önerilerimiz ne devrimci sınıf sendikacılığını savunduğunu iddia eden sendikalarca ne de gerici sarı sendikalarca benimsenmiştir.
Son söz olarak, gündemde olan asgari ücretin belirlenmesi konusunda oynanan tiyatroya gelince; milyonlarca çalışanın ücretinin ne olacağı işverenler, siyasi iktidar, Türk-İş gibi üçlü sacayağında olanlar tarafından belirleniyor. Bırakalım yoksulluk sınırını, açlık sınırının altındaki asgari ücretin belirlenmesinde; milyonlarca çalışan adına, kendileriyle hiç bağı olmayan Türk-İş’in taraf olarak rol alması ne anlam ifade ediyor? İşçi sınıfının gerçek temsilcisi olduğunu söyleyen DİSK, siyasi iktidarın ve işverenlerin karşısında, söz söylemenin ötesinde hangi pratik tutumu göstermiştir?
Görülüyor ki tüm çalışanlar haklarını almak için gerçek anlamda bir örgütlü mücadele içinde olmadıkça, asgari ücret artırılsa da insanca yaşam ve güvenceli çalışma koşullarında çok fazla şey değişmeyecek. Bizler, 30 yıl önce, “Zam zam zam, ucuzluk ne zaman” diye slogan atardık. Bugün görüyoruz ki, bu sistem değişmedikçe, yoksul emekçi halk için hiçbir şey değişmeyecektir.
Örgütsüz halk köle halktır!
Kurtuluş yok, tek başına;
Ya hep beraber, ya hiçbirimiz!
Deri İş Sendikası eski genel başkanı Munzur Pekgüleç