AKP ilk olarak 2012 yılında güç kaybetmeye başladı. Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla patlak veren MİT krizi ve sonrasında 17-25 Aralık ile perçinlenen süreçte yaşanan gelişmelerin üzerine ‘15 Temmuz darbe girişimi’ ise fitili ateşleyen olay oldu. Egemenler arası anlaşmazlıktan doğan kriz, her geçen gün iktidar cenahı için içinden nasıl çıkılacağı bilinemez bir hal aldı. Gezi, Türkiye’de çok ciddi bir etki yarattı; bu etkiler de o ya da bu biçimde AKP’nin karşısına hala çıkmaktadır. 7 Haziran seçimlerinde ise AKP’nin güç kaybı somut bir şekilde göründü. AKP 2002‘den beri girdiği genel seçimlerden ilk kez iktidar partisi olarak çıkamadı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise AKP-MHP iktidarının ilk temelleri atıldı. Bu ittifak o zaman örtük biçimde gerçekleşti; Gülen’in yerine MHP’nin ikame edilmesi 2015’te başlamış oldu. 15 Temmuz sonrası bu ittifak daha da güçlendi ve görünür bir hal aldı. Tabi bu ittifakın açıklık kazanması MHP’yi inisiyatifini iyice arttıran taraf yaptı.
AKP-MHP ittifakını yalnızca seçim stratejileri çerçevesinde düşünmek doğru olmaz; kamu ihalelerinden devlet içindeki kadrolaşmaya varıncaya dek çok geniş kapsamlı ve bir o kadar da belirleyeni olan bir ilişki bu.
Son 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleriyle birlikte ise muhalefet inisiyatif kazanmaya başladı. Bu seçimlerde bir format değişikliğine giden CHP, sağ-ulusalcı ideolojik kaygılarla hareket etmek yerine ‘liberter’ bir pozisyon belirledi. Aynı zamanda gezinin kodlarını da içinde alan bir konum almaya çalıştı. Bu seçimlerin bir sonucu da şu oldu: uzun zamandır öznesizlikle malul olan Kemalist ideoloji Ekrem İmamoğlu şahsında öznesine kavuşmuş oldu. Ekonomik kriz, yeni sistemin ortaya çıkardığı sorunlar ve bunlarla bağlantılı olarak sistemin sorgulanır hale gelmesi ayrıca AKP’nin başarısız ilişkilerinin yarattığı kendi iç kriz, Suriye politikasındaki sıkışmışlık, KÖH’ün Suriye’deki etkisi ve TC’nin dış politikasındaki yalnızlığı; tüm bunların kriz unsuru olarak varlık göstermeye devam etmesi iktidardaki egemen klik için bugün son derece kırılgan bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Yerel seçimler sonrası yeni krizler sarmalı içinde devam eden AKP’nin beka sorunu haliyle onu bir takım yeni politik manevralar yapmaya zorladı. Özellikle 31 Mart seçimlerinden sonra 23 Haziran seçimi öncesi söylemlerini değiştirmeye, 80 milyonun birliği ve beraberliğinden bahsetmeye başladı ancak önceki dönemde izlediği sert ve keskin ayrılıkçı politika öyle bir hal yaratmıştı ki bu durum Erdoğan’ın birleştirici ve kucaklayıcı söylemlerle bir manevra yapmasına imkân tanımadı.
Bugün yapısal olarak toplum üç kesime bölünmüş durumda; birincisi: liberter özellikler barındıran seküler-laik kesim, ikincisi: muhafazakar-milliyetçi-islamcı kesim. Bu iki kesimin ayrışmasının tarihsel ve ideolojik boyutları da var elbet. Biz bu konjonktürde bu ayrışmayı, keskinleştiren-belirginleştiren politik boyutlarıyla ele alıyoruz. Bu iki kesimin de en belirgin olan ve ayrışmayı konjonktürel açıdan ortadan kaldırabilecek yegâne özelliği ise iki tarafın da kodlarında bulunan devletçi yan… Üçüncüsü ise her iki kesimden de bağımsız olan Kürt Özgürlük Hareketi. KÖH’ün hareket tarzı da tamamen konjonktürel olmakla birlikte bu hareket tarzı ve aldığı tutumlar, devletin hareket tarzını da burjuva siyaset alanını da belirleyebilen bir pozisyonda. Bu konjonktürel tabloda ne yazı ki devrimcilerin ve devrimci politikanın esamesi bile okunmuyor.
AKP, iç politikadaki sıkışmışlık hali içinde kitlesine mutlak zaferler sunmak zorunda. Biraz daha açık yazmak gerekirse; içerideki durumu belirleyecek olan AKP’nin Suriye’deki durumdur. Şu aşamada TC’nin Suriye’deki varlığı AKP’nin kendi varlık-yokluk mücadelesidir.
Suriye’deki durumu ise kısaca şöyle özetleyebiliriz; ABD başından beri Irak’ın kuzeyinde yaptığını Suriye’nin kuzeyinde de yapmaya yönelik politika izledi fakat ABD’nin Suriye’de muhatap olduğu özne Irak’ta olduğu gibi bir Kürt aşireti değil. Suriye’de Kürtlerin siyasal temsili, dolayısıyla ABD’nin muhatap olduğu siyasal özne KÖH… Bölgedeki bir diğer emperyal güç, Rusya ise Suriye’nin ABD’nin at koşturabileceği parçalı bir bölge olmasını istemiyor. Rusya için bir diğer kritik konu da elbette Akdeniz meselesi. Dolayısıyla Rusya, Ortadoğu’da başından beri rejimi destekleyen ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan bir politika izledi.
Kuzey Suriye’de ABD’nin muhatap olduğu politik özne, Irak’ta olduğu gibi bir Kürt aşireti değil demiştik. ABD elbette bunu farkında… Konjonktürün getirdiği bir destek durumu vardı ve KÖH de bunu politik açıdan en iyi şekilde kullandı. Tabi bu desteğin boyutu ve biçimi de bölgedeki dengelere göre değişiklik gösterdi ve yine değişiklik gösterebilir. TC, bu denklemde sürecin en başından itibaren cihatçı grupları destekleyerek, bu çetelerin Suriye’de varlık gösterebilmesi ve güçlenmesi yönünde bir politika izledi fakat TC’nin izlediği genel Suriye politikası ve Yeni-Osmanlıcılık ve Esad karşıtlığı kendi açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. İzlediği bu Suriye politikası onu sahada da diplomaside de yüz üstü bıraktı ve içeridekinden de beter bir sıkışma haline soktu. El Bab ve Cerablus’un işgalinden sonra Afrin’in işgali cihatçı çetelerin varlık gösterebilmesi için onlara nefes alacak alanlar açtı. Kritik önemde bir bölge olan İdlib’de ise TC çatışmasızlığı öne sürerek ile Rusya ile bir mutabakat sağlama yolunu zorladı. Bunda başarılı olsaydı oradaki çetelere nefes aldırmış olacaktı. Bir diğer taraftan Fırat’ın doğusuna operasyon diyerek sınıra yığınak yaptı. Bir gece ansızın nidalarıyla ise içeride kendine zaman kazandırmaya çalıştı. Ancak bir yıldan uzun bir süre sınırda hamle yapamadan bekledi. Zira o zamanki tabloda Fırat’ın doğusuna girmesi mümkün görünmüyordu. Rejim hareket alanını genişleştikçe Suriye’de dengeler yine değişmeye başladı. Öyle ki; iç politikasında işgale mecbur bir TC ama tersten Suriye’deki güç dengeleri açısından işgale girişmesi olanaksız bir TC vardı. Yaklaşık 2 ay önce TC’nin ‘güvenli bölge’ meselesini daha net bir şekilde konuşulmaya başlandıktan sonra ABD ile ortak devriyelere başlandığı duyuruldu ve akabinde İdlib’de konvoyuna bir saldırı gerçekleşti. ABD ile Rojava sınırı için güvenli bölge önerisiyle bürokratik yolları zorlarken TC, İdlib’de bu saldırı ile kendisine başka şeylerin hatırlatılması üzerine acilen Rusya’ya koşmak zorunda kaldı. Suriye’de yeni bir operasyon yapamaması halinde ilerleyen süreçte El Bab, Cerablus ve Afrin’den de çekilmesinin gündeme getirileceğini tahmin etmesi zor değildi.
AKP, Esad konusunda tükürdüğünü yalamak istemese de her geçen gün Suriye’de konjonktür buna zorluyor. Bugün hali hazırdaki güç dengelerine ve TC’nin durumuna bakınca; TC’nin sonunda Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak durumunda kaldığını net bir şekilde görüyoruz.
TC hala ısrarla ÖSO adı altında desteklediği cihatçı çeteleri Suriyeli gerçek ‘vatanseverler’ ve dolayısıyla da Suriye halkının gerçek temsilcisi olarak göstermeyi deniyor. Bunu yaparak; hem kendince ABD’ye IŞID’e karşı YPG dışında bir güç olduğu mesajını vermek istiyor hem de Rojava işgalinde kullandığı bu cihatçı çeteleri Suriye halkının gerçek temsilcisi olarak uluslararası alanda meşrulaştırmaya çalışıyor. Buradan da hareketle Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana bir ülke olarak bu “milli ordunun” kendisini desteklediği söyleyerek, Rojava işgalinin de meşru bir operasyon olduğu mesajını vermek istiyor.
Şimdi ise Rojava’yı işgal etmeye çalışan TC, Suriye’de son derece kaygan bir zemin üzerinde durmaya çabalar vaziyette olsa da işgalin içeriye yansıması tam da AKP’nin istediği ve beklediği gibi oldu. Yazının başlarında değindiğimiz laikçi-seküler kesimin devletçi damarının etkisiyle ve solun güçsüzlüğünden de kaynaklı olarak toplumsal muhalefet AKP destekçisi pozisyona getirilmiş, toplumun neredeyse %85’inden fazlası devletin ideolojik aygıtları tarafından sarmalanmış ve bu büyük çoğunluk din-devlet-bayrak söylemi altında yan yana dizildi.
Peki; bu durum devrimciliğin “var”lığı açısından nasıl değerlendirilebilir? KÖH’ün sürdürdüğü bir devrimcilik var elbette fakat bu başka bir mücadele. KÖH’ün yarattığı bu mücadelenin devlete ciddi bir faturası oluyor. Bunun etkisinin devlet krizini tetiklediği ve derinleştirdiği noktalar var ancak şu unutulmamalı ki Doğu’da farklı bir konjonktür, Batı’da farklı bir konjonktür yaşanmakta. Bugün Batı’da devrimci politika yürüten Marksist bir özne bulunmuyor. Doğu’da KÖH’ün yürüttüğü mücadelenin Batı’ya yansıması ise şovenizmin yükselmesi biçiminde oluyor. Batı’da bizim ulaşmak istediğimiz alan devletin ideolojik araçları tarafından çoktan kapatılmış durumda.
İktidarın hem içerideki hem de dışarıdaki durumundan hareketle, devletin-egemenlerin beka sorununu devrimin nesnel olanaklarının oluşmasına etki ettiği gibi bir değerlendirme yapılabilir mi?! Ortada bunun taşıyıcılığını üstlenecek bir ezilen kesit dahi yokken… “Nesnellik” denilen şeyi tarif edecek olursak o da karşı devrimci koşulların hüküm sürdüğüdür.
Devletin ideolojik hükümranlığı ve etkisinin ezilenleri din-devlet-bayrak söylemi ardına almış olması demek elbette ki devletin derin krizler yaşamadığı anlamını taşımaz. Tek başına devlet krizi de devrimin nesnel olanağı olamaz. Bir gün meydana gelen bir kırılma -bu ekonomik kriz de olabilir, savaş yenilgisi benzeri şeyler de olabilir- öyle bir dalgalanma yaratır ki karşıt kampın kitle gücünü kırar bu “olan” an’daki iktidar erkinin toplumsal dayanaklarında erozyon meydana getirir ve eğer bir devrimci yapı o durumu karşılayacak imkânları yaratmışsa, politik olarak hazırlıklıysa ezilenlerin bir bölümünü ardına alabilir. İşte o zaman koşullar devrimin nesnel olanaklarının oluşmaya başladığı ‘an’ olur.
O halde makaleyi Walter Bejamin’in Tarih tezlerinden şu alıntıyla bitirelim: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir.” O halde görevimizin hakiki olağanüstü hali açığa çıkarmak olduğunu göreceğiz ve faşizmin karşısında konumumuzu güçlendireceğiz.