İslam dini ve iktidar olmak – Sinan Karacan

“Din dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir. […] Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur. Din toplumun afyonudur. Halkın gerçekten mutlu olabilmesi için sahte bir mutluluk olan dinin yok edilmesi gerekir. İçinde bulunduğumuz durumun vehimlerinin yok edilmesini istemek aslında bu vehimlere ihtiyaç duyan durumun terk edilmesini istemektir.”

Karl Marks


“Bu tür afetler bizler için büyük bir imtihan. Ve bu konuda Müslüman olmanın, teslimiyetin hep en güzel örneklerini vermişiz.” 

R. T. Erdoğan (Elazığ deprem felaketinde depremzedelerin cenaze töreninde)


“Deprem, kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır. Ölüm gibi ne zaman geleceği belli değil. Ey insanlar, hazır olun, ölüme hazır olun.”

Ali Erbaş – Diyanet işleri başkanı (Elazığ depremi sonrası camide verdiği bir vaazda)


“Dün Elazığ, devletine ve milletine sadakatin başkentiydi, bugün de sabrın ve tevekkülün başkenti olacaktır. Göçük altından ‘başım açık, beni çıkarmayın’ diyen teyzelerimizin inancı ve imanıyla Allah bu şehri, bu ülkeyi koruyor. Bu iman bizde oldukça her zorluğun üstesinde geliriz evelallah!”

Z. Tolga Ağar – AKP Elazığ milletvekili


Geçtiğimiz günlerde ikincisi düzenlenen İslam ve Sol Çalıştayı’nda konuşan Birikim yazarı Polat Alpman, “Müslümanlar ve İslamcılar vardır. Müslümanların başına gelmiş en kötü şey İslamcılardır.” diyerek iki ayrı başlığa vurgu yaptı. Alpman’a göre ilk başlıktakiler sadece iman eden ve dini Allah ile kul (kendisi) arasındaki mesele olarak değerlendiren Müslümanlar, ikinci başlıktakiler ise dini siyasallaştıranlar, tek motivasyon kaynakları iktidarı ele geçirmek olanlar ve iktidar olunca da sorunların kendiliğinden çözüleceği düşünen İslamcılar.

Bir an için yukarıdaki demeçleri verenlerin İslamcılar olduğunu ve bir demece konu olan ve baş örtüsü olmadığı için enkazdan çıkarılmak istemeyen kadının ya da diğer depremzedelerin de Müslüman olduğunu düşünelim. O kadının ve diğer milyonlarcasının saf ve içten Müslümanlığının bu İslamcılar tarafından istismar edildiğini ve iktidar motivasyonlarına alet edildiğini kabul edelim mi? Elbette edemeyiz; çünkü bu önerme son derece apolitik bir önermedir. Ama zaten istesek de edemeyiz; çünkü Alpman başka bir şey daha söylüyor; “Sıradan insanlar metinleri okuyarak inanmaz, teolog değildirler. Toplum kültürünü içselleştirip bir değer sistemi olarak tanırlar”  diyor.

Buna göre de aslında o kadın ve saf temiz imanı istismar edilen milyonlarca Müslüman aslında iktidar ortağı yada iktidar ediminin ortağı. Yani Müslüman toplumu iman edenler ve İslamcılar biçiminde tasnif edemiyoruz; çünkü madem insanlar inançlarını toplum kültürünü içselleştirip bir değer sistemi olarak tanıyorlar o halde kendi halinde Müslümanlar olarak kalıp, İslamcılığın dışına düşemezler. (Yani bu tekil olarak böyle olabilir; ama bireyin toplumsal biçimiyle bundan kaçınması mümkün olmayacaktır.) Çünkü İslam tarihine baktığımızda iktidar perspektifi ile davranmayan hiçbir Müslüman toplum ya da hiçbir Müslüman örgütlenme göremiyoruz. Tam tersine Müslümanlığın ta ilk günden bir iktidar sorunsalı olduğunu görüyoruz. Yani her iman edenin doğrudan kendisi değilse de başka bağlamlarla iktidar olma, dinini hâkim kılma eğilimi–davranışı var. Genelde dinini iktidar kıldığında özelde kendi iktidarının bazı biçimleriyle elbette çatışma yaşayacaktır. Çünkü din de son kertede bir ideolojidir. İktidar istemeyen ideoloji de yoktur.

Müslümanlığın İslamcılık dışında tutulabileceğini iddia etmek İslam içi tartışmalarda kendisine yer bulamayacağı gibi tarih okuması bakımından da problemli olacaktır.  İslamiyet bir miktar ete kemiğe büründüğünde ve ayakları toprak gördüğünde ilk iş olarak kendisini iktidar olarak örgütlemeye girişmiştir. Aksini söylemek mümkün olmayacaktır, çünkü iman etmenin ve İslam olmanın şartları yatay örgütlenmeye dair ve salt inanç bağlamındayken, diğer yandan miras kanunu vb. düzenlemeler dikey örgütlenme ve toplumsal alana içkindir ve beraberinde iktidarı getirmiştir.

Tarih boyunca farklı İslam yorumları birbiriyle rekabet halinde olmuştur. Bunun en bilineni de Bâtınilik ile Sünnilik arasındaki rekabettir. Bu farklı yorumların ve bu yorumların birbiriyle giriştiği rekabetlerin temel problematiği de yine iktidardır. Örneğin Şeyh Bedreddin Bâtınilik yorumunun iktidar yürüyüşünün bir sembolüdür.

Niyetim bir karşı yazı yazmak ya da polemik yapmak değil. Derdim genel olarak din temelli örgütlenmelerin, bizdeki gibi dinci iktidarların saf, temiz ve bir iman meselesi olarak Allah ve kul arasındaki dinin dışında ve ona rağmen–ona karşı oluştuğunu ve Müslümanların inançlarını suistimal ettiği iddiası değil, bizzat dinin yapısal bir zorunluluğu ve sonucu olduğunu söylemektir. Öyle ki kişi kendi başınayken iyi niyetli, paylaşımcı, diğer din ve kültürlere saygılı ve apolitik olabilir. Ya da kendisine seçtiği politik figürlerin kendi inancındaki saflığı temizliği taşımasını dileyebilir ama diğer taraftan dinin iktidar olma, hâkim olma ediminin dışında olamaz ve hatta kendisini bu edim uğruna politik günahlara ortak edebilir.

Yani yazının başındaki demeçlerin ve tutumların sahipleri ve kurumları din dünyasının dışında değildir. Bizim ülkemizde olan da, özelde 1400 yıllık İslam tarihinin genelde ise sınıflı toplumlara eşlik eden din tarihinin bir prototipidir. Dinin başka biçimde yorumlanışı da kendisini iktidar sorunsalından kurtaramayacağı gibi, iman edenler  ile imanı siyasallaştıranlar biçiminde kategorize edilmeyi de olanaklı kılmayacaktır.

Şimdi bizler yaklaşık 20 yıllık AKP iktidarını bunca yalana, talana, hırsızlığa, arsızlığa insan doğa düşmanı onca icraatına rağmen masum milyonların dini duygularını istismar ederek sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Cumhurbaşkanının mitingde konuşurken aldığı bir haber üzerine büyük bir kayıtsızlıkla çığ düşmesinden dolayı ölü sayısı 33 olmuş dedikten sonra kendi reklamını yapmaya devam etmesine, miting alanındakilerden ekran başındakilere ve ülkedeki milyonlarca AKP’linin doğru dürüst bir ses çıkarmamasına cahillik mi diyeceğiz? Bu seçmen tipinin bu kadar da olmaz diyerek AKP’den soğumasını ve ancak adres değişikliği için Türk-İslamcı başka bir partiyi kollamasını salt İslamcılığın zehirli tahakkümü olarak mı göreceğiz? Milyonlarca iman sahibine hiç öznelik atfetmeyecek miyiz? Hayır!

Müslümanlık=İslamcılıktır. Daha geniş anlamıyla din=dinciliktir. Thomas Müntzer’den, Şeyh Bedreddin’e ezilenlerin tarihte din kimlikli isyanlarını ve iktidar arayış ve deneyimlerini kabul ettiğimiz ve komünal karakterlerinden dolayı sahiplendiğimiz ve iman-imanın siyasallaşması tasnifine girmediğimiz gibi dinin (çoğunlukla) sınıflı yapıyı besleyen ve egemenlere hizmet eden biçimini de kabul etmeli onu buradan kaçmak için iman-imanın siyasallaşması tasnifine sokmamalıyız.

Elbette biz komünistler insanların iman ihtiyaçlarını önemsiyor ve fakat din ile mücadelemizi de bırakmıyoruz. Din kurumu bugün bizim için egemen sınıfların iktidar aracı olmak dışında bir şey elbette ifade etmiyor.  Ayrıca dinci iktidarlar da bizim için –sınıflı toplumu yaşattığı müddetçe özünde nasıl olduğundan bağımsız olarak- yıkılması gerekenler olmak dışında bir şey ifade etmiyor.  Bizim coğrafyamız açısından İslam’ın ezilenler lehine yorumlanması, İslam’ın egemenler elinden kurtarılması, egemenlerin zorba dini değil de ezilenlerin mazlumların eşitlikçi adaletli dini olmasının sağlanması ve tarihte cereyan etmiş bu yönlü pratiklere atıf yapılması ya da İslam’a bu yönden katkı sunmuş fikirlerin yinelenmesi biz komünistlerin değil, Müslümanların işidir.  Bize düşen bir sosyolojik gerçeklik olarak dini ve onun toplumsal sosyal bağlamlarını doğru değerlendirmek ve ona karşı doğru bir tavır alış içinde olmaktır. Bu doğru tavır alışın önemli bir gereği de din siyaset ilişkisini iyi kavramaktır. [i]

Marksizm aydınlanma hareketinin, katı bir rasyonalizmin ürünüdür ve Batıcıdır. Dini ele alış biçimi de bundan bağımsız değildir. İçinden doğduğu atmosfer kilisenin toplumsal yaşam üzerindeki otoritesinin hızla sarsıldığı bir atmosferdir.  Ama yukarıda bulunan ve eksik bilinen alıntıdan da anlaşılacağı gibi dinin sosyolojik ve toplumsal bağlamlarını etkili biçimde çözümleyen ve bireyin din ile ilişkisini doğru kavrayan bir paradigmadır ve evrenseldir. Yanlış olan bizim gibi ülkelerdeki Marksistlerin Marksizmi ve Marksizmin pratik politikada din ile ilişkisini ele alma ve yorumlama biçimidir. Bu bağlamıyla yapılması gereken din içerisinde ilerici ve sınıf karşıtı nüveler aramak değil, kendisini gözden geçirmektir. Nitekim Türkiye komünist hareketinin bir bölümünün bu yönde önemli bir mesaisi olmuş ve bu mesai düşünsel manada önemli bir olgunluğa ulaşmıştır. Bizim için bundan sonrası bunu pratik politikada hayata geçirmeye çalışmaktır.

Bu çabanın sonucu “Kahrolsun şeriat!” sloganı atıp, “Türban neyi örtüyor?” Başlıklı broşürler basıp sığ küçük burjuva aydınlanmacılığına hapsolmak değildir. Ya da Batıcı bir tutumla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığını sindirmek ve ülkeyi bu biçimiyle laik olarak kabul etmek; ama aynı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı İslamcı iktidarın elindeyken çok tehlikeli bulmak ve laiklik elden gidiyor demek yerine; egemen sınıfın bir aygıtı olarak dini egemenler lehine biçimlendirdiği için ona kökten karşı çıkmaktır.

Dinin kendisiyle değil somut bir hedef olarak iktidar biçimleriyle hesaplaşmaktır.  Diğer bütün konularda dine dışarıdan bakıp, konu dindara davranış ve deyiş çerçevesi çizmeye gelince dinin içinden konuşmayı bırakmaktır. Dini örgütlenmeler ile mücadele ederken, sınıf bilinci son derece çarpık olan ve sırf içki içmeyi ve örtünmemeyi laiklik sanan güruhla yan yana düşmemeye gayret etmektir.

İslamcı örgütlenmeleri ve iktidarları egemenlerden ve onların iktidar aygıtlarından ayrı tutmamak ve onların günahlarını salt dincilikleri, bilim karşıtlıklarıyla izaha girişmemek, kapitalist karakterlerinin görülmesini zorlaştıracak türden gerici–ilerici tartışmasına düşmemektir.

Evrimcilik değil, devrimcilik yapmaktır. Bunun için de gerektiğinde “Halkın direnişi doğal olarak dini, mezhepsel, yöresel görünüm aldı. Görünüşü değil de onun arkasındaki özü yakalayacaksak şapka ve heykel karşısında çarşafı ve şalvarı savunan dinsel muhalefet, resmi Sünni dindarlığına karşı Alevi muhalefet (…) hepsi burjuva kimliğine, dayatılan köksüz, sahte ulusal değerlere karşı yaşayan halk değerlerinin direnişleridir.” diyebilmektir. [ii]  


[i] Sınıflı toplum ön kabulüyle kendisini örgütleyen bir dinden komünal bir yaşam arzusu/yorumu çıkarmak ve böyle bir pratiğe girişmek ya yeni bir dini doğuracaktır ya da bütünüyle öznelerini din dışına düşürecektir. (Yeri değil ama Kemalizmden zorla sosyalizm çıkarmaya Mustafa Kemal’den de zorla bir sosyalist çıkarmaya çalışmak da benzer bir talihsizliktir.)

[ii] Türkiye Devriminin Yapısı, Nam yayıncılık, s: 27