İsmail Haniye suikastinde asıl vurulan İran’dır! – Mehmet Turan

İsrail, Hamas’ın siyasi lideri ve Hizbullah’ın iki önemli şahsiyetini öldürürken, namert savaşların artık yeni ve kalıcı niteliği olduğunu söyleyebiliriz.

HAMAS Siyasi İşler Büro Şefi Filistinli lider İsmail Haniye’nin İran’da bulunduğu ikametgâhta (Gaziler Evi) gece vakti güdümlü füzeyle havaya uçurularak katledilmesi daha önce bahsettiğimiz savaşın değişen yüzü bahsindeki uç noktalardan biri olarak görülebilir. 

İsrail sadece Filistin’in dünyaca tanınan meşru liderlerinden birini değil, onu evinde misafir eden ama koruyamayan İran’ı da canevinden vurmuş oldu. Haniye’nin katledilmesi uluslararası planda İranlı “efsane” General Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden çok daha büyük etki yaratmıştır. İran kendi komutanının intikamını alamamıştı. Sadece stratejik olmayan bir ABD üssünü vurmuştu. 

Reisi ‘nin ölümündeki kaza kırımı hala çözülmemişken Haniye olayındaki istihbarat zaafının bunun üzerine eklenmesi İran açısından çok ciddi bir itibar kaybı hatta siyasi skandaldır. Burada asıl vurulan İran’dır. İsrail bu operasyonla İran’ı hem savaşın merkezine daha fazla çekmiş, hem Filistin’i destekleyen ülke ve gruplara gözdağı vermiş hem de Filistin’in meşru liderlerinden birini yok etmiştir. Ancak bu eylem, önümüzdeki süreçte Filistin davası ile İran’ın bölgedeki Şia merkezli ideolojik direnişini de birleştirme istidadı gösterebilir. Sünni HAMAS ile Şii İran her zamankinden daha fazla dayanışma içine girebilir. Tabi burada İran’ın Rusya ve Çin’in  “soğukkanlılığını koru, zamanını kolla” türünden uyarılarını dikkate almadan hareket etmeyeceği söylenmelidir.

Artık iyice görülmektedir ki namert savaşlar savaşın yeni ve kalıcı bir niteliğidir. Abartısız dünya siyasetine bakışımızı topyekûn değiştirecek çarpıcı bir durumdur bu. Şu kadarını söyleyelim, düşmanın namert savaş anlayışında ne kadar ölçüsüz olabileceği devrimci strateji ve taktiklerin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek düzeye ulaşmıştır.

Namert savaş bir savaş hilesi, askeri bir taktik, olağan bir siyasi suikast ya da delilik sınırında bir intikam eylemi değildir. Bunların toplamının ötesinde ideolojik bir veçhedir. Öte yandan ahlaki temelde sadece alçaklık ve korkaklık da değildir. Erdemsizlik onun asli özelliğidir. 

Tarihte bugüne kadarki haklı ya da haksız savaşlarda “erdem” olgusu tüm orduların azami dikkat gösterdiği bir husus olmuştu. Gerektiğinde köşeye sıkışmış olmasına rağmen teslim olmayan, son mermisine kadar direnmeye devam eden askeri birliklere saygı, onları onore etme, sivillere dokunmama, esirlere ve yaralılara savaş hukukunun gerektirdiği ihtimamı gösterme bunlar savaş hukukunun temelleriydi. Savaşlarda elbette alçaklık ve korkaklık da olmuştu ama erdem yoksunluğu bugünkü kadar ABD, İngiltere ve İsrail’de cisimleştiği gibi tüm bir devlet ve ordu cihazını çepeçevre saracak düzeye ulaşmamıştı. Bugün ise Erdemsizlik sadece savaşta değil genel olarak siyasetin tüm alanlarında başta Anglosakson emperyalizmi olmak üzere burjuva egemen ideolojilerin tümünde temel bir unsur olmuştur.

Yüksek istihbarat ve silah teknolojisine eklemlenmiş vekil güçler ve devşirilmiş yerel muhbir ve casus ağlarıyla hareket eden İsrail ve ABD gibi namert savaş doktrin-erlerinin emeli tüm dünya insanlığına “savaşla bir arada yaşamayı” dayatmaktır. Savaşı gündelik yaşamın bir parçası haline getirmektir. Başlayıp sonlanmayan bitimsiz bir savaş istemektedirler. Eski klasik, yüz yüze, topyekûn açık savaşlar değil; toplumların gündeminden hiç eksik olmayan, stratejik-ideolojik-sembolik hedeflere odaklanmış, halkları paniğe ve çaresizlik duygusuna sevk eden, güç karşısında teslimiyete zorlayan düşük ve orta yoğunluklu ya da bölgeselleşmiş mikro ölçekli savaş stratejileri geliştirmektedirler. Aslında “üçüncü dünya savaşı” şeklindeki yaygın söylemin içeriği tam da budur. Sonsuz savaş ideolojisi bu yüzyıla özgüdür. Namert savaş bunun bir parçasıdır sadece.

Sık sorulan soru şu: Yaşadığımız 3.Dünya savaşı mı?

3.Dünya savaşı ile ne kastedildiğine bağlıdır bu sorunun cevabı.

Eğer yukarıda da belirttiğimiz üzere yüz yüze, topyekûn uluslararası bir açık savaş kastediliyorsa elbette söz konusu olan ya da gelmekte olan bu değildir. Mesela burjuva basında sıkça sorulan, İran ile İsrail savaşa girer mi ve bu savaş 3. Dünya savaşını başlatır mı sorusu var. Öncelikle aralarında bir kara sınırı yok ama hâlihazırda füze ve dron saldırılarıyla adı konulmamış bir savaş halinde değiller mi? Birbirlerine karşı vekil güçler ve “gölge savaş” taktikleriyle saldırmıyorlar mı? İsrail ve İran’ın açık bir savaşa girmesi demek, kara ordularının da devreye girmesini gerektirdiğinden birbirlerinin arasındaki ülkelerin de savaşa girmesi demektir ki bunun adı artık bölgesel savaştır. Ve şu anda böyle bir olasılık gözükmemektedir.

Artık savaşların karakteri çok değişmiştir. Bu meselenin üzerinde daha önce durduk. Vekil güçlerin öne çıktığı, onlar üzerinden yürütülen, sivillerin öldürülmesinin önemsenmediği ve hesabının verilmediği, asimetrik ve “gölge” taktikler içeren, karakter aşınmasının ayyuka çıktığı toplumsal gerçeklikte gençlerin iş için koşa koşa istihbarat örgütlerine başvurduğu, başta hava-uzay ve dron savaşı olmak üzere silah teknolojilerinin çok etkin kullanıldığı, kesin kazananı olmayan, âdeta ‘savaş oyunu’ gibi savaş olan, fiziki olarak yenmekten ziyade caydırıcılığı temel alan ve bu şekilde hedef ülke halkını kendi yöneticilerine karşı isyana teşvik eden bir savaşlar silsilesi ile karşı karşıyayız. 1. ve 2. Dünya savaşına benzer ya da onların biraz daha gelişmiş biçimi gibi bir savaş beklentisinden ziyade, ana hatlarını yukarda çizdiğimiz çerçevede savaşlar gerçeği, 3 dünya savaşı işte budur. Hala bir metafor şeklinde kullanılan ve havada asılı duran bu kavramı (“3 Dünya Savaşı) artık ayakları üzerine yere indirmek ve tanımlamak gerekiyor. Egemenler halihazırda bir yandan bizzat üçüncü bir dünya savaşını yürütürlerken diğer yandan halkları daha dehşetli, içinde nükleer silahların da kullanıldığı yok edici bir savaş beklentisine sokarak onları yanıltmakta, bugünkü yeni savaş gerçekliğinden uzaklaştırmaktadırlar. Oysa dehşet bugün yaşanandır. Bugünkü dehşetin üzerini kapatmak için insanları henüz gerçekleşmemiş ve belki de hiç gerçekleşmeyecek olan geçmiştekine benzer bir açık savaş beklentisi içine sokarak uyutuyorlar. Oysa bugünkünden daha kötü ne olabilir ki? 

Namert savaş doktrininin en temel özelliklerinden biri “gölge savaşlar” taktiğidir. Haniye’nin öldürülmesine gelene kadar Şeyh Ahmet Yasin, Rantisi, 2020’de İranlı General Kasım Süleymani’nin, İran’ın Şam askeri ateşesi Musevi’nin ve Hizbullah lideri Nasrallah’ın sağ kolu Fuad Şükür gibi seçilmiş siyasi hedeflerin suikastlerle öldürülmesi birer gölge savaş pratiğidir. Dünyada bu pratiği sergileyen o kadar çok ülke olmadığını biliyoruz. ABD, Rusya, İsrail, Fransa, İran ve Türkiye. Bu devletler karşıtlarını “ileriden karşılama” stratejisi temelinde hedef ülkelere uluslararası hukuku çiğneyerek askeri operasyonlar düzenlemektedirler. Halkların meşru liderlerini, devrimci önderleri kaçırmakta ya da bulundukları bölgede katletmektedirler.

Haniye suikastı herkesin üzerinde hemfikir olduğu üzere Ortadoğu’da bölgesel bir savaşı çok daha yaklaştırmıştır. Emperyalist-Siyonist ittifakın istediği de tam budur. Bölgenin alt üst edilerek taşların yerinden oynaması ve yeniden dizilmesi. İsrail şu anda, Gazze dışında İran, Irak, Lübnan, Yemen, Suriye, Batı Şeria, Golan Tepeleri olmak üzere çok cepheli bir savaş yürütmektedir. Mali, askeri ve psikolojik yükü bu denli ağır bir savaşı ABD olmaksızın yürütmesi imkânsızdır. Haniye’nin katledilmesinden sonra ABD Savunma Bakanı; çoğu devlet başkanı, kimileri prosedür gereği de olsa suikastı kınarken, kendisi hâlâ “Her türlü saldırıda İsrail’in yanındayız” diyebilmektedir. Dışişleri Bakanı ise “Bu olaydan haberimiz yok, dahlimiz de yok” şeklinde utanmazca bir cevap vermiştir. ABD açısından Ortadoğu’da antiemperyalist, anti-Siyonist Şia ekseninin parçalanması sadece İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve bölgenin zengin enerji kaynaklarının ele geçirilmesi değil, aynı zamanda Rusya ve Çin’in çok kutupluluk stratejisine vurulmuş büyük bir darbe olacaktır.

Suikaste karşı Arap ülkelerinin verdiği cılız tepki elbette içler acısıdır. Özellikle ateşkes sürecinin taraflarından biri olan Mısır’ın (bu süreçte kendi askerleri de öldürülmüştü), Ürdün, Katar ve diğerlerinin gösterdiği tepki Avrupa’nın İsrail’e verdiği açık destek düşünüldüğünde utanç vericidir. Arap ülkelerinin çoğu Avrupa ile ekonomik ilişkilerini bozmamak için Filistin’e sadece göstermelik bir destek vermektedirler. Beşar Esad ve Mahmut Abbas’a gelince 7 Ekim’den beri ilki İran’a diğeri ise HAMAS’a karşı uzak durmayı sürdürmektedirler. Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e karşı “Libya ve Karabağ’da yaptığımızın aynısını yaparız” söylemini bir gün sonra “uluslararası hukuk çerçevesinde” şeklinde alelacele değiştirmesi elbette bu sözde çıkışın sadece iç kamuoyuna yönelik bir propaganda olduğunu gösteriyordu. Arap ülkeleri ve TC’ninki başından beri vicdan retoriğinin ötesine geçememiştir. Rusya, Dışişleri düzeyinde bile kınama yapmadı, Ortadoğu işlerinden sorumlu bürokratını konuşturdu. Daha dün 14 Filistinli örgütü bir araya getiren Çin de çok zayıf sıradan bir mesajla yetindi.

Son süreçte olağanüstü siyasi gelişmelerin çok kısa bir zaman dilimi içinde birbiri peşi sıra geçekleşmesi, doğrusunu söylemek gerekirse üzerinde hassasiyetle durmayı hak ediyor. Reisi’nin ölümünün ardından İran’da reformist Mesut Pezeşkiyan’ın seçilmesi, Biden’ in adaylıktan çekilmesi, Trump suikasti, Netanyahu’nun ayakta alkışlanan ABD kongresindeki konuşması, Haniye suikasti, Golan tepelerinde İsrail’in 11 çocuğu öldürüp bunu kendi yapmamış gibi orada da yeni cephe açması ve en son Nasrallah’ın sağ kolu Fuat Şükür’ün katledilmesi.

Netanyahu’nun ABD kongresindeki konuşması tüm dünyada nefretle kınanan temel gündemlerin başını çekmişti. Kimi yazarlar İsrail’in kurucusu ve ilk Başbakanı Ben Gurion’un yıllar önce ABD Kongresinde yaptığı konuşmayla çok benzer bağlantılar kurdular. Her ikisinin de ortak ve temel söylemi ABD ile İsrail’in ne olursa olsun ilelebet stratejik bir ittifak içinde kalacağı idi. Ben Gurion ve Netanyahu konuşmalarında ABD’nin sadece Ortadoğu’daki değil dünyadaki ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları için İsrail’in vazgeçilmez bir müttefik olduğunu üzerine basa basa ifade ediyorlardı. Her ikisi de “bizim düşmanımız sizin düşmanınız, bizim zaferimiz sizin zaferiniz” diyordu.  Elbette bunu arkalarına aldıkları ABD’deki Yahudi lobisinin gücüne de borçluydular. Netanyahu Gurion’dan farklı olarak asıl savaştıklarının İran olduğunu söylerken ABD’deki kendilerine yönelik öğrenci eylemlerini de “kullanışlı aptallar” olarak nitelendirerek Amerika’nın demokratik güçlerine hakaret etmekten geri durmuyordu. 

Trump suikast girişiminin Netanyahu’nun kongre konuşmasından önce olması dikkat çekici bir ayrıntıdır. Sadece şunu söylemekle yetinelim. TV’lerde Netanyahu Trump kucaklaşması ölümden kıl payı kurtulan bir adamın adeta kendi celladına sarılarak teşekkür etmesi gibiydi. Burada Yahudi lobisinin iş başında olduğu da söylenebilir. Trump seçim konuşmalarında “Seçilmezsem 3. Dünya savaşı çıkar” diyen ve savaşı bitirebilecek tek kişi olduğunu iddia eden sözler sarf ediyordu.  Savaşı bölgeye yaymak isteyen İsrail savaş kabinesi elbette karşısında savaşı bitirmekten bahseden bir ABD başkanı istemez! Bu anlamda Trump J.F. Kennedy’den çok daha şanslı biriydi. ABD’nin İsrail ile arası iyi olmayan ilk ve tek başkanı J.F. Kennedy suikasta kurban gitmişti. Olay çözülmesin diye kısa sürede suikastçısı da öldürülmüştü. FBI, Trump suikastçısının tüm teknik bilgi ve planlarını internet üzerinden elde ettiğini duyurdu. 20 yaşında bir üniversite öğrencisi, her şeyi internetten öğreniyor, öyle mi? Burada sorulacak soru elbette çok!

İsrail’in Biden çizgisi ile hiçbir sorunu yok. Kasım’daki ABD seçimleri yaklaşırken Trump şahsında Cumhuriyetçi kanada verilmiş küçük bir uyarı gibi gözüküyor bu suikast hikâyesi. Kaldı ki kararsız seçmenlerin ağırlıklı olduğu “salıncak eyaletler”de (swing states) yapılan son anketlerde Trump’ın öne geçtiği görülüyor. ABD’de yapılan seçimlerin kaderini her dönem Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında gidip gelen ve “salıncak eyaletler” olarak nitelendirilen Michigan, Nevada, North Carolina, Pennsylvania ve Wisconsin gibi eyaletler belirliyor.

Ama İsrail’in geleceği söz konusu olduğunda ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin üstünde üçüncü bir gücün daha olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Hele ki ABD’nin alabildiğine kompleks bir devlet aygıtına sahip olduğu düşünülürse; ayrı kanatlar içinde yer almış olsalar da İsrail’in çıkarları söz konusu olduğunda aralarındaki farklılıkları bir çırpıda bir yana koyarak domuz topu gibi birleşen bir Yahudi lobisi varlığını hiçbir gerçek siyasetçi göz ardı edemez, etmemelidir.

Son sözümüz şu olsun: İsrail Siyonizm’i sadece ve sadece askeri yoldan bertaraf edilebilir. 3. Dünya Savaşı’nı ağızlarına sakız edenlere verilecek en iyi cevap, Bölge Devrimi ve onun güncel mekanizmalarını yaratmaktır. Namert savaşlara verilecek en iyi cevap budur.

                   01.08.2024