Ansızın bir sessizlik olduğunda kız doğdu denir Anadolu’da. Bunu bugün bir arkadaşımla telefonda tatsız bir konu konuşurken, bir sessizlik oluşmasıyla anımsadım. Bana şunları düşündürttü. Ülkemizin çoğu bölgesinde geçmişte ve şimdi bile bir kız çocuğu dünyaya getirmek bir anne için üzüntülü bir durumdur. Doğuran kadın mahcuptur; çünkü ailede, toplumda kabul gören bir erkek dünyaya getirememiştir. (Oysa erkeklerin genetik yapısı ise 46 XY’dir. Dolayısıyla bazı sperm hücrelerinde X bazılarında ise Y kromozomu vardır. Y kromozomu taşıyan bir sperm yumurtayı döllerse erkek bebek, X kromozomu taşıyan bir sperm yumurtayı döllerse kız bebek oluyor. Dolayısıyla doğacak bebeğin cinsiyetini kadın değil, erkek belirliyor.) Ama annenin boynu büküktür ve bu nedenle kız çocuğa sahip çıkmakta zorlanır. Çünkü koca ve aileler düş kırıklığına uğramışlardır. Baba, kız çocuğu olduğunu duyunca evden ayrılır. Toplum baskısıyla oluşturulan öğretiyle boynu eğiktir. Oysa bebek erkek olsa silahı havaya doğrultup ateş ederek herkese ilan eder bir oğlunun olduğunu.
Ama kız olmuştur. Bu kız çocuğu hiç görünmeden, sezdirmeden evde boynu bükük, hizmette kusur ettirmeyerek yaşamanın yollarını aramak zorunda ve bu erkek egemen öğretiyle büyümek zorundadır. Evde aşağılanır, yok sayılır, değersizleştirilir. Ailenin namusudur. Bu namustan da ailedeki erkekler sorumludur. Eğer anne bir erkek çocuğu dünyaya getirmişse önce ailede sonra toplumda bir yer edinmiş demektir. Artık kısmen de olsa ailede sözü geçer. Ve bu durum kutsanır. Önce ailede el üstünde tutulur erkek çocuk. O erkektir. Kardeşler, ablalar, anne onun öncelikli konumunu ona duyumsatır. Yatağı toplanır, üstü başı yıkanır, ütülenir, yemeği önüne getirilir hangi saatte olursa olsun. Erkek çocuk küfür eder, büyükler gülerler, gururlanırlar. Ulu orta her yerde çıplak olmasında hiçbir ayıplama olmaz. Sünnet olur, düğün bayram yapılır. Erkek çocuk, erkeklik organının ne kadar değerli olduğunu ve kadın karşısındaki üstünlüğünü keşfeder. Erkeği kadın karşısında üstün görmesini sağlayan (ki bu üstünlük durumu daha sonra tüm doğa için geçerli olacaktır.), erkek çocuğuna tanınan haklar uzatmakla bitmez. Sonra toplumda her şey ona altın tepside sunulur. Erkektir; her ne yaparsa yapsın elinin kiridir. Ailede ve toplumda edindiği üstünlük durumunu tadıyla içselleştirmiştir artık. Büyür, beğeneceği kız aranır; tüm kızlar emrindedir, o yalnızca seçer. Seçtiği kadın onun malıdır. Döver de sever de! Evinde bir hizmetli, yatağında da dilediğince kullanabileceği bir nesnedir. Eğer çağ gereği kadın çalışıyorsa kazandığı para da kocanındır.
Oysa kız çocuğunun asla böyle bir lüksü yoktur. Bir erkek arkadaşıyla sinemaya gittiği için, tecavüze uğradığı için, ensest ilişkiye maruz kaldığı için… aile meclisi kurulur ölümüne karar verilir. Namusa halel getirmiştir. En küçük bir hatada baba, anne, abiler tarafından şiddete maruzdur. O düşünmeyecek, duyumsamayacak, aşık olmayacak, bir hayalet gibi aileye ve topluma biat edecektir. En kötüsü bu koşullarda kadın da bu öğretiyi içselleştirir. Aile içinde ensest ilişkiye bile boyun eğer. Bu ortaya çıkarsa da derhal yok sayılıp üstü kapatılır. Sokakta, işyerinde tacize ve tecavüze açıktır. Onu koruyacak hiçbir yasa işletilmez. Çünkü devlet de erkek egemen zihniyetle yönetilmektedir. Babadan kocaya geçince hiçbir şey değişmeyecektir. Yalnızca kontrol babadan kocaya geçmiştir. Kocasını hoş tutacak, aileye hizmetkar olacaktır. Bu beklentileri çok özet geçiyorum. Evde her türlü şiddete boyun eğecek “kol kırılır yen içinde kalır”ı düstur edinecektir. Olur da buna başkaldırırsa şiddete maruz kalmayı hak etmiştir, hatta katledilmelidir.
Kadın cinayetleri neden artıyor? Kadına şiddet neden artıyor? Çünkü çağ, değişimi zorunlu kılıyor ve kadınların bir kısmı (kendi ayakları üzerinde durabilen) “HAYIR” diyor. Başkaldırıyor. (Elbette bu iktisadi, toplumsal, sosyolojik, din, kültürel değişimler, eğitim, medya, gelenekler v.b. nedeniyledir. Bu yazının konusunu çok genişleteceğinden bunları açımlamak başka bir yazımın konusu olacaktır.) Ve başkaldıran kadın katlediliyor. Bu eğitimli ailelerin çoğunluğunda bile değişmeyen bir durumdur. Şiddet kadına zorla kabul ettiriliyor. Psikolojik şiddete hiç girmiyorum. Çünkü bu psikoloji kadının kendi kendini bile insan olarak görememesi derecesine ulaştırılmıştır. Oysa kadın “doğurandır, yaratandır, eğitendir”. Bir yandan “cennet anaların ayağının altında denir”. Bu din simsarlarınca dayatılan riyadır.
Kadın ezilmek için vardır bu toplumda. Çünkü “aydınlanma” çağını hiçbir zaman yaşamadı Türkiye halkları. Haklar, Cumhuriyetle birlikte yasalarla var edilmeye çalışıldı. Ama aynı Cumhuriyet ‘Diyanet’i kurdu. Hani T.C. laikti? Laiklik en dar anlamıyla din ile devlet işlerinin ayrı tutulması değil mi? Hayır bu devletin hep Sünni bir dini olmuştur. Diyanet, yasayı bile geçersiz kılacak fetvalarla otoritesini devletten aldığı güçle topluma dayatıyor. Yasalar, 18 yaşı reşit yaş olarak belirlemiş olmasına karşın, Diyanet, dokuz yaşındaki çocuğun evlendirilebileceğini bildiriyor. Erkeğin, anasının dizinden tahrik olabileceğini bildiriyor. Milletvekili açık kadının perdesiz eve benzediğini açıklıyor. Bir diğeri hamile kadının sokağa çıkmaması gerektiğini açıklıyor. Tarikat mensuplarının açıkça, “İslâm’da çocuklarla cinsel ilişki normaldir; buna ‘bademleme’ denir. Ancak feministler ve ateistler çocuk istismarı diyorlar” dediği videoları sosyal medyada dolaşıyor.
Akit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak İstanbul Sözleşmesi konusundaki tartışmalara ilişkin yazısında sözleşmeyi savunan kadınlara ‘AKP’nin papatyaları’ ve türevlerine ‘fahişe’ diyebiliyor. Cumhurbaşkanı “İstanbul Sözleşmesi nas değil. Bizim için ölçü değildir” dedikten birkaç gün sonra Emine Bulut kızının gözleri önünde öldürülüyor. Bu yıl “imza çekilebilir” diye konuşulmaya başlandıktan sonra; Pınar Gültekin, Seher Fak, Fatma Altınmakas, Bahar Özcan arka arkaya katledildi. Kadın cinayeti işlemiş adama kravatlı olduğu için iyi hal indirimi uygulayıp kısa sürede dışarıya çıkması sağlanıyor. Öldürülen kadın için “ama o da” diye başlayan cümlelerle ölümü hak ettiğini açıklıyor topluma. Bunlar saymakla bitmez. Çünkü yasaları işletenler de erkek egemen zihniyeti içselleştirmiştir. Ama aynı cinayeti bir kadın işlemişse, tecavüze uğrarken kendini savunup tecavüzcüsünü öldürmüşse kadına en ağır ‘ağırlaştırılmış müebbet’ ceza işletiliyor.
Devlet kadının görevine, nasıl yaşaması gerektiğine, sınırlarına, kaç çocuk doğuracağına, kocasının dayağını gülümseyerek karşılaması gerektiğine varıncaya dek yaşam biçimini belirliyor. Evet, kadını koruyacak yasalar kağıt üzerinde var. Ama aydınlanma yaşamamış birey için hiçbir anlamı yoktur. Yalnızca birey için değil, asıl devlet için hiçbir anlam taşımamaktadır. Yukarıdan aşağıya “kadın hakları yasaları” hiçbir anlam içermemektedir. Kadının başına ne gelirse gelsin mutlaka bunu hak etmiştir. Çünkü yasayı işletecek olan erkek egemen hukukçulardır, bu hukukçular da din, devlet, erk zihniyetinin temsilcileridir. Sırtını yasaları işletmeyen devlete dayamışlardır. Gücü bu devletten almaktadırlar. Hatta kadın cinayetlerinin en üst seviyeye ulaştığı AKP hükümetinden almaktadırlar.
Kadın cinayetlerinin yalnızca istatistik verilere dönüşmesi beni derinden yaraladığı için istatiksel verilere girmeyeceğim. Ama AKP iktidarında kat be kat artan kadın cinayetleri, kadına ve çocuğa karşı istismar ve şiddet had safhaya varmışken gündeme neden “İstanbul Sözleşmesi”nin iptali oturtuldu. Kimler, neden (yasalar işletilirse eğer, kadını, çocuğu koruyacak olan) İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini istiyor?
Bu soruların yanıtlarına girmeden önce “İstanbul Sözleşmesi” özetle nedir ona bakalım:
Sözleşme İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 121. toplantısında kabul edildi. 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış olması nedeniyle kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinmektedir ve 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeyi ilk kabul eden ülke 12 Mart 2012’de Türkiye oldu. Temmuz 2020 itibariyle 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmış, imzacı ülkelerin 34’ünde onaylanmıştır.
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ya da bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları sözleşmesidir.
Sözleşme Avrupa Konseyi tarafından desteklenmektedir ve taraf devletleri hukukî olarak bağlar. Sözleşme ilk elden devletlere şunu söylüyor; “Kadınlara yönelik şiddeti önleyin”. “Kadınları şiddetten koruyun.” Devletin kadını koruması için öncelikle sığınma evleri açması, kadının muhatap olduğu –örneğin polis–yetkilileri bilgilendirmesi; yargı düzeyinde şiddete uğrayan kadının beyanını esas alarak, şiddet uygulayana karşı uzaklaştırma kararı verilmesi gibi birçok şeyi içeriyor. Sözleşme, kadın bedeni ve kadınlar üzerinde tahakküm kurulması yönünde başvurulan her tür baskıyı şiddet olarak değerlendiriyor. Birleşmiş Milletler’in hayli geniş çapta ele aldığı bir kadına yönelik şiddet tanımı var ve kadının sadece kadın olduğu için maruz kaldığı, kadınlara acı ve ıstırap veren her türlü baskıdan söz ediyor bu tanımda. Elbette yasanın kapsamı yalnızca kadın değil. (Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaması gibi kapsamı geniştir.)
Bir de şunu diyor Sözleşme “Eğer kadını şiddetten koruyamadıysanız, şiddet uygulayanı cezalandırın ve nihayetinde kadını şiddetten korumak için politikalar geliştirin.”
Sözleşmenin dört temel ilkesi;
1- Kadına yönelik şiddetin temelinde yatan toplumsal cinsiyet eşitsizliğine neden olan cinsiyetçi tutum ve davranışları değiştirmeyi hedefleyerek şiddeti önlemek. Kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi.
2- Danışma merkezi, sığınma evleri, cinsel şiddet kriz merkezi gibi destek mekanizmalarını kurarak şiddet riski altındaki kadınları korumak ve suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması.
3- Şiddete uğrayan kadın şikayetten vazgeçse bile şiddet suçu karşısında faillere gerekli cezaları vermek.
4- Ülke çapında kadına yönelik şiddetle mücadele edebilmek için kurumlar arasında gerekli koordinasyonu kurmak. Kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların yaşama geçirilmesidir. Kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı nitelikte ilk uluslararası düzenlemedir. Tarafların sözleşme kapsamında vermiş oldukları taahhütler, bağımsız uzmanlar grubu GREVIO tarafından izlenmektedir.”
Şiddetin yaşam biçimi halini aldığı ülkemizde; iktidarın, bu şiddeti önleyecek politikalar geliştirmesi ve ‘İstanbul Sözleşmesi’nin işletilmesi için çaba harcaması gerekirken, mevcut yasayı kaldırmak istiyor. Kadınlar bir araya gelip sokağa çıkıp “Biz artık ölmek istemiyoruz” dediklerinde polis şiddeti ve işkencesiyle karşılaşıyor.
“ERKEK VURUYOR DEVLET KORUYOR!” sloganının ne kadar isabetli olduğu apaçık.
Sözleşmenin iptali hiçbir biçimde geniş bir kitlece destek görmüyor. AKP’yi iktidara taşıyan hatta bel kemiğini oluşturan kadınlar bile sözleşmenin iptaline karşı çıkıyor. Sözleşmenin iptal gerekçeleri oldukça cılız; “aile yapımıza aykırı”, “eşcinselliğe özendiriyor”, “kadının beyanı esastır ile erkeklerin haksız suçlanmasının önünün açılması” gibi gerçekdışı savlar var. Bu savlar bir yandan gerçeği çarpıtma ve toplumu yönlendirme amacı taşıyorken öte yandan ayrımcılık gibi bir insan hakkı ihlaline teşvik ediyor. Şiddete yönelimi olan erkeğe yeşil ışık yakıyor. Kadına şiddet uygulayabilir hatta onu öldürebilirsin biz seni devlet olarak koruruz demiş oluyor. Kadına da şunu söylüyor; biz devlet olarak seni erkek şiddetinden korumayacağız ona göre erkek egemen yapıya boyun eğeceksin.
Erkek egemen iktidar ve yanlılarını asıl rahatsız eden, (eğitimli, ekonomik koşulları yalnız başına yaşayabilmesine uygun olan) kadınların kendi ayakları üzerinde durması, kadın hareketinin güçlenmesi. Kadınlar artık şiddet gördükleri birliktelikleri sürdürmek istemeyip, bir birey olarak yaşam hakkını istiyor. Bu da erkeklerin iktidarını sarsan karşı bir tavır olarak görülüyor. Erkekler, bu kadınlardan ve işletilmeyen Sözleşme’den bile korkuyorlar. Kadın hareketi her geçen gün güçleniyor. Bu hareketin, bilinçli politikalarla cahil bıraktıkları, biat kültürü edinen kendi kadın kitlesine ulaşmasının yollarını da engellemek istiyor. Çünkü kadın cinayetlerinde sokaklara çıkan politik kadınlar, öteki çaresiz kadınlara ulaşıp el ele mücadele ediyor.
Devletin tüm güçlerini elinde bulunduran iktidar, tek adam, tek parti baskısı altında; radikal, dinci, milliyetçi güç odaklarıyla ittifakı ve muhafazakar bir toplum inşa etme politikasının sonuçlarıdır bunlar. Açıkça şunu söyleyemiyorlar; (ki zaman zaman söylemlere de dökülüyor olsa da) biz kadın-erkek eşitliğine inanmıyoruz, kadınlar kadın olarak doğdukları için ezilmeye mahkûmdur, erkeğin malıdır, herhangi bir hak iddia edemez, Lgbti+’ların ise hiçbir insan hakkı yoktur.
Peki biz kadınlar ne yapacağız?
Bu yasaları; işletilmese bile var olmasında canını hiçe sayan kadınlara borçluyuz. Bu yasaların korunması ve işletilmesi için, kadın kardeşlerimize, kız çocuklarımıza, doğacak olan kız çocuklarımıza borcumuz var.
Ölümü göze alarak başkaldıracağız! Şiddete uğrayan tek bir kadına bile yalnız olduğunu duyumsatmayacağız! El ele vererek ben de varım demekten asla vazgeçmeyeceğiz. Yalnızca kendimiz için değil kız çocuklarımız ve gelecek kuşağa olan borcumuzdan dolayı direneceğiz! Erkek egemen zihniyeti yıkacağız! Belki biz bunu başaramayız ama mücadeleyi yukarıya taşıma görevimiz var.
İstanbul Sözleşmesi iptal edilemez!
İstanbul Sözleşmesi işletilmelidir!
Elimi tut kızkardeşim!!!
Her yer direniş alanımız olsun!